Nuray Sancar
Aylar boyunca yuvarlak masa toplantıları yapan Millet İttifakı partilerinin bazıları hem kendi özel seçim bildirgelerini yayınladılar, hem de Ocak sonunda açıkladıkları ortak metinle bu partileri seçime doğru birbirine lehimleyen yönergeyi açıklamış oldular. 30 Ocak 2023 tarihli ‘Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ 6 partinin, üzerinden sessizlikle geçilmiş veya derinleştirilmeden şöyle bir değinilmiş kimi konular hariç, genel olarak uzlaşma noktalarını içeriyor. Bu bakımdan metnin bir hükümet programı olduğu söylenebilir. Zaten böyle de değerlendirildi.
244 sayfa 9 başlıktan oluşan Mutabakat Metninin içeriği partilerin genel başkan yardımcıları tarafından kamuoyunun huzurunda satır satır okundu.[1] Beşi 20 yıllık iktidarda olan parti ve bağlaşıklarından kopmuş, diğeri yıllardır iktidar partisini en kritik anlarında koltuk değnekliği yaparak kurtarmış olan 6’lı Masa partilerinin programa almadığı konuların içinde demokrasi vizyonu bakımından kriter olan önemli konular hiç yok. Bunlardan başlıcası Kürt sorunu. Onlar olmazsa seçimi kazanamayacağının gayet iyi farkında olan masa partileri HDP’nin elinin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi adaylarına mahkum olduğunu düşünüyor ve Kürt oylarını cepte sayıyor.
Nüfusun yarısını ilgilendiren İstanbul Sözleşmesi’nin adı da programda anılmıyor. Şiddete karşı yaptırımlar içeren ve nüfusun yarısını ilgilendiren bir sözleşmenin kaderi hakkındaki inisiyatifin AKP’yle aynı kökten gelen Milli Görüş kalıntılarına bırakılmış olması dikkate değerdir. Sözleşme konusundaki hassasiyetini defalarca açıklamış olan CHP’nin de açık tavizidir bu.
Ne var ki ana muhalefet partisinin buna benzer ‘fedakarlıkları’ İstanbul Sözleşmesi’nden ibaret değildir. Metinde; “laiklik zaten Anayasa’nın dokunulmazları arasında, ayrıca değinmeye gerek yok” gibi bir savunma da yapıldı bununla ilgili. AKP kadrolarının, onun gücünden beslenen tarikat çevrelerinin, siyasal İslamcı ilahiyatçıların arada bir dillendirdikleri şeriat talebi, sürekli delinmesine alışılmış Anayasa’nın varla yok arası halinden ve pratikten kendisine alan açarken laiklik vurgusunun olmaması bir tehlikeye karşı önlem düşünülmediğinin göstergesidir. Ya da masa şahısları ‘şimdilik ağzımızın tadı bozulmasın da…’ pozisyonunu korumuş, laiklikten en çok söz eden CHP ‘fedakarlık’ tutumunu sürdürmüştür.
Bu metinde ‘hassasiyetleri arkaya atalım, yolda çözelim’, ‘bu maddeyi erteleyip geçelim’ denilen birçok değinilmemiş ve yuvarlanmış konu var. Ama işçi, emek, emekçi sözcüklerinin çok az kullanılmış olması ‘fedakarlık’larla açıklanabilir değildir. Masada oturan partilerin sermaye sahibi sınıfa sunulacak yeni imkanların aciliyetinde ve içeriğinde tereddütsüz uzlaştıkları temel zemin, bu sözcükleri, metinden çıkarılması gereken bir safraya zaten dönüştürmüştür.
Mutabakat Metninin açık sınıfsal içeriğinin üstü, parti liderlerinin halk arasında dolaşırken kullandıkları hiçbir popülist söylemle örtülemez. İktidar partisine yönelik parmak sallamalar, bağırıp çağırmalar, iğneli dokundurmalar, ağır ithamlar Millet İttifakı’nın yuvarlak masasının altındaki kalın, sınıf kolonunu gizleyemez.
Mutabakat Metninin ‘Ekonomi, Finans ve İstihdam’ ara başlığında apaçık yer alan ama metnin bütününe nüfuz etmiş ve genelini belirlemiş olan kaygı, tekelci sermayeden başlamak üzere palazlanan veya yeni ortaya çıkan, OSB’lerde fırsat kollayan irili ufaklı sermaye gruplarının ‘ayaklarına taş değmesin’ diye nelerin yapılması gerektiğidir. İşçi sınıfı ve emekçilerin metindeki konumlanışı da bu perspektife uygun düzenlenmiştir. İşçiler patronlarıyla sanki bir şirket yönetim kurulunda ya da mütevelli heyetinde eşit koşullarda yer alarak müzakere edebilir bir kesimmiş gibi ‘paydaş’ kavramı kapsamına alındı. Son tahlilde bu metinde de emekçi sınıflar çarkın bir dişlisinden, kapitalistlerin her ay belli bir miktar sermayeyi harcadığı sarf malzemesinden ibaret kalmaya devam etmektedir.
Altı partinin emekçilerden oy istemek için ortaya çıkardığı programın detaylarına geçmeden önce sayfalar boyunca süren vaatlerle ve; girişimcilik, yenilik, inovasyon, Endüstri 4.0, dijital, yeşil dönüşüm, sinyalizasyon, yüksek katma değer, yeni nesil, siber, bilişim, fiber vb. gibi kavramlar ile inşa edilmiş gelecek maketinin büyük ölçüde TÜSİAD’ın ve hatta MÜSİAD’ın da söyleminde yer alan, teknik donanımı gelişmiş bir kapitalizm hedefini yansıttığını da vurgulamak gerekiyor.
Siber kapitalizm
Enflasyonu ve işsizliği iki yıl içinde tek haneye indirmek, Türk Lirasına itibar kazandırmak, ortalama büyüme hızını yüzde 5’in üzerinde gerçekleştirmek, beş yılda en az beş milyon nitelikli gelir sağlayan, ilave iş imkanı oluşturmak, aşırı yoksulluğu sınırlamak, haksız gelir servet transferi ve rant devşirmeye dayalı politikalara son vermek vb. başlıkların altını bunların nasıl gerçekleşeceğine yanıt vermeden dolduran metnin kurtarıcılığını, inovasyon, dijital vb. kavramlarla inşa edilmiş tasavvur oluşturuyor.
Bu teknolojik dil, 20 yıl boyunca devletin, üniversitenin, bürokrasinin vb. kilit kadrolarını, aralarında bir cemaat birliği oluşturan dini taassubun tedrisatından geçmiş unsurlarla dolduran hem de halkı hurafeyle yönetirken gericiliğini mukaddesatla cilalayan bir iktidarın bıktırıcı söyleminin yerine, nesnelliğini siyasetler üstü bir yerden alan emirnameyle doldurma kaygısındandır. Teknoloji ve bilim yeni iktidar adayları için böyle bir objektiflik sağlayarak hizmet eder. Öncekinin ‘göklerden gelen karar’da garantilemeye çalıştığı siyaset üstülüğün yerini pozitivist, kimin tasarrufunda olduğuna bakılmaksızın doğruculuğu kendinden menkul bilim-teknoloji almış gibidir. Mevcut iktidarın önem vermediği ‘muasır medeniyet’le yeniden buluşmanın o eski, kurucu bildik ve kurucu kadroların yoludur bu.
Türkiye kapitalizminin başlıca probleminin nitelikli insan gücü, dijitalleşememiş iş hayatı, eğitimsiz (ve diplomasız) bürokrasi olduğu konusunda yıllardır söylem üreten CHP ve bu konuda onunla aynı hizada bulunan müttefikleri, Türkiye kapitalizminin inovasyona, yürütücü unsurlarının eğitime tabi tutulması gerektiği konusunda hemfikirler. Tek adam rejiminin ‘işletim sistemi’ aradan çok uzun zaman geçmeden hem yönetim mekanizmasının düzenlenişi hem de bundan hiç de bağımsız sayılamayacak biçimde karşılaştığı iktisadi, sosyal ve siyasal sorunlardan dolayı zaten teklemeye başladığı için, 6’lı Masanın Türkiye kapitalizminin selameti için önerdiği ‘smart’ (‘akıllı’) kalkınma aynı zamanda bir nüfus mühendisliğini de amaçlıyor. Yüksek enflasyon ve liranın değer kaybetmesi üzerine emekçi sınıfların kitleler halinde yoksulluk sınırının altına doğru süpürüldüğü koşullar, AKP iktidarının zeminini de kaydırdı. Bir zemin kayması daha, bu metin açıklandıktan bir ay sonra gerçekleşen 10 ili etkileyen deprem sırasında iktidarın halkı kaderine terk etmesiyle yaşandı. Yangına müdahale edecek söndürme uçakları ‘yokken’ milleti yerli otomobil mitiyle oyalayan, Karadeniz’de doğalgaz bulduk efsanesini sürüme sokan bir iktidar toplumsal gelişmeyle örtüşeme potansiyele sahip olmaktan giderek uzaklaşmakta, uçurum derinleşmekteydi. İktidar ile toplumsal zemini arasındaki bu büyüyen boşluğu Millet İttifakı, sistemin güvenliği açısından da teknolojik vaatle kapatmaktadır. ‘Cumhurbaşkanımızın talimatıyla’ diyerek söze başlayan devlet kadrolarının politika üretmek, akıl yürütmek, kendi adlarına fikir beyan etmek, hareket etmek için gerekli inisiyatifin yokluğunu kapatacak olan da teknoloji konusunda donanımlı, liyakatli kadrolar olacaktır.
Bürokrasiden sıradan istihdam alanlarına kadar sadık bir teb’aya dayanmak zorunda kalan AKP iktidarı ve devamı olan tek adam rejimi, sınıflar arasındaki yatay ayrışmayı dikey kutuplaşma pratiği ile yumuşatmaya çalışmıştı. Devlet imkânlarının kanun ve hukuk bağlamında değil, her durumda yeniden belirlenen bir norma göre seferber edildiği ya da bölüşüldüğü, kararın tek adam ve en yakınındaki oligarşi tarafından verildiği, bu kararı etkileme yarışındaki gruplar arasında kıyasıya rekabetin yaşandığı iktidar pratiği artık yürüyemez durumda.
Öyle ki planlı bir üretim ve dolaşımla adı birlikte anılamayacak olan Türkiye burjuvazisinin geneli için öngörülemezlik ve belirsizlikteki ifrat idare edilebilecek sınırları zorlar hale geldi. Bir zamanlar esnekliği, esnek üretim, esnek çalışma, esnek istihdam gibi sıfat tamlamaları biçiminde kilit kavram olarak kullanan büyük sermayenin düzeni, tek adam rejiminin kutuplaştırıcı düzeninde ‘esneklik’in bumerang gibi kendisini de etkilediği bir noktaya geldi. Sermayenin özellikle TÜSİAD’da örgütlü fraksiyonları devlet-hukuk ve uluslararası sermaye ile ilişkileri bakımından, belirsizlik sınırına kadar uzayan bir esneklikle yüz yüze kaldığında kendisi için kurallı, öngörülebilir bir dünya istemeye başladı. Çünkü bir paradoks gibi görünse de sermayenin devlet mevzuatıyla münasebetindeki esnekleşmenin, devlet imkanlarını yandaş sermayeye doğru akıtan tek adam keyfiyetiyle birleşmesi eşyanın diyalektiğine uygundur. Bu bağlamda AKP döneminin türedi sermaye gruplarına göre deneyim ve birikim açısından kendisini daha liyakatli gören, bunlara iktidar eliyle açılmış pazarları koordine etmek bakımından daha yetenekli olduğuna inanan, hız kısıtlayıcı ve karar veremez bürokrasi yerine kolay denetlenebilir, hızlı ve donanımlı idari yapılar arzulayan geleneksel sermaye, gittikçe ulaşılamaz olan tek adam rejiminin rijit, aşılması zor, sonuçları giderek ağırlaşan hanedanlık bürokrasisini artık aşmak istiyor.
Dolayısıyla kurallı ve öngörülebilir bir düzen tekelci sermayenin 6’lı Masada temsilcilerini bulmuş fraksiyonlarının başlıca talebi; partilerin de iktidar yolculuğunda hem işlerini kolaylaştıran hem de yeniden yapılanan bürokraside birbirlerinin ayağına basmalarını önleyecek olan koşuldur.
Bu beklenti zaten birçok kez geleneksel sermayenin örgütleri tarafından dile getirildi. Yatırımcıya (yabancı sermaye) güven veren bir sistem ihtiyacı önce orada doğdu. Keyfi kararlar alan, aldığı kararların emsal değeri olmayan-içtihat yaratmayan, uluslararası para yönetimiyle uğraşan kurumların kredi, faiz ve finans mevzuatını takmayan, fikri takibe olanak tanımayan bir iktidar siyasetinin yarattığı güvenilmezlik bu sermaye kesimlerinin atılımına kısıtlar getirmekteydi.
Gerçekte çoğunun kârı şikâyet ettikleri rejim altında bile birkaç katına çıkmış olsa da, arsız burjuva hayalciliğinde yetinilebilen bir sermaye birikim sınırı olmadığı için, adı geçen sermaye grupları eldeki bulgurdan olmamak koşuluyla güvenli ve güvenceli siyasal tekliflere elbette açık. 1990’lı yıllarda olduğu gibi devlet merkezinin etrafında işleri kolaylaştırıp hız kazandıracak özel ve özerk yapılar, “üst kurullara” benzer oluşumlar ve kuralları açık bir mevzuat beklentisi Mutabakat Metninde de karşılık buluyor. Bunlar yakın geçmişteki birtakım kurumlara yönelik nostaljik hassasiyetten çok, piyasanın daha da serbestleştirilmesi için sermaye beklentisini körükleyen ifadeler.
Kendi içinde parçalı halde bulunan sermaye gruplarının Millet İttifakı tarafından temsil edilen siyasi ortaklığı, tek adam rejimi gibi kısıtlayıcı bir engel ortadan kalktığında ve parlamenter sistem geri geldiğinde sermaye gruplarının önünün açılacağına güvence vermekten başka bir şey yapmıyor. Buradaki partilerin oy oranları birbirleriyle ortakyaşarlık koşullarını zorluyor ve her biri birbirinin sırtından geçiniyor.
