Cevriye Aydın
Dini bağnazlığın kadınlara yönelen en eski ve bilinen örneği Hypatia’nın öldürülmesidir. 370-415 yılları arasında yaşayan Hypatia, matematikçi, astronom ve filozof idi. İskenderiye Psikoposu, Hypatia’yı “dinsizlik” ve “şeytanlık” ile suçlayan bir provokasyon sonucunda 415’te taşlanarak ve derisi yüzülerek öldürülmesini sağlar. Tarih, Eski Yunan kenti olan İskenderiye’de dönemin siyasal otoritesinin, kadın ve bilimin örtüştüğü Hypatia’nın kimliğinde bu iki kimliği birden hedef aldığını, hayli eski bir zamanda karşımıza çıkarmaktadır.[1]
Tarih boyunca dinsel buyruklara dayandırılan uygulamaların özünü, esasında sınıf mücadeleleri oluşturmuştur. Bu mücadeleler içinde kadın cinsinin özel olarak kısıtlamalara tabi tutulmasının sebebi de toplumların özel mülkiyete dayalı gelişiminin temelinde aile kurumunun yer almasıdır. Zira, mülkiyetin/mirasın ataerkil bir soy zinciri içinde aktarılabilmesi ve bunun güvence altına alınabilmesi aile kurumuyla mümkün olabilmiştir. Erkeğin soyunun açıklığa kavuşturulması, erkeğin soyundan çocukları doğuran kadının denetlenebilir olmasına bağlıydı.
Nitekim, günümüze ulaşan buluntu ve kaynaklarda kadının, sınıflı hale gelmiş toplumlarda, özel mülkiyetin zorunlu kıldığı kısıtlamalarla hukukun öznesi olarak yer aldığını görüyoruz. Örneğin, MÖ 1200’lerde Asurlularda, MÖ 1760’ta Sümer Hammurabi Kanunlarında kadınlarla ilgili ayrıntılı hükümlere yer verilmiştir. Bu kanunlardaki hükümler diğer Mezopotamya uygarlıklarını da etkilemiş, çok tanrılı dinlere sahip bu uygarlıklarda ortaya çıkan hukuk kuralları daha sonra doğan tek tanrılı dinlerin hükümlerine de temel teşkil etmiştir.[2]
Bu eski uygarlıklarda hukuk düzeni içinde “aile” kavramı çerçevesinde hukukta yer bulan kadının bu yerinin aynı zamanda onun hapsedildiği ataerkil bir kurum olarak kalabilmesi için, dinsel kuralların bu sistemi tarih boyunca güçlendiren hükümlerle ne kadar eski zamanlardan beri desteklediğini de anlamaktayız.
En gelişkin köleci sisteme sahip Roma İmparatorluğu, çok tanrılı dinden tek tanrılı dine geçişin belirgin şekilde izlenebildiği uzun bir egemenlik süreci yaşamıştır. Aynı şekilde köleci sistemden feodal sisteme geçmiş bir devlet (Bizans İmparatorluğu) olmuştur.
Her iki farklı inancın egemenliğinde de bu düzendeki ‘özgür kadın’ın bile, ailenin içinde önce baba, sonra koca egemenliği altına girdiğini, belirli hakları olsa bile sonuç itibariyle, babasının ve sonra kocasının onun üzerinde mutlak bir söz hakkı olduğunu görüyoruz.
Bütün bir Batı uygarlığının hukuk sisteminin temellerini oluşturan Roma Hukuku’nda kadının nihai olarak kaderi baba ve koca olan “paterfamilias’ların iki dudağı arasındaydı.[3]
Kapitalist üretim sistemi egemenliği altındaki kadının, önceki çağlardan farkı ise emek gücü ucuz da olsa -evdeki ücretsiz çalışma bir yana- bir ücret ödeniyor olmasıdır. Bu önemlidir. Çünkü, kadın artık evlerin, tarlaların sınırlarından çıkıp, yüzlercesinin birlikte çalıştığı fabrikalara, binlercesinin bir arada yaşadığı kentlerin varoşlarına akmış, bir araya toplanmıştır.
Dini kurallar ve kurumlar, zincirlerinden boşanmış kapitalist gelişmenin karşısında başka bir dine, ‘sermaye dinine’ boyun eğmek zorunda kalmış ve süreç içinde sınıf mücadeleleri ve dinde reform hareketleri, devlet işleriyle din işlerinin tamamen ayrışmasına ve laiklik ilkesinin çeşitli biçimlerinin Avrupa’da ve zamanla diğer birçok kıtada pek çok ülkede egemen olmasına yol açmıştır.
Buna karşın, ataerki ve din, kapitalist sistemin içinde de sisteme uyumlanarak varlığını korumuş, işlevlerini sürdürmüştür.
Özel mülkiyete dayalı üretim sistemleri boyunca kadınlara yüklenen rollerin cinsiyete dayalı olarak farklılaşmasına (eşitsizleşmesine) ve bu farklılaşmanın kalıcılaşmasına hizmet eden iki toplumsal kurumdan biri ataerki ve diğeri din, hem her anlamda özel mülkiyetin hizmetinde olmuş, hem de kadınların gelişimleri, özgürlükleri önünde görünmeyen en kalın ve dayanıklı duvarları oluşturmuşlardır.
Bu nedenle aynı zamanda kadının hem tekil olarak hem de toplumsal olarak “aile” yapısı içinde denetim altında tutulabilmesinde de çok uzun bir geçmiş boyunca biriken ve toplumca içselleştirilen ve kuşaklar boyunca aktarılan içimizdeki gardiyan olarak işlev görmüşlerdir.
