Yusuf Akdağ
Recep Tayyip Erdoğan’ın 21 yıllık iktidarı döneminde, yığınlarla kurduğu bağın biçimi-niteliği ve hatta kimilerince ifade edildiği üzere “gizi” üzerine onlarca makale yazılmıştır. Şimdi yeni bir seçim söz konusudur ve iktidarını sürdürmede karşılaştığı sorunlar ile “kitle bağları” için araçsallaştırdığı “yerli ve milli hassasiyetler”in, iktidarının devamı için yeterli olup olmayacağı sorusu yeniden gündemdedir. 20 Ocak 2023 günü İstanbul’da Esenyurt Eğitim Kampüsü Temel Atma Töreni’nde yaptığı konuşmasında Erdoğan, “Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da millet sokakta, aç açık, ne yapacaklarını bilmiyorlar” demekteydi. Türkiye’deki on milyonlarca yoksul ve ‘aç-açıktaki’lerin durumunu karartıcı bir hikaye anlatımına ihtiyaç duyan Erdoğan, 21 yıllık iktidar pratiğini örnek göstererek “büyük Türkiye hedefi” için yeniden destek istiyor, “2023 bizim için hem 20 yıllık eser ve hizmet siyasetimizin sembolüdür hem de Türkiye yüzyılının başlangıcıdır. Önümüzdeki aylarda yaşanacak seçimi önemli ve tarihi kılan da budur” diyordu. Türkiye’nin, “sahip olduğu güçlü hizmet ve alt yapısı sayesinde” küresel atılımları dayanak haline dönüştürerek “asıl atılımlar”a yol aldığı iddiasındaki Erdoğan, 21 yıl boyunca uygulanan politikaların neden olduğu tepki birikimini sosyal, iktisadi kısmi bazı iyileştirmelerin yanı sıra dini ve milliyetçi ideolojik söylem ağırlıklı bir propagandayla tersinden bir yönelim ve desteğe dönüştürme çabasındadır. Bu da neoliberal saldırganlığın ümmetçi argümanlar eşliğinde pratiğe geçirilmesi politikalarının temsilcisi bu iktidarın karşı karşıya bulunduğu açmazların ve kullanabilir olduğu araç ve olanakların bir kez daha göz önünde tutulmasını gerekli kılıyor.
Neoliberalizmin Türkiye şubesi olarak AKP
AKP, 2001 krizinin etkilerine karşı tepkilerin yükselmekte olduğu ve aynı zamanda ekonomide yeni bir büyüme sürecine girildiği bir dönemde, ABD emperyalizmi ve AB üyesi devletlerin, IMF ve Soros Vakfı gibi uluslararası sermaye kuruluşlarının desteğinde, yolsuzlukları ve yoksulluğu ortadan kaldırma ve adaleti sağlama vaatleriyle ve 12 Eylül Cuntasınca dizayn edilen siyasal-hukuksal baskı politikalarına olan liberal muhalefeti de manipüle ederek %34 oranında oy desteğiyle yönetime geldi.
AKP kurucuları kendilerini “yenilikçiler” olarak tanımlıyor; “milli görüş gömleğini çıkardıklarını” ilan ederek, 2000’ler dünyasının gerçeklerini gözeten bir politik hat izleyeceklerini ileri sürüyorlardı. Erdoğan ve Gül ABD’yi ziyaret etmiş ve “güvenilir adamlar” notuyla ödüllendirilerek destek almışlardı.
Ekonomi, kriz sonrası dönemin yeniden toparlanma sürecinde büyüme rotasına girmiş, kriz koşullarında dışarı kaçan yabancı sermaye girişinde yeniden artış başlamıştı. 12 Eylül cuntasının yarattığı “kâbus ortamı”nın farklı toplumsal kesimler üzerindeki etkisi, üzerinden 21 yıl geçmesine rağmen, bazı farklılıklarla hâlâ devam ediyordu. Kürt sorununu -1980’lerin ortalarında başlanan silahlı eylemler gerekçesiyle- terörle özdeşleştiren egemen propaganda eşliğinde sürdürülen yoğun baskı ve saldırı politikası yürürlükteydi.
AKP-Erdoğan yönetimi “asker vesayetine son verilerek” baskı ve yasakların sona erdirileceğini, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele edileceğini, “refah ve kalkınma öncelikli bir ekonomi politika izlenerek” işçi ve emekçilerin üretilenden daha fazla pay almalarının sağlanacağını ve ülkenin kangrenleşmiş sorunlarının çözüleceğini vaat ediyor, desteklenmesini istiyordu.
İslamcı ve fakat aynı zamanda özgürlükçü bir parti olduğu ileri sürülen AKP’nin yönetimi altında, 12 Eylül generallerince dikte ettirilen ve hala yürürlükte olan yasal-anayasal baskı çemberi kırılarak, burjuva siyasal hakların kullanımı ve çalışma-yaşam koşullarının iyileştirilmesi gibi acil talepleri de kapsayacak bir “liberal demokratik reformasyon programı” çerçevesinde “özgürlükçü bir yeni döneme girilecekti!” “Dini inançlarını serbestçe yaşayamadığını” söyleyenlere, Kürtlere, basın-yayın ve örgütlenme önündeki engellerin kaldırılmasını isteyenlere, taleplerinin karşılanacağı vaat ediliyordu. Adaletsizlikler giderilecek, ülke kalkındırılarak halkın refahı sağlanacak, vesayete son verilerek demokratikleşme sağlanacaktı! Sünni-İslam ve Türk milliyetçi ideolojinin kitleler üzerindeki etkisi, muhafazakâr milliyetçi söylemin destek bulmasını sağlamaktaydı. Dinin toplumsal yaşam üzerindeki etkisinin daha da güçlendirilmesi beklentisindeki toplum kesimleri onun politikalarında bu istemlerin karşılığını buldular. Kır ilişkilerinin çözülmesi ve kentlere nüfus akışında görülen artış; kentlere yönelen bu yeni nüfusun sosyal-ekonomik, kültürel ve siyasi çok boyutlu sorunlarla yüz yüze kalışı, refah, huzur, adalet ve demokrasi vaat eden bu partiye yönelişin önemli etkeniydi.
