Çetin Akdeniz

 

Teklif adıyla yayımlanan “2 aylık düşünce dergisi”, Ocak 2023 tarihli 7. sayısında “Siyaset” ana başlığı altında ve İslam’ı referans göstererek, mevcut durumda bölünmüş “millet” gerçekliğinin İslam ahlâkı ve ilkeleri zemininde yeniden inşa edilmesi ihtiyacına dikkat çekmekte; “kendimiz olarak” var olmanın ancak bu durumda mümkün olacağını ileri sürmektedir. Dergi yazarları “ferdin” ve toplumun “var olma siyaseti”ni devletin (“siyaset”), ülkenin (“beden”) ve “millet”in (“ruh”) birliğini sağlama koşuluyla bağlı gören bir anlayışı sergilemekte; mevcut var olma durumunun bu bakımdan karamsarlığa itici olduğunu belirterek, “öze dönüş” olarak da ifade edilebilecek bir yeni “dönüşüm ihtiyacı”nı vurgulamaktadır.

Gerek kendi aralarında düzenledikleri “açık oturum” platformunda dile getirdikleriyle gerekse kendi imzalarıyla yayımladıkları makalelerinde mevcut olumsuzlukları (toplumun farklı menfaat gruplarına bölünmüşlüğü vb.) ahlaki değer ve ilkelerin eksikliği ve toplumun “İslam’ın kurucu ilkeleri” zemininde bulunmamasıyla ilişkilendiren yazarlar, çözüm için bu ilkelere bağlı bir yeni düzenleme ve inşayı önermektedirler.

 

I.

Küresel şirketleri” “uluslar üstü iktisadi iktidar” olarak tanımlayan Fazlıoğlu, bu şirketlerin asıl fail ve aktör olarak “mahalli siyasi yönetimler”in siyasetini belirlediğini ileri sürüyor ve “en temelde -diyor- her ama her türlü değere iktisadi değerin miarına göre ayar verdiğinden kendi hallerinde değerler bir sorun teşkil etmez. Bu nedenle etnik, ırki, dini, ahlaki, lisani, tarihi vb. mahalli ulusal değerler dizge için ehlileştirildikten sonra tehlikeli görülmezler… Bu çerçevede mahalli ulusal kimlikler ile bu kimliklerin ürettiği gelenek ve göreneklerin, varsa direnci törpülenir, hatta dizgeyle uyumlu hale gelinceye değin yontulur.” Ona göre, ulusal yönetim olarak devlet, bu çerçevede “üretim-tüketim-kâr süreçlerini denetlemek, üretimi hızlandırmak, tüketimi çoğaltmak, kârı artırmak, kısaca hakimiyetin … yani uluslarüstü iktisadi iktidarın çıkarları her neyi gerektiriyorsa yapma” işlevini yerine getirir. “Mahalli ulusal devletlerin, yani küçük ölçekli siyasi yapıların varlığı”nın, bu küresel şirketlerin çıkarlarına yarayacak şekilde sürdürüldüğünü belirten Fazlıoğlu, emperyalizm-neoliberalizm ile sorunu olmayan bir kişinin “insan-ca” yaşıyor olduğuna inanmak için hiçbir neden olmadığını da söyler.[1]

Küresel ölçekli durumu “küresel kapitalist neoliberalist parti” olarak da niteleyen Fazlıoğlu, “Bu nedenle -diyor- Türkiye’deki ya da herhangi bir ülkedeki a partisinin, b partisinin hareket alanı çok dar ve sınırlı; önceden tanımlanmış bir daire içinde, belirli bir yere kadar hareket edebiliyorlar. Çünkü bu daireler, ancak bir küre’nin ve o küre’nin kurallığının içinde var olabiliyorlar; hatta yaşayabiliyorlar.[2]

Buna karşı önerilen “farklı menfaat topluluklarının oluşturduğu toplumun, şehrin vb.nin sahip olduğu mizacın ürettiği huyların itidal üzere tutulması”; “farklı mizaçlardaki toplulukların” çıkarlarının “fazilet, menfaat ve maslahat” uyumuyla “mütenasip bir şekilde” birleştirilmesi ve toplumun “mutluluğu”nun böylece sağlanmasıdır! Ancak bunun için toplumların, siyasetin ve hatta devletlerin konum ve tutumlarını belirleyen “küresel gerçeklerin göz önünde tutulması” şarttır.

Yazarlar İ. Fazlıoğlu ve T. Görgün, küresel neoliberal uluslararası şirketlerin varlığı ve etkinliği koşullarında “siyaset”in, -yani yerel devletin- “kendi üretmediği bir şeyi kullanma”sı nedeniyle dönüştürüldüğünü belirterek, “siyasetin ya da onun tecessüs etmiş (oluşmuş) hali olarak devletin” varlık zemini olarak dış dünyadaki güç odaklarının değil, “dayandığı asli zemini ve oradaki mizacı dikkate alıp onu tespit edip muhafaza ederek inkişaf ettirmek” yoluyla sorunların çözüleceği iddiasındadırlar. Görgün, çok ciddi ve ertelenmesi düşünülemeyecek “esasa ilişkin sorun”un, “küresel mekanizmaların etki alanında bulunan nesillerin millete aidiyeti”nin gittikçe zayıflaması olduğunu belirterek, “şimdi millet olarak varlığımız gerçekten tehdit altında” diye feveran ederken[3]; Fazlıoğlu, bu genel-“küresel” tablo içindeki ferdin yeniden “muhtar, mükellef ve mesul bir fail” olması ve “iktisadi bir değere” dönüştürülmekten kurtulması için, menfaatlerin uyumu temelinde sağlanacak “maslahat”ın (uygun ve iyi olan) benimsenip uygulanmasını çıkış yolu gösterir. Ona göre “toplumun mutluluğu” ve “adil bir toplum”un varlığı için fertlerin (bireyler) “huyları itidal içinde” (ılımlı-ortalama ve uzlaşıcı) tutulmalıdır!

Fazlıoğlu ahlâk fert için “fazileti”, iktisat topluluk için “menfaati”, siyaset ise toplum için “adaleti sağlayacak maslahatı tahsil etmektir” diyor. Bu formülasyondaki üç kavramın üçü de soyut insan kimliği üzerinden kurgulanmıştır.[4]

Maslahatın; yani amaca uygun iyi ve yararlı olanın tespitiyle yararlı olanın (hazın) korunması, acı veren zararlının giderilmesi, erdem sahibi olunması vb. gibi tümü de kişiye, grup ve topluluklara göre içinde bulundukları koşullara bağlı olarak değişen yorumsal davranış biçimleri veya kişilik özellikleri aracıyla bir toplumun kötülükten korunabilir şekilde yeniden tesis edilebileceği varsayımıyla yazar, iktisadi temel üzerinde bölünmüş sosyal sınıflar gerçekliğini göz ardı eder.

Teklif dergisi yazarları karşı karşıya olunan durumun “vehameti”nden hareketle korkuyla karışık karamsarlığı işaret ederken, mevcut durumdan çıkış için metafizik değerlere sarılmanın yeterli olmadığının farkında olmalarına rağmen, -örneğin “ferdiyeti yok etme, özbilinç varlığını sakatlama”, “muhatap, mükellef ve mesul olan insanı ortadan kaldırma” rolü biçtikleri dış belirlemeci güçlerden söz ederken maddeci; -bölünmüşlük ve deformasyonun kapitalist sömürü ilişkileriyle dolaysız bağını atlayarak “İslamın kurucu ilkeleri”ne dönüşü çözüm gösterirken metafizikçidirler. Yazarlar, olumlu-iyi ahlâk ilkelerinin farklı menfaat grupları halinde bölünmüş ve birbiriyle çelişen toplulukları birleştirici işlev göreceğini ve uyumlu-mutlu yaşayabilir kılacağını iddia ederken, temel hareket ettirici-güdüleyici etken(ler)i karartma pahasına, o temel üzerinde yükselen ya da onun tarafından şekillenen unsurları ilkinin yerine ikame ederler. Dini “buyrultu”ların insanın içinde yaşadığı koşullarda karşı karşıya bulunduğu sorunların çözümsüzlüğü nedeniyle içine düştüğü kendi çaresizliğine çare arayışının ürünü olması böylece örtülürken; iyilik ve kötülük; erdem ve erdemsizlik, insanın maddi yaşamını üretme koşullarından, üretimin biçimi ve üretim ilişkilerinden soyutlanarak -kötülük ve ahlâksızlık küresel uluslararası sermaye ve “iktidar”ın yerel olana etkisiyle bağlı gösterilirken, “milli” ya da “millet”e ilişkin kapitalist toplumsal ilişkiler kötülükten arındırılır.

İbrahim Halil Üçer, örneğin “özellikle ruhlarda derinleşen çatışma”ya karşı ülkenin “bedensel varlığını koruma” hedefiyle yetinmeyip, “milli varlığımız”ın “ruhsuz bir cesede” hapsolmasını engellemeyi gaye olarak işaret eder.[5] A. Ayhan Çitil, “birtakım propagandaların insanı etkilememesi ve var olma sürecini şüpheye düşürmemesi için” “kendi değerleriyle barışık olmayan, hatta nefret eden” marazi durumun aşılması gerektiğini söyler.[6]

Kır ilişkilerinin çözülmesi ve şehre nüfus göçüyle gelenlerin “kendi değerlerini geliştirecek” yeni yol ve yöntemler geliştiremediklerini (Türker); bir deformasyon yaşandığını (Görgün); “Osmanlı’dan başlayıp Cumhuriyetle ivmesini hızlandıran modernleşme” ile “yeni değerler hiyerarşisini” kabul edip bunu da “devlet aklı haline getirmek isteyen” ve bunu da önemli oranda başaran “yeni bir kesim”in oluştuğunu ve bu “yeni kesim”in geleneksel değerleri benimseyen insanlara “hayat hakkı tanımaya” dahi tahammül etmediklerini ileri süren yazarlar; “sadece Türkiye halkının değil genel olarak İslam toplumlarının varlığını temel ahlaki ve siyasi değerlerle uyumlu şekilde idame ettirmelerinin yollarını bulmaları” için örneğin “kendimiz olarak”, yani “millet olarak”, “adil ve meşru bir yönetici”nin sorumluluğu altında birleşmeyi önerirler.[7]

Teklif yazarları “millet”in bölünmesinden şikâyetçi ve aynı nedenle de karamsardırlar: “Açık Oturum” katılımcılarından İ. Halil Üçer, bazen diyor, “Kadıköy ya da Üsküdar sokaklarında dolaşırken, bu sokaktan sondaj yoluyla dört kişi çekip onları yan yana koyduğumda bu dört kişiden her birinin Türkiye’nin geleceğiyle ilgili tasavvurunun diğer üçünü o gelecekten dışlayacağı şeklindeki karamsar bir duyguya kapılıyorum… Soru aynı zamanda şehirde yaşayanları müşterek bir zeminde bir arada tutmak ve sevk etmekle ilgiliyse, iki milletin zorlamalar, kaşımalar, çatışmalar yoluyla dört-beş millete dönüştürüldüğünü görüyoruz.” Hal böyle olunca diyor Üçer, “Varlık siyasetinin esas sorusu bu çatışmanın üstesinden nasıl gelebileceğimizle ilgili hale geliyor.”[8]