Daha önemlisi, irili ufaklı sermaye gruplarının parlak bir istikbal arayışı, bunalmış ve bıkkınlık içindeki halkın hakkaniyetli, adil bir düzen arayışıyla örtüştü. 20 yıldır iktidarda olan AKP ve müttefiklerinin basıncı öylesine bir birikim yarattı ki, ‘her şey çok güzel olacak’ sözünü sürekli tekrarlamanın; talepleri farklı, kimlik gruplarına bölünmüş, kutuplaşmış bir halkı sürüklemeye yeteceği inancı yaygınlaştı. Bu, vaatlerin ve talebin burjuva siyaset tarafından araçsallaştırılmasının kolay örneklerinden biridir. Böylece; metnin bütününü kaplayan endüstriyel devrim, dijital atılım, liyakat ve katılım sistemi gibi genel geçer teknokratik ifadelerin sosyal refah düzeyinde de 4.0 iyileştirmeye yol açacağı mesajının iletkeni sahadaki bu söz oluyor.
Buradan çıkan sonuç, daha ahlaki bir kapitalizmin mümkün olabileceğine ilişkin bir ütopyadır. Pisliği, mevcut iktidarın en tepe noktalarına kadar bulaşmış olan uyuşturucu trafiği, kayıt dışı ticaret, devletin vergi affı vb. yöntemleri sayesinde vergi kaçakçılığının biçim değiştirmesi, kara paranın aklanmasına lüzum olmadan sürüme sokulması, palazlanmış mafyaya devlet adamı muamelesi yapılması, saygınlıklarından sual olunamaması vb. nedenlerle tortulaşarak devlete ve ekonomiye çökmüş denetim dışı güçlerin hakimiyetinin sorgulandığı daha ‘işinde gücünde’ ‘katma değeri yüksek yatırımlı’, moda deyimle helal bir kapitalizm vaadi var programda. Ülkenin en kârlı kapitalistleri, hazine katkısı, ihaleler, inşaat rantı ve hatta kara para ile güçlenmiş, iktidarın nimetlerinden en çok yararlanan bir sermaye fraksiyonuna karşı kendisini daha ahlaklı ve akıllı görüyor.
Bunun nesnel bir karşılığının olduğunu kabul etmek gerekir. 20 yıl önce dünyada sermaye hareketlerinin önündeki engellerin daha az, “sıcak para” akışının fazla olduğu bir dönemde iktidara gelen AKP, Ortadoğu ülkelerine model olarak gösterilmesine yol açan “Ilımlı İslam” siyasetinin getirilerinden de fazlasıyla yararlanmıştı. Ne var ki bugün geldiğimiz noktada köprülerin altından çok sular aktı. Dünyadaki saflaşmalar değiştikçe fay hatları hareketlenmeye başladı. Paylaşım, hegemonya ve nüfuz mücadelesi yürüten devletler arasında emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanarak kendisine alan açmaya çalışan AKP iktidarı altındaki Türkiye’nin yürüttüğü dış politika defalarca duvara çarptı. Bugün enflasyon artışı, kriz potansiyelinin yükselmesi ve savaş tehditleri altındaki dünyada Türkiye’nin ekonomik tablosu giderek ağırlaştı. Bağlı olarak, iktidarın halk üzerindeki etkisi aşınmış bulunuyor. Ama öte yandan, AKP rejimi üretici güçlerin önünde siyasal bir engel haline de geldi. Bilim, yenilik, ilerleme, teknolojik yenilenme gibi alanlarda eylemsizlik ciddi bir sorun oldu. Ar-Ge konusu daha çok sanayinin iç meselesi olarak algılanmaya başlandı ki, bunun sermayedar için yüksek bir maliyet gerektirdiğini tespit etmek zor değil. Dünya çapındaki rekabet şansını artırmak isteyen tekelci sermayenin ve diğerlerinin ütopyasını teknolojik yenilenme terimleriyle süslemesi bir tesadüf sayılamaz. AKP iktidarı artık teknoloji ağırlıklı üretici güçlerin gelişimi önünde siyasi ayak bağıdır.
Mutabakat Metnindeki şu ifadeler teminat değerindedir:
- Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulunu tekrar çalışır hale getireceğiz.
- Yüksek Yetenek İnşası Acil Eylem Planını uygulamaya koyacağız.
- Türkiye’yi giderek dışlandığı uluslararası araştırma ve yenilik ağlarına dahil edeceğiz.
- Çok boyutlu bir Beyin Göçüyle Mücadele Eylem Planı hazırlayacak ve uygulayacağız.
- Yetişmiş insan gücümüz için uygun ekonomik ve sosyal koşulları yaratacak, akademisyenlerin özlük haklarında ve gelirlerinde iyileştirmeler yapacağız.
- Yurtdışındaki yetenekli yapay zekâ araştırmacılarını ülkeye çekmek ve ülkede kalmalarını sağlamak için burs ve araştırma imkânları sağlayacağız.
- TÜBİTAK’ı sadece Araştırma Enstitüleri ile kritik alanlarda ileri araştırmalar yapan bir kurum haline getireceğiz.
- İlgili bakanlık ve kurumların eşgüdümü ile Ulusal İnovasyon Sistemini inşa edeceğiz.
- Teknopark teşviklerini fiziksel mekândan bağımsız hale getirerek tüm Türkiye’yi teknopark yapacağız.
- Kendine yeterliliğimizin merkezine yenilikçi, yeşil ve dijital dönüşümü benimsemiş girişimcilerimizi yerleştireceğiz.
- Yeni Girişim Şirketleri (Start-Up) Kanunu’nu çıkartarak girişimciliğe ilişkin hukuki tanımları, mali yükümlülükler ve teşvikleri net bir çerçeveye kavuşturacağız. Silikon Vadisi gibi küresel ölçekte başarılı girişimcilik ekosistemlerinin bulunduğu yerlere özel temsilci/büyükelçi atayacağız.
- Girişimcilerimizin tüm ihtiyaçlarını tek duraktan karşılamak amacıyla Girişimcilik Merkezi kuracağız.
- Bilişim ve Yenilikçilik Bakanlığı kuracağız.
- Fiber/Optik uzunluğunu en kısa sürede 2 milyon kilometreye ulaştıracağız.
Millet İttifakı’nın ortakları bütün bu güvenceleri “Verimlilik, yüksek katma değer ve rekabetçiliğe dayalı sektörel politikalarımızla üretim yapısını ithalata bağlı olmaktan kurtaracak ve ekonomimizi sürdürebilir bir dış denge yapısına kavuşturacağız” vaadini tutmak için göstermektedirler.
Alıcı değil satıcı olmak için Karadeniz ve Akdeniz’de doğalgaz arayan, otomotiv sektöründe, bütün parçaları dışarıdan ithal edilen TOGG otomobili üretmeye çalışan ve bu surette yapabildiğinden daha fazlasını yapıyormuş gibi gösteren AKP iktidarında, İHA ve SİHA’lar bir yana bırakılırsa, ihracatla ihya olan, ithalatı aşan bir sınai değişim değeri ortaya çıkamıyor. Millet İttifakı dünya tekelleri arasındaki rekabet gücünü kısıtladığını düşündüğü rejim sistemini ortadan kaldırmaya bu sebeple de aday olmaktadır. Ama programı buna imkân verecek midir?
2000’li yıllar dünya çapındaki rekabetin emperyalist ülkeler lehine, sınai bakımdan daha az gelişmiş ülkelerin aleyhine düzenlendiği yıllardı. Neoliberalizm adı verilen kapitalist tahkimat dönemi birçok ülkede bürokrasi, hukuk ve devlet yapılarının tekellerin hareket alanını genişletecek biçimde yeniden yapılanmasını dayatmıştı. Rekabet, nüfuzlu ülkeler lehine kurallara bağlanmış, ihlali durumunda tahkim mahkemeleri oluşturulmuştu. Bugün kamu özel ortaklığı ile altına girilen devlet borçlanmalarının ödeme garantisi uluslararası tahkim mahkemelerinin güvencesi altındadır. Millet İttifakının bununla ilgili yapabileceği hiçbir şey yoktur. Ancak ticaret savaşlarını başlatan ABD, kendisini bu kısıtlamalardan muaf tuttuğu gibi, başlıca ihracatçı ülkelere bile kota ve vergi uygulamaktadır.
Dünya pazarları üzerindeki paylaşım savaşı Çin, Rusya ve ABD’yi sonunda karşı karşıya getirdi. Geri kalan ülkeler de bu emperyalist devletlerin yörüngesinde kendilerine göre bir yer tutmaya, durumdan vazife çıkarmaya çalışıyorlar. Dünya kapitalizminin yeni stratejileri arasında Türkiye burjuvazisinin yeri, bu şiddetli çatışma kapsamındaki saflaşmalara ve bağımlılık ilişkilerinin güncel gereklerine göre belirlenecektir. Bu bakımdan Türkiye muhtemel bir iktidar altında en fazla ‘siber, dijital, katma değerli’ bir bağımlılık ilişkisine sahip olduğu için kendisini avutabilir. Şimdilik öyle görünüyor.
Sınai kalkınma süreçlerini belirleyen rekabet ortamı böyleyken tarımsal alanda da durum çok farklı sayılmaz. Türkiye kendisine yeter bir tarım ülkesiyken bugün ithalatla beslenen bir ülke konumundadır. Aynı emperyalist bağımlılık ilişkileri tarım sektörü için de geçerlidir. Neyin nasıl üretileceği bu bağımlılık ilişkileri tarafından belirleniyor. Tohumdan mazota, yemden gübreye kadar tarım girdilerinin dolara bağımlı olduğu ve hatta atalık tohumların kullanımının yasaklandığı bir üretim alanı hakkında kalkınma retoriği kurulamaz; zaten Mutabakat Metni de bunu pek yapamıyor. Bu dış girdilerin Türkiye’de üretileceğini temin ediyor.
Tarıma aktarılması düşünülen devlet destekleri ile ilgili vaat, genel bir çiftçi tabiri altında toplanan ‘üretici’yi kast ediyor ve tarım üretimindeki kapitalistleşmeyi de gizliyor. Uzun zamandır küçük üretim ve ekilebilir küçük topraklar üzerindeki kapitalist tahakküm aile tarımını çökertti. Çökmeyenler hâlâ ürünlerini yok pahasına satabilmek için tüccara mahkûm ediliyor. Dolayısıyla tüccar diye kastedilen, AKP döneminde palazlandırılmış tarım burjuvazisiyle, bunların modifiye hali olan köylüye kendileri için üretim yapmayı dayatan zincir market sahipleri ve ihracatçı tüccarlardır. Dolayısıyla Bağkur primlerinin ödenmesine yardımcı olunabilecek bir kesim olarak üretici köylülüğün tarımdaki nüfuzu çoktan azalmış durumda.
Program biyo kaçakçılığına, tarım ürünlerinde kayıt dışılıkla yurda kaçak yollarla giren tarım ürünlerine karşı bir mücadele öngörse de, Brezilya’dan sığır ithali gibi gayet kayıtlı ve devlet kaşeli ithalatın nasıl tersine döneceği; kapitalistlerin değil halkın çıkarlarını, cüzdanını ve sağlığını gözeten yerli bir tarım faaliyetinin nasıl örgütleneceği konusunu açıkta bırakıyor.
Parlak vurguların gölgesinde esasa ilişkin bir şeyin söylenmediği sektörlerden biri de enerji sektörü. Bir dereye beş tane HES’in, yerleşim bölgelerinin yakınına JES ve Termik santrallerin furya halinde inşa edildiği bir zaman diliminden geçerken enerji hakkındaki programın bütün maddelerinin özeti şu ifadede toplanmıştır: “elektrik üretim ve dağıtım şirketleriyle yapılan sözleşmeleri inceleyecek bir komisyon oluşturacak, sözleşmelere aykırı davranan, sözleşmelerdeki yatırım, hizmet kalitesi ve benzeri hususlardaki taahhütlerini yerine getirmeyen şirketler hakkında sözleşme feshi dahil hukuk çerçevesinde gerekli tüm adımları atacağız.” Her konuda olduğu gibi, Millet İttifakı’nın seçim programında özelleştirmelerin de kurallısı, sözleşmelisi makbul görülüyor. Akkuyu Nükleer Santralinin durdurulacağından söz edilmemekte, aynı kurallılık arayışı, sözleşme detaylarının gözden geçirileceği vaadiyle ipe un sermek suretiyle devam etmektedir. Ama ‘yeni nesil nükleer teknolojilere dayalı Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’ kurarak Türkiye’de nükleer ekosistemi geliştirme hedefi bakidir! Yerli milli nükleer; burjuvazinin kurallı, öngörülebilir yeni ütopyası.
Daha fazla sermaye
Kapitalizmde sermaye bir yandan merkezileşerek tekelleşirken diğer yandan da yeni sermaye işletmeleri, grupları doğar; bunların bir kısmı gelişir bir kısmı tekellerin hegemonyası altındaki rekabet dünyasında kaybolur gider. Küçük sermaye, kapitalizmin çarklarının dönmesi için gerekli koşullardan biridir. Bir yandan fason üretimin, sınai üretim için gerekli girdi ve hammadde üretiminin, tedarik sağlayıcılığın merkezinde bulunur. Diğer yandan da ister istemez büyük bir nüfus kesiminin geçimini, geleceğini ilgilendirir; sınıflar arasındaki geçişkenliği sağlar.
Son birkaç on yılda KOBİ olarak bilinen küçük ve orta boy işletmeler iktidarların özel ilgi gösterdiği alanlar olmuştur. Bunların örgütlü bir biçimde faaliyetlerini sürdürmesi, ihtiyaçlarının karşılanması Türkiye kapitalizminin yürütücülerinin önceliklerindendir. Önümüzdeki Mutabakat Metni bu günbegün kapitalist sistemi yeniden üreten küçük işletmelere de özel ilgi gösteriyor. Onların Ar-GE, yenilikçilik, üretim, pazarlama, ihracat yeteneklerinin geliştirilmesi, rekabet güçlerinin artırılması ve finansmana erişimlerinin kolaylaştırılması için güvenli bir destek hizmeti sunmayı vaat ediyor. KOBİ’lere verilen kredi hacminin artırılması, Bağkur ve vergi borçlarının faizlerinin silinmesi, girişim sermayesi… yenilikçi finansman imkanlarından yararlanılabilmesi… güvence altında. Devletin küçük sermaye arasındaki rekabeti düzenleme kurulu olarak çalışması 6’lı Masanın da ezberidir.
Metinde, KOBİ’lere sağlanan maddi kolaylığın ardından sırada ‘ucuzun ucuzu’ işgücü kolaylığı da vardır. AKP’nin izlediği politikadan bir farkı da yoktur bunun, esasen. Organize Sanayi Bölgelerinde kurulacak teknoloji liselerinin artırılması muhtemel iktidarın da programında yer tutar. Millet İttifakı, çocuk işçiliğinin özendirildiği bu sistemi küçük ve orta sermayeye, organize sanayiye ucuz işgücü sağlamak adına desteklemektedir. Sadece desteklemekte değil, aynı zamanda genişletmekte ve bunu kalıcı bir işgücü formu olarak ele almaktadır. Bugün MESEM olarak bilinen ve çocuk işçi istihdamının merkezi haline gelen okullar aynen devam edecektir.
Rekabet alanına dahil olan sermayenin alt yapı ihtiyacı da devletin sorumluluğundadır. “OSB’ler bünyesinde ilgili paydaşların yönetiminde bulunduğu teknoloji liselerini kuracağız. OSB’lerin ihmal edilmiş demiryolu bağlantılarını hızla tamamlayacağız. Limanlarımızın kapasitesini artırıp dijital dönüşümünü sağlayacağız…” Dijital dönüşüm. Hamdolsun!
Sonra “kamu-üniversite-sanayi ve sivil toplum işbirliğine önem vereceğiz…” Demek, sadece teknik liseler değil üniversitelerden sivil toplum örgütlerine kadar her birimin sermayenin hizmetine koşulacağı bir düzenden söz edilmektedir ki, bu, AKP’nin yapabildiklerinden daha fazlası, onun aşılarak devamı anlamına gelir. Öte yandan teşvik ve destekleri proje bazlı şarta bağlamak, etki analizlerini zorunlu kılmak bu alandaki rekabetin sözde liyakat koşuluyla ölçüldüğü daha şiddetli bir rekabet ortamını körüklemek anlamına da gelecektir. Evet her şey şeffaf ama, kıran kırana.
“Teşvik ve destekler”, “ölçek ekonomisi”, “küresel rekabet”, “net katma değer”, “kurumsal kapasite” “Kobi’leri 4.0’a geçirmek”, “denetlenebilir, ölçülebilir, performans, stratejik yönetim, etkin satın alma” gibi kavramsal avadanlıkla döşenmiş olan metin, devlet ve şirket arasındaki yönetim farkını en aza indirmiş olan AKP sürecinin temel yönelimini de hazmetmiş görünüyor. Bu program, bir şirket diliyle yazılmış ve şirketlerin ihtiyacını gözetmiştir. İçerik üslubuna, biçim içeriğine uymuştur. Çünkü Millet İttifakı’nın smart ve dijital, yeşilci ve siber tekelci sermayesi en iyisine, en hızlısına, en yenilikçisine layıktır!
Emek gücünün yeniden üretimi 4.0!
Millet İttifakı’nın programında işçi ve emek sözcüklerinin çok az geçtiğini bir kez daha hatırlatmak gerekiyor. Tarım, ev işçileri, mevsimlik işçiler, müzik emekçileri vb. sektörel insan gücünü tanımlarken ya da “katma değeri yüksek sektörlerde emek talebi yaratmaya yönelik teşvikleri uygulayacağız” cümlesinde olduğu gibi burjuvazinin tedarik listesindeki bir kategori olarak, yahut “Tüm paydaşlar, odalar, üniversiteler, sendikalar ve işçilerin yer alacağı Madencilik Zirvesini toplayacak, Ulusal Madencilik Strateji Belgesi ve Eylem Planını hazırlayacağız” derken ‘Sözleşme’ unsuru olarak…
Buradan anlaşılıyor ki, emek aslında haklarıyla tanımlanan bir kavram değil. Sermayeye hangi vesileler, ölçüler ve faaliyetler kapsamında teşvik ve destek verileceği konusunda dil döken metinde emekçi sınıfların desteklenmesi konusunda kayda değer bir başlık yer almıyor. Çünkü emek sermayenin hammadde, nakliye, makine gibi girdilerinden biridir. Onu yaşayan insan bedeninin bir fonksiyonu olarak görmeyen, ölü emek birikimine indirgeyen sermayenin birikimci zeka düzeyidir! Orantısız ve liyakatli.
Ama eninde sonunda emek taşıyıcıları insanlardır. Pazarlık yaparlar, günlük ihtiyaçları vardır, bunları karşılayamadıkları durumda isyan eder, örgütlenir, toplu sözleşme ve grev yaparlar… olmadı devrime kalkışırlar.
Bu metin ise, tek adam rejiminin yerine inşa edeceği ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’ altındaki nüfusu paydaşlardan oluşturulan; işçi, patron, devlet bürokrasisi vb. biçiminde bir sözleşme masasının unsurudur. Bu yönetişimci, ‘sosyal diyalogcu’ yaklaşım da esasen 90’ların sınıf uzlaşmacı modellerinden biriydi. Hiçbir yerde yürüdüğü ve buradan bir toplumsal sözleşme çıktığı görülmedi. Çünkü böyle bir masa muhayyel bir masadır; 6’lı Masa burjuvazisinin masasına benzemez.
Bir kere, bir toplumsal sözleşmeden söz edebilmek için o masaya oturanların yetkileri, güçleri ve maddi ve kanuni haklarının eşit olması gerekir. Bir tarafta özel mülkiyet sahibi olan ve sahip olduğu güç nedeniyle işçi üzerinde her türlü hakka sahip olabileceğini düşünen patron taifesi (devletiyle birlikte), diğer yanda mülksüz ve reel pratikte örgütsüz olan işçilerin sözleşmesi sözleşme değil, bir dayatmadır. Çıkarları birbirine karşıt ve güçleri eşit olmayan toplum kesimleri arasında bir ‘Toplumsal Sözleşme’ olabileceği düşüncesi mazide kalmış bir ütopyadır. İşçilerin üretim sürecinin, eşit paydaşı oldukları ifadesi riyakârlıktan başka bir şey değildir. Bu metin bu riyakârlığı yapmaktadır.
Diğer yandan metin, işçileri bir pazarlık içinde ve pazarlık gücü olarak tahayyül etmez. Çünkü bu pazarlık sürecinde işçileri güçlendiren örgütlerinden, sendikal haklardan ve grev, dayanışma grevi vb. gibi silahlarının korunacağından söz etmez. Dolayısıyla yerli malı inovasyon kapitalizminde Cumhuriyetin kuruluşu sırasındaki hayal ‘yenilenmeden’ aynen kalmıştır: sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle!… Oysa Türkiye, işçilerin mücadele dinamizmi zorla bastırılmaya devam edilse de, sınıf gerilimleri bakımından zengin bir ülkedir. İşçi sınıfına, masaya yüklü bir teminatla oturmuş hisse sahibi, paydaş muamelesi yapmak, onu bir girdiye indirgemek, gasp edilmiş hakların iadesinden söz etmemek de bir sınıf tavrıdır ve Millet İttifakı’nın tavrı bunu gösterir. Mutabakat metninin her satırında 6’lı Masanın müstakbel iktidarından tek kazananın sermaye olduğu aleni ve ‘şeffaf’ olarak görünür.