Bu vaatler, temsilciliğine soyunduğu sermaye kesimlerinin yanı sıra emekçilerin önemli bir kesimiyle liberal solcular tarafından da ilgiyle karşılandı. Erdoğan yönetimi, işbaşına geldiği ilk dönemden başlayarak iktidarını pekiştirmek amacıyla “askeri vesayet karşıtı” demokratikleşme propagandasını sürdürdü. Kürt kentlerinde işlenen suçların soruşturulacağı beklentisini beslemek üzere “asit kuyularının açılması” yönünde kararlar çıkardı, kontrgerilla-mafya çetelerinin iç hesaplaşmasından da yararlanarak bazı polis-asker kontra örgütlenmelerin ifşa edilmesiyle sonuçlanan soruşturmaların önünü açtı vb. Kürtçe özel bir televizyon kanalının açılması, Kürtçenin özel okullarda eğitim dili olmasının kabulü, oyalama amaçlı “Alevi çalıştayları”, kitle desteğinin etkenleri ve gerekçelerine eklendiler.
Gelgelelim AKP yöneticileri sermaye çıkarları doğrultusundaki politikaları uygulama sorumluluğuyla yükümlüydüler. Kemal Derviş gibi Dünya Bankası temsilcilerince hazırlanan ekonomi politikanın, Türkiye’de kitle desteğine sahip bir parti yönetiminde pratiğe geçirilmesi Batılı emperyalistler ile uluslararası sermayenin çıkarınaydı. Bu ekonomi politika; özelleştirme, esnek çalışma, dış sermaye ‘akışı’ için vergi teşvikleri, sosyal haklarda kısıtlama gibi, tümü de sermaye yararına değişiklikleri içermekteydi. Para sermayenin tahvil, hisse senedi, kredi biçimleriyle ve yüksek faiz ve rant getirisiyle hızlı giriş çıkışı önündeki engellerin kaldırılması, tekelci sermaye için ek ve büyük avantajlar sağlayacaktı.
AKP hükümetleri Erdoğan’ın başbakan olmasıyla birlikte bu programı gözü kara bir atılganlıkla uygulamaya koydular. Dış sermaye giriş-çıkışı için kolaylaştırıcı yeni düzenlemeler yapıldı. “Yap-işlet-devret” anlaşmalarıyla ve özelleştirmeye hız verilerek dış sermaye girişinde sağlanan artıştan yararlanılarak parti-kitle bağlarının güçlendirilmesi politikası izlendi. Devlet-hükümet olanakları “Müslüman kapitalistler”in ulusal ve uluslararası alanda daha fazla iş yapmaları için seferber edildi.
Erdoğan iktidarı politikalarında emperyalist kapitalizmin çıkarlarına adapte edilen İslami ideolojinin Türkçü milliyetçilikle (şovenizm) “hemhal olmuş” versiyonu, neoliberalizmin İslami versiyonuydu. Siyasal İslamcılık bu iktidarın pratiğinde neoliberal kapitalist politikaların ambalaj malzemesine dönüştü ve ticari-mali ilişkiler içinde ayrıcalıklı bir egemen sınıf tabakasının ülke kaynaklarını yağmalamasını örtmek üzere yeniden üretildi. İktidar gücü desteği ve korumasında devlet olanaklarından yararlanarak ekonomik güçlerini artıran “Müslüman kapitalistler” aynı zamanda iktidarın ekonomik maddi dayanağını oluşturdular. Onlar için “Müslümanlık”, sermayelerini daha da büyütmek üzere araçsallaştırıp, işçi ve emekçiler üzerindeki etkisinden yararlanacakları bir ilişki biçimiydi.
AKP yöneticileri, “milli ve yerli” söylemiyle emekçilere seslenir ve dini hassasiyetlerini istismar eder; “Müslüman patronlar” emek gücünü düşük fiyata mal etme olanaklarına daha geniş şekilde kavuşur, devlet desteğinde ve devlet olanaklarından yararlanarak palazlanmaya devam ederken, yoksul yığınların bir kesiminin de “devleti de ülkeyi de bizimkiler yönetiyor!” mantığıyla mücadeleden geri durmaları böylece sağlandı.
Erdoğan bir yandan emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesine, işsizlik ve yoksulluğun artışına yol açan ekonomik sosyal politikaları ısrarla uygularken, bu politikaları kalkınma, büyüme, refah ve huzur, sanayileşme ve ilerleme için gerekli gösteren bir söylemi de dini referanslar eşliğinde sürdürdü. Uluslararası sermaye ve tekellerin ülke pazarındaki etkinliklerini genişletmesi için tanınan imtiyazların sınırları genişletilir, devlet işletmeleri özel kapitalist şirketlere peşkeş çekilirken onlarla konsorsiyumlar oluşturan işbirlikçi kapitalistler servetlerini büyüttüler.