Ataerki; hukuk, ahlak, kültür, ideoloji gibi dinin de örtük olarak içerdiği bir yapıdır. Dinin ise toplumda ‘bağımsız’ bir kurumsallığı olan örgütlü yapısı, gündelik ve diğer periyodik ritüelleriyle günlük hayatın içinde hem ataerkiyi, hem özel mülkiyetin ‘kutsallığını’ canlı bir ideolojik arka plan olarak yaşatan bir özelliğe sahiptir. Bu akışın içinde kodlanmış temel unsurlardan biri “kadınlığın” günün ve zamanın ruhuna ve ihtiyacına göre her gün yeniden inşasıdır. Nasıl davranacak, ne yapacak, nerede susacak, nerede gülecek, ona ne yasak, ne günah, nasıl giyinecek, nasıl örtünecek, vb. kuralların zamana ve ihtiyaca göre düzenlendiği alandır; günlük hayatın içindeki din.
Bu nedenle de kadınların laik bir düzende yaşama istekleri, onların sermayenin sömürü ve baskısından olduğu kadar ve aynı zamanda dinden ve ataerkiden kurtuluş anlamında da eşit ve özgür yaşama isteklerinin bir ifadesi olarak vücut bulmaktadır. Kadınların laik bir düzende yaşama isteği ve mücadelesi aynı zamanda onları dini sorgulamaya iten ve dinin özel ve sosyal hayatı düzenlemesine karşı koymaya zorlayan ilerletici bir halkadır.
Osmanlı’da kadınların hayat hakkı mücadelesi
Türkiye’de kadınların, laiklik talepli seslerinden ve mücadelesinden önce Osmanlı topraklarında erkekle eşit bir insan olarak tanınma ve saygı görme hakları için bilinçli bir çaba ve mücadeleye giriştiklerini görüyoruz. Osmanlı Devleti sınırları içinde öncelikle İstanbul, Selanik gibi merkezlerde Avrupa’dan da etkilenerek gelişen ilerici hareketlerden kadınlar da etkilenmişler ve daha çok hali vakti yerinde Osmanlı aydın ve memur çevrelerinde yaşayanlar başta olmak üzere batıdan gelen aydınlanmacı, devrimci, eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik gibi fikir ve bunların getirdiği yaşam tarzlarını takibe başlamışlardır. Osmanlı toplum yapısını ve kendi cinsiyet konumlarını sorgulamaya, başta eğitim ve çalışma hakkı olmak üzere toplum içinde eşitlik ve siyasi hakları tartışmaya, kadının da bir insan olarak erkek ile eşit derecede hayat hakkı ve saygı görme hakkına dair taleplerini, kendi bilinçlenme düzeyleri çerçevesinde dergilerde yazarak, sonrasında dergi ve gazeteler çıkarak, toplum yaşamına katkıda bulunmak üzere çeşitli dernekler kurarak ve buralarda toplumsal hayata dahil olmayı başararak, bu değişimin önünde, en azından içinde olmaya çalışmışlardır.
Diğer yandan, 19. yüzyıl başlarından itibaren halı ve kumaş dokuma işlerinde küçük atölye endüstrisinden fabrika üretimine geçiş başladığında kadınlar sanayileşen üretime katılmışlardır. İşkodra, Tırnova, Bursa, Filibe, Pilevne, Selanik, Serez, Melenik, İstib, Edirne, Gelibolu, İstanbul, Berkovca, İzmir, Kula, Uşak, Saruhan, Anadolu ve Rumeli’de dokuma işinin ilk elden endüstrileştiği Osmanlı kentleri arasındadır. Bu fabrikalarda çalışanların çoğunluğu kadın işçilerdir. 1872-1907 yılları arasında gerçekleşen 50 grevden 9’u kadınların çalıştığı dokuma iş kolunda örgütlenmiştir.[4]
Kadınlar Osmanlı Devleti çatısı altında cepheye giden erkeklerin boşalttığı işlerde onların yerini doldurarak çalışma alanlarında çoğalmaya başlamışlar; Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşında çalışma hayatına katılımları artmıştır. 1913 ve 1915 yıllarında İstanbul, İzmir, Manisa, Bursa, İzmit, Karamürsel, Bandırma ve Uşak’ta yapılan sanayii sayımı bu durumu doğrulamaktadır. 1913’te sanayii kesiminde çalışanların %20’si kadınlardan oluşurken, bu oran 1915’te %30’a çıkmıştır. Savaş yıllarında “kadın işçi taburları” kurmak da dahil olmak üzere yoksuluyla aydınıyla, cephe gerisinde, savaşan orduya gerekli madde ve malzemenin, giysinin üretiminde aydın kadınlar kurdukları dernekler aracılığıyla, yoksul kadınlar ise daha çok üretim alanlarında aktif rol almışlar, bunu da kamusal bir görev duygu ve bilinciyle yapmışlardır.[5]
Bu durum kadınların daha Osmanlı Devleti varlığını korurken toplumsal hayata katılmalarına, bu vesileyle toplum nezdinde saygınlık ve kabul görmelerine, toplum içindeki rollerinin değişmeye başlamasına yol açmıştır.
İşte bu sürecin getirdiği ilerleme ve hak kazanımları, kadınların Kurtuluş Savaşı’nda da aktif olarak yer almasını, vatan savunması ile haklarına ilişkin savunuyu eş zamanlı yüklenmelerini, işgalcilere karşı savaşırken, kendi gelecekleri için de savaştıkları fikrini içselleştirmelerini beraberinde getirmiştir.
Ayrıca, 19. yüzyıl ortalarından itibaren kız çocuklarının sıbyan mekteplerinde karma eğitim hayatına dahil olmaları ve devamındaki okullara süreç içinde kabul edilmeye başlamaları, kadınların aydınlanma sürecini ve pratiğini hızlandırmıştır.
Bu gelişmelerin sonucu olarak, kadınların bazı haklardan eşit yararlanmalarını öngören düzenlemeler hukuk sistemine girmiştir. Bu çerçevede 1857’de çıkarılan ferman ile zenci ve köle ticareti yasaklanmış, 1858 Arazi Kanunnamesi ile mirasta kız ve erkek çocuklar arasında eşit dağıtım öngörülmüş, 1882’de yapılan nüfus sayımında kadınlar ilk kez kayda geçmiş, Ceza Kanununda zina suçu işleyen erkeğin de hapis ile cezalandırılması hükmü getirilmiş, 1917’de çıkarılan Hukuk-i Aile Kararnamesi ile kadına “bazı şartlarda” boşanma hakkı getirilmiştir.[6]
Sanayi kapitalizminin Osmanlı topraklarına girişiyle birlikte kadınların çalışma hayatında daha çok ve giderek artan sayılarda yer almaları kadınlar üzerindeki toplumsal baskıları, dinsel sebeplere dayalı baskı ve ayrımcılığı göreli olarak hafifletmiş, fiilen kısmi bir laikleşme başlatmıştır. Bu deneyimin sonucu olarak laiklik daha somut bir özgürlük koşulu olarak değer kazanmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşunda kadınlar
Cumhuriyetin ilanından sonra, cumhuriyetin kuruluş sürecine aynı aktif katılımla yer almalarına izin verilmediyse de kadınlar, bunun için girişimde bulunmaktan da geri kalmamışlar, henüz seçme ve seçilme hakları yokken, Cumhuriyet Halk fırkası bile kurulmamışken, 15 Haziran 1923’te “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurmak için başvuru yapmışlardır. Ancak, başvurularının üzerinden 8 ay geçtikten sonra kuruluşa izin çıkmamış; daha sonra partiyi kuran kadınlar, asıl amaçları seçme ve seçilme hakkını elde etmek iken, her nasılsa, bu maddeyi programlarından çıkarmış, “Birliğin siyasetle alakası yoktur” şeklinde bir ibare ekleyerek ve dernek şekline dönüştürerek Kadınlar Birliği olarak yollarına devam etmişlerdir.[7]
Savaşırken ve savaşta cephe gerisinde çalışırken kimse haklarına hukuklarına itiraz etmez iken, yeni düzen kurulmaya başlanınca çok çabuk saf dışı bırakılmışlardır. Üstelik, “siyasetle alakaları olmadığını” dernek programına yazdırmak suretiyle.
Bununla birlikte, zaten ilk ve ikinci mecliste cephede ve cephe gerisindeki varlıklarını dikkate almayan ve hatta külliyen karşı çıkan çeşitli görüşlerden meclis üyelerinin baskısıyla, çok karılılığın kaldırılması bile büyük engellerle karşılaşmıştı. Kadınların bırakalım mecliste yer alması, seçme ve seçilme hakları gündem bile olmamıştı.
Türkiye’de laik hukuk ve laik eğitimin gereği olarak gündeme gelen ve öne çıkan değişiklikler (İkinci Meclisteki tutucu muhalefetin tasfiyesinden sonra) 3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılması, aynı yıl eğitimin birliğinin (Tevhit-i Tedrisat) ve kız-erkeklerin birlikte eğitiminin sağlanması, 1925’te Kıyafet Kanunu ve 1926’da Medeni Kanun’un kabulüydü. Siyasal haklar ise henüz ufukta görünmüyordu.
İlk Medeni Kanun’da kadın, “aile içinde” bir statü ile donatılmış, aile reisi koca olmuş, kadının çalışması kocanın iznine bağlanmış, zina suçunun sorumluluğu kadına yüklenmiş, geleneksel “kadın rolü” daha modern bir ambalaja yerleştirilmiştir. Kadının bu statüsü 2002 yılına kadar yasada korunmuştur.
Türkiye’nin kurtuluş savaşı vererek kurulmuş yeni cumhuriyetinde kadınlara siyasal haklar, 1930’da yerel seçimlerde, 1933’te muhtar olma ve ihtiyar meclisi üyesi olma, 1934’te ise genel seçim hakkı olmak üzere aşamalı ve gecikmeli bir seyir izlemiştir.
Türkiye’de kadının Medeni Kanun’da yani “kağıt üstünde” erkekle “eşit” sayılabilmesi, anlaşmalı boşanmanın mümkün olabilmesi, çalışması için erkeğin rızasına ihtiyaç kalmaması, malları üzerinde tasarrufta eşit olması için 2002 yılını beklemesi gerekmiştir. Ancak, Batı’ya göre epeyce geciken bu Medeni Kanun’daki eşitlik durumu da öyle kendiliğinden bir gelişme, lütfedilmiş, hediye edilmiş, “iyi niyetli” devlet büyükleri tarafından verilmiş hükümler değildir. Cumhuriyet tarihi boyunca kadınlar, tarım, gıda, hizmet ve sanayi sektörü başta olmak üzere çalışma hayatında, bilim, sanat ve akademide ve siyasal mücadeleler içinde tuttukları yer ile taleplerini on yıllar boyunca seslendirmelerinin, kadın kitlelerine mal etmelerinin sonucu olarak Medeni Kanun’daki ve Anayasa’daki eşitlik hükümlerini kazanmışlardır.
Kadın erkek eşitliği özel olarak ilk kez Anayasa’da 2010 yılında yer almıştır. Ayrıca devlete eşitliği sağlamak için pozitif yükümlülük getirilmiştir.
Ancak, 2010 yılından sonra da Türkiye’de kadın, bir miktar aralamış olduğu eşitlik yolunda, AKP iktidarıyla birlikte günümüzdeki Afganistan ve İran’daki çağdışı uygulamalara dönmek isteyen radikal gerici bir zihniyetin kıskacıyla baş başa kalmıştır. Gün be gün yeni mevziler kazanan bu gerici zihniyet, kadınların hak ve özgürlüklerine yeni kısıtlamalar getirirken, aynı siyasal gelişme ve uygulamaların Türkiye’de Anayasa’da yazılı “laik” bir devlet olduğuna dair “değiştirilemez” yapısını, aldığı anti-laik kararlar ve yaptığı yasalarla adım adım laik hukuk, eğitim ve yaşam tarzı aleyhine değiştirip dönüştürmeye yönelmiştir.
AKP ve laiklik
Seçim beyannamesinde bütün insan hakları belgelerine vurgu yapan, çoğulcu, katılımcı, demokratik bir yönetimi iddiasıyla iktidar olan AKP yönünü önce AB’ye çevirdi. İlk yıllarını, AB’ye giriş için gerekli yasal düzenlemeleri hızlandırarak, bir yandan demokratikleşme umudunu canlı tutarken öte yandan hemen iktidarının başında türban yasağını gündeme getirerek, iktidarı boyunca sürecek laiklik tartışmalarını yeniden başlattı. Böylece AKP, demokratikleşme vaadini, ülkedeki inanç dokusunun zaten çoğunluğunu oluşturan Sünni İslami temeli güçlendirerek, kendi iktidarı etrafında örgütleyerek, cemaat ve tarikatların gün yüzüne çıkmasına ortam oluşturarak uygulamaya başladı.
Başbakan, Cumhurbaşkanı/AKP Genel Başkanı sıfatıyla Tayyip Erdoğan ve öteki parti/devlet yöneticileri, iktidarları boyunca Sünni İslam temeline gönderme yaptıkları günlük politik açıklamalarıyla, İslami esasları referans aldıklarını gösteren tutum ve sözleriyle Anayasa’nın 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti … laik … bir devlettir” yazadursun, gün be gün laiklik karşıtı uygulama ve eylemlere yenilerini eklemeye devam ettiler.
AKP’nin iç politikadaki beslenme kaynaklarından en önemlisi, Kemalist hükümetlerin Müslümanlara uyguladığı “zulme” göndermeler yaparak sürekli bir arabesk mağduriyet söylemi üretmek oldu. Bu söylem üzerinden hem destek alarak hem de iktidar olmasının verdiği imkanları dinsel bir hayat tarzının uygulanmasına dönük düzenlemeleri hayata geçirmek için kullanarak, ülkenin dokusunda giderek dinsel değerlerin egemen olduğu bir gündelik hayatı kurmaya girişti.
Böylelikle AKP, Cumhuriyet ile birlikte, kökleri Osmanlı İmparatorluğu dönemine giden, batıdaki devrim hareketlerinin getirdiği aydınlanmacı ve laik değerlerden de etkilenerek birikmiş olan ilerici değerlerin bütün kültürel mirasını reddederek, yine aynı dönemin, fetihçi, otoriter ve dinsel bağnazlığıyla öne çıkan yönlerine sahip çıkarak kendisine “ezelden ebede” giden, ülkeyi ideolojik, kültürel ve politik olarak bu ikilik içinde kamplara bölen bir kulvar oluşturdu.
İslam ve insan haklarının, İslam ve kadın haklarının, İslam ve bilimin çatışmadığı, aksine, İslam’ın ezelden ebede gelmiş geçmiş bütün insani, toplumsal, bilimsel, teknolojik gelişmeleri öngördüğü ve tüm bu alanlarda modern kapitalist sistemin ortaya koyduğundan daha demokratik, daha barışçıl, daha çok hak ve özgürlük içeren, daha fazla bilim ve teknolojiyi kucaklama ve geliştirme kapasitesi olan, dünyevi alandaki en bütüncül sistem olduğuna dair tezler, kitaplar ve düşünce üretimi akademik arşivleri doldurdu.
AKP, burjuva demokrasi literatürünün bütün kavram, söylem ve imkanlarını, halkı İslami temelde bölme amacının emrine koşarak kullandı. Cemaat ve tarikatlardan bir “sivil toplum” yarattı. Sıbyan mektebi, imam hatip ve seçkin okullardan öğrencilerin İslami temelde yetiştiği bir akademiden oluşan Sünni-İslam kültür ve ahlak değerlerinin çevrelediği bir ‘bilim’ ve kültür üretimini gözeterek ilmi-entelektüel bir hegemonya kurmak istedi. Ancak bu alandaki verimsizlik ve başarısızlığını kabul ve itiraf etmenin ötesinde bir ilerleme kaydedemedi.
Ne var ki, İslami temelde bir toplumsal yapıyı inşa etmek, alternatifsiz bir hegemonik sistem kurabilmek, tezlerde ileri sürüldüğü gibi barışçıl söylemlerle, ikna ile pek mümkün olmuyordu. Pratik çareyi, bölünmeyi derinleştirmekte bulan AKP, kimi zaman “İŞİD Katliamları” gibi olayları, kimi zaman seçim, darbe, “dış güçler”i, içeride ve dışarıda sürekli güvenlik operasyonları ve toplu yargılamaları gündelik politika ve çıkarlarının hizmetinde kullanarak, bazen mevcut, bazen imal edilmiş sorunlarla yarattığı bu bölünmeyi süreklileştirmekte ve sonuçlarını siyasal kazanca dönüştürmekte buldu.
Sivri ucu kadınlara yönelen hak gaspları
AKP’nin önemli hedeflerinden biri laik bir yaşam biçimini benimsemiş olan, yaşadıkları, çalıştıkları alanlarda daha da ileri hak ve taleplerini gündeme getiren kadınlar oldu. Sünni İslam temeline yaslanan söz, politika ve uygulamalarının sivri ucunu kadınların hak ve özgürlüklerine yönelten AKP, iktidar süresi boyunca bu alanda bir hayli hak ve özgürlük kısıtlamasına da imza attı. AKP yöneticileri, temsilcileri ve düşünce üretenlerinin, tüm toplumun temel/resmi inanç ve kültürünün İslami-Sünni inanç ve kültür olduğunu varsaydıkları hegemonik söylemleri ile buna eşlik eden kadın hak ve özgürlüklerine düşman bir AKP pratiği, yıllar boyunca birbirini tamamlayan bir söz ve eylem döngüsü oluşturdu.
Aileyi (“aile” derken esasen kadını, çocuğu, genci) temel alan gündelik hayatın dönüşümü; kültür, sanat, medya, yerel yönetimler, parti teşkilatları, cami ve Kuran kursu dernekleri, çeşitli vakıflar, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı Diyanet vb. konuyla ilgisine göre diğer kurumsal yapı ve görevliler seferber edilerek bunlar üzerinden maddi-manevi yatırımlar artarak devam etti. Öteki propaganda ve politika yapma alanları yanında camiler, günde beş vakit yetişkin erkeklerin politik gündeme dair ‘aydınlatıldıkları’, AKP’nin söylemleriyle donatıldıkları doğal merkezler oldu.
Kadınların yürürlükteki hak ve özgürlüklerine yönelik kısıtlamaları süreç içinde adım adım ilerleyerek gündeme getiren AKP iktidarı, bazen tepkinin boyutuna göre geri adım atsa da gidiş yönü daima kendi ajandasına bağlı kaldı. Örgütlü gerici kışkırtıcı grup ve kesimlerden gelen –yine- örgütlü geri dönüşler, “halkımız böyle istiyor” şeklinde dayatmaya dönüşerek yer yer laik yaşam tarzını ötekileştirici ve “mahalle baskısı” şeklinde değişikliğe zorlayıcı bir boyuta ulaştı.
Laik yaşam tarzını şeytanlaştıran, dini argümanlarla sokaktaki kadını aşağılayıp, ona evin yolunu gösteren; başı açık, okumuş, modern fikir ve kıyafet içindeki kadını toplum-dışı, ahlak dışı, marjinal gösteren yaklaşımdaki AKP yönetici ve ulemasının söz ve davranışları; sokakta, minibüste, otobüste, okulda, kamu kurumlarında vb. kamuya açık alanlarda kadınlara kıyafetleri, görünüşleri, görüş ve düşünceleri, eylemleri nedeniyle yönelen fiziki saldırılar olarak sık sık gündelik hayata damgasını vurdu. Kadın cinayetleri olağanüstü şekilde arttı. Bu cinayetlerin en önemli nedenlerinden biri, ayrılmak/boşanmak isteyen kadına hayat hakkı tanımayan eş/nişanlı/sevgili şeklinde belirginleşen gerekçe oldu.
AKP iktidarı, sosyal hayatın düzenini, sosyal ilişkilerin biçim ve niteliğini laik yaşam tarzı aleyhine ve kadınların eşitsizliğini derinleştiren yönde yasalar ve uygulamaları hayata geçirerek, iki türlü kazanç sağlamayı hedefledi:
Birincisi, tüm toplumu anti laik, Sünni İslami bir yaşam tarzına kah gönüllü, kah çeşitli politik manevralarla kazanarak, baskılamayı ve yönetmeyi kolaylaştırmak. Bunu din adına yapmak her devirde kolay ve toplumsal rızayı sağlamada elverişli bir araç olmuştu. Nitekim, müftülere nikah kıyma yetkisi verilmesi, kürtaj yasağı konusunu dini temellerle açıklama, sıbyan mektebi, imam hatip okulları, hatta Anadolu Lisesi gibi okullarda haremlik selamlık oturma düzenini fiilen uygulamaya koymak, bu örneklerden bazılarıdır.
Ayrıca, babanın, kocanın ve hatta erkek çocuğun, kadın üzerindeki denetimini meşru bir araç haline getirmek de dini zorunluluklarla açıklandığında, bir görev haline gelmekte ve böylece kadının hayatının her yönden denetimi bununla mümkün olmaktaydı.
İkinci hedef, bu çerçevede öncelikle kadınları geçmiş mücadelelerin birikimiyle oluşmuş hak ve özgürlüklerden arındırarak kadının toplumdaki yerini daha geri, tam bağımlı, derin bir eşitsizlik konumuna çekmekti.
Bu doğrultuda, okullar ve sosyal yaşamı da değiştirdiği gibi, orta öğretimin tedrici bir şekilde imam hatipleştirilmesi, pozitif bilimlere dair derslerin müfredattan kaldırılması/azaltılması, sanat derslerinin seçmeli hale getirilip, din kültürü ve ahlak içerikli olduğu iddia edilen Sünni kültüre dair derslerin aileye baskıyla seçtirilmesi, ülkedeki çalışan kadınların çocuklarını bırakacakları okul öncesi eğitim yakıcı ihtiyacını sıbyan mektepleri adı altında henüz zihinsel, duygusal, fiziksel gelişimlerini tamamlamamış çocukların dinsel hurafelerle eğitilip, “günah” ve “öbür dünya”daki tüyler ürpertici ceza tehditleriyle beyinlerinin kötürümleştirilmesi, Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı nezdinde Diyanet görevlilerine aile, kadın, çocuk, engelli her alanda görev verilerek toplum mühendisliği yoluyla sosyal dokuda ve ilişkilerde ciddi bir ataerkil, Sünni-İslam kültür temeli yerleştirme yolunda adımlar atıldı.
Kadınların boşanmadan caydırılması için özel görevliler gönderilmesi, aileler üzerinde telkin ve “günah” listesi ile dinsel denetim oluşturulması ve AKP’ye zorunlu biat ortamı yaratılması, “hak” olan sosyal yardım ve desteklerin siyasi bağımlılığı kabule zorlayan şekillerde dağıtılması, devlet olanaklarının ayrımcılıkla ve kendinden olmayanları dışlama şeklinde sadece AKP’nin mevcut-muhtemel seçmen kitlesine “yardım” adı altında dağıtılması, imam ve Diyanet görevlisi arabulucularla boşanmanın önlenmesi için kadınlara telkinlerde bulunulması, boşanmada nafaka konusunun tartışmaya açılarak süreyle sınırlandırmaya yönelik kamuoyu oluşturulması, İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece ansızın vazgeçilmesi bunlardan bazılarıydı. Esasında ataerkil yapının güçlendirilmesine yönelik bu adımlarla eğitim, aile, sosyal, kamusal hayat olmak üzere bütün bir hayatı Sünni-Hanefi temeldeki söylemlere dayandırarak şekillendiren tekçi düzenleme ve uygulamalar, AKP’nin 20 yıllık iktidar sürecinin dini argümanlarla toplumsal baskıyı artırmanın, yaygınlaştırmanın, toplumu AKP’nin gelecek tasarımı ve çıkarları yönünde dizayn etmenin aracı haline getirildi.
Laik hayat tarzına, toplum yaşamına yapılan müdahaleler, her adımda toplumun değişik kesimlerine yönelerek ileri boyutlara taşındı. Sosyal etkinlikler, konserler, tiyatrolar, toplantı ve gösteriler AKP’nin eleştirilmesini her şekilde yasaklamak amacı gözetilerek denetime alındı. AKP’ye muhalif sanatçı ve aydınların katılacağı etkinlikler vali ve kaymakamların aldığı kararlarla iptal edildi. Popüler sanatçılar sudan bahanelerle şeytanlaştırılmaya, itibarsızlaştırılmaya veya sanatçı Gülşen olayında olduğu gibi uzun zaman önce özel bir sohbette söylenmiş sözler öne sürülerek veya Sezen Aksu’ya yapıldığı gibi “üretilen” gerekçelerle sanatçılar gözaltı, tutuklama ve hatta öldürülerek toplumun laik hayatı benimsemiş ve savunan kesimleri korkutulmaya çalışıldı. Böylece, kimsenin yaptığı AKP karşıtlığının “yanına kâr kalmayacağı” mesajı verilerek, Sunni, İslami, dindar bir çizgide toplum hizaya çekilmek istendi.
Bir yanıyla “cadı avı”na benzeyen süreçte toplumun tepkileri törpülenerek, sönümlendirilerek, tepkilerin gücü ve etkisi kırılarak ve toplumda tamamen AKP’nin çıkarları ve bekasıyla örtüşen bir Sünni-İslam kültür temelli yaşam tarzının, hayatın bütün alanlarına nüfuz etmesi hedeflendi.
Burada AKP’nin, halkı tebaa, vatandaşı kul konumuna getirmek amacının en kilit ve belirleyici halkası, kadınları hak ve özgürlüklerinden arındırmak ve buradan ilerleyerek, dün ve bugün doğal ve hak olanın yarın “yasak” olduğunu söyleyebileceği, kadın direnci olmayan bir siyasal “cennet” yaratma hayalidir.
Bu yöndeki son adımı da CHP liderinin iktidara altın tepside sunduğu bir ‘olanağı’ arkasına alarak attı. AKP iktidarının kadınlara seçim sonrası saldırı sinyallerini içinde taşıyan Anayasa değişikliği teklifi CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun AKP’ye hiç gündemde yok iken sunduğu çok kullanışlı bir argüman oldu. Kılıçdaroğlu, başörtülü kadınları CHP’ye/Altılı Masa’nın programına kazanmak için başörtüsünü yasayla güvence altına alacaklarını taahhüt edince, Erdoğan, -bu sözleri aynen kullanarak- “Kılıçdaroğlu’nun attığı pası gole çevireceklerini”, başörtüsünü güvenceye almak için “yasa değil Anayasa değişikliği” yapacaklarını vaat etti.[8] “Pas”, “gol” gibi erkek egemen kültürün futbol jargonuyla, adeta kadınların geleceğinin futbol topuyla simgelenerek iki erkek liderin arasındaki “üstünlük” yarışında ayakları altındaki malzeme çağrışımı yapılması bile başlı başına bir politik kültür düzeyi sorununu gözler önüne serdi. Bu düzeyden bir polemiğin konusu olan Anayasa değişiklik teklifi TBMM’ye sunuldu. Daha henüz teklifin metni bile ortada yokken, görünüşte karşıtlık içindeki iki erkek liderin de konuyu ele alış tarzı, ülkenin kadın nüfusunun bütün temel ve acil sorunlarını göz ardı eden, bu sorunları popülist tutumlarıyla “gömen” bir noktada birlikte, el ele olduklarının da göstergesiydi. Oysa Anayasa değişikliği teklifi ciddi ve ağır sonuçlar getirecek, kadınların bugünkü yaşam tarzları açısından bile pek çok tehlikeli geriye gidişe yol açacak, kadınların “insan” olma durumlarını bile ortadan kaldırma potansiyeli taşıyan bir içerikteydi.
Peçeden türbana her türlü dini kıyafetin devlet güvencesine alındığı, bu tanımın dışında kalan kadınları güvencesizleştiren, laiklik ve eşitlik ilkesine, ayrımcılık yasağına ve bu içerikteki diğer Anayasa maddelerine, insan hakları sözleşmelerine aykırı bir anayasal güvence taahhüdü ve teklifi Türkiye’nin, bütün öteki ağır ekonomik ve sosyal sorunlarını ikinci plana iterek bir anda ülke gündeminin baş sırasına yerleşti. Ancak, Kahramanmaraş Depremi’nde 10 kentin ilçe ve köyleriyle birlikte büyük ölçüde yerle bir olması ve sayısız can kaybı, 10 ilde OHAL ilanı,14 Mayıs 2023’te yapılması planlanan seçimler dahil bütün acil gündemleri geri planda bıraktı.
Başörtüsü tartışması
Türkiye’de kadınların bir bölümü başörtüsü için mücadele etmişti. Tarihin ironisi; İran’da kadınların özgürlük mücadelesi ise başörtüsünü yakarak başladı.
Tek tanrılı dinlerin doğduğu Ortadoğu coğrafyası, dini argümanların sınıflar arasındaki eşitsizliğe karşı mücadeleyi perdelediği, paylaşım savaşlarının din kökenli çatışmalar görüntüsünde sürdürüldüğü; onlarca İslami kökenli radikal dinci örgütün ortaçağ vahşetini aratmayan şiddet yöntemlerini din adına savaştığını iddia ederek sahnelediği bir alana dönüştü. 2011’den bu yana süren Suriye ve Irak’taki, Afganistan’daki savaşlarda din adına savaşanların sahneledikleri şiddet, insanlık tarihinin kara sayfaları arasında yer alacak türden akıl dışı biçim ve yöntemlere uzanmıştır.
Bu gelişmeler arasında AKP iktidarı, kadınların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, yaşamlarının her alanını denetlemeye çalışan, kadını aile kurumunun değişmez bir aparatı olarak aile içine hapsetmeyi vaaz eden her türlü yayın, propaganda, karar, eylem ve politikaları kesintisiz ve sistematik bir şekilde sürdürüyor.
1994’te yerel seçimlerde Refah Partisi’ni ve 2002 genel seçimlerinde AKP’yi iktidara taşıyan kadınlar, bu süreç içinde toplumsal taleplerini “türbana özgürlük” isteği altında gündeme getirmişlerdi. AKP de bu simgesel “türban” bayrağını kendi siyasal kazançları için popüler bir imge olarak sık sık gündelik politikalara katık etmiş; anti-laik uygulamaların “örtüsü” haline getirmişti.[9]
Aynı politikanın uygulayıcıları Afganistan ve İran’da, kendi çizdikleri sınırlar dışında kadınlara hayat hakkı tanımamakta direnmekteler. Ancak, İslam adına devlet yönetenlerin kırk küsur yıllık icraatları ve İslam adına savaşları, Ortadoğu coğrafyasını kana bulamaya devam ediyor.
Emperyalistlerin bölgesel gelecek projelerinin taşeronluğunu ve paralı askerliğini üstlenmiş, iktidar olan veya iktidara aday olan radikal dinci hareketlerin kadınlara reva gördükleri yaşam biçimi; kadına toplum dışı bir yaratık muamelesi yapmak, kadınları kamusal alandan evlerine sürüp onlara hapis hayatı yaşatmak, yaşam ve güvenlik haklarının hiçbir güvencesi olmaksızın sokakta her an “suçlu” olarak damgalanıp yere devrilip vahşice şiddete uğramak riskleri ile belirginleşen bir yaşam biçimi oldu.
“Dinsizlik” ve “şeytanlık” İran’da da Hypatia’dan 1600 yıl sonra yürürlükte olan bir suçlamadır. Kadınların kıyafet ve davranışlarını din adına kontrol eden ahlak polisi 14 Eylül 2022’de Masha Amini’yi kıyafet yasasına aykırı giyindiği iddiasıyla gözaltına aldıktan sonra işkence ile öldürmüştü. Dini hukuka dayandırılan “suç”lar nedeniyle İran’da 2010’dan 2021’e kadar 164 kadın idam edilmişti.
Ancak, İran’da kadınların, bardağı taşıran son damla işlevi gören Mahsa Amini’nin işkenceyle öldürülmesi üzerine başlattıkları isyan, rejime karşı hayat ve özgürlük taleplerinin simgesi olarak başörtülerini yakmakla başlamıştı. Ve yayılarak, toplumun genel talepleriyle otoriter baskıcı İran Molla Rejimine karşı genel bir mücadeleye dönüştü.
Afganistan, Irak, İran ve kadınlara eksiksiz bir ikinci sınıf varlık konumunu uygun gören ülkelerin yaşattıkları bu acı deneyimleri test etmek için aynısını Türkiye’de de görüp yaşamayı beklememek gerekir.
Türkiye’de ve adı geçen ülkelerde bir zamanlar devletin yasal niteliklerinden biri ve kamusal hayatın bir parçası olan laikliğin her ne kadar Anayasa’da hüküm altına alınmış olursa olsun, bütün bunların yeterli bir güvence oluşturmadığı, Türkiye’deki serüveninden gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bütün tek tanrılı dinlerin, evvelki aşamalardaki sınıflı toplumlardan devralınan en temel ve ortak belirleyici özelliklerinin bu dinlerin kadınların tepeden tırnağa denetimini öngören hükümleri, laiklik olgusunun insan toplumlarının gündemine gelmesinden çok daha eski çağlara aittir. Ve daha önce de ifade edildiği gibi, kadınların toplumla ve dinle olan sorunlarının kökeninde sınıflı toplumun da temelini oluşturan özel mülkiyet rejimi yatmaktadır.
Evet, laiklik kadın kitlelerini tamamen özgürleştirmek için yeterli değildir. Ancak, kadınların özgürleşme ve kurtuluş mücadelelerinin çok önemli bir yönünü oluşturmaktadır.
Zira, kadınların bugünkü insanlığın bulunduğu en ileri teknolojiye dayanan üretim düzeni ve düzeyine karşın, peçeli ve zincirli bir şekilde köle pazarlarında satılabilmesini insan toplumuna kabul ettirebilen tek meşrulaştırma aracı da dindir.
Dinin bu nedenle devlet ve yönetim işlerinden tamamen ayrılması, siyasallaşmasının mutlak şekilde önlenmesi ve kişi ile tanrısı ve cemaati arasındaki bir özel alanda tutulmasının sağlanması, aynı zamanda kadınların kurtuluşu önündeki en eski engellerden, ayağındaki en paslı görünmez zincirlerden birinin gevşetilmesi demektir.
Kadınların üzerine kalkan ellerin tasallutundan bir nebze nefes alması; kadın hakkında kendisinden başka konuşan herkesin bir parça susması ve kadının kendi sesini duyabilmesi imkanı demektir.
Eğitim sisteminde, bilim külliyatında, her türlü literatürde bin yılların tek yanlı bakışının, erkek egemen önyargının perdelerinin aralanması, bütün geçmişin ve bütün geleceğin tek yanlı değil, nesnel görülebileceği bir perspektifin somut bir olanak haline gelmesi demek olacaktır.
Kadınların enerjilerinin, zihinlerine doldurulmak istenen hurafelerle, gözü dönmüş bir baskı rejimiyle bitmez tükenmez bir mücadeleye harcanması yerine, devrimci, üretici ve yaratıcı eylemlerle eşit, özgür ve refah içinde bir geleceği yaratma yoluna adanması demek olacaktır.
Bu nedenle; yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca bu insanlık dışı cenderenin altında yaşamaya zorlanmış olan kadınların İran, Afganistan, Irak ve öteki İslami görünümdeki zorba rejimler altında süren mücadeleleri gibi Türkiye’de AKP iktidarına karşı mücadele eden kadınların da hayat hakkı, eşitlik, özgürlük ve laik bir yaşam savaşımı kadınlar için bir varoluş mücadelesi olacaktır.
[1] Wikipedia (2023) “Hypatia”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Hypatia
[2] Çığ, M. İ. (2022) Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, 56. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul. Ayrıca bkz. Berktay, F. (2009) Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, 3.Basım, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 10-11, 26-27, 35 vd.
[3] Doğancı, K ve F. Kocakuşak (2014) “Eski Roma Ailesinde ‘pater familias’ ve ‘patria potestas’ kavramları”, U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 16, 27(2), sf. 234-45.
[4] Sezer, S. (2003) Kadınımızın Emek Tarihine Kısa Bir Bakış, 28-29 Haziran 2003 Ören Kadın Toplantısı Seminer Sunumları, Emeğin Partisi Merkezi Kadın Bürosu (Haz.), Emeğin Partisi Bülteni Özel Sayı: 27, 115-144 ve Çakır, S. (1994) Osmanlı Kadın Hareketi, 1.Basım, Metis Yayınları, İstanbul sf. 263.
[5] Karakışla, Y. S. (2015) Birinci Kadın İşçi Taburu, 1. Basım, Akıl Fikir Yayınları, İstanbul, sf. 35, 41 vd.
[6] Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, sf. 138-140, 263.
[7] Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, sf. 74-75.
[8] Cumhuriyet (2022) “Erdoğan ‘Pas verdi, golü atmamız lazım’ dedi, Kılıçdaroğlu’ndan yanıt gecikmedi: ‘Yasakçısın, gaddarsın’”, https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/erdogan-pas-verdi-golu-atmamiz-lazim-dedi-kilicdaroglundan-yanit-gecikmedi-yasakcisin-gaddarsin-1989707
[9] AKP, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında çıkarılan ve yaklaşık 31 yıl yürürlükte kalmış olan Kamuda Kılık Kıyafet Yönetmeliğini değiştirmişti.