Örneğin bir zaman Selin Sayek Böke’nin bahsettiği ama giderek beşli çetenin mallarıyla sınırlı kalmış olan kamulaştırma vaadi bu metinde yoktur. Oysa hastane ve okulların özelleştirilmesinin pandemide yol açtığı acı sonuçlar ortadadır. Parasız sağlık ve eğitimden uzak bir hayal olarak bile sez edilmemektedir.
Dahası sermayeye verilecek teşvikler, desteklerin diğer paydaşlarla (işçi sınıfı) müzakere edilmesi hiç hatırlanmazken, kıdem tazminatı gibi, işçi için son derece önemli bir kazanımın kaderi “kıdem tazminatı sistemini sosyal taraflarla diyalog çerçevesinde gözden geçireceğiz” cümlesinde olduğu gibi, güçler dengesinin doğrudan ve mantıklı sonucu olarak devletin lütfuna ve patronun vicdanına bırakılmıştır.
Bunun AKP rejiminin eğilimlerinden bir farkı yoktur. 6’lı Masa, AKP’nin tıkandığı yerde görevi devralmaya hazır, sermayenin zinde gücüdür. Teknoloji liseleriyle çocuk işçileri, ucuz çırakları, hakları tazmin edilmeyen emekçileri seri halde üreten bir sistem, Türk tipi ekonomi modeliyle Çinlileşme hedefini kendi hedefi olarak belirlemiş görünen bir oluşumdur. Bu, emek gücünün yeniden üretiminin devlete ve kapitaliste en ucuza mal olduğu bir sistemdir. Emek hareketinin baskılandığı, işçi örgütlerinin zayıfladığı dünya kapitalist sisteminin bugünkü ahvalinde, burjuvazinin uluslararası reflekslerinin de içselleştirildiği bir birikim yönelimine özgüdür bu.
Bu bakımdan bilimsel bilginin sanayinin hizmetine verildiği sistemin sömürüyü düzenleyerek derinleştirmekten başka bir anlamı olmayacaktır. Teknoparkların bütün kentlere yayılmasının bir vaat olarak dillendirilmesinin iç yüzü de budur.
Metin, çağrı üzerine çalıştırma, kısmi zamanlı çalışma ve uzaktan çalışma gibi iş modellerine de bir itiraz getirmiyor. Bunu bir yerleşik norm olarak kabul ettiği yerde, çalışanların sağlık, emeklilik gibi sosyal güvenlik haklarının “kesin ve net bir biçimde güvence altına alınmasından” söz edebiliyor. Oysa esnek çalışmayla sosyal politika birbiriyle bağdaşır iki kalem değildir. Esnek çalışmanın versiyonları sadece bireysel hakları zora sokmaz. Bir sınıf olarak sahip olunan kolektif hakları da kullanılamaz hale getirir. İşçi ve emekçilerin örgütlenme hakkını iptal eder, toplam sınıfsal bedenin ‘sağlığını’ riske sokar. Emek gücünün yeniden üretimi için pazarlık koşullarını ortadan kaldırır. Emekçiyi patronunun insafına mahkûm eder. Bu, “çağrı üzerine çalıştırma” ile başlayan… bir cümlelik ‘vaat’ hiç de küçük bir ayrıntı değildir, çünkü vaatten çok bir yıkım sürecinin özetidir.
Mutabakat Metnindeki liyakat, AKP iktidarı dönemindeki parti bağına ve itaate dayalı istihdam yöntemine karşı tekrarlanan ve hakkaniyetin gözetileceğini ima eden bir vurgu olmasına karşın; yetenek, beceri, işe uygunluk kriterlerinden daha başka bir duruma da gönderme yapıyor. Metnin bütünündeki düzenli rekabet talebiyle birleştiğinde, liyakat, emekçiler arasındaki rekabeti parti üyeliği şartından çıkarıp piyasa ilişkilerine havale ediyor. Bunun da ayrıca ne kadar acımasız sonuçlar doğurabileceğini tahmin etmek zor değil. Sonuçta ister liyakatli ister liyakatsiz istihdam olsun işçinin pozisyonunu belirleyecek olan, kapitalizm bağlamındaki koşullardır.
Şunu da eklemek gerekir; işçi sınıfı hiçbir zaman edilgin bir toplumsal öge olarak kalmadı. Hakları için mücadele etti ve ettiği sürece de koşullarını kısmi haklarla düzeltti. İçinde bulunduğumuz süreçte, burada ele alınan metin, emekçi sınıfların kaderi hakkında onlara danışılmadan yaşam, ilişki ve istihdam modelleri öngörüyor. Üstelik birçoğu mücadelenin yönünü ve içeriğini de etkileyecek cinsten.
Hiçbir şeyin kendiliğinden çok güzel olmayacağının altını çizmek gerekiyor. Süslü laflarla, teknolojik kavramlarla düzenlenen vaatler manzumesi aslında emek sömürüsünün, eski iktidarın keyfiliğine karşı nasıl daha rasyonel biçimlerin hayata geçirileceğini; açık, şeffaf, katılımcı, paydaşlı bir düzenin inşa edileceğini gösteriyor.
Sosyal Politikalar başlıklı bölümde yer alan şu ifade örnektir: “Sendikalaşmayı ve işyerlerinde toplu iş sözleşmesi yapılmasını destekleyecek, sendikalı işyerlerinin rekabet gücünü korumak amacıyla destek modelleri geliştireceğiz” (Cümledeki anlam belirsizliği metne ait) Bu demektir ki, TİS’ler ve sendikalaşmaya yönelik destekler işyerinin rekabet gücünü ne kadar etkilediğine bağlı olarak önem kazanacak. Buradan, güvenlik nedeniyle ya da patronun kârı için grev ertelemelerinin ve yasaklamaların mübah olabileceğini anlamak, abartma olmaz.
Güçlendirilmiş parlamenter sistem
Parti başkanlarının daha önce defalarca dile getirdiği gibi, metnin siyasi hedefleri, ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’ formülüne özümsenmiş durumda. Bu öneri, Türkiye burjuvazisinin esaslı bir bölümünün ihtiyaçlarını karşılayamaz olduğu ortaya çıkan tek adam yönetimi altında aşınan düzen kolonlarının restorasyonunun temel koşulunu ortaya koyuyor. Mutabakat Metninin bu bölümünde şeffaflık, denetlenebilirlik, Meclis yetkilerinin artırılması, çoğulculuk gibi kavramlar kullanılıyor ve böylece 6’lı Masa bileşenleriyle ilerideki muhtemel katılımcıların ahenk içinde çalışmalarının zemini de inşa ediliyor. Meclisteki bütün araştırma, soruşturma ve denetim komisyonlarında Meclis’teki bütün partilerin temsiline yer verilmesi de bu ihtiyaçtan. Ancak bunun fraksiyonlar arasındaki şimdiden açığa çıkan gerilimi hafifleteceğini, halkı çelişkisiz ve çatışmasız bir yeni dönemin beklediğini söylemek iyimserlik olur. Çünkü burjuva sınıfı ve temsilcileri arasındaki iktisadi, siyasi ve ideolojik rekabetin bürokrasiden kurumlara ve oradan halka kadar pek çok alanı ortaya çıkacaktır.
Seçmene yasama, yürütme ve yargı başlıkları altında teklif edilen ‘erkler ayrılığı’ paketi esasen bu rekabeti düzenlemeyi amaçlıyor ve sermayenin ihtiyaç duyduğu yeni bölüşüm sisteminin korunmasını ilgilendiriyor. Bu teklifin içinde, yurttaşların, metinde çok kullanılan ‘katılımcılık’ kavramının içinde nereye sıkıştığı belli değil. Yurttaşlar belli miktarda imza toplayarak meclise yasa önerebilir ve gündem olmasını sağlayabilir, ama bu durumda son söz elbette parlamentodadır. Ağırlığını sermaye gruplarının temsilcilerinin oluşturduğu, birkaç sol, liberal ve belirli ağırlıkta HDP milletvekillerinin de bulunduğu Meclis tablosu bu yeni bölüşüm sisteminin demokratik imgesini güçlendirmesini sağlayacağı için pratik politikada imgeye dahil edildi. Ancak halk ne örgütlü olarak ne sendikalarıyla ne de seçtiği temsilciyi geri çağırma mekanizmasına sahip olarak bu sürecin içindedir. Emekçiler için şeffaflık, Meclis tartışmalarını televizyon kanallarından izlemek anlamına gelir. Karar alma süreçlerine katılımı oy kullanmaktan ve iki seçim arasında ancak izleyici olarak kalmaktan ibarettir.
Devletin “medyadaki çoğulculuğu sağlama görevini anayasal bir yükümlülük olarak” üstlenmesi, ittifakın irili ufaklı partilerinin böyle bir katılım talebini karşılamaktadır. Dolayısıyla çoğulculuk, katılımcılık, şeffaflık gibi kavramlar; ittifakın hedeflerine varmasına siyasi olarak yardımcı olduğu egemen sınıfların dağarcığında sade yurttaşın algıladığından farklı çağrışımlara sahiptir. Güçlendirilmiş parlamenter sistem; sermeye birikimi, finansal imkânlar, devlet ihaleleri, bankacılık, pazar, ithalat ve ihracat kolaylıkları bakımından, temsilcileri iktidarda olan yandaş ve ayrıcalıklı sermayenin sahip olduğu imkânları kendisi için ve ama daha geniş/güçlendirilmiş olarak isteyen fraksiyonların hedefindeki genişlemiş hareket alanı olarak düşünmezsek, kavramlar yeterince mana yüklenemeyecektir.
Halkın karar alma ve yürütme süreçlerine aktif katılımını vekalete indirgeyen güçlendirilmiş parlamenter sistem, halkı eski yerinde tutmaktan başka bir şey yapmaz. Buna rağmen program ‘medyada kartelleşme ve tekelleşmeyi önleyeceğiz’ diye vaatte bulunmaktadır. Oysa kapitalist işletmeciliğin mantığı tekil insan ya da parti aklından başka türlü işlemektedir ve kapitalist (büyük harfle yazılan) “İşletme”nin tekelleşmesini tekellerin de ‘medyalanmasını’ durdurabilmek eşyanın tabiatı gereği, o kadar mümkün değildir. Bu her bir sermaye fraksiyonunun kendisi için talep ettiği bir konudur, ne basın mensuplarını ne de halkı ilgilendirir. Tekellerin birbirini ezen rekabetine karşı bir tür, siyasi garanti arayışı!
Koltukların çoğunluğuna sahip olması nedeniyle meclis üzerinde hegemonya kuran parti devleti tek adam rejimi ilan edildiğinden bu yana hiçbir denetime gelmiyor. Üyeleri atanarak oluşturulan bakanlıklar devletin mütevelli heyeti gibi duruyor. Böyle bir iktidar aparatı karşısında kurallı, öngörülebilir, yasaya uygun bir parlamenter sistem bugün için çekici gelebilir. Gelgelelim bu biçim sömürü sisteminin esasına dokunmadığı gibi, onu kılıfına uygun bir biçime sokmaktan başka bir anlama gelmez. Bu bakımdan Millet İttifakının programı doğrultusunda işleyen bir parlamenter sistemin kendi kendine demokratik olacağını beklemek bir hayal olur.
Mutabakat Metnindeki bazı demokratik referanslar; çoklu baronun reddi, yerel yönetimler için yetki desteği, KHK’ların kaldırılması, basın özgürlüğü ile ilgili ifadeler, dernekleşme (örgütlenme değil) hakkı vb. gibi bir dizi hak, zaten mücadeleler ile işlevsiz kalmış yasakların iptalinden ibarettir. Elbette altı parti içinde herhangi birinin ‘kırmızı nokta’larına değmediği ölçüde. İstanbul Sözleşmesi bu kritere uymadığı için, keza laiklik bahsi de aynı gerici partinin itirazı nedeniyle Mutabakat Metnine alınmamıştır. Aynı şey Kürtler ve Alevilerin kolektif hakları için de geçerlidir.
Kapitalizmin tarihi boyunca demokratik formlar, örgütlü işçi, emekçi mücadelelerine, dünya çapındaki sosyalizmin varlığına, kadın ve gençlik mücadelelerine ve diğer toplumsal hareketlere bağlı olarak gelişebildiler. Dolayısıyla parlamenter sistemin mevcut sınırlar içinde, yani egemen sınıfın, burjuvazinin demokrasisi anlamında, ne kadar demokratik olacağını belirleyen sınıflar arasındaki güç ilişkileri ve mücadelelerdir. 6’lı Masa’nın bütünüyle sermayenin koşullarını düzenlemeye adanmış Mutabakat Metni demokrasinin garantisi değildir. Her zaman olduğu gibi demokrasi işçi sınıfı ve halkın mücadelesine bağlı kalmaktadır. Bu yönlendirme metnin bütününden çıkar.
Yerel yönetimlere gelince; program yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden yanadır ve bunu ifade eder. Tek adam rejimindeki kayyım sistemi gibi ucube uygulamaların kaldırılacağını da vurgular. Bu rejim altında AKP’den seçilmiş belediye başkanlarının bulunduğu yerel yönetimler iktidarın her türlü imkanlarından yararlanmış, ama diğer yandan da bu kentler inşaat, turizm, madencilik, enerji, özelleştirilmiş beledi hizmetler vb. gibi kâr ve rant sağlayıcı kaynaklara sahip oldukları ölçüde iktidar ve bürokrasisini beslemiş, devlet asalağı bir sınıfı da zenginleştirmiştir. Buna karşın AKP’li yerel yöneticileri seçmeyen halk ve seçtikleri başka partiden yöneticiler devlet imkânlarından yararlandırmamak suretiyle cezalandırılmış, merkezi kaynakların dağıtımı bir şantaj konusu yapılabilmiştir.
Mutabakat Metni bu açık gerçekliğe karşı doğal olarak tepkiseldir. Tek adam rejimi dönemindeki bölüşüm sorununu çözmeyi üstlenirken, yerel yönetimleri de göz ardı etmez. Ancak örneğin “şehri, arsayı, toprağı rant unsuru olmaktan çıkaracağız” ifadesinin geçtiği kentleşme bahsinde, devlet imkanlarının yerel yönetimlere dağıtımının kriteri olarak kentin düzensiz göç alışı, üretim ve ihracattaki katkısının altı çizilir. Düzensiz göçe ne kadar maruz kaldığı bahsi bir yana bırakılırsa, kentler arasındaki eşitlik böyle sağlanamaz; sanayinin veya tarımsal üretimin toplandığı, turizme veya balıkçılığa yoğunlaşmış, ihraç malı olarak pazarda iş gören ya da görmeyen ürünlerin üretildiği çeşitli kentler arasında merkezi hazineden yapılan bölüşüm, kentin sattığı ve ürettiği mal miktarına göre değil, halkın ihtiyaçlarına, altyapı ve kentleşme gereklerine göre dağıtılmalıdır. Oysa mutabakatın kapitalist mantığı ‘katma değer’ peşindedir. Öyleyse rant baki kalacaktır. Nitekim “Yapısal yoğunluk oluşturarak bulunduğu bölgenin değerini düşüren inşaat faaliyetlerini az yoğunluklu bölge ve şehirlere değer katacak şekilde yeniden planlayacağız.” Burada kast edilen değer, cümle içinde kullanılış biçimine göre manevi, etik, tarihsel değerden çok, maddi değeri ifade eder. Bir başka cümlede şehrin ‘marka kimliğine katkı sağlayacak heykel ve anıtlar’dan bahsedilmektedir. Demek ki, kent bu programda ticari bir metadır yalnızca. Böyle görülmektedir. Ve bu da yeni bir şey değildir.
“İnsan odaklı ve ihtiyaca göre çözümler” ile marka değerinin bir arada bulunduğu eklektizm o kentin insan odaklı olamayacağını şimdiden garantiye alır. Kentsel yenilenme ve dönüşüm, halkın dahil olduğu tartışma ve oylama süreçlerini içermemektedir. Metindeki bilimsel, uzman, smart, dijital gibi teknolojist vurgularla aşırı altı çizilmiş ideale göre her meseleye baştan bir nesnellikle yaklaşılacağı ima edilmektedir. O kadar. Ancak bilimin markalaşmış kentler yaratmaya odaklanmış muhakemeye hizmet ettiği yerde, nesnellikten değil burjuva çıkarlarına uygun, halkın dışlandığı kentleşmeden bahsedilebilir.
Dış politika
6’lının dış politikayla ilgili vizyonu “devletin devamlılığı” esasını esas almıştır. Bununla birlikte Suriye’deki savaş ortamı ve atmosferinin hakim olduğu yıllar boyunca bölgedeki emperyal heveslerini, sahadaki iki emperyalist devlet arasında pazarlık mekiği dokuyarak elde etmeye çalışan AKP iktidarı döneminden daha soğukkanlı ifadeler vardır. Zira AKP’li yıllar boyunca Türkiye egemen sınıfları Ortadoğu’da haritaların değişeceğine, bölgede yeni egemenlik, nüfuz ve pazar alanlarının ortaya çıkacağına inanmış, bu furya sırasında kendi muhtemel kayıplarından ve gecikmelerinden korkmuş, muhtemel kazançları için de hızlanmışlardı. Bu siyasi cinnet halinin doğrudan karşılığı savaş kışkırtıcılığı ve silahlı çetelerin desteklenmesiydi. Sonuçları da ülke ve bölge halkları için ödenmesi ağır faturalar oldu. AKP iktidarı bu hırslarını kamuoyuna kâh terörizmle mücadele kâh beka ve güvenlik sorunu olarak sundu. Önümüzdeki program ise bu kadar ağır bir tehdit görmeyerek, uluslararası ilişkiler bakımından “yurtta sulh cihanda sulh” mottosuna sarılıyor. Yazıldığı dönemin konjonktürüne uygun olarak da gerilimsiz bir dil kullanıyor, komşularla dostluktan söz ediyor. Öte yandan ama, daha girişte NATO’ya bağlılığın, AB müzakerelerinin yeniden başlayacağının, Rusya ile iyi ilişkilerin sürdürüleceğinin vurgulandığı metin, AKP döneminde açılmış diğer başlıklar konusunda farklı bir iz sürmüyor. Doğu Akdeniz’deki enerji ve doğal gaz üzerindeki haklar vurgusu (Mavi Vatan), Ege Denizindeki egemenlik alanları konusundaki hassasiyet, komşularla dostluk ilişkisini eski şartlarına bağlamayı sürdürmektedir. “Türkiye ile Yunanistan arasında çözümlenmemiş sorunları diplomasi, diyalog ve sonuç odaklı müzakereler yoluyla, uluslararası hukuk ve hakkaniyete dayalı şekilde, Türkiye’nin ulusal çıkarlarından taviz vermeden çözeceğiz.” Ya da “Rusya Federasyonu ile ilişkileri eşitler arası bir anlayışla, kurumsal düzeyde dengeli ve yapıcı diyalog ile güçlendirerek sürdüreceğiz.” Bütün bunların bir arada olması ve bir emperyalist ülkeyle eşitler arası ilişkinin kurulması ne kadar kolaysa tabii!
Sonuç olarak
Millet İttifakının Mutabakat Metni/programı, öncelikle; siyasi iktidar ile toplumsal gelişme arasında genişleyen açının siyasi kurumlardaki restorasyon vasıtasıyla dengelenmesini amaçlıyor. İkincisi ve önemlisi, sermaye grupları arasında gerilime yol açan ve siyasi temsilcileri arasındaki söz dalaşında dışa vuran bölüşüm sorununun yine aynı yöntemle; devlet, kurumlar ve bunların halkla ilişkilerini düzenlemek suretiyle çözümüne odaklanıyor. AKP’li kadroların artık ayak bağı olduğu, başta teknoloji olmak üzere maddi üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engelleri, kurulamayan bölge nüfuzunun sebebi olan yönetim problemini çözmeye odaklanıyor. Ve bunların hepsi için kendisini daha liyakatli, becerikli, akıllı ve donanımlı görüyor.
Yeni nesil ‘sosyoloji’nin taleplerini yine, yeni nesil kavramlarla paketleyen vekâlet masası, egemen sınıf fraksiyonlarının ortak çıkarlarıyla halk beklentileri arasında inşa ettiği ara yüzde restorasyona aday olmakta. Kapitalizmin yönetimine 4.0 siyaset öneren 6’lı Masa, bu programıyla sermayenin hizmetinde olduğunu, yeni dönemin en becerikli, ‘diplomalı’ yöneticilerinin kendilerinden çıkacağını garanti etmiş oldu.
Bu fraksiyonlar masasının önerisinde; elinde avucunda sistemi yeniden üretmeye yarayacak hiçbir takviye vaat kalmamış olan ve bu yüzden iktidarını korumak için şiddet, baskı ve tehditten başka bir yol kullanmayan iktidarın giderek tırmandırdığı faşizmden elbette farklı yönleri var. Her iki sermaye bloğunun çelişkileri ve rekabetinden halkın çıkaracağı sonuçlar, içinde hareket edebileceği, soluklanabileceği, örgütlü müdahalelerini geliştirebileceği zeminleri mutlaka genişletecektir. Ancak son tahlilde her iki platformun nasıl bir sınıfsal dayanağa ve temsiliyete sahip olduğunu unutmamak gerekiyor.
[1] Ortak Politikalar Mutabakat Metni CHP’nin resmi sitesinden indirilebilir: https://chp.org.tr/yayin/ortak-politikalar-mutabakat-metni