Başlıca gıda, ulaşım ve iletişim, yapı-inşaat ve silah sanayi olmak üzere çeşitli üretim alanlarında faaliyet gösteren neoliberal İslamcılar için, uluslararası tekeller ve emperyalist büyük güçler işbirliği yapılacak; güç ve olanaklarından yararlanılacak “mihraklar” idi.
AKP ve Erdoğan yönetimi muhafazakâr milliyetçi argümanları emperyalist kapitalizminin çıkarları gereği olan sosyoekonomik politikaları kitlelere “boca etmek” ve “Anadolu burjuvazisi” ya da “Anadolu Kaplanları” olarak adlandırılan kesimin palazlanması için kullanırken, devlet gücü ve olanaklarından yararlanarak sermayelerini büyüten kapitalistler, emekçileri açlık ve yoksulluk sınırı altında bir yaşama mahkûm eden ekonomi politikada iktidarla işbirliği yaptılar ve bunlardan bazıları ülkenin “köklü aile şirketleri” olarak da adlandırılan holdinglerle yarışır düzeyde güç kazandı. Ülker, Boydak, Çalık, Cengiz isimleri, Kalyon, Limak firmaları bu dönemde parladılar! Yandaş işletmelere sağlanan vergi ve kredi teşvikleriyle ihracat kolaylıkları vb. bu şirketlerin palazlanmasını ve karşılık olarak hükümet politikalarına güç vermelerini sağladı. Mali ekonomik güç olma politikası baskı ve saldırı politikasını; tersinden, ikincisi de ilkini besledi.
Dini ideolojinin toplum yaşamının tüm alanlarında daha fazla etkin olması için politik-sosyal ve kültürel yeni düzenlemelere girişen Erdoğan, “refahı tabana yayma” propagandası eşliğinde sürdürülen kent yağması ve yapı-yol-tünel inşasıyla sağlanan rantın bir kısmının yandaşlık kriteriyle bağlı dağıtılmasını sağlayarak tepkilerin büyümesini önleme politikası izledi.
Dini kurumlaşma güçlendirilerek (türban serbestisi, yeni camiler inşası, İmam Hatip okullarının yaygınlaştırılıp çoğaltılması, zorunlu din dersleri vb.) ve “artan refahtan pay alacakları” propagandası eşliğinde “aile yardımı”, “öğrenci bursu”; “istenilen sağlık kuruluşunda tedavi” vb. gibi uygulamaların yanı sıra yandaşların belediyelerde ve çeşitli işletmelerle devlet kurumlarında istihdam edilmesiyle kitle desteği korunmaya çalışıldı. Özelleştirme ve esnek çalıştırma sonucu işsizliğe ve yoksulluğa sürüklenenlerin bir kesimi de dahil olmak üzere milyonlarca haneye küçük ölçekli nakdi yardım yapıldı.
“Vesayetten kurtuluş” söylemi, devlet iktidarının tüm kurumlarıyla ele geçirilmesi hedefiyle bağlıydı. On yıl boyunca birlikte hareket ettikleri Fethullahçılarla giriştikleri iktidar çatışmasını “Allahın lütfu” olarak niteleyen Erdoğan, 2017 referandumunu “millet iradesinin kendisinde temsili!” olarak yorumladı ve devletin tüm kurumlarının kendi politikaları yönünde yeniden biçimlendirilmesini sağlayarak baskı ve yasak zincirini daha sıkı şekilde germe olanağı buldu.
Devletin bütün yönetim yetkilerini “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen “Tek adam yönetimi” aracılığıyla ele geçirmesi, işçi sınıfına, kent-kır emekçilerine, küçük üretici ve küçük esnafa, gençlik kitlelerine ve kadınlara yönelik baskının yoğunlaştırılmasına yol açtı. Bu “yeni yönetim biçimi”nde burjuva parlamentosu büyük oranda işlevsiz kılınarak “yürütme” denetim dışı tutuluyor, yargı tek adam kararlarına bağlanıyordu. Kitleleri yedeklemek için Türkçü ve İslamcı söyleme başvuran “iktidar sınıfı”nın kimliği ve pratiğinde mali-ekonomik tekel giderek belirgin biçimde politik-askeri tekel olarak da şekillendi.
Erdoğan yönetiminin bölge politikası, ABD’nin “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” kapsamında şekillendi. Özal, paylaşım masasına “oturmak” ve “üç koyup beş almak” için Irak’ın işgaline katılmak istemiş, ancak bu mümkün olmamıştı. Bu yayılmacı hedef, Erdoğan yönetimi tarafından pratiğe geçirildi. ABD’nin “ılımlı İslam projesi”nin Türkiye’deki ve bölgedeki başlıca öznesi olmaya soyunan Erdoğan yönetimindeki parti ve hükümet(ler), “neoliberal ekonomi politikaları”nın başarıyla uygulanması ve etki alanları mücadelesinde Amerikan emperyalizminin avantajlı konumunun devamı için çalışacak, buna karşılık “pastadan pay alma” olanağı bulacaktı. Başka bir ifadeyle Erdoğan yönetimindeki Türkiye, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin Ortadoğu ve Afrika stratejisinde daha belirgin biçimde rol alıyordu. Erdoğan’ın, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin “eşbaşkanı” olarak ödüllendirilmesi bu rolün yerine getirilmesiyle koşulluydu.
Bu politika doğrultusunda ABD ve NATO birliklerinin bölgedeki faaliyetleri yararına yeni imtiyazlara imza atıldı, Afganistan’a asker gönderildi, Irak’ın işgali desteklendi, Libya ve Suriye’nin savaş sahasına dönüştürülmesinde rol üstlenilerek Suriye’de alan fethi politikası izlendi. İddialardan biri de “bölgede düzenleyici güç ve lider ülke olmak”tı. Erdoğan’ı “İslam Alemi’nin lideri” ilan edenler dahi oldu. İsrail ve Amerikan yöneticileriyle girişilen “söz düellosu” ve özellikle Kürt sorunu dolayısıyla ABD ile farklı öncelikler üzerinden karşı karşıya gelme, bu propagandanın Türk halk kitleleri üzerindeki etkisini artırdı.
Ancak, Afganistan, Irak ve Libya’dan sonra Suriye’nin de emperyalist yağma ve “hesaplaşma” alanına çevrilmesi, Erdoğan yönetimini, ABD ve Rusya’nın bölge stratejisinde üstleneceği rol ile İslamcı-Türkçü devlet politikası arasında kurulacak bağ sorununda belirli açmazlarla da karşı karşıya getirdi. Amerikan emperyalistlerinin, Rusya ve bir bölge ülkesi olarak İran’ın etki alanını daraltarak bölgede etkili tek güç olma politikası kapsamında Suriye’de Kürtlere destek vermesi, Erdoğan yönetimiyle zıtlaşmasının başlıca nedeniydi. Siyasal İslamcılık ve Türk milliyetçiliği politikasıyla halk kitlelerini dini-milliyetçi ideolojik etki altında tutmayı iktidarının devamı için başlıca gerekliliklerden biri olarak gören ve “İhvancı” partilerin bölge ülkelerinde etkili olması için çalışan AKP yönetiminin, hem bu ülkelerin “içi”ne yönelik politikaları hem de Kürt sorunu bağlantılı olarak giriştiği askeri saldırıları Suriye ve Irak’ta etkinlik alanları kurmaya doğru genişletmesi nedeniyle bölge ülkelerinden tepki görmeye başladı. Yayılmacı politikaları, onu Suudi Arabistan, Mısır, Irak, BAE, Suriye gibi çok sayıda bölge ülkesinin halkları ve yönetici burjuva hükümetleriyle karşı karşıya getirdi.
Bölge ülkeleriyle ilişkileri geren yayılmacı dış politika içeriye siyasal baskı ve yasakların yoğunlaştırılması, çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaştırılması olarak yansıdı. Ekonominin askerileştirilmesine hız verilirken ücret ve maaşlar düştü, yoksullaşma arttı ve işsizlik büyüdü. Bu durumun yarattığı yıkıcı etkinin işçi-emekçi kitleler içinde yol açtığı tepkilerin bir kopuşa dönüşmesini engellemek için, dini ve milliyetçi argümanlar öne çıkarılarak, dış güçlerin ve içerideki işbirlikçilerinin Türk milletinin ilerlemesini ve güçlenmesi istemedikleri propaganda edildi.
Diğer yandan ama “Türk milliyetçisi” ve “İslamcı” kapitalistler, milliyetçi ve İslamcı ideolojik-kültürel söylem aracıyla seslendikleri “Müslüman ve milliyetçi işçi ve emekçileri”, bunlar talepleri için mücadeleye yönelince, sopayla, devlet güçlerini ve kurumlarını kullanarak etkisiz kılmaya çalışmaktan kaçınmadılar. “Yüzde doksan dokuzu Müslüman bir ülke” söylemi, kapitalist burjuva azınlığın çıkarlarını ifade eden politikaların toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfıyla kent-kır emekçilerine dayatılmasını maskelemeye yönelikti.
AKP, sadece işçilerin ve kent emekçilerinin değil kırsal küçük üreticinin de toplumsal örgütlü muhalefeti ve mücadelesine karşı dalga kırıcı şiddet aygıtını seferber etmekten kaçınmadı. Grev ve direnişe yönelen işçileri darbecilere alet olmakla suçladı (TEKEL grev ve direnişi, Erdoğan tarafından “darbecilik”le, fındık üreticilerinin fiyat artışı talebiyle giriştikleri eylemler “ihanet” ile ilişkilendirildi); kazanılmış sosyal-sınıfsal haklar tırpanlanıp adım adım ortadan kaldırıldı, sendikal örgütlenme çabasına giren işçilerin işten atılmasında patronlara iktidar koruması sağlandı ve hükümet-devlet yanlısı sendika bürokratlarına aidat kaynağını genişletmek üzere yeni üye sağlanması için patronların yanı sıra belediye yönetimleri ve valiler de harekete geçirildi.
Açmazlar ve eskiye dönüş olanaksızlığı
Erdoğan yönetiminin, baskı araçlarını artan şekilde kullanarak uyguladığı ekonomi politika giderek belirginlik kazanacak şekilde onu açmaza sokan yolu açtı. Durumun giderek ağırlaşması, tek adam yönetiminin işbaşından uzaklaştırılmasını iktidar muhalifi hemen tüm kesimlerin siyasal önceliklerinden biri haline getirdi. Bunun, sermaye içi rekabet ve çelişkiler, bölge politikasının olumsuz sonuçları ve emekçi karşıtı uygulamaların yol açtığı tepki birikimi gibi, birbiriyle farklı nitelikte ve fakat birbiriyle ilişkilenen etkenleri vardı. Uygulanan ekonomi politika, tekelci kesim başta olmak üzere sermaye çıkarları doğrultusunda işlemesine karşın, devlet olanaklarının “Müslüman kapitalistler” olarak adlandırılan ve iktidarının dayanakları arasında yer alan burjuvazi yararına seferber edilmesi, sermaye grupları arasındaki rekabeti kızıştırıcı rol oynadı ve TÜSİAD’ın büyük holding patronlarını muhalif konuma itti. İç ve uluslararası pazarda etki gücü ve ilişkileriyle daha eski ve daha örgütlü kapitalist grupların örgütü (TÜSİAD), ağırlıklı olarak “piyasa kurallarının geçerli olduğu ekonomi politikaya geçiş”ten yanaydı ve itirazının siyasal plandaki ifadesi, tek adam yönetimine son verilerek “etkin parlamenter sisteme geçilmesi”ydi. TÜSİAD’da örgütlü tekelci burjuva kesimin ağırlıklı bölümüyle, Erdoğan iktidarı koşullarında daha fazla palazlanan MÜSİAD’da örgütlü kesim arasındaki rekabet, politik ifadesini “Cumhur” ve “Millet İttifakı” partilerinin platformlarında buldu.
Başlıca olarak “kuvvetler ayrılığı” başlığı altında yargı, yasama ve yürütmenin ayrı-ayrı işlevlere sahip ve belirli yasal kurallarla bağlı olmasını, siyasal-hukuksal baskı, yasak ve saldırıların “yasalarla bağlı sınırlandırılması” vaadinde bulunan burjuva muhalefeti, ağır çalışma ve yaşam koşulları altında yoksulluk ve pahalılık nedeniyle arayış içinde olan emekçi kitlelerine de ekonomik-sosyal alanda kısmi bazı iyileştirmeler vaat ederek, bu yönetim biçimine son vermek için destek istemeye yöneldi.
Ancak Erdoğan yönetiminin karşı karşıya olduğu asıl sorun, iktidarın emekçi karşıtı politikalarının halkın büyük çoğunluğunu iktidar karşıtı arayışlara yöneltmesidir. Siyasal İslamcı politikaları da benimseyip uygulayan iktidar, yirmi yılı aşkın süre boyunca uyguladığı yönetme politikaları sonucu halkın büyük bölümüyle karşı karşıya gelmiştir.
Türkiye’nin son kırk yıllık döneminin bir özelliği de, kendilerini “muhafazakâr milliyetçi” ve İslamcı olarak tanımlayan partilerin temsil ettiği politika ve ideolojinin kitleler üzerindeki etkisinin pratiğin sınavından geçtiği bir süreç olmasıdır. Bu niteleme ve vurgu açık olmalıdır ki, burjuva sınıf egemenliğinin çeşitli dönemlerdeki diğer varlık biçimlerinin ve ideolojik argümanlarının kimi ortak unsur ve yönlerinin göz ardı edilmesini gerektirmez. Aksine onu ön varsayarak, örneğin 12 Eylül askeri darbesiyle toplumsal yaşama ve sınıf mücadelesine getirilen “yeni düzenleme”nin sonrası süreç için zemin oluşturmasını dikkate alır.
Bu sürecin özelliklerinden biri de siyasal İslamcı şoven milliyetçi siyaset, ideoloji ve kültürün kapitalist emperyalist sömürü ile, onun en vahşi biçimleriyle (neoliberal ekonomik sosyal politika bu türdendir) uyuştuğu ve birleştiğinin kanıtlanmış olmasıdır.
Yineleme pahasına söylersek; neoliberal ekonomi politika bu dönem boyunca Türk burjuva sağının İslamcılığı politik etki silahı olarak kullanan temsilcilerinin hâkim oldukları yönetimler eliyle pratiğe geçirildi. Özal’dan Erdoğan’a “muhafazakâr Müslüman” devlet yöneticileri, Müslüman işçi ve emekçilerin kapitalistler tarafından ağır koşullarda sömürülmesini sağlayan politikaları uyguladılar. Devlet işletmeleri “yap-işlet-devret” anlaşmalarıyla tekellere peşkeş çekildi. İşsizlik ve yoksulluk arttı. Emekçilerin sosyal hakları ya budandı ya da tümüyle gasp edildi. “Müslüman kapitalistler” ve devlet iktidarı bürokrasisi sermaye ve servetini artırdı. Sadece son 20 yılda uluslararası şirketlere ve emperyalist büyük devletlere 550 milyar dolar faiz ödenirken, iktidar işbirlikçisi ve dayanağı kapitalistlere 400 milyar dolar aktarıldı vb.
Bu politika ancak yoğunlaştırılan baskı ve yasak koşullarında uygulanabilirdi ve öyle oldu. Kürtlerin ulusal demokratik taleplerle mücadeleye yönelmelerine karşı askerî harekâtların sürdürüldüğü bu dönemde sermaye medyasının devlet politikaları doğrultusunda merkezi kumandaya bağlanmasında kademe yükseltildi ve yoğun baskı ve saldırıların ideolojik manipülasyonu, “ya taraf ya bertaraf olma” koşuluna bağlandı. “Muhafazakâr milliyetçi” ve “siyasal İslamcı” politik yöneticiler, polis ve askeri kuvvetleri Müslüman işçi ve emekçilerin üzerine -bir bölümü TEKEL, SEKA ve metal direnişi sırasında olduğu üzere, çok açık ve ilan da ederek “muhafazakâr” ve “milliyetçi” görüşlere sahip olduklarını söylemelerine rağmen- sürmekten, grev ve gösterileri yasaklamaktan geri durmadılar. Politik iktidar ile üretim araçlarının kapitalist mülkiyet biçimi arasındaki bağın ideolojik-kültürel aidiyetlere ön geldiği, böylece, bu süre boyunca daha fazla açıklık kazandı. Erdoğan yönetimi döneminde daha belirgin biçimleriyle öne çıkarılarak toplumsal yaşamın yeniden düzenlenmesinde etkin bir araca dönüştürülen dini söylem ve argümanların kitlelerin sömürü sistemi yararına manipüle edilmesi amacıyla bağlı olduğu da daha geniş kesimlerce görüldü.
Grevleri yasaklayan yöneticilerin, sermaye partileri sözcü ve yöneticilerinin, işçi eylemlerine ve halk direnişlerine saldıran “güvenlik kuvvetleri”nin, işbirlikçi sendika patronlarıyla burjuva basın-yayın organlarındaki emekçi düşmanı yazar ve yorumcuların iş ve söz birliği etmiş gibi kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda çağrılar çıkarmaları ve fakat bunların hemen tümünün kendini “Müslüman” olarak nitelemeleri işçi ve emekçileri kendi gerçeğine uyanmaya zorladı. AKP-MHP’yi destekleyen emekçi kesimlerin saflarında iktidara karşı kuşku ve güvensizlik arttı. Çalışma ve yaşam koşullarının eskiye kıyasla daha da kötüleşmesi, yoksulluk ve işsizlikte artış, yeni-Osmanlıcı yayılmacılık, militarist aşırı bürokratik ve oligarşik dayatma, Kürtlerin ulusal tam hak eşitliği ve Alevilerin “eşit yurttaşlık” istemlerinin reddi politikalarında ısrar, talepleri için mücadeleye yönelen işçi-emekçi, gençlik ve kadın kitlelerine yönelik saldırıların yoğunlaştırılması, sermaye içi rekabette iktidar dayanağı olan ve dini referansla istismar eden burjuva kesimlerin iç ve uluslararası pazarda artan palazlanmasına aracı ve dayanak olma vb. politikası tepki birikimini artırdı.
Bu durumun farkında olan Saray yönetimi, dini ve milli hassasiyetleri istismara ağırlık vermenin yanı sıra bazı ekonomik-sosyal iyileştirmeler aracılığıyla destek yitimini durdurup tersi eğilimi güçlendirme çabasındadır. Asgari ücret artırıldı, EYT’lilerin emeklilik hakları için yeni düzenleme yapıldı, 458 bin sözleşmeli personele kadro verildi, öğrenci kredi borçlarına ait faiz alınmayacağı ilan edildi, Aralık 2022 sonu itibarıyla 700 milyar liralık vergi ve sigorta alacağından vazgeçildi vb. Ne ki seçim entrikalarına yenilerinin eklenmesi mümkün olmakla, depremin yarattığı büyük yıkımdaki sorumluluğunu örtecek dezenformasyona bazı inşa adımlarının eklenmesi mümkün olmakla birlikte tüm bunların, Erdoğan yönetiminin yığınsal yıkımın yol açtığı kırılmaları aşmasını sağlaması oldukça kuşkuludur.
İktidar için her şey mübah!
Tek adam yönetimi için iktidarın elde tutulması, Erdoğan ve Bahçeli’nin ifadesiyle “bir beka sorunu”dur! Ancak, iktidar yoğunlaştırılmış siyasal şiddet aracıyla sürdürülmek istense dahi, giderek ağırlaşan ekonomik-sosyal koşullar onu artan şekilde açmaza sürükleyecek yoğunluk ve kapsamdadır.
2023’e girilirken tek adam yönetimi, farklı toplumsal sınıflardan büyük bir çoğunluğu “geleceğin daha beter olacağı” kaygısına sürüklemiş bulunuyor. İşçi ve emekçilerin yanı sıra kent-kır küçük burjuvazisi ve orta toplumsal tabakalar, artan şekilde yoksullaşmakta, hayat pahalılığı ve yüksek enflasyon oranı, temel tüketim maddelerine yapılan ve devam etmekte olan zamlar yaşam koşullarını zorlaştırmakta, baskı ve yasak politikası buna eşlik etmekte; bu da tepki birikimini artırmaktadır.
Erdoğan yönetimi, 2002 gibi yeni bir başlangıç konumunda değildir. Sınanmış ve yıpranmıştır. 21 yıllık süreçte biriken ve giderek belirginlik kazanacak şekilde etkili olmaya başlayan nesnel ve öznel sorunlarla daha açık şekilde karşı karşıyadır. Filikaları yedekte tutmakta, “milli ve yerli” söylemini “can kurtaran simidi” olarak şişirmektedir. İşçi ve emekçi kitlelerini yokluk, yoksulluk ve işsizlik girdabına daha derinlemesine sürükleyerek “yetti artık!” dedirten bir yönetimin baş sorumlusu olarak Erdoğan, uzak geçmişin önyargı ve kültürel kabullerinden de beslenen egemen ideolojik-politik etkiye ve onun gerçekleri karartma özelliğine sığınıyor; yönetimine karşı artan tepkiler ve kitle desteğindeki düşüş, onu Menderes’in idamını altmış yıl sonra seçim malzemesine dönüştürerek güç ve destek arayışına yöneltiyor. CHP’yi ve içinde yer aldığı “Millet İttifakı”nı püskürtmek için 70-80 yıl geride kalmış bazı olay ve gelişmelerden malzeme devşirmeye ihtiyaç duyan Erdoğan, Menderes ve Özal gibi emperyalizm işbirlikçisi ama Türk milliyetçiliğini ve Müslümanlığı da istismardan kaçınmamış politikacıların mirasından siyasal fesat ve rant üretmeye çalışmaktadır.
ABD emperyalizminin Rusya’ya karşı bölge stratejisi kapsamında Suriye ve Irak’ta Kürt hareketiyle giriştiği işbirliği politikasını şovenist milliyetçi propaganda için istismar eden Erdoğan, Kürtlerin ulusal demokratik taleplerini reddetmekte, ancak Hüda Par gibi Hizbullah menşeli bir grupla işbirliği yapmaktan kaçınmamaktadır.
Diğer yandan ama Erdoğan yönetimi, örneğin 2001 krizinin iflasa sürüklediği düzen partilerinden farklı olarak, öznel ve nesnel çeşitli etkenlere bağlı belirli bir kitle desteğini halen koruyabilmektedir. MÜSİAD’lı büyük kapitalistlerin, rant ve yağmadan pay alanların durumu bir yana bırakılırsa, bu yönetim döneminde ‘sınıf atlama’ olanaklarına kavuşan ve bu olanakları yitirmemek için çıkarlarını mevcut yönetimin devamında görenlerin yanı sıra ‘adres belirleme’ yöntemiyle “aile yardımı” alan veya istihdam edilen “muhafazakâr seçmen kitlesi” de elindekini kaybetmemek için desteği sürdürmektedir.
Erdoğan yönetiminin, neoliberal kapitalist ekonomi politikaları uygulamada öncellerini yaya bırakacak performansla, işçi-emekçi halk kitlelerinin yaşam koşullarının artan şekilde kötüleşmesine yol açmasıyla toplumsal-kültürel ilişkileri muhafazakâr milliyetçi ‘okuması’ arasındaki çelişki, kitle bağlarını yıpratıcı işlev görmesine rağmen, bu yıpranmanın neden-sonuç ilişkilerinin kaçınılamaz sonuçlarını daha çarpıcı şekilde ortaya çıkarmamış olması, diğer çeşitli etkenlerin yanı sıra Türkiye’de toplumsal gelişmenin kimi özgün özellikleriyle de bağlıdır. Kapitalizm gelişme sürecinde toplumu sonal olarak burjuvazi-proletarya gibi iki başlıca toplumsal sınıf halinde bölünmeye sürüklemesine rağmen, tarihsel gelişmenin ortaya çıkardığı çeşitli ara-geçici şekillenmeler sınıf farklılaşması ve çelişkisini örtme işlevi görebilmektedir. Türkiye, aşiret-cemaat, akraba-hemşeri, din ve ulusal kimlik bağlarının daha uzun vadeli olarak etkili olabildiği; bunun da milliyetçi İslamcı kültürel-ideolojik söylem ve politikaların ekonomik-sosyal ilişkiler zemininde ortaya çıkan çelişkileri geriye atmak üzere araçsallaştırılmasına olanak sağladığı ülkelerden biridir.
Sahte antiemperyalizm Erdoğan’ın sarıldığı ve sarındığı bir diğer araçtır. Onun “bize ait değerler” vurgusu ve “Türkiye’nin gelişmesini istemiyorlar” ajitasyonu, yayılmacı emperyal politikalardan çıkar uman sermaye gruplarıyla milliyetçi etki altındaki kitlelerin desteğini iktidarda kalma siyaseti doğrultusunda yönlendirme hedefiyle bağlıdır. “Türkiye’nin başarı hikâyesi rahatsız ediyor. Bazı çevreler Türkiye’nin başarı hikâyesinin bitmesini istiyorlar. Tipik geri kalmış Müslüman ülke imajına sığmıyor Türkiye. Endonezya ve Malezya ile birlikte Türkiye bu imajı bozuyor” söylemine önceki dönemlerde de başvuran Erdoğan, “Türkiye Yüzyılı” propagandasıyla kademe yükseltiyor. Beklenti oluşturma hedefli bu sağ gerici popülizm, bugünden geleceğe ekonomik büyüme, kalkınma ve teknolojik ilerleme iddiasını taşıyor.
Ancak kapitalist emperyalist uluslararası güç ilişkilerinin yüzyılın gelecek üç çeyreğinde nasıl bir seyir izleyeceğine dair bugünden kestirimlerde bulunmanın yanlışlığı bir yana, bu uluslararası ilişkilerin günümüzdeki seyri ve Türkiye’nin bu ilişkiler içindeki konumu bu iddiayı geçersiz kılıyor. Türkiye ABD, Batı Avrupa’nın ‘klasik’ emperyalist ülkeleri ve Japonya bir yana Çin ve Rusya gibi “yeni” emperyalistlerin olanak ve dayanaklarıyla kıyaslandığında da çok gerilerde bulunmaktadır. 21. yüzyılda 550 milyar dolar faiz ödemesine rağmen 450 milyar dolar dış borcu olan, 139 milyar dolar bütçe açığı, 110 milyar dolar dış ticaret açığı bulunan; çalışabilir nüfusunun yüzde 11’i, “yüksek eğitim görmüş” nüfusunun %25’i işsiz durumdaki bir ülkenin yüzyılın dünya ölçekli yönlendirici gücü olacağı iddiası dayanaktan yoksundur. Bu iddia, dış politika ve askeri teknoloji “atılımları”na dayandırılarak da kanıtlanamaz. Türkiye yöneticilerinin Rusya-Ukrayna savaşında ‘arabulucu’ role soyunması, savaş sanayi alanında bazı adımların atılmış olması (“yerli ve milli savaş uçağı, yerli füze, İHA / SİHA üretimi” vb.) ya da ABD’nin Kürt sorununu istismar politikalarına itiraz türü gerekçelerin elbette Türkiye yüzyılı iddiası ile gerçek bir bağlantısı ya da alakası olamaz.
***
21 yıllık iktidar pratiği, Erdoğan yönetiminin politik muhaliflerine karşı öfke ve hırsla sürdürdüğü kampanyada yasalara uyum çağrılarıyla kendini sınırlamayacağını işaret ediyor. Onun, destekçi kontra parti ve güçlerle birlikte seçim sürecini uzatmaya, seçimleri ertelemeye çalışacağı, deprem nedeniyle “oluşabilecek güvenlik sorunları” gerekçesiyle ilan ettiği OHAL uygulamalarıyla seçim sonuçlarını iktidarının devamı yönünde etkilemeye çalışacağı öngörülebilir. Karşı karşıya oldukları sorunların karmaşıklığı ve ağırlığı ve iktidarın kaybedilmesi korkusu, saldırı politikalarında yoğunlaşmaya yol açıyor. Devlet kurumlarında önemli mevziler edinen ve iktidarın ikinci partisi olan MHP, iç hesaplaşma ve Erdoğan’a yedeklenen politikalarıyla kolay kolay atlatamayacağı bir kargaşaya sürüklenmiş durumdadır. Hamasi milliyetçi spekülasyonlarla açmazlarını örtmesi, iç gerilim ve çatışmaların büyümesini engellemesi kolay olmayacaktır. Kontrgerilla ile iç içe geçen, Kürt ve Alevi düşmanı politikalardan beslenen Perinçek partisi ise, Erdoğan-Bahçeli ikilisinin eteklerine tutunarak güç toplamaya çalışmakta; Çin emperyalizmiyle ilişkilerini ittifak içinde olduğu devlet güçlerine karşı etki ve pay için kullanmaktadır. Birlikte hareket etmeye mahkûm olan bu güçlerin, iktidarı yitirmeleri durumunda parçalanmaları ve iç hesaplaşmaları güçlü olasılıktır.
Baskı ve yasak mengenesinin ne denli sıkılacağı ne türden manevralara girişileceği ise işçi ve emekçilerin ileri kesimleriyle devrimci demokrat ve sosyalist parti ve örgütlerin önünde yer aldıkları mücadelenin düzeyi ve burjuva düzen muhalefetinin itirazlarının ikiyüzlü demagojik söylemin ötesine taşınıp taşınmayacağıyla bağlıdır. Zira 2023’e, kitlelerin büyük çoğunluğunu doğrudan hedef alan siyasal-askeri politika ve yasal-yasadışı fiili dayatmaların arttığı, polis devleti yasalarının yürürlükte olduğu, ordunun komuta kademesindeki generallerin Erdoğan’ın politikalarına adapte olduklarını her vesileyle açığa vurdukları, MHP’li isimlerin de içinde yer aldığı mafya çeteleriyle başkentinin İstanbul olacağı İslam şeriatına dayalı devlet kurma amacını ilan ederek provokasyon, suikast ve sabotaj eğitimi verdiğini açıklayan SADAT gibi militer/paramiliter örgütlerin eylemlerini artırdıkları, üst yargı kurumlarıyla bağlı organların tek adam yönetiminin politikalarınca yönlendirildiği bir dönemde girilmiştir. Tek adam yönetiminin İletişim Başkanlığı, bağlı trol ordusu ve iktidar medyası aracıyla iktidarın politikaları doğrultusunda sömürü ve baskı sistemini savunma kuvveti olarak işlemekte, burjuva ve devrimci muhalefete karşı kara propaganda “milli ve yerli” söylemiyle boca edilmektedir. Suriye’ye karşı ve Suriye’de izlenen yayılmacı politika-bir ‘duralama’ya rağmen yürürlüktedir ve yeni askeri operasyonlar olasıdır. Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebiyle sürdürdükleri mücadeleye karşı baskı, yasak ve saldırılar devam ediyor. HDP’nin kapatılması için “yasal prosedür” hızlandırıldı. Ve tüm bunlara, devlet politikalarının sonuçlarını ağırlaştırıp yıkıcı hale getirdiği bir büyük deprem gerekçesiyle olağanüstü hal ilanı eklendi.
Bu durum, emekçilerin örgütlenme ve mücadele mevzilerini güçlendirecek bir çalışmayı yoğunlaştırmayı, emekçiler yararına iyileştirmeler için sömürü ve baskı sisteminin yürütme komutasını elinde tutan iktidar gücüne yönelik mücadeleyi geliştirmeyi gerekli kılıyor.