Yusuf Akdağ

 

Deprem sonrasında televizyon kanallarından bazılarına ve muhalif devrimci gazetelerin sayfalarına yansıyan tepkiler, halk kitlelerinin Erdoğan yönetimiyle ilişkilerinde yaşanan sarsıntıları ve duyulan güvensizliği çarpıcı şekilde açığa vurdu. Aşağıdaki sözler bu tutumun ifadesiydi:

“Çadır yok çadır istiyoruz.”

“Isınmak istiyoruz, çocuklar soğuktan ölecek.”

“Karanlık, çok karanlık, korkuyoruz!”

“Salgın hastalık çıkacak, tuvalet yok, insanlar açığa gidiyor!”

“Vinç yok mu vinç, yakınlarım beton altında, seslerini duyuyorum.”

“Kızım elini uzattı tuttum, kurtaramadım, ölsem daha iyiydi!”

“Hani nerde o bakanlar, o reis?”

“İmar affı ilan edip bizi toplu tabutlara koyanlar gelsin de görsünler.”

“Sesler var, sesleri birbirini izliyor, bizi kurtarın diyor üç kişi.”

“Kalabalık ve kargaşa var, itiş-kakış koşturmaca halindeyiz ama alet yok alet!”

“Karanlıkta el yordamıyla ilerliyoruz, ilerliyor muyuz o da belli değil!”

“Tornavida ile beton kazıp annemi kurtarmaya çalışıyorum, bu devlet nerde?”

“Üçüncü günde dikildiler karşımıza, yeni gelmişlerdi”

“Pöh’ü, jöh’ü vardı da bunların, vinçleri, ekskavatörleri, beton kırıcıları yoktu!”

 

Deprem ve Ayrışan İki Başlıca Tutum

Büyük yıkıma yol açan deprem -genel olarak söylenirse- bireysel ve toplumsal reflekslerin sınıf karakteriyle bağlı farklı önceliklerini bir kez daha açığa çıkardı.

Halk kitlelerinin kendiliğinden veya kısmi örgütlü tutumuyla devlet iktidarı ve burjuva-kapitalist parti fraksiyonlarının politikaları arasındaki zıtlık üstü örtülemeyecek şekilde açığa çıktı. İleri işçi ve emekçilerin, devrimci ve sosyalist parti ve örgütlerin halk kitlelerinin yaşamı ve taleplerine öncelik veren tutumuyla sermaye grupları, burjuva partileri, devlet iktidarı ve olanaklarını elinde tutan Erdoğan yönetiminin öncelikleri bir kez daha keskin karşıtlık niteliğiyle ayrıştı.

İlki, sermaye cephesini bütün unsurlarıyla ‘tek çuval’a sığdırmaksızın söylenirse sermaye gruplarına ve burjuva partilerine ait olan; ikincisi halk kitlelerinin dolaysız ve örgütlü ileri kesimlerinin çabasını ifade eden bu iki tutumun, sınıfsal çıkarlar zemininde şekillenmesi kaçınılmazdı. Deprem sonrası süreçte yaşananlar bunun göstergesiydi.

 

Deprem ve Burjuva Kapitalist Çıkar Politikası

Yardım, kurtarma ve yaşatma fiillerinin deprem dolayımlı “insani” boyutlarının görece yanıltıcı işlevine rağmen, burjuva muhalefet partileriyle çeşitli sermaye grupları mevcut üretim sisteminin devamına halel getirmeyecek bir duyarlılıkla hareket ettiler. Bu partilerin yöneticileri, Erdoğan yönetiminin, deprem gibi doğa olaylarının yıkıcı etkisine karşı, beşeri-maddi kayıpları asgariye indirecek bilimsel-teknik önlemleri almaması ve deprem sonrasında da kurtarma ve yaşatma hedefli temel önemdeki sorumluluklarını yerine getirmemesine yönelik eleştiriyi yoğunlaştırdılar ve depremzedelere yardım için çeşitli kampanyalar düzenlediler. Kitlesel tepkilerin devlet karşıtı politik tutum düzeyinde şekillenmemesi için, eleştiriyi “tek adam yönetimi”nin politikaları sınırında tutmak tümü açısından geçerlilik gösteren başlıca önceliklerden biriydi.

Nihayetinde başlıca sorumlu konumda bulunan, devlet iktidarını elinde tutan güçtü.

Erdoğan iktidarının yıllar yılı deprem, su baskını, heyelan gibi doğa olaylarını hesaba katan bilimsel kriterlere aykırı şekilde, büyük yapı rantı sağlayan bir “kentleşme” -“yeniden inşa” politikası izlemesi, yüzbinlerce kaçak-ruhsatsız binaya “imar affı”yla oturulabilir-kullanılabilir raporu vererek on binlerce insanın yıkım altında can vermesine ve yüz binlercesinin yaralanmasına neden olması bu eleştiriyi haklı kılmaktaydı. Depremin yol açtığı yıkım burjuva muhalefet partileri tarafından 14 Mayıs 2023 seçimleri için sürdürülen propaganda kampanyasında iktidarın suçları kapsamında önemli başlıklarından biri olarak kullanıldı. Burjuva muhalefetin kitlelerden istediği, böylesi büyük yıkım ve kayıpların önlenmesi için kendilerinin işbaşına getirilmesiydi.

Depremin yol açacağı yıkımı azaltıcı önlemler almayarak on binlerce insanın ölümü, yüz binlercesinin yaralanması ve yüz binlercesinin göç yollarına düşmesine yol açan iktidar gücünün politikalarından görece farklılaşmasına rağmen, burjuvazinin sınıf içi bölünmelerinden güç alan bu tutum, halk kitlelerinin temel önemdeki barınma, yaşam ve çalışma koşullarının sözü edilebilir düzeyde iyileştirilmesini mümkün kılacak yaklaşımdan uzaktı.

Ancak burjuva kapitalist “cenah”ta başlıca sorumlu 21 yıllık iktidar politikalarıyla Erdoğan yönetimiydi. İzlediği ekonomi politikasıyla yaşanan büyük tahribat ve can-mal kaybının baş sorumlusu olan Erdoğan yönetimi, 1.derece deprem bölgesinde bulunan Türkiye’de, depremlerin öncelikle hangi kentlerde olacağı yıllar öncesinden bilinmesine, yerbilimci-jeofizik ve deprem uzmanları yıllardır ve neredeyse kesintisiz şekilde iktidarı önlem almaya çağırmalarına, 37 milyar dolar deprem vergisi toplanmış olmasına rağmen “modern kentleşme ve kentsel dönüşüm adına, yandaş sermaye gruplarıyla oligarşik iktidar gücü için rant olanaklarını genişleten, kapitalistler ve iktidar partisi/partileri için servet yığımı sağlayan projeleri uygulamaya koydu. Erdoğan, vergi ve oy desteği için fay hatları üzerine bina yapılmasına göz yumdu ve defalarca “imar affı” ilan etti. Halktan toplanan deprem paraları depreme dayanıklı yapılaşma için kullanılacağına yandaş sermaye gruplarıyla iktidar destekçisi tarikatlara aktarıldı veya polisiye saldırıları güçlendirme ve askeri operasyonlar için kullanıldı. Erdoğan’ın Maraş ve Antakya’da yüzbinlerce ruhsatsız yapıya af getirdiklerini ilan etmesinden bir süre sonra gerçekleşen deprem, iktidar tarafından yetkili kılınan “yapı denetim kurulları”nın “sağlam” raporu verdiği binaları ve lüks otelleri yerle bir etti ve resmi açıklamalara göre deprem 51 bin ölü, yüzbinlerce yaralı, yüzbinlerce evin yıkımı, yüzbinlerce insanın göç etmesi ve yeni büyük sorunlarla yüz yüze kalmasına neden oldu. Deprem bölgesinde yaşayanların büyük çoğunluğu sahip oldukları mülkleri yitirdi ve önemli bir kısmı tümüyle mülksüzleşti. Evi yıkılan, barınma olanağı kalmayanların büyük bir bölümü başka kentlere göç etmek zorunda kaldı.

Erdoğan yönetimi, halk karşıtı politikalarını deprem sonrası süreçte de sürdürdü: Burjuva iktidar kurumları “arama-kurtarma” çalışmalarına ancak üçüncü günde ve yetersiz araçlarla dahil oldular.[1] Devlet yönetiminin “kurtarma ve yardım” pratiğini belirleyen, oligarşik azınlığın ve kapitalist yandaşların çıkarlarıydı.[2] Holding patronları ise vergiden düşmek üzere yaptıkları yardımlarla firmalarının reklamını yapmanın yanı sıra yıkımdan rant devşirmenin yollarını aradılar.[3] Övünç kaynağı gösterilen inşaatçılığın yol, tünel, kanal, bina, hava meydanı türünden yapıları darmadağın olmuş, herhangi emekçi eylemine dair bir duyum karşısında dahi saldırıya geçen aygıtın aparatlarının bir kısmı “ilk yardım malzemesi”ni satmakla meşgul iken diğerleri “devlete eş koşanların hakkından gelme”yi önceleyen bir pratik içindeydi.[4]

Depremi asrın en büyük doğal felaketi olarak niteleyen Erdoğan, işçi ve emekçilerin ve devrimci siyasi parti ve örgütlerle çeşitli kitle örgütlerinin yardım çalışmasına engeller çıkarırken, izlenen politikanın ürünü toplu kıyımların yol açtığı tepkinin büyümesini önleme telaşıyla bir yandan din istismarcılığı ve terör söylemini yoğunlaştırdı, diğer yandan “hızlı yeni inşa projeleri” ve ekonomik-sosyal “iyileştirme” vaatleriyle tepkilerin kitlesel boyutlara varmasının önünü kesmeye yöneldi.[5] Barınma sorunuyla yüz yüze kalan yurttaşların çaresizliği istismar edildi ve yandaşlara yeni rant olanağı yaratma projeleri oluşturularak zemin dayanıklığı testleri yapılmaksızın yeni binaların inşasına başlandı.

“Yaraları sarıyoruz, her şey yoluna girecek” söylemiyle halka karşı işlenen suçlar örtülmeye çalışılırken, gelişebilecek tepkilerin bastırılması için olağanüstü hal ilan edilerek toplantı ve gösteriler yasaklandı.[6] Deprem bölgesindekilere yardım seferberliği ilan eden işçi ve emekçilere, kadın ve gençlere, devrimci demokrat ve sosyalist parti ve örgütlerin, yöre derneklerinin, TMMOB ve TTB gibi meslek ve sağlık örgütlerinin ve muhalif belediyelerin oluşturdukları yardım ekiplerine karşı polisiye tedbirler uygulamaya kondu. Yardım malzemesinin iletilmesine engeller çıkarıldı. Görüntü ve yayın yasaklarına başvuruldu. Yurttaşların tepkilerini yansıtan televizyon kanallarına ceza yağdırıldı. Tarikatların halk üzerindeki etkisini güçlendirici görevlendirmeler yapıldı.[7] Kızılay’ın kan ve çadır satma, AFAD’ın geç müdahale nedeniyle teşhir olması üzerine, tarikatların ve gerici örgütlerin elemanları, Kızılay ve AFAD gönüllüsü gömlekleri giydirilerek alana sürüldü. Çeşitli kuruluşlarca yapılan yardım malzemelerine AFAD tarafından el kondu. Muhalif partilerin, DİSK’e bağlı sendikaların, Bir Tek-Sen, Ekmek ve Gül, Dersim Yenigün Kadın Dayanışma Derneği, Mersin Mimoza Kadın Derneği’nin yardım çalışması engellendi. Pazarcık’ta cemevine kayyum atandı. Ekmek ve Gül’ün ‘Kız Kardeşlik Köprüsü’ adıyla yürüttüğü yardım çalışması da dahil olmak üzere gönüllü yardım ekiplerinin 38 gün sürdürdükleri yardım çalışması, “devlete eş koşulmaz” anlayışıyla ve “hemen bu alanlardan çıkın devlet geldi, AFAD dışında kimse yardım ve dağıtım yapamaz” denilerek polis-asker kuvvetleri zoruyla sonlandırıldı.

Harabeye dönüşen kent ve köylerin emekçileri devlet iktidarının “kurtarma ve yaşatma eyleminde sermayenin ekonomik-politik çıkarlarını öncelemesi gerçeğiyle daha çarpıcı şekilde yüz yüze geldiler. Devlet kurumları adına hareket edenler, kapitalistlerin çıkarlarını, paralarını, servetlerini, altın ve dolar birikimini kurtarmayı, sanayi-ticari tesis ve işletmeleri işler vaziyette tutmayı öncelikli iş edindiler; yoksulların imdat çığlıklarına ya “imkansızlık” gerekçesiyle kulak kapadılar ya da siyasal zor aracıyla susturmaya çalıştılar. Kâr için üretime dayanan kapitalist sistemde emekçilerin yaşamının ancak kâr getirmesi oranında önem gösterdiği böylece bir kez daha görüldü. Henüz on binlerce insan enkaz altındayken seçim kararı açıklandı ve seçim kampanyasında kullanılmak üzere depremin yol açtığı yıkımı yeni rant olanağına dönüştüren hızlı inşa projeleri birbiri ardına ilan edildi. Devlet gücü ve olanaklarına sırt dayayan tek adam yönetimi, bilimsel araştırmaları önemsiz gösteren bir tutumla alelacele kondurulacak inşaat “müjde”leriyle yıkımı ticarileştirmeye yöneldi. İki ila beş bin lira arasında değişen kira yardımıyla, çocuklara para dağıtılarak yıkımın açmaza düşürdüğü yüzbinlerce insanın dramı destek üretme taktiğine malzeme yapıldı.

Deprem, gerekli önlemleri almayan, kurtarma ve yardımda geciken Erdoğan yönetimine güvensizliği artırdı. Deprem vergisi olarak toplanan 37 milyar dolar kaynağın başka alanlarda kullanılması, Kızılay’ın çadır ve gıda maddelerini karşılıksız olarak depremden zarar görenlere dağıtmayıp parayla Ahbap topluluğuna satması, AFAD’ın yardım ve kurtarma çalışmalarında içine düştüğü açmaz, yıkımdaki insanları canlı olarak kurtarma çalışmasında tosbağa yürüyüşü yapan devlet iktidarının enkaz kaldırma ve yeniden imar için hemen işe koyulması, başlıca güvensizlik etkenleriydi.

 

Deprem ve Halk Seferberliği

İkinci tutum halk kitlelerinin, işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin, sosyalist ve devrimci demokrat partilerin, çeşitli kitle örgütlerinin pratiğinde ifadesini buldu. Hemen harekete geçip birbirlerinin yardımına koşanlar halktan insanlar; ilk andan itibaren seferber olanlar emekçi örgütleriyle aktif üyeleri oldu. Yıkımlardan sağ kurtulanlar, ellerindeki ilkel aletlerle yakınlarını enkazlardan çıkarmaya çalışırken birbirlerinin yardımına da koştular. İşçi sınıfı ve emekçilerin, kadın ve gençlik örgütlerinin mensupları ilk ve en yakın unsurlarıyla denebilir ki en erken zamanda harekete geçtiler. Bazı sendika şubelerinin, kadın ve gençlik dernekleriyle yöre derneklerinin oluşturduğu yardım ekiplerinin yanı sıra Adana, Antep, Mersin, Malatya, Dersim, İzmir, Ankara, Kocaeli, Bursa ve İstanbul gibi kentlerden bazı belediyelerin yardım ekipleri de bölgeye gitti.[8]

Zonguldak madencileri başta olmak üzere işçilerin bir kısmı, özellikle öncü-ileri işçiler yardım ve kurtarma ekipleri oluşturarak yola çıktılar. Deprem bölgesinde yaşayan ve çalışan işçilerin bir kısmı, patronların çalışmayı sürdürme istemini de protesto ederek yardım ve kurtarma ekiplerine katıldı. Öğrenci gençliğin devrimci siyasi parti ve örgütlerle ilişki içinde olanları başta olmak üzere bir kısmı yardım ekiplerinde yer aldı. Halkça dayanışma sonucu toplanan malzemelerin ihtiyaca göre dağıtımı, sağlık yardımı, psikolojik destek, çocukları yıkımın etkisinden uzaklaştırma amacıyla çocuk oyun alanları kurma vb. gibi etkinlikler gerçekleştirildi. Devletin yerel yöneticileriyle silahlı güçlerinin engellemelerine rağmen devrimci-sosyalist parti ve örgütler, sendika şubeleri, TTB ve TMMOB üyeleri, gençlik grupları, yöre derneklerinin mensupları yardım faaliyetini sürdürdüler. Bazı sendika ve dernekler tarafından depremzedelerin barınma, beslenme, hijyen, sağlık alanındaki ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kurulan çadırlarda 38 gün boyunca bu çalışma devam etti. Malatya, İskenderun, Antep-Nurdağı ve Antakya’da yürütülen “yaşam destek çalışmasında yer alan işçi sınıfı devrimcileri, çeşitli yaşlardan deprem mağduru emekçilerle yüz yüze geldiler. Kimileriyle kısa, kimileriyle nispeten daha uzun sürelerle bir arada oldular. Örgütlü müdahale ve hareketin, dağınık, oradan oraya koşuşturan ‘iş bilmez’ çabalara üstünlüğü yeniden görüldü.

Ülkede ve uluslararası alanda yaşanan bu dayanışmayla enkaz altından binlerce kişi canlı çıkarıldı ve kurtarılanlara ilk yardım gerçekleştirildi.

 

Yıkım ve Halkın Örgütlü Birliğinin Hayati Önemini

6-7 Şubat 2023 depremi ve sonrasındaki gelişmeler, özellikle de büyük yıkım karşısında yaşanan çok boyutlu açmazlar, örgütlü halkın gücü ve olanakları sorununu işçi ve emekçi kitlelerinin; işçi sendikaları, kadın ve gençlik örgütleriyle devrimci siyasal grup, örgüt ve partilerin önüne bir kez daha getirmiş oldu. Halk kitlelerinin bulundukları ve yaşadıkları alanlarda örgütlü birleşik güç halinde hareket etme gerekliliği, emekçilerin elbirliğiyle hareket etme mecburiyetleri, yıkıcı yer hareketlerinin dayattığı nesnel sonuçlar (barınaksızlık, yoksulluk, işsizlik, gıda ve giyim yoksunluğu, aydınlanma ve ısınma ihtiyacı vb.) aracıyla da yeniden ortaya kondu.

Halkın çeşitli kesimlerinin el yordamıyla ve işçi-emekçilerin ileri kesimlerinin az çok örgütlü şekilde yürüttüğü “kurtarma ve yardım” faaliyetinin sadece yıkımdan dolaysızca etkilenen kent, kasaba, belde ve köylerde bulunanlar açısından değil ülkenin diğer bölgelerinde yaşayanlar açısından da insani boyutuyla övgüye değer görülmesi, farkında olunsun olunmasın, örgütlü birlik ve hareketin güç ve önemini işaret eden bir gelişmeydi. Bir kez daha görüldü ki sömürülen sınıf ve baskı altında tutulan toplumsal kesimlerin egemen sınıf ve baskı aygıtına, sermaye kurumları ve burjuva politikasına karşı ekonomik sosyal ve politik talepleri için mücadeleyi daha etkin tarzda sürdürmeleri, örgütlü olmalarıyla doğrudan bağlıdır.[9]

6-7 Şubat depremlerinin yol açtığı yıkım karşısında harekete geçen işçi, kent-kır emekçisi, kadın ve genç, sendikacı ve aydınların bireysel ve örgütlü eylemi veri alındığında görülen; a) hemen ve durmaksızın mümkün güç ve olanaklarla yardıma koşma, b) birlikte ve organize ederek kurtarma ve yaşatma tutumuyla hareket etme, c) örgütlü (sendika, parti, dernek vb.) güç ve olanakları seferber etme tutumuydu. Bu tutumla harekete geçen sosyalistler ve devrimci demokratlar, kitlelerle sağlam ve yaygın bağlara sahip daha güçlü örgütlere ihtiyaç olduğu gerçeğiyle daha çarpıcı şekilde yüz yüze geldiler.

Deyiş yerinde ise sahada görülen ve hissedilen sadece bu da değildi: İşçi sınıfı ve emekçilerin kitlesel örgütlenmesinin geri düzeyi; bilinç ve örgütlenmesiyle bağlı pratik politik tutumundaki gerilik ve olası büyük çaplı doğasal ve toplumsal gelişmeler karşısındaki yetmezlikler de göz önündeydi. Karşı karşıya kalınan çözümsüzlüklerin daha güçlü ve yaygın devrimci halk örgütlenmelerinin varlığı durumunda ya yaşanmayacağı ya da daha düşük düzeyde yaşanacağı düşüncesi bir kez daha pratiğin sınavında kanıtlanmış oldu.

Ülkemiz işçi ve emekçilerinin çoğunluk kitlesiyle bilinç ve örgütlenme düzeyi oldukça düşüktür. On milyonlarca kadın-erkek emekçinin, milyonlarca ortaöğrenim ve üniversite gencinin içinde bulunulan maddi üretim ve yaşam koşullarının ağır sonuçlarıyla boğuşarak yaşama tutunmaya çalıştığı ülkemizde, emekçilerin ancak küçük bir yüzdesi sendikal ya da mesleki örgütlenmeler içinde yer alıyor.

Günümüz sendika konfederasyonlarıyla bağlı sendikaların çoğuna hakim olan sınıf işbirlikçisi politika nedeniyle işçi hareketi ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Milyonlarca işçi ve emekçi, sendikasız ve partisizdir. Büyük çoğunluk, burjuva partileri tarafından, talepleri istismar edilerek etki altına alınmıştır. Bürokrat sendika patronları, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını korumak, taleplerini elde etmek ve kapitalist sömürü ve baskının son bulması için mücadeleyi ilerletmek için sendikal örgütleri mücadele aracı olarak değil, mücadeleyi burjuvazinin kabul ettiği sınırlara çekmek için kullanmakta; işçilerin daha geniş kesimlerinin sendikalarda birleşmesi için çaba göstermemektedir. Sendikalaşmak isteyen işçilerin, kapitalistlerin yanı sıra işbirlikçi sendika patronlarının barikatlarıyla karşılaştıkları durumlar hiç de az değildir.

İşçilerin hem sendikal ve politik örgütlenmelerini güçlendirmeleri, hem de kendi sınıf örgütlerinin her düzeyde yöneticileri olmaları ve işbirlikçi sendika bürokratlarını yönetimden uzaklaştırmaları, dağınıklık ve zayıflığın aşılması ve sermayeye karşı daha etkili mücadele için en önemli koşullardan biridir.

Berbat çalışma koşullarında, asgari ücretin de altındaki bir ücretle 10-12 saat çalışan milyonlarca işçinin olduğu; azınlığı oluşturan kalifiye emek gücü dışındaki ücretli emekçilerin yoksulluk sınırı altında ve sosyal hakların büyük oranda kısıtlandığı ya da yok edildiği koşullarda çalıştığı; 17 milyon işçinin yalnızca %10 civarındaki kesiminin sendikal örgütlerde; çok çok daha düşük orandaki bir kesiminin de reformcusu-devrimcisiyle “sol siyaset”in farklı kümelenmeleri etrafında örgütlendikleri ülkemizde; örgütlenme sorunu baskı altındaki diğer kesimlere kıyasla en başta işçilerin örgütlenmesi sorunu olarak belirmektedir.

İşçi sınıfını tüm diğer toplumsal kesimlerden ayıran bir özelliği, kapitalizmin deyiş yerindeyse “can damarları”nı elinde tutmasıdır. Fabrika ve işyerlerinde üretimin durmasına yol açan bir grevin gösterip kanıtladığı da bu olgusal gerçekliktir.

İşçilerin üretim koşulları, işçi örgütlenmesinin nesnel olanaklarını da diğer emekçilere kıyasla daha belirgin biçimde oluşturur. Kapitalist üretim çünkü önceli diğer üretim sistemlerinden farklı olarak işçilerin işyerleri ve fabrikalarda bir araya gelmesini sağlayarak sınıfsal örgütlenmenin koşullarını da yaratır. Çalışma koşullarının ağırlığı ve çalışma zorunluluğu, işçiyi, kendisininki gibi koşullarda çalışan iş arkadaşlarıyla ortak hareket etmeye yöneltir. Fabrika-işyeri deneyimleri buradan filizlenir; grev, direniş ve alan mücadelesi pratikleriyle işyeri sınırlarını aşarak işkolu-sektör ve diğer sektörlerdeki işçilerin birikimine katkıda bulunur, onların deneyimleriyle birleşerek sınıfın kendi eylemlerinden genel sonuçlar çıkarmasında rol oynar. Nesnel toplumsal konumundan gelen gücünün farkına vardığında ve sermayeden bağımsız politik örgütlenmeye yöneldiğinde proletarya, diğer emekçileri de yanına alarak-çekerek burjuvaziye onun yuvarlanacağı cehennemin yolunu da göstermiş olacağından, burjuvazi bunun farkında olarak işçi sınıfının diğer emekçiler desteğindeki genel grev ve direnişlerinin ortaya çıkmasını engellemeye koyulur.

Örgütsüzlük ya da geri düzeyi tüm diğer emekçi kesimleriyle baskı altındaki toplumsal kesimler açısından da geçerlidir: Kır yoksulları dağınık ve örgütsüzdür. Cinsiyetçi baskı altında tutulan ve erkeklerle hak eşitsizliği toplumsal yaşamın hemen tüm alanlarında devam eden, siyasal İslamcı şoven ve gerici iktidar tarafından da daha geri konumlara itilen kadınlar, giderek artan kitlesel itirazlarına rağmen büyük kitlesiyle dağınık bireysel konumda ve gerici partilerin kuşatması altındadır. Gençliğin yüzde doksanından fazlası örgütsüzdür ve buna kıyasla oldukça azınlık bir kesim siyasal olarak örgütlüdür.

Sömürü ve baskı sistemine karşı mücadele platformunda yer alan bazı siyasi partiler, sendikalar, kadın dernekleri, çeşitli meslek örgütleriyle yöre dernekleri ve ortaöğrenim-üniversite öğrenci topluluklarının yanı sıra çeşitli üretici kooperatifleri, geniş anlamında halk kavramının içerdiği sınıf ve tabakaların farklılaşan talepler ve hedefleriyle bağlı olarak şekillenmiş örgütlenmelerden bazılarıdır. Mevcut örgütlerin mücadelenin gerekleri açısından taşıdıkları zaaflar bir yana, örgütlü azınlık kesim ile örgütsüz büyük yığın arasındaki mesafe hâlâ oldukça büyüktür.

Kapitalist sömürü savunusu zemininde şekillenen farklı türleriyle burjuva ideolojisi özellikle milliyetçi ve dini biçimleriyle emekçi kitlelerinin büyük çoğunluğuna hakim durumdadır.[10] Kürt sorununun çözümsüzlüğü, din-mezhep ayrımcılığı ve son yıllarda eklenen sığınmacılar sorunu, burjuvazi ve partileri tarafından da istismar edilerek kullanılmalarıyla işçi ve emekçilerin birleşik hareketi ve mücadelesini zayıflatıcı-bölücü işlev görmekte, gelişmesine barikat oluşturmaktadır. Diğer etkenlerle birlikte bu gerilik ve bu kuşatma, yaygın yakınmacı tutuma rağmen kitlesel kalkışmaların ortaya çıkmasını engelleyici işlev görmektedir.

Emekçi hareketi ve örgütlenmesinin bu durumu, aşılması gerekliliğinin de göstergesidir. Depremzedelerin acil ihtiyaçlarının karşılanması için girişilen halk seferberliği, sadece halkça dayanışmanın önemi ve gücünü değil örgütlü emekçilerin, burjuva engellerini de aşarak talepleri ve özgürlüğü için daha etkin bir tutumu ülke düzeyinde geliştirme olanak ve potansiyelini de işaret ediyor. Deprem sonrasında görülen halkça yardımlaşma seferberliği dayanışma duygularını güçlendirdi ve devrimci örgütlerden uzak durma eğilimini zayıflatıcı rol oynadı.[11] Deprem bölgesindeki emekçilerle devrimci sosyalist parti ve gençlik örgütü mensupları arasında “dar gün dostluğu”nun sağladığı duygu ortaklığı ve bir arada çalışma pratiği örgütlü olmanın önemini yöre emekçilerinin bir kısmı açısından da daha görünür hale getirdi.

İşçi ve emekçiler, gençlik ve emekçi kadınlar sendikalarda ve derneklerde, mahalle-semt birliklerinde, okul öğrenci derneklerinde kendi talepleri etrafında bir araya geldiklerinde ve diğer kesimlerin talepleriyle ortak noktaları aracıyla dayanışma ve yardımlaşma tutumuyla hareket ettiklerinde, doğa olaylarının neden olabileceği yıkımlar karşısında daha etkin ve koordineli müdahale olanaklı olacak; ekonomik-sosyal ve politik talepler için yürütülen mücadelenin başarı olanağı artacaktır. Kurulan ilişkilerin genişletilerek sürdürülmesi ve genç işçi ve emekçilerin örgütlü hareketin gücü ve olanaklarını daha net olarak görmelerinde yardımcı olacak bir çalışmanın sürekliliği, halk örgütlerinin oluşması ve yaygınlaşmasını da teşvik edecek, bu yönlü girişimlere cesaretlendirecektir.

İşçi-emekçi örgütlerinin yaşam ve çalışma alanlarında; fabrika, işyeri, okul, semt-mahalle birimlerinde yaygın varlığı, emekçilerin kitle direnci ve direnişine güç katacak, karşı karşıya kalınan zorlukların aşılması olanağını genişletecek; kent-kır emekçileri, mücadelede gereksinim duyacakları modern araçları; barınma, aydınlanma, ısınma ve ulaşım-iletişim olanaklarını elde etmek için egemen sınıf ve devlet iktidarına karşı daha büyük yaptırım gücüne sahip olabilecek; burjuvazinin denetlediği ve kapitalist çıkarlar için kullandığı olanaklar emekçilerin emrine ve hizmetine verildiğinde, bugün başa çıkılmaz gibi gösterilen zorluklar, üstesinden gelinir olacaktır.[12] Deprem dolayısıyla emekçilerin “karınca kararınca” gerçekleştirdiği dayanışma bunun nüve olarak henüz geri düzeyde ve burjuva diktatörlüğünün baskı güçlerince engellenmesi nedeniyle de yeterince verimli ve sonuç alıcı olamayan göstergesidir. Kaynakların halk için seferber edilmesi, yıkıcı etkenlerin minimum zararla atlatılmasını mümkün kılacak, emekçilerin sömürü yükünden kurtulmasının sağlayacağı geniş ve büyük olanakların kullanımı, kitlesel yoksunlukları ve yoksulluğun son bulmasına olanak sağlayacaktır. Kolektif yaşam ve çalışmanın örgütlendiği sosyalist ülkelerin pratiği, bunun olanaklı olduğunu gösterdi.

Kapitalist üretim tarzı ve kapitalist ilişkiler zemininde kaçınılmazlıkla ortaya çıkan sömüren ile sömürülenler (burjuvazi ile işçi sınıfı) arasındaki çelişki ve mücadele, deprem türü yıkıcı doğa olaylarının yaşandığı durumlarda da işlevli olmakta, sömürü ilişkileri benzer veya aynı sorunları yaşayan emekçilerin birliği için maddi zemin ve koşulları yaratmasına karşın, burjuvazinin nesnel ve öznel çeşitli etken ve araçlara başvurarak sürdürdüğü bölme ve etkisizleştirme faaliyeti işçi sınıfı ve emekçi mücadelesini zaafa uğratıp zayıf düşürme gücü gösterebilmektedir. Doğa olaylarının önlenemezliğini sonuçlarının önlenemezliğine genişletme kurnazlığıyla burjuva devlet yöneticileriyle rantçı din madrabazlarının yaşanan yıkımları “kader”le ilişkilendirerek ücretli kölelik zincirlerinden ve köreltici ideolojik bağlardan kurtulma mücadelesine karşı sürdürdükleri kampanya burjuvazinin egemen sınıf konumu ve tarihsel deneyiminden güç alıyor. 6 Şubat depremleri bu politika ve tutumu, yıkıcılığının korkunç sonuçlarıyla birlikte bir kez daha açık hale getirdi. Toplumun baskı altındaki farklı kesimlerinden milyonlarca kişinin katıldığı ve büyük kentlerin kenar semtleriyle taşra kentlerinde emekçi karakteri belirgin olan 2013 Büyük Haziran Direnişi’ne (Gezi Direnişi) karşı Erdoğan yönetiminin bitmek bilmez bir kinle sürdürdüğü karalama bir diğer örnektir.

Bu durum, toplumsal sorunların burjuvaca istismarına karşı ideolojik-politik pratik mücadelenin daha güçlü ve yaygın şekilde sürdürülmesi gerekliliğini işaret ediyor. Genel toplumsal duyarlılık etkeni olabilecek deprem gibi gelişmeler karşısında gösterilen kendiliğinden kitlesel hümanist refleksler ile sömürülen sınıf ve baskı altındaki emekçilerin talepleri için sermaye ve burjuva devlet iktidarına karşı mücadelesi farklı özellikler göstermesine karşın, örgütlenmiş emekçilerin her iki durumda da daha etkin olacağını gösterir yüzlerce örnek vardır.[13]

***

Devrimin sömürülen ve ezilen kitlelerin eseri olarak gerçekleşebileceği yönündeki devrimci belgi, emekçilerin örgütlü birliği ve mücadelesini veri alır ve bunun için işçi sınıfı başta olmak üzere sömürülen ve baskı altında tutulan tüm emekçilerin yaygın-güçlü örgütlerde birleşmesi gerekliliğine de işaret eder. Burjuva ideolojinin kitleler üzerindeki etkisinin kırılması için kent ve kırın emekçileriyle zulme tabi tutulan toplum kesimleri içinde sürdürülen siyasal teşhir ve devrimci propagandanın daha etkin tarzda sürdürülmesi bunun öncelikli gerekleri arasındadır.

Deprem ve sonrasındaki gelişmeler sadece emekçilerin güçlü mücadele örgütlerinden yoksunlukları nedeniyle karşı karşıya kaldıkları yetmezliklere değil, öncü örgütün ani veya muhtemel gelişmelere emekçilerin yaşamı, talepleri ve çıkarlarını gözeten bir tutumla müdahale etme yeteneğine de ayna tuttu! Birlikte çalışmanın becerilerin akılcı kolektif kullanımını olanaklı kıldığı; kitle içindeki devrimci çalışmanın öğrenme ve öğretme, eğitim görme ve eğitme gibi ikili özellik gösterdiği, emekçilerin potansiyel yetilerinin açığa çıkmasını teşvik ve birlikte çalışma isteğini güçlendirici çaba gösteren örgütlü devrimcilerin, örgütlü olmanın gücü, olanakları ve önemini de tutumlarıyla ortaya koymuş oldukları bu nispeten kısa süreçte, pratiğin sınavından bir kez daha geçerek yeniden kanıtlanmış oldu. İskenderun, Malatya ve Narlı’da kurulan yardım “kampüsleri”nde biraraya gelen devrimci sosyalist parti ve gençlik mensuplarıyla kadın-erkek, genç-yaşlı yerel emekçilerin bu süre içindeki yakınlığı ve birlikte çalışmaları, örgütlü birliğin önemini işaret etmesinin yanı sıra, genişletilerek güçlendirilmesi ihtiyacını da çarpıcı şekilde açığa çıkardı. Fabrika-işyeri koşulları birlikte hareketin ve örgütlenmenin olanaklılığı açısından özgünlük göstermekle birlikte semtlerde, okullarda, belediyelerde, sağlık ve eğitim kurumlarında etkinliğini kesintisizce sürdürebilir daha güçlü ve daha yaygın halk örgütlerinin varlığına ihtiyaç vardır. Proleterler ve kent-kır yoksulları, sermaye ve gericilik karşıtı birliklerini geliştirdikleri oranda taleplerini elde etme güçleri artacak, tekelci kesimi başta olmak üzere kapitalistlere ve devlet iktidarına karşı daha ileri mevzilerden mücadele olanakları genişleyecektir.[14]

[1] Yardımların geç ulaştığı Hatay Samandağ’da çiftçiler seralarda ekili ürünlerini sökerek barınma yerine çevirdiler. “Çadır gelmedi” diyor Ali Dönmez ve “gidecek yerimiz olmadığı için seradaki biberi söktük. Çocuklar ve gelinlerle 50 kişi serada kalmaya başladık. Annem astım hastası, babam hem koah hem astım hastası, bir diyaliz hastamız bir de epilepsi hastamız var. Şu an ilaca ve tedaviye ulaşamıyoruz diyerek içinde bulundukları zor durumu açıklamaya çalışıyor. Babası Süleyman Dönmez ise “Evimiz ağır hasarlı. Eve gitsek orada öleceğiz, serada kalsak serada öleceğiz. Koah hastasıyım. Seradaki hava ve tarım ilacı hastalığımı tetikliyor. Nerede ölelim bilmiyorum” diyordu. (https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/50-kisilik-aile-bir-serada-kaliyor-peki-ben-nerede-oleyim-2062242)

[2] Deprem sonrasında tüm çabalarına rağmen kurtarma ekiplerinin zamanında gelmemesi nedeniyle kızını yitiren sanatçı Orