Seyit Aldoğan
Birinci Dünya Savaşı ve hemen arkasından yaşanan mübadele yıllarını bir kenara bırakırsak, Türkiye Yunanistan ilişkileri; 1970’li yıllarda ve daha çok da 1974’te Kıbrıs’a yapılan askeri çıkarmadan sonraki dönemlerde, siyasi dengelere ve konjonktüre bağlı olarak bazen yoğunlaştırılarak bazen de ihtiyaç halinde gündeme getirilerek tartışıldı. Hükümetlerin savaş nedeni anlamına gelen “casus belli” ilanlarıyla artırdığı gerginlikler, son iki yıldır kamuoyu algısında savaş çıktı çıkacak noktasına kadar geldi. “Uluslararası deniz hukuku”, “egemenlik hakları”, “mavi vatan” gibi argümanlarla desteklenen düşmanlaştırıcı politikaların gölgesinde yapılan “diplomatik çözümden yanayız” açıklamalarının ise ikiyüzlü burjuva diplomasi ve propagandasından başka bir anlam taşımadığı ortaya çıktı, çıkıyor.
Türk-Yunan sorunları ve ilişkilerini esas olarak bölgemiz ve bölgemizin içinde bulunduğu daha geniş bir coğrafya üzerindeki emperyalist hegemonya ve yayılmacı politikalar, müdahale planları, paylaşım rekabetleri ve tekelci çıkarların oluşturduğu dengelerden ayrı olarak ele almak sadece yanlış sonuçlar çıkarılmasına yol açmakla kalmaz, ama aynı zamanda emperyalist-kapitalist sistem hakkında perspektif yanlışına da sürükler.
İki ülke arasındaki sorunlar ve neden oldukları gerginlikler daha çok “iç kamuoyuna yönelik”, “milliyetçi tutum ve politikaların güçlendirilmesi” değerlendirme ve yorumlarına yol açmaktadır. Bu yanlış değil, ancak bütünlüklü bir değerlendirme olmadığı belirtilmelidir. Hiç kuşku yok ki, egemen sınıflar ve sözcüleri var olan sorunları kullanarak ve gerici milliyetçi propagandalara ağırlık vererek kitleleri yedekleme politikalarına her zaman başvurmuşlardır. “Ulusal çıkarlar” ve “ulusal egemenlik” gibi argümanlar, burjuva propaganda merkezlerinin vazgeçilmez gördüğü kara propaganda malzemeleri olarak her dönem kullanılmıştır ve kullanılacaktır. Bir dönem “kardeş” ilan edilenlerin sonra “katil” olduklarının söylenmesi, “darbeci” denilenlere el uzatılması, yeni dönem tahlilleri yapılarak bin bir suçlamayla sırt dönülenlerin kapılarının çalınması, “bir gece ansızın gelmeler”, “denize dökmeler” vb. bunun örnekleridir.
Türkiye-Yunanistan ilişkileri gündem olduğunda, bu tür kara propagandalar daha çok kullanılmıştır. Tarihsel geçmişe atıfta bulunulması, anlaşmazlık konularının ısıtılarak gerginlikler yaratılması, ulusal güvenliğin tehdit edildiği söylemine ağırlık verilmesi, yayılmacı ve rantçı politikaların emekçi halk nezdinde taban bulmasına ve yedeklenmesine yönelik olarak yapılmış; her iki ülke egemen sınıflarının çıkar ve talepleri, Ege’nin iki yakasında yaşayan halkların talep ve sorunları gibi gösterilmiştir.
İki ülke arasında kıta sahanlığı, ekonomik münhasır bölge veya bölgelerin düzenlenmesi, Ege’nin her iki ulusun çıkarlarına hizmet edecek bir statüye kavuşturulması gibi bir dizi sorun olduğu doğrudur. Bunların ancak halkların kardeşliği ve ortak çıkarlarını savunan devrimci ve halkçı politikalar izlenerek çözülebileceği bir başka gerçektir. Çünkü bugün iki ülkenin gerici yönetimlerince ortaya konan çözüm önerileri ve içerikleri halkların çıkarlarını gözetmemekte, ama birbirleri aleyhine üstünlük, çıkar ve rant sağlamayı güvence altına almayı hedeflemektedir. Bu şartlarda her iki ülke hakim sınıflarını eşit derecede tatmin edecek çözümlerin üretilmesi olasılığı yok gibidir. Bölgedeki dengelerin değişmesinin yanı sıra her iki ülke yönetiminin bölgesel güç eksenleri içinde yer alarak emperyalist planların tarafı olması ve uluslararası tekellerin çıkarlarıyla çakışan politikalar izlemesi, herhangi bir çözümü olasılık dışı bırakmakla kalmamakta, hatta daha komplike bir durumun ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Anlaşmazlık Nedenleri
Yunanistan Dışişleri Bakanlığının resmi internet sitesinde Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar şöyle sıralanmaktadır:
“– Türkiye’nin de içinde yer aldığı uluslararası sözleşmelerin öngördüğü ve uluslararası toplum içindeki kıyı sahibi ülkelerin tümünün ve Türkiye’nin (Karadeniz ve doğu Akdeniz’de olduğu gibi) kabul ettiği yasal ve egemenlik hakları doğrultusunda Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarma hakkı savaş nedeni (casus belli) olarak görülmektedir.
– Türk savaş uçakları tarafından hava sahamızın tanınmaması ve ihlal edilmesi.
– Adalar üzerindeki hatta oturulan adalar üzerindeki egemenlik haklarımızın kabul edilmemesi.
– Deniz sınırlarının kabul edilmemesi.
– Hava trafiğini düzenleyen Atina FIR sahası üzerindeki yetkinin tanınmaması.
– Yunanistan’ın yetkisi içinde bulunan bölgelerde araştırma ve kurtarma hakkının kabul edilmemesi.
– Doğu Ege’deki adaların ve 12 adanın silahsızlandırılmasının talep edilmesi.”[1]
Yunanistan’ın resmi olarak Türk-Yunan sorununa ilişkin sıraladığı bu maddeler ters çevrildiğinde, karşımıza Türkiye’nin soruna ilişkin resmi yaklaşım ve politikası çıkmaktadır. Bunlara; Kıbrıs, münhasır ekonomik bölge, azınlıklar sorunu, dini özgürlükler ve buna bağlı olarak Fener Rum Patrikhanesinin bağımsızlığının tanınması, Türkiye’nin Batı Trakya’ya ilişkin talepleri de eklenebilir.
Son yıllarda daha sık aralıklarla gündeme gelen Türk-Yunan ilişkileri, bölgedeki gelişme ve dengelere, yayılmacı politikalara, egemen sınıfların çıkar ve kaygılarına bağlı olarak değerlendirilmeli ve ele alınmalıdır. Üzerinde bulunduğumuz coğrafik bölgeye yönelik emperyalist müdahale, işgal ve yayılmacı planların uygulamaya sokulması, enerji yollarının daha çok önem kazanması ve paylaşım kavgalarından kaynaklanan rekabetin artması Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan gerginlikleri de sertleşme yönünde tetikledi. Bunun sonucu olarak, kıta sahanlığı sorunundan münhasır ekonomik bölge ilanlarına kadar bir dizi sorunda “casus belli” ilanları yapıldı ve her iki ülke yönetimi bölge ülkeleriyle yeni anlaşmalara yönelerek ittifaklar kurdu. Yunanistan’ın son yıllarda bir yandan ABD, NATO ve AB’ye bağımlılığı artarken, Türkiye’yle sorun yaşayan ülkelerin çoğu ile ekonomik ve askeri alanda işbirliğini geliştirmesi, Türkiye’nin Rusya, Libya, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suriye, Suudi Arabistan, İsrail vb. ilişkilerinin giriftliği, buna örnek olarak verilebilir.
Türkiye yönetiminin Suriye politikası; Kürt sorunu ve Amerikan stratejisine uygun düşmeyen yayılmacı politikalara yönelmesi ve Rusya ile ilişkiler geliştirmesi, ABD ve NATO cephesinde tepkiyle karşılandı. Cihatçı gruplara verilen destek, İsrail politikası, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ile yaşanan sorunlar, Türk-Yunan ilişkileri, Kürt sorununda ABD’ye koşullar ileri sürülmesi ve Rusya ile yapılan S-400 anlaşması vb. Türkiye-ABD ilişkilerinde önemli sorunlardır. Bunlara, Ruslar’ın Türkiye’yi enerji havuzu yapma planları, nükleer santral yapımı ve belli ölçülerde Rusya’ya konan ambargonun Türkiye tarafından delinmesi de eklenebilir.
Türkiye’nin bir yandan ABD-NATO politikalarına bağlılığını açıklarken diğer yandan, bölgede Suriye ve dolayısıyla Kürt sorununda içine düştüğü açmazlarla birlikte Rusya ile ilişkiler geliştirmesi, Rusya-Ukrayna savaşında “ne Rusya’dan ne Ukrayna’dan vazgeçilemeyeceğini” açıklayarak iki sandala birden binmeye devam edeceğini ilan etmesi ve arkasından ambargoya uymayacağını açıklaması, hiç kuşku yok ki Türkiye’nin bağımsız ve “milli” bir politika izlemesinden kaynaklanmamaktadır. Tersine Türkiye iki emperyalist arasında mekik dokuyarak bölgedeki bölüşüm kavgasına dahil olmaya çalışmaktadır. Ve yine tersine bütün bunlar ülkeyi şantaja, yaptırımlara ve çeşitli ‘cezalandırmalara açık hale getirmiştir.
Yunanistan’ın ‘koçbaşı’ olma atağı
Yunanistan, tam da bu süreçte gerek Balkanlarda gerekse de Ege ve Doğu Akdeniz’de ABD ve NATO planlarının bir parçası olan politikalar izleyerek koçbaşı olmaya aday olduğunu kanıtladı. Makedonya’nın NATO üyeliğine ilişkin veto kaldırıldı ve Makedonya’ya NATO üyeliğinin yolu açıldı. Rusya’nın ABD ve NATO tarafından abluka altına alınması planının en önemli ayağı olan devasa büyüklükteki Batı Trakya üssüne izin verildi. Batı Avrupa’daki askeri güç ve donanımlar buraya kaydırılarak, Rusya’ya karşı önemli bir mevzi oluşturuldu. Batı Trakya üssünün gerek Balkanlar, Karadeniz, Akdeniz ve gerekse de Asya ve Afrika ile ilgili planlarda ciddi bir rol oynayacağı daha şimdiden ortaya çıkmış bulunuyor. Şu anda NATO ve ABD silah ve askeri ikmal ve takviyelerini daha çok bu üs üzerinden yapıyor. ABD, özellikle Ortadoğu’ya müdahalede ve Rusya’nın abluka altına alınmasında bu üsse oldukça önem veriyor. Geçtiğimiz Ekim ayında ABD ile imzalanan beş yıllık anlaşma doğrultusunda Washington Post’a demeç veren Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in sözleri oldukça açıklayıcı niteliktedir: “Beş yılda bir süresi otomatik olarak uzatılan üs anlaşması yaptık. Anlaşma Amerika’nın yeni üsler açmasını öngörmektedir. En önemlisi, Yunanistan’ın kuzey doğusunda bulunan ve Türkiye’ye çok yakın olan Aleksandropolis limanıdır. Burası Amerika ve NATO’nun askeri güçlerinin Doğu Avrupa’daki doğal kapısı olacaktır.”
Yunanistan hükümeti açıkça ABD politikalarıyla çakışan bir tutum almış ve Ukrayna’ya silah gönderen ilk ülkelerden biri olmuştu. Bu tutum sadece Yunanistan’ın konjonktürel durumdan pay kapma atağı olarak açıklanamaz. Çünkü ABD ve Yunanistan’ın “stratejik ortaklığı” fırsatların değerlendirilmesinin değil uzun süreli emperyalist plan ve müdahalelerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yunanistan özel kuvvetlerinin ABD tarafından, Balkan ülkeleri özel kuvvetlerinin de Yunanistan tarafından sistematik olarak eğitildikleri biliniyor. Basında çok yer almasa da, Balkanların bir tatbikatlar arenasına döndüğünü belirtmek gerekir. Her yıl yapılan çok sayıdaki tatbikattan biri olan “İniohos”; Yunanistan, ABD, İtalya, Fransa, İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ın katılımıyla gerçekleştirilmektedir. Daha çok hava kuvvetlerine ağırlık verilen bu tatbikata deniz ve kara güçleri de katılmaktadır. Yunanistan ve İsrail silahlı kuvvetlerinin ortaklaşa gerçekleştirdiği tatbikatlardan biri de, Teselya bölgesinde yapılan ortak tatbikattır ve bu tatbikata ABD güçleri de katılıyor.
Yunanistan, Kıbrıs, Mısır ve İsrail’in bölgede oluşturduğu işbirliğini, enerji hatları ve rezervlerinin ortak sömürülmesinden ayrı ele almak mümkün değil. Bu tatbikatı koşullayan amaç, ekonomik, siyasi ve askeri planda İran’ın abluka altına alınması, Suriye sorunundan ve bölgedeki diğer çıkar dengelerinden kaynaklanan rekabette ABD-NATO ve bölge gericiliklerinin çıkarları doğrultusunda egemenlik ve üstünlük sağlanmasıdır.
Yunanistan Genelkurmay Başkanı Konstantinos Floros tarafından geliştirilen ve Yunan resmi politikasının bugünkü rotasını çizen “Floros Doktrini”, esas olarak Yunanistan silahlı kuvvetlerinin ve bölgedeki müttefiklerinin güçlendirilmesini içeriyor. Özellikle gelecekteki süreçler ve emperyalist planlar göz önünde bulundurularak, Girit adasının askeri bir üs durumuna getirilmesi hedefleniyor. Dolayısıyla enerji hatlarının korunması ve güvenliği, oluşan rekabet ve dengelerden dolayı Doğu Akdeniz’in öneminin artması vb. “Floros Doktrini”nin hareket noktasını ve temelini oluşturuyor. Yunanistan silahlı kuvvetlerine bağlı resmi sitede genişçe yer alan “Floros Doktrini”nin temel hedeflerinden biri de hava kuvvetlerinin güçlendirilmesi olarak tanımlanıyor. Yunanistan’ın son yıllarda Türkiye ile kıyaslandığında hava kuvvetleri alanında belli bir üstünlük sağladığı yorumlarının yapılmakta olduğunu da belirtmek gerekir. Türkiye gibi, silahlanmaya devasa büyüklükte bir bütçenin ayrılıyor olması ve silahlanmaya ağırlık verilmesi, bölgede ABD-NATO eksenine bağlı “koçbaşı” rolünün üstlenildiğini gösteriyor. Adaların silahlandırılması sorununu da bu bağlamda görmek gerekir.
Adaların Lozan Anlaşması gereği silahlardan arındırılması gerektiğini savunan resmi Türk politikasına karşı Yunan hükümetleri ulusal egemenliklerinin Türkiye tarafından tehdit edildiğini savunuyor ve tehdit altında bulunan bir ülkenin sınırlarını korumak amacıyla adaların silahlandırmasını bir hak olarak ileri sürüyorlar. Geçtiğimiz yıl Midilli adasına askeri araç ve teçhizatın konuşlandırılmasına Türkiye sert tepki göstermiş ve bu gelişmeden ABD hükümetini sorumlu tutmuştu. ABD tarafından yapılan açıklama ise Yunan politikalarını onaylar nitelikteydi. ABD yetkilileri adaların Yunanistan’ın ulusal egemenlik sınırları içinde olduğunu ve bunların Yunan adaları olduğundan hiçbir kuşku duyulmadığını açıklamışlardı. Özellikle adaların bu süreçte silahlandırılması sadece Türkiye’den gelecek olası tehditlerle açıklanamaz ve daha çok Karadeniz, Ege ve Akdeniz’e yönelik kontrol ve egemenlik hedefli ABD-NATO politikalarını işaret etmektedir.
Türkiye’nin sarıldığı ‘yeni normaller’
Erdoğan’ın başında bulunduğu Ankara yönetiminin adalar, Doğu Akdeniz ve ekonomik münhasır bölge sorununu ön plana çıkarmasının temel nedenlerinden biri de tam da bu yönde atılan adımlardır. Özellikle Suriye sorununda Kürt güçlerinin göz ardı edilemezliğini ve Rusya ile rekabette yedeklenmesinin öneminin ortada olduğunu öngören ABD politikalarının tersine, Türkiye, bu sorunu “kırmızı çizgisi” olarak değerlendirmektedir. ABD ve NATO ile olan ilişkilerinde Türkiye’nin ayaklarına dolanan “Kürt” sorunu Erdoğan yönetiminin manevra olanaklarını daraltmakla kalmıyor, üstelik bu politikada ısrar ettikçe bölgede oluşan diğer gerici ittifaklarla sorunların ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. İç politikaya malzeme etme dışında bir çıkar elde edemeyen Erdoğan’ın son zamanlarda “yeni normalleri” gündeme getirmesi ve Esad ile görüşme isteği, İsrail ve BAE ile ilişkileri yeniden düzenleme çabaları, Mısır’a “zeytin dalı” uzatmasının vb. nedeni budur.
Yunanistan’ın Balkanlarda yaptığı yatırımların ve oynadığı rolün “Avrupa’nın şımarık çocuğu” olmasından değil yayılmacı politikalarından kaynaklandığını belirtmek gerekir. Özellikle 1990’lı yıllarda Yunan tekelleri ve kamu kuruluşları Balkanlarda telekomünikasyon, sağlık hizmetleri, petrol, inşaat, iletişim, inşaat malzemeleri, gıda ticareti, bankacılık, mensucat, çimento, muhasebe gibi sektörlerde ciddi yatırımlara yöneldiler. Örneğin 2016 yılına kadar Yunanistan ve Yunan kapitalistler Makedonya’ya yapılan yatırımlarda dördüncü sıradayken, Syriza Hükümeti döneminde imzalanan “Prespon” anlaşmasından sonra, Almanya ve İngiltere’den sonraki üçüncü güç oldular. Arnavutluk’ta yabancı yatırımların yüzde 26-28’i Yunanistan sermayesine ait. Aynı doğrultuda, Slovenya, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya gibi ülkelere de milyarlarca dolarlık yatırım yapıldı. Son yıllarda Ukrayna ve Mısır gibi ülkelere de yatırımlar yapıldığı biliniyor.
Kıta sahanlığı sorunu
Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde en çok sözü edilen sorunlardan biri de kıta sahanlığı sorunudur. Her iki ülkenin sık sık atıfta bulunduğu uluslararası sözleşmeler, iki ülke yönetimi tarafından da kendi çıkarlarına nasıl hizmet ediyorsa öyle yorumlanmakta ve karşı tarafa dikte edilmeye çalışılmaktadır. Ege sorunu halkların ortak çıkarı temelinde çözülmedikçe iki ülke arasında gerginlik nedeni olmaya devam edecektir. Yunan tezleri Ege’yi bir Yunan denizi durumuna getirirken, Türk tezleri adalar üzerinde hak iddia etmeye ve deniz sınırlarını tanımamaya kadar varıyor.
Emperyalist kapitalist sistem içinde yapılan uluslararası anlaşma ve sözleşmeler yayılmacılığa, halkların sömürülmesine ve dolayısıyla egemenlik kurmaya meşruluk kazandırmak veya bu amaç etrafında bir uzlaşma yaratmak için gündeme getirilmiş anlaşmalardır. Anlaşmaların taraf olanlar tarafından farklı yorumlanmasının nedeni, çıkarların ayrışması, tatmin edici payın alınamaması ya da şartların değişmesi dolayısıyla gündeme gelen talep farklılaşmasıdır. Yaşadığımız bölgede paylaşım kavgalarının artmış olması, doğal zenginliklerin işlenmesinin gündeme gelmesi, enerji hatları ve projeleri emperyalist kapitalist rekabeti sertleştirmiş bulunuyor. Bu nedenle uluslararası anlaşmalar, daha çok kılıf uydurma ve gerekçe yaratmanın bir aracı olma dışında bir işe yaramamaktadır. İşgal ve müdahalelerin birçoğunun uluslararası anlaşmalara atıfta bulunularak yapıldığı ya da yok sayılarak gerçekleştirildikleri bilinen bir gerçektir.
Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde sıkça sözü edilen kıta sahanlığı sorunu nedir?
Uluslararası Adalet Divanı, 1969 yılında kıta sahanlığı kavramı için “Kıyı devleti ülkesinin açık deniz altındaki egemenliğini ifade eder” dedi. Kısacası kıta sahanlığı kavramı bir ülkenin hava, deniz ve deniz dibindeki sınırını ve egemenlik haklarını ifade etmek üzere kullanılmış ve bir ülkenin denize yayılan karasularının genişliği ne kadar ise hava sahasının da o kadar olduğunu teyit etmiştir.
Bu durumda, sözleşmelerde karasularının genişliği nasıl ve hangi kriterlere göre düzenlenmiştir? Birleşmiş Milletler Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin üçüncü maddesinde şu ifadeler yer almaktadır: “Her devlet karasularının genişliğini belirleme hakkına sahiptir. Bu genişlik kıyı şeridinden başlar ve 12 deniz mili üzerine çıkamaz.”
Tabii ki bu durum da gene şartlara bağlanmış bulunuyor. Örneğin körfez, kapalı ya da yarı kapalı deniz ya da boğazlar vb. durumunda, herhangi bir ülkenin karasuları, komşu ülkenin haklarını kısıtlayıp yok saymayacak bir tarzda belirlenmek zorundadır. Yunanistan ve Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmaların ise, dünya savaşının ardından uzlaşmayla imzalandığını o zamanki egemen güçler arasındaki dengenin ve konjonktürel çıkarların baz alındığını belirtmek gerekir.
Bugün dünyada denize kıyısı olan ülkelerin münhasır ekonomik bölge ilan etmeleri durumunda ortaya çıkacak olan tablo, kıyı ülkelerinin bütün denizlerin yüzde 35.8’ini kontrolleri altına alacak olmasıdır. Bu, balıkçılık yapılan alanların yüzde 90’ının, denizlerde bilinen doğal kaynaklara sahip alanların ise yüzde 87’sinin kapitalistlerin mülkü haline gelmesi demektir. Bu durumda denizler üzerindeki anlaşmazlıklar basit sınır anlaşmazlıkları değil, paylaşım kavgasının unsurları olmaktadır. “Mavi vatan” ya da “Floros Doktrini” vb. argümanlar aslında tekelci çıkarların, pazar kavgalarının, yayılmacı ve paylaşım politikalarının kılıflarıdır. Kıta sahanlıklarının ve sınırların BM kararıyla nasıl iğdiş edildikleri, ulusal egemenliklerin nasıl rafa kaldırıldıkları biliniyor.
12 mil sorunu
Yunanistan, 1936’dan bu yana bütün kıyı şeritlerinde karasularının genişliğini 6 mil olarak kararlaştırdı. Türkiye’nin Ege’de bulunan bugünkü karasuları da gene bu ölçüdedir. Ama Türkiye’nin Karadeniz’de (SSCB ile yapılan anlaşma gereği) ve Doğu Akdeniz’de karasuları 12 mildir. İyon Denizi’nde ise Yunanistan çok yakın bir süreçte karasularını 12 mile çıkardığını duyurdu.
Dünyada benzeri durumların olduğu başka bölge ve ülkeler de var. Örneğin Japonya’nın Rusya ve Kore ile olan deniz bağlantısı. (Bu ülkeler arasında dört boğazın bulunduğunu belirtmek gerekir.) Bu örnekte karasuları, adalar arasındaki mesafeyi de kapsayacak biçimde üç deniz mili olarak tespit edilmiştir. Bir başka örnek ise, Finlandiya Körfezidir. Önceleri SSCB ve şimdi Rusya ve Estonya ile yapılan anlaşmada Finlandiya karasularını üç mil olarak belirlemiştir.
Doğu Akdeniz’de ise Erdoğan, Türkiye’nin çıkarlarından taviz verilmeyeceğinden bahsederken, Yunanistan Hükümeti, Yunanistan karasularının AB karasuları ve dolayısıyla sınırı olduğu şeklinde açıklamalar yaparak, kıta sahanlığını 12 mile çıkarma tehditleri savuruyor. Mevcut durumda Ege Denizi’nin yüzde 43,5’i Yunanistan’a, yüzde 7,5’i Türkiye’ye ait. Yüzde 49’u ise uluslararası karasular olarak kabul ediliyor. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması durumunda Yunanistan’ın karasuları yüzde 71,5, Türkiye’nin yüzde 8,8 olacak. Uluslararası karasular ise 19,7.
Bir başka anlatım tarzıyla; Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasıyla şu andaki 132 bin kilometre kare olan deniz alanı 495 bin kilometreye çıkacaktır. Ancak Ege’nin coğrafik konumu göz önünde bulundurulduğunda, karasularının 12 mile (37 km) çıkarılması mümkün değil. Bütün sorun, 200 deniz mili hakkı tanıyan ekonomik münhasır bölge ilanıyla ilgilidir.
Türkiye ve Yunanistan arasında 1930’lu yıllara kadar kıta sahanlığı gibi bir sorun bugünkü boyutlarıyla ya da bugünkü önemiyle gündeme gelmemişti. Bu konuda Yunanistan tarafından iki önemli girişim tek taraflı olarak gündeme getirildiğinde, bugünkü anlamda henüz uluslararası bir deniz hukuku da yoktu. Yunanistan, 1931 yılında hava sahasının genişliğini 3 milden 10 mile çıkardığını duyurdu. Bu tutum, deniz kıta sahanlığının da aynı ölçülere göre genişletildiği anlamına geliyordu. Ancak bu süreçte henüz benzeri örneklerin birçok ülkede gündeme getirilmemiş olduğunu belirtmek gerekir.
1936 yılında ise Yunanistan ikinci önemli girişimini yaparak, tek taraflı olarak kıta sahanlığını 6 mile çıkardığını duyurdu.
Bu karar, hava sahası ile deniz sahanlığının boyutlarını birbirinden farklılaştıran çelişkili bir durum ortaya çıkarıyordu. Türkiye ve Yunanistan arasında bitip tükenmek bilmeyen hava sahası ihlalleri ve deniz sınırları konusunda ortaya çıkan anlaşmazlık ve iddialar bu paradokstan kaynaklanmaktadır. Yunanistan hava sahasının ihlal edildiğini söylerken, Türkiye Yunanistan hava sahasının 10 mil olmadığını ileri sürmekte ve kendi hava sahası içinde yapılan uçuşların aslında Yunanistan tarafından engellendiğini gündeme getirmektedir. Ortaya çıkan kayıkçı dövüşünde, karşılıklı olarak milliyetçi-gerici propagandalara zemin hazırlanıyor ve gerginlikler tırmandırılıyor.
Münhasır ekonomik bölge
BM Deniz Hukuku Sözleşmesinin münhasır ekonomik bölge tanımı, kıta sahanlıkları ve sınırlarını değil, kıta sahanlıkları ötesindeki deniz yüzeylerinin ve altının daha çok ,ekonomik kullanımına yönelik hakları ifade ediyor.
Yunanistan’ın Mısır ve Kıbrıs Cumhuriyeti’yle imzaladığı ve İsrail tarafından da desteklenen münhasır ekonomik bölge anlaşması Türkiye tarafından tanınmıyor. Türkiye adaların münhasır bölgesinin olamayacağını, bunun ancak anakaralar göz önünde bulundurularak ilan edilebileceğini savunurken, Yunanistan adaların ülke sınırları içinde olduğunu savunuyor ve Türk tezlerinin temelsiz olduğunu söylüyor. Açık ki, münhasır bölge sorunu, Akdeniz’de enerji kaynakları ve hatlarının önem kazanması nedeniyle gündeme gelmektedir. Olanakların gelişmesi, enerji bağımlılığı, deniz ve okyanusların paylaşım kavgaları vb. dolayısıyla doğal kaynakların çıkarılmasının önem kazanması, dünyanın birçok bölgesinde sorun olmaktadır.
Pasifik’teki emperyalist paylaşım, Çin-Japonya ilişkilerinde adalar dolayısıyla gündeme gelen gerginlikler, Kuzey Kore-ABD ilişkileri vb. bu gerçeği ortaya koyan örneklerdir. Çin’in, Güney Çin Denizi’nde kıta sahanlığını 12 mile çıkarması ve münhasır ekonomik bölgesini genişletmesi, Vietnam ve Filipinler’le sürtüşmelere yol açmış bulunuyor. Paracel adı verilen ve üzerinde yaşam olmayan adalar, doğal gaz rezervleri ve stratejik önemleri açısından Çin, Vietnam ve Tayvan arasında sorun oluşturuyor.
Çatışma alanlarından biri de Kızıl Deniz’dir. ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve Çin Kızıl Denizle kıyısı olan ülkelerde ya üs kurmuş ya da var olanları daha da güçlendirmiş bulunuyorlar. Kızıl Deniz, Akdeniz’le, Hint Okyanusunu birbirine bağlayan, Afrika ve Asya kıtalarını ise birbirinden ayıran oldukça önemli bir coğrafya parçası durumundadır. Bölge birçok açıdan önemlidir ve kıyı sahibi ülkeler deniz hakları konusunda uzun yıllardan beri devam eden ciddi sorunlar yaşıyorlar. Öncelikle AB enerji alanında Rusya’ya olan bağımlılıktan kurtulmak ve EASTMED adı verilen denizaltı enerji projesiyle İtalya ve Yunanistan üzerinden Mısır, İsrail ve Kıbrıs’a bağlanmak istiyor.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi bire bir aynı olmasa da, münhasır bölge sorunları sadece doğu Akdeniz’de yaşanmamaktadır ve sadece Türk-Yunan ilişkilerine özgü bir sorun değildir. Gelecekte bu sorun yeni rekabet ve çatışmalara neden olacaktır.
Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge ilanıyla birlikte uluslararası tekellerin bölgeye üşüştüklerini belirtmek gerekir. Amerikan petrol tekeli ExxonMobil, Fransız tekeli Total, İtalyan tekeli ENI, Rusya tekeli Gazprom ve Rosnef, Hollanda tekeli Shell, İngiliz tekeli BP ve İspanyol tekeli Repsoil Doğu Akdeniz’deki paylaşıma aktif olarak katılan tekellerdir. Bu ülkelerin Doğu Akdeniz sorununda taraf oldukları ve savaş gemileri göndererek bölge ülkelerinin de içinde yer aldığı tatbikatlar gerçekleştirdikleri biliniyor.
Girit adasının batısı ve güneybatısını kapsayan münhasır bölge kırk bin kilometre genişliğinde bir alanı kapsamaktadır. Bu bölgedeki aramaların Amerikan enerji tekeli ExxonMobil ve Yunan Hellenik Energy tarafından yapıldığı biliniyor. Arama haklarının yüzde 70’i arama gemisi Sanco Swift’in de sahibi olan ABD tekeline, yüzde 30’u Yunanistan tekeline ait. Aramaların 2023 yılının sonuna kadar devam edeceği söylenirken, rastlanan devasa büyüklükteki enerji yataklarına ilk sondajın 2025 yılında vurulacağı açıklandı.
NATO’nun genişlemesi ve Rusya’nın abluka altına alınması planları, alternatif arayışları ve enerji hatlarının önemini daha da artırdı. Türkiye’nin doğu Akdeniz politikalarında tutumunu sertleştirmesinin ve “Mavi Vatan” söylemlerine ağırlık vermesinin nedenlerinden biri de budur. Amaç vatanın “hakkını ve hukukunu” savunmak değil, ama pastadan pay alamama korkusudur. Hak-hukuk terimlerini kullananların başka ülkelerin sınırlarını ihlal etmeleri, asker bulundurmaları, bombalamaları, operasyonlar yapmaları ve ülkelerin içişlerine müdahale etmelerinin başka bir açıklaması yoktur.
Münhasır bölge ilanları emperyalist müdahaleye kapı aralıyor
Türkiye ve Yunanistan egemen sınıfları bir yandan sırtlarını emperyalist ülkelere ve ittifaklara dayar, diğer yandan bölgedeki emperyalist rekabetlerden yararlanarak durumu kendi yararlarına çevirme üzerine yatırım yaparlarken emperyalizme daha çok bağımlı ve emperyalist politikaların daha kopmaz bir parçası haline gelmektedirler.
Yunanistan Hükümeti her fırsatta bir yandan ısrarla sınırlarının AB sınırları olduğunu savunurken, bir yandan da NATO stratejilerine bağlılığını dile getiriyor. İsrail’e yanaşması, Mısır ile münhasır bölge anlaşması yapması, AB politikalarının bölgedeki kararlı savunucu olması, uluslararası tekellerin sözcülüğüne soyunması durumunda görünen budur. Diğer yandan Akdeniz gerginliğinin artmasıyla birlikte Yunan Hükümetinin milyarlarca dolarlık silah satın almayı kararlaştırması bağımlılığı daha da pekiştiren bir etken olmaktadır.
Türkiye’nin de aynı yolda olduğu ve hatta bölgede “oyun kuruculuğa” soyunduğu ve yayılmacı politikalar izlediği ortadadır. Bölge halklarına yönelik tehditler, müdahaleler, anlaşmalar ve silah sanayisine yönelik yatırımlar, devasa büyüklükteki bir bütçenin bu alana kaydırıldığını gösteriyor. “Ulusal çıkarlar” gerekçe gösterilerek silahlanma yarışına girilmesinin faturası halka kesilmektedir. Akdeniz, Ege ve Kıbrıs sorunu nedeniyle Yunanistan ve Türkiye’de karşılıklı olarak dozu artırılan gerici-milliyetçi propagandalar da sorunun bir başka yanıdır.
Diğer yandan Doğu Akdeniz’de oluşan gerginlik ve münhasır bölge ilanları Kıbrıs sorununu iyice çıkmaza sürüklemektedir.
Kalıcı bir çözüm amaçlanmıyor
Her iki ülke yönetimi de son süreçte diplomasi dilini bile kullanmaktan kaçınıyor ve daha çok “kafa tutan”, “boyun eğmeyen” bir görüntü oluşturmaya çalışıyor. Kuşkusuz bundaki amaç, gerici milliyetçi tutumlarla ezilen emekçi halkların yedeklenmesidir. Öncelikle her iki ülke yönetimi anlaşmazlıkların ne olduğu üzerinde bile anlaşmış değil. Her iki ülke yönetiminin kalıcı bir çözümden yana olmadığını söylemek bile gereksiz. Bunun temel nedeni de ekonomik ve politik çıkarların çatışmasıdır.
Kalıcı bir çözüm ancak Ege’nin her iki yakasındaki halkların karşılıklı çıkarlar temelinde kardeşlik ve dayanışmasıyla mümkündür. Bu ise, ancak emperyalist ittifaklara sırt dönülmesi, tüm emperyalist güçler ve yabancı tekellerin bölgeden çıkarılması, üslerin kapatılması ve silahlanmaya son verilmesi ile olanaklıdır.
[1] Bkz. https://www.mfa.gr/zitimata-ellinotourkikon-sheseon/