Yazarlar, ferdi ve toplumsal bölünmenin iktisadi nesnel dayanaklarını büsbütün görmezden gelmemekle birlikte, bölünmüşlüğü “kendimize ait” olduğunu söyledikleri “ahlâki-dini değerler”den uzaklaşmanın ve Batılı değerler olarak gösterdikleri ekonomik-siyasal “değerler”e yönelmenin ürünü gösterirler. İktisadi uluslararası koşullara ağırlıklı olarak işaret eden Fazlıoğlu’nun yaklaşımına, A. Ayhan Çitil, evet bu da doğru, ama “bunu onlar yapıyorlar da bunun bir zemini de bizde var gibi duruyor” diyerek ve adını koymaksızın iç dayanaklara işaret ediyor. İçerdeki dayanakların dış-uluslararası sermayeye içeride kendini çoğaltma ya da rant sağlama olanağı sağladığını söylemiyor, ama söylemiş gibi yapıyor ve “evet, yani biz bir şekilde bunu çözemediğimiz için, Varlık düzeyinde tek bir millet olarak bir araya gelebiliriz diyemediğimiz için sıkıntı yaşıyoruz” diyor.[9] Neden ve sonuç arasındaki tutarsızlık besbellidir: “Tek bir millet olarak bir araya gelebiliriz” diye düşünülmediği, “her öbek kendi çadırını” kurarak “millet-evi’ni yakıp yıktığı” için sorun yaşanmaktadır! Bölünme ve “kendi olmak”tan uzaklaşmanın -deformasyon- sadece siyasal planda olmayıp toplumsal bünyede de var olup şekillendiğini belirten Teklif yazarları, çözüm için “zanni”-düşünsel yöneliş ve ahlaki seçişleri önerirler. “Millet”i bölünmüşlüğe sürükleyen dış ve iç güçlerden söz ediliyor, ancak bölünmenin içerideki “amil”leri-etkenleri “İslam ahlâkı”na aykırılığı iddiasıyla zihniyet sorununa indirgeniyor; “yarılma” parti siyasetiyle, “çatışmacı dil” ile bağlı gösterilip, “imal edilmiş semboller üzerinden” beslenip desteklendiği ileri sürülerek, nesnel etkenleri karartıcı bir yaklaşım sergileniyor. Üçer’e göre örneğin “kırılma, hatta yarılma anlam değer dünyasında”dır!

Anlam değer dünyası” olarak işaret edilen ise, manevi-metafizik değerlerdir. Sorun “farklı değerler arası çatışma”ların ürünüdür. Ömer Türker, Türkiye’deki durumu “devletin daha önce benimsediği değerlerle Avrupa’daki modern oluşumun bu tarafa (yani Türkiye’ye) etkisi neticesinde ortaya çıkan değerler arasında”ki çatışmaya bağlayarak, Türkiye’deki “siyasi aklın süreç içinde değer değişimine karar verip yol açması”nın sorun oluşturduğunu ileri sürüyor.

Türker, günümüz devlet yöneticilerince de seslendirildiği üzere, Osmanlı’da yaygın olan “temel değerler ile devletin (burada cumhuriyet) siyasal akıl ve gaye haline getirdiği değerler arasındaki çatışma”nın devletin kendi içinde de bölünmelere yol açtığını belirtiyor ve son 20-30 yıl içerisinde “devletin kurumsal akıl haline getirdiği değerler ile tekrar karşı karşıya kaldığı değerler arasındaki çatışma”dan söz ederek-bunu “farklı değerler ile hayatını idame ettirmek isteyen” kesimlerin bulunmasına bağlıyor.

Müslümanların yeni dönemin bilgi ve yaşam tarzını “henüz kendi kabulleri ve şartları doğrultusunda yeniden üretemediğinden” bahisle Ömer Türker, yeni bir alim ve aydın tipinin oluşmadığını; Avrupalı değerlerin benimsenmesinin modernleşmek anlamına gelmediği gibi, “varlığını idame ettirmeyi de sağlamadığı”nı belirterek, yaşanan “kimlik yarılması”na dikkat çekiyor. Halil Üçer ise, “2000’li yıllara kadar o ruhun da hesaba katılmasıyla bir milli birliğin elde edileceğini iddia eden insanlar”ın yirmi yıldır siyaseti belirlediklerine dikkat çekerek, bunda başarılı olamadıklarını ima ediyor ve “Bedeni ruhla buluşturmak isteyen insanların yaptığı bu denemeyi muhasebe ve müzakere etme” ihtiyacını vurguluyor. Fazlıoğlu buna, “Bu tür meseleleri çözmek için ciddi bir Türk aklının çözümlemesi ve eleştirisi”nin gerekliliğine işaretle katkıda bulunuyor!

Alimlerin varlığı ve yetişmesinin önemi üzerine fikir birliği içindeki yazarlar, Batılılaşmanın “bir yalandan ibaret olduğunu”nun bir an önce anlaşılmasının şart olduğunu söylüyorlar. “Bir an önce ortak bir gelecek tasavvuru”nu geliştirmek için bilgi ve akla müracaatla (Fazlıoğlu); “dinin fert ve toplum hayatına nüfus edeceği” (Üçer); siyasetin de inisiyatifiyle, yani devlet eliyle (Türker); siyasi karar mekanizmalarının harekete geçmesiyle ve “kurumların, cemaatlerin, cemiyetlerin ve fertlerin kendi sınırlarının farkına vararak üzerine düşeni üstlenmesi” sonucu ve “merkezi bir yönetim icrası anlamında eksen devlet modelini”n hayata geçirilmesini önermektedir.[10]

Birleştikleri sonuç; erdemli ve bilgili seçkinlerin yönetimi altında (bunların, dini siyasetin yön vermesini isteyenlerden oluşacağı kendiliğinden anlaşılır olmalıdır) “gençlerimize devletin ve piyasanın ihtiyacı olan bilgi ve becerileri kazandıran bir eğitim sistemi”nin tesis edilmesi, zaten var olan ve fakat “milletin ihtiyacı”nın gerekli kıldığı daha ötesindeki vasıflara haiz insanların (“erdemli insanlar, erdemli bir ‘sınıf’, seçkinler”) yetiştirilerek devlet yönetimine getirilmesi; “gavurun kılıcının sallamamak” için zamanında medrese ve tekkelerde yetiştirilen seçkinler gibi seçkinlerin yetişmesi için günümüzde “boş olan bu konum alanı”nın doldurulması[11] ve tüm eğitim sisteminin “İslam’ın medeni mirasını kavrayabilecek şekilde yapılandırılması”dır![12] Yazarlar, bunun “illa somut kişi olması” şart olmayan, “Şahs-ı manevi de” olabilecek “meşru ve adil bir yönetici”nin yürütmesi altında gerçekleştirilebileceği düşüncesindedirler.

 

II.

Teklif dergisi yazarları, nesnel koşullardan söz ettikleri her durumda, -örneğin “küresel uluslarüstü” ekonomik sistem içinde, ona bağlanmış ve aynı nedenle de yönlendirilir olduklarını belirttikleri “mahali iktidar”ların varlığından söz ettiklerinde- maddi nesnel gerçeklikleri veri alır görünmekle birlikte, olumsuzladıkları durumdan çıkış için manevi-ahlâki değerleri adres göstermekte; Batılı ilerlemenin (kapitalizm ve burjuva modernizmi) bilimsel, felsefi ve iktisadi unsurlarının “İslami düşünce ve yaşantı”ya eklemlenme çabalarının “değer farklılığı” nedeniyle sorun oluşturucu ve yanlış olduğunu ileri sürerek, güncel “mahalli” var olma durumunun “İslama özgü metafiziksel zemin” üzerinden, yani “şer-i ilkeler” esas alınarak dönüştürülüp yeniden kurulabileceğini söylemektedirler. Çözüm olarak işaret ettikleri, “İslam’ın kurucu ilkeleri ve onu çevreleyen ilmi geleneklerin” hakim hale gelmesidir. Siyasi, iktisadi alandaki başarısızlıkların Batılı değerlere ilgi ve yönelişe yol açtığını; bunun da İslam hakkında kuşkuculuğa neden olduğunu belirten İ. Halil Üçer, Müslümanların Batılı ilerlemenin kaynağında bulunan bilimsel, felsefi, siyasi ve iktisadi gelişmeleri kendi inançlarıyla çelişkiye düşmeksizin “İslami düşünce ve yaşantıya eklemleyebileceklerini göstermek” istemeleri nedeniyle üstesinden hala gelemedikleri sorunlarla yüz yüze kaldıklarını belirterek, buna neden olarak Batılı ilerleme ilkeleriyle “mantıksal ve tarihsel seviyede yürütülmesi gereken bir hesaplaşmayı” atlamalarını gösterir. Başka bir deyişle diyor Halil Üçer, “İslama özgü metafiziksel zemin”den uzaklaşıldığı için başarı sağlanamadı ve bu sorun hâlâ devam ediyor. Ona göre, 20. yüzyılda, özellikle de Hilafetin kaldırılmasıyla (1924) yeni bir travmanın yaşanmasına neden olundu. Yalnızca idare biçimi değişmedi, ondan da önemli olarak “siyasi, toplumsal, bireysel yaşantının inşasında ilahi irade ve emrin” yeri bulunmadığı fikri berkitilip aydınlanmacı dünyeviliğin “güçlü siyasi bir ifadesi” ortaya çıktı.[13]

Teklif yazarlarının üzerinde anlaştıkları “çıkış” ya da “çözüm anahtarı”nı Halil Üçer, “yerel asabiyetleri ve onlar arasındaki iktidar kavgalarını aşacak bir biçimde, kurulu her türden iktidarın koruyup elde etmesi beklenen yüksek ahlâki-hukuki idealler yani şer’i ilkeler” olarak tarif ediyor. “İslamın kurucu ilkeleri” ve “İslam Ahlâkı”nın “Şer-i” yorumlarında ferdi (bireysel) özgürlüklere yer olmadığı ya da hatta bu ilkeler adına bazı “İslam ülkeleri”nde el-kol kesildiği bir giz değildir. Kadın-erkek hak eşitliğinin reddi bir yana, kadının ikincil-tabi bir cinsiyet olarak aşağılanmasına bu ahlâk adına dini fetvalar eşliğinde onay bile verilmektedir. Bunların Türkiye’de geçerlilik kazanması için cihada hazırlandığını söyleyen çeşitli tarikat mensuplarıyla yazar ve politikacılar da vardır.

İslamcıları da kendi aralarında yorum ve uygulama farklılıkları üzerinden birbirleriyle çatışmaya dahi sürükleyen “İslamın kurucu ilkeleri”, başlıca kaynak-dayanaklarını oluşturan Kur’an ve Hadis’ler aracıyla aktarılanlar olup tefsiri (yorumsal) farklılıklarıyla “Tanrı inancı” ve “ahlâki” davranış-düşünüş kalıplarıdır. Günümüzde “sahneyi dini ve ahlâki değerler”in değil ama “iktisadi değerler”in belirlediğini ve insanın bu ilişkiler tarafından “hayvan derecesine” indirildiğini söyleyen Fazlıoğlu, kurtarıcı ilkeleri örneğin “fazilet, menfaat ve maslahat (yani sulh), yani uygun ve iyi olan” şeklinde ifade eder. Ona göre, toplumun başında “adil bir yönetici olması” durumunda yönetim biçiminin demokrasi ya da sultanlık olmasının önemi kalmayacak; “milletlerin kendi başlarına iş görmesi” mümkün hale gelecektir.

 

III.

Maddi nesnel çelişkilere ahlâki siyasal çözüm arayışındaki yazarlar, kapitalist toplumun maddi gerçekliklerine şaşı-çarpık bir bakış açısıyla yaklaşırlar. “Uluslarüstü”-Batı kapitalizmine ve “mahalli” olana etkilerine “milli” ve hatta neredeyse “ruhani” kapitalizm tercihiyle malûl bu bakış açısında kapitalizmin temel çelişkisi örtük olarak dahi ima edilmez. Kapitalist üretim ilişkileri zemininde şekillenen ve değişim geçiren toplumsal ilişkiler içinde ancak yaşamını sürdürme olanağı bulan ve bulabilecek olan insanları, bu konum ve durumlarını karartacak şekilde benimsedikleri değerler aracıyla tanımlamaya çalışan yazarlar, dini akidelere uyumlu yaşama iddiasındaki tarikat-cemaat mensuplarından bir kısmı paraya-pula boğulur ve servetlerini durmaksızın artırırken, çoğunluğun işsiz, yoksul ve hatta açlıkla terbiye olunmasını “takdir-i İlahi” olarak gördüklerini söylemiyorlar, ama nesnel durumlarıyla bağlı menfaatler tarafından biçimlendirilen ilişkilerin ürünü olarak da görmüyorlar. Bu ilişkilendirmede toplumsal çelişmeler düşünsel kabuller aracıyla açıklanmakta, maddi nesnel hareket ettirici zemin örtülmektedir.

Teklif yazarlarının mevcut toplum tarifinde emek gücü sahipleriyle (işçi, ücretli emekçi) sermaye sahipleri (kapitalist) arasındaki ilişki ve çelişki bilinçli olarak dışlanmış; sermaye ve servet sahipleriyle yoksul ve yoksun insanların “aynı din”den ve fakat farklı “menfaat grupları”ndan olmalarının pekala mümkün olmasıyla birlikte bu iki kesim arasındaki çatışmanın farklı yararları doğuran ilişkiler zemininde şekillendiği geçiştirilmiş ya da örtülmüştür. Bu yaklaşımda farklı hayat tarzlarından söz edilir, ancak bu hayat tarzlarına ait “değerler”in neden farklılık gösterdiği atlanır. Oysa hayat tarzı örneğin köyde tarımsal üretim ilişkileri içindeki birey ile sanayi üretiminde yer alan işçinin kendi kapitalisti ve kapitalistler sınıfıyla ilişkileri zemininde farklılaşırken, sahip oldukları veya olacakları değerler de çeşitlenerek ya da değişerek farklılaşır. Bir tefeci tüccar ile yoksul bir köylünün “aynı değerleri paylaşması”ndan ancak koşullu ve görece söz edilebilir. Aynı dili konuşuyordur, ikisi de Müslümandır, aynı ulusa mensupturlar vb. Ancak tüm bunları da “yaran” daha temelli bir çelişki onları birbirleriyle karşıtlar olarak konumlandırır. Toplumu “bir arada tutacak ortak zemin/zeminlerin ne/neler olabileceği konusunda ciddi bir akıl karışıklığı” olduğunu belirten Teklif yazarları, ferdi ve toplumsal mutluluk için “İslam’ın kurucu ilkeleri” ve “iyi ahlâk”a bağlı olmayı koşul gösterirken, “gerçekliğin insan tarafından kurulabileceği” görüşünü romantizm ile ilişkilendirerek reddetmekte; bu anlayışın özellikle Müslümanların yaşadığı yerlerde tayin edici önem göstermediğini ileri sürmektedirler.

İnsana aktif özne kimliği tanımayan ve siyasal aktif mücadele gereksinimini reddeden her yaklaşım, oysa gerçekte insanı mevcut durumun tabi ve edilgen bir unsuruna indirger. Yerel-mahali “iktidar” durumunu “Batılı modernist değerler” doğrultusunda dönüştürülmüş bir değersizleşme durumu olarak gören yazarlara göre, kapitalist işbölümü ve kapitalist sömürü zemininde gerçekleşen bölünmenin asli faili dışsal güçler (“küresel iktisadi iktidar”) olup, değişim ve “millet birliği” için “kendimiz olarak” var olma siyaseti izlemeye ihtiyaç vardır ve bu siyaseti belirleyici olması gereken de İslami akideler-kural ve kaidelerdir! Şimdiki gerçeklikten farklı olması öngörülen varsayımsal gerçeklik, asıl olarak zihinde kurgulanan “gerçeklik”tir. Öngörülüp gerçekleşir gösterilen “millet birliği”nin, parçalanmasına yol açan “farklı menfaat”lerin yönlendirici-güdüleyici rolü atlanarak, ‘zanni’ iyilik isterlikle durumun kotarılacağı vazedilmektedir. Bu yaklaşımda sömürü olgusu, sözcük düzeyinde indirgenmiş haliyle dahi söz konusu edilmez; işçi sınıfı ve burjuvazinin sınıfsal karşıtlığının yanı sıra kent-kır yoksullarıyla sermaye ve servet sahibi zenginlerin hayat tarzı-yaşam biçimine yön veren ekonomik olgulara örtü çekilir.

Kuşkusuz şu ya da bu kişi, grup ya da sınıf için yararlı olanın bir başkası için aynı düzeyde ya da hiç yararlı olmaması gibi genel olarak zararlı olan şeylerin varlığından da söz edilebilir. Ancak fazilet, erdem, merhamet, vicdan gibi kavramlar aracıyla açıklanan “değerler” genel olarak belirsiz bir genellik gösterirler. Nasıl anlaşılacakları ve ne ifade ettikleri, maddi üretim koşullarından, toplumsal ilişkilerin karakteristik genel özelliklerinden, kişi ve toplulukların varlıklarını idame etme biçimlerinden bağımsız değildir. Zenginlik ve yoksulluk dini ilke ve gerekliliklerce üretilmez. Dini “ilke”lerin başlıcası “doğa üstü ilahi gücün (Tanrı) varlığı”na inanmaktır, ama kendi çıkarları için başkasını sömürmeyi ve ezmeyi reddeden bir ateistin “iyi ahlâklı” biri olması pekâlâ mümkündür. Dini ve ahlâki ilkelerin kapitalist rekabet sonucu yaşanan yıkımları engellediği görülmemiştir. Ama Müslüman-Hıristiyan ve Yahudi dini inançlarına sahip işçilerin bu (dini) inançlarının şu ya da bu ülkede şu ya da bu işletmede ücretlerinin yükseltilmesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadelede bir araya gelmesini engellemediği de bir gerçektir.

Fazlıoğlu’nun “küresel iktisadi iktidar” olarak nitelediği emperyalist-kapitalist sistem, mali sermaye ve tekellerin egemenliğindeki dünya sistemidir. Tek tek her ülke ekonomisi bu emperyalist ekonomi zincirine bağlanmıştır ve Türkiye, bağımlı kapitalist bir ülke olarak, bu sistemin halkalarından biridir. Bağımlılık ilişkilerinin son bulması açıktır ki, ülke ve “toplum” çıkarına olacaktır. Ancak kapitalist üretim sisteminin İslam şeriatı yürürlüğe konarak sürdürülmesi durumunda da sömürü ortadan kalkmayacak, birey ve toplumun mutluluğuna yol açacak sonuçlara ulaşılamayacaktır. Sorun çünkü dini-ahlâki değil iktisadi, sosyal ve politiktir.

İnsanın toplumsal koşullar tarafından biçimlendirilen toplumsal varlık olması, özel ferdi (bireysel) çıkarın “insani çıkar” ile çakışmasını, koşulların insanileştirilmesiyle bağlı kılar. İnsanın insanlıktan çıkması sözü, aşağılanmış, saygınlığını yitirmiş, olağan-doğal insani özellikleri kaybetmiş ‘insan’ı işaret eder. Kapitalizm bireyi “bencil birey”e indirger; insanın “doğal eşitliği”nin koşullarını ortadan kaldırır ve siyasal katılmayı üretim araçlarının özel mülkiyeti dolayımında biçimselleştirerek “genel oy”a daraltır. Sadece sahip olunan maddi üretici güçlerinin farklılığı nedeniyle değil, toplumsal varlık olarak birey, toplumun içinde toplum tarafından -bu egemen olan gücün damgasını taşır- etkilenen ve biçimlendirilen kişiler olarak katılmaları nedeniyle de bu eksikli bir katılım olur. Herkesin kendi bireysel yararı için değil herkesin ortak yararı için davranış göstermesi; başka bir ifadeyle toplumun tüm bireylerinin ortak toplumsal yararı gözeten davranışlar göstermesi, ancak toplumsalın herkesin gereksindiği yaşam araçlarına sahip olması koşullarında mümkündür. Kapitalizm ise, toplumu çatışmalara sürükleyen olgulara dayanır.

Rekabetten ve emek gücünün sömürülmesinden azade bir kapitalizm ve kapitalist dünya gerçekliğinden söz edilemeyeceği ve “İslam’ın kurucu ilkeleri” böylesi bir toplumun varlığına alternatif oluşturmadığı için, farklı menfaat kesimleri, farklı toplumsal sınıflar ve o sınıflarca belirlenen bireyler arası çatışmanın bu “ilkeler” aracıyla ortadan kaldırıldığı güncel-kapitalist toplumdan da söz edilemez. Kapitalizm örtük ya da dolaysızca ve isterse her tezahüründe olsun eleştirilerek ortadan kaldırılamayacağına göre, ahlâklı sömüren ile ahlâklı sömürülen arasındaki eşitsiz ve birinin diğerinin emek gücünü sömürerek sermaye edindiği, sermayesini çoğaltarak büyüdüğü (buna sayısız örnek gösterilebilir, ama bu gerekli mi ki?) koşulların devamı durumunda ilişkinin asli özellik ve nitelikleriyle devam edeceği şüphesizdir. Öyleyse bu ilişki, ancak onu geçersizleştirici sosyal-siyasal bir güç aracıyla değiştirilebilir ve bu da sömürülen sınıftan başkası olamaz. Teklif yazarlarının “küresel uluslarüstü güçler”in yönlendirici baskısına karşı önerdikleri burjuva kapitalist toplumun “adil bir yönetici”nin kumandasında farklı menfaatlerin uyumu gözetilerek sürdürülmesidir. Oysa dini akidelerin birleştiriciliğinden ancak görece, o da sadece düşünsel olarak söz edilebilir ve Müslüman kapitalist ile Müslüman işçinin “farklı menfaat kümeleri”nde ve karşıt olarak konumlanması önlenemez.

Kapitalist üretim sistemi zemininde “faziletli-erdemli fertler”in oluşturduğu “itidalli” bir toplum var etme siyaseti -diyelim ki “varlık siyaseti”- temennide dahi karşılıksızdır. Ahlâk, toplumsal insan(lar)ın konumundan bağışık bir geçerlik göstermez. Ahlâki ya da ahlâklı insan ancak belirli bir özne kimliğinde somutlanabilir. Ahlâklı toplum-ahlâklı “millet” iddiası somut karşılıktan yoksundur. Belirli bireylerin, grupların, sınıfların ahlâkından söz edilebilir. Kapitalizmde ahlâk, sosyo-iktisadi yaşama hükmeden sınıfın çıkarlarınca belirlenmiştir. Sömürülen insan sömürücüleri tarafından aşağılanan, değer üretme aracına dönüştürülerek değersizleştirilen insandır. İnsanın insanı sömürmediği ve ezmediği bir düzen, ancak özgür insanların düzeni, insanın insanileştiği, ürettikleri dolayımında köleleştirilemediği, ürününe ve kendine yabancılaşmadığı bir düzen olur. İnsanın doğal varlık olarak gereksindiklerini, fizyolojik ve ruhsal ihtiyaçlarını tahayyülde kurgulanan bir öteki-aşkın alana ve iradeye (Tanrı) havale etmek, bilgi ve akılla hareket etmesi gereken insanı değersiz yaratık durumuna düşürmek demektir. İnsan, oysa duyusal-bilinçsel vasıflarıyla “iyi” ve “kötü”yü ayırt edebilen bir canlı türüdür.

İnsanlar maddi nesnel dünyada kendi gereksinmelerini -ve de yeteneklerini- kendileri üreterek kendilerini gerçekleştirir; kendi insani doğalarını yaratırlar. Bir tür olarak hayvanlardan ayrılan özellikleriyle insanın insan olmaktan gelen özellikleri saklı tutulmak kaydıyla, gelişimi (kişiliği-kimliği) tarihsel-özgül koşullarla bağlı değişkenlik gösterir. O çünkü, bulunduğu koşullarda ve dönemde üreten (fiziki ve kültürel), eyleyen ve düşünen varlıktır.

Fazlıoğlu başta olmak üzere Teklif yazarları Marx’tan bir şeyler okumuşlar mıdır bilinmez ama, resmettikleri belirleyen-belirlenen ilişkisinin sona erdirilmesi için, insanın/toplumun kendi nesnelerinin, yaşamının araçlarının ve kendi yaşamının denetimini eline alması gerekir. Bu da, var olan üretim tarzı ve onun biçimlendirdiği sömürü ilişkilerine son vermeyi gerektirir. Neden; üretilen tüm nesnelerin emeğin ürünleri olması ve fakat üreticilerine yabancılaşarak onlara dışsal hale gelmesi[14]; işçinin emeğine -o üründe nesneleşmiştir- ürününe ve dolayısıyla da kendine yabancılaşmasıdır. Bu nesnel durum devam ettiği sürece hiçbir fert (birey) “muhtar” olamaz. Sebep açık ve anlaşılırdır: Özel mülkiyet ve kâr sistemi olarak kapitalizm insanın insani kapasitesini geliştirmesini, yani özgürce bilinçli-yaratıcı potansiyelini gerçekleştirmesini sakatlar ve engeller. Bunun içindir ki, bu engelin kaldırılmasıyla insan gerçek insani varlık koşullarını yine kendi eylemiyle yaratmış olur. Özel mülkiyetin varlığı koşullarında insanın kendi düşünsel ve fiziki etkinliği aracıyla kendi doğasını özgürce yaratımı mümkün değildir. Sömüren-sömürülen arasındaki sınıfsal uzlaşmaz çelişki, her bir sınıfın var olma biçimiyle bağlı değişebilirlik gösteren ahlâki ilkeler aracıyla ortadan kaldırılamaz. İşçi sınıfı ve emekçilerin kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine olanak tanımayan kapitalizm ve burjuva toplumu sözcüğün gerçek anlamında “insanlık dışı”dır! İslami ya da başkaca “evrensel dini” ilkelerle bu durum ne düzeltilebilir ne de engellenebilir.

Verili toplumsal koşullar içindeki bireyler tarihsel gelişmenin akışı içinde, belirli sınıf ilişkileri tarafından koşullanmış olarak hareket ederler. Sorunun kendisi yerine çeşitli ahlâki kavramları geçirerek kavramsal iyinin etkinliği aracıyla toplumsal ilişiklerin dönüştürüleceği görüşü, metafizik kategorileri somut toplumsal ilişkilerin yerine ikame ederken açmaza düşer. Teklif yazarları iktisadi sosyal ilişkilere, bu ilişkilerin yorumlanması da demek olmayan kavramlar aracıyla açıklık getirmeye soyunurken, fertlerin eğilim, güdü ve ihtiyaçlarıyla içinde hareket ettikleri koşulların onların iyelik (aidiyet) ve sahip olma olanaklarını da belirlediği gerçekliğine göz kapamaktadırlar. Ahlâki değerler, oysa isterse tümüyle iyi ahlâk “ilkeleri” üzerinden kurgulansın, ilişkiler ve koşullarca belirlenen bireyin sosyal ekonomik durumunu değiştirmez. Güncel örnek depremle yıkılmış kentlerde, hepsi de Müslüman olan işçilerle kapitalistlerin ilişkilerinde yaşandı. Patronlar sadece daha fazla kâr için insanlar için tabutluk konut üretmediler, yakınlarını depremde kaybeden, kimisi enkaz altından henüz çıkarılmamış olan ve ölülerini defnetmekle uğraşmakta olan işçilere eğer işe dönüp çalışmazlarsa, iş akitlerinin feshedileceğini bildirmekten de kaçınmadılar. Bir kez daha görüldü ki, özel kapitalist mülkiyete dayanan sistemde belirleyici olan “ahlâki değerler” değil çıkarlardır. Spekülatif anlam yüklü düşünceler çünkü somut maddi ilişkilerin yerine geçirilemez. Dini ve ahlaki kavramlarca işaret edilen “anlam değer” bireylerin tutumunda ifadesini bulur. Gelgelelim bireylerin tutum ve davranışlarını belirleyen onların gerçek yaşam koşullarıdır. Bu koşullar bireylerin düşünceleri ve değerlerinin asıl etkenleridir. Çatışmanın “anlam değer dünyasında” yaşandığı iddiası, çatışmanın nesnel etkenlerini; ekonomik-sosyal nedenlerini örten bir anlayışı işaret eder. Bu “ilkeler”in işçiye söylediği, patronu için şu kadar uzunca vakit durmaksızın çalışmaktır. Oysa işçi için kurtuluş, patronuna biat etmede değil ücretli kölelik sisteminin son bulmasındadır.

Teklif yazarları kapitalist uluslararası güçlerin “belirleyici” etkinliğine karşı, ama kapitalist özel mülkiyet sisteminin devamından yanalar. Bu ise, yakındıkları bölünmüşlüğün nedenlerini düşünsel-ahlâki “anlam değer” farklılığında aramalarına yol açıyor. İşçi, çalıştığı ve karşılığında yaşam gereçlerinin temini için bir ücret alacağı iş arayışında kapitalistin “ahlâklısı”nı değil, çalışması karşılığında daha fazla ücret, daha iyi çalışma koşullarını tercih eder. Kapitalist özel mülkiyet sistemi çünkü “anlam değer bozulması”nı artı değer sömürüsünde zaten içerir. MÜSİAD üyesi “dindar” kapitalistlerin emek gücünü sömürerek kısa zamanda palazlanmaları, çelişki ve çatışmanın kaynağının kapitalist nesnel ilişkiler zemininde boy verdiğini gösterir. Kapitalist işçiyi işçi olarak görür, Müslüman kardeşi olarak değil! İşçinin “dindarlığı”nı ise, biat etmesini kolaylaştırıcı düşünsel etken olarak değerlendirir. İşçiye “kazık atma”, onun için daha fazla kâr amacıyla bağlı gerekliliktir.

Yaşam koşullarından soyutlanan “ahlâki değerler” tasavvuru iki yüzlücedir. Bireylerin yaşam koşulları, içinde yer aldıkları üretim ilişkileri hayat anlayışının da koşullarıdır. Bu koşullar, egemen sınıfın çıkarlarının düşünsel-ahlâki ifadesinin topluma egemen olmasının da koşullarıdır. Çelişki, tasavvur edilen ya da edilmiş olanda değil, onu da esindiren maddi yaşam koşullarının farklı menfaat grupları sınıflarını üretmesiyle bağlıdır. Bu böyleyse ama yapılması gereken insanlık dışı bu koşulların ortadan kaldırılmasıdır. Sömürülen ve ezilenlere kapitalist sömürü sistemine karşı mücadeleyi değil de ahlâklı olmayı önerenler bu sistemin devamına hizmet ederler.

 

[1] Fazlıoğlu, İ. (2023) “Çağdaş Siyaset: Uluslarüstü İktisadi İktidarın Küresel Artı-Değer Tedbiri”, Teklif, Sayı: 7, sf. 54-55.

[2] Fazlıoğlu, İ. (2023) “Siyaset konulu Açık Oturum”, Teklif, Sayı: 7, sf. 23-24.

[3] Görgün, T. (2023) “Siyaset konulu Açık Oturum”, Teklif, Sayı: 7, sf. 32-33.

[4] İslam’ın Kur’an ve Hadis gibi dini metinleriyle tefsir (yorum) ve uygulama biçimleri üzerinden farklı anlayışların dini-şer-i ilkeler olarak önerildiği ve çoğu kez de dayatıldığı bilinir. Cihatçı Selefist tefsir ve davranışlarla “batini-tasavvufi” yorumlar farklılık göstermesine karşın, İslam dini tüm yorumlarda referans gösterilir. İslam ahlâkı; iyi ahlâk kapsamında erdem, tevazu, edep, cömertlik, kin ve intikam gütmeme; ya da kötü ahlâk kapsamında kibir-cimrilik-sefahat, haksızlık, hile, zina, fesat gibi kişiden kişiye, topluluktan topluluğa zamansal-mekansal yorum farklılıklarıyla değişkenlik gösteren davranışsal-düşünsel unsurları içerir.

[5] Üçer, İ. H. (2023) “Siyaset konulu Açık Oturum”, Teklif, Sayı: 7, sf. 35.

[6] Üçer, “Siyaset konulu Açık Oturum”, sf. 36.

[7] Üçer, age, sf. 38.

[8] Üçer, age, sf. 26.

[9] Çitil, A. A. (2023) “Siyaset konulu Açık Oturum”, Teklif, Sayı: 7, sf. 26.

[10] Çitil, age, sf. 42.

[11] Görgün, age, sf. 42-43.

[12] Türker, age, sf. 43.

[13] Üçer, H. (2023) “Müslümanların İktidarla İmtihanı: Bir Muhasebe”, Teklif, Sayı: 7, sf. 73-75.

[14] Üreticinin ürettiği nesneler üzerinde hiçbir denetimi yoktur, kapitalistin sahipliği altında bu nesneler pazarda dolaşıma sürülerek satın alıcısını bulur ve değerleri realize edilmiş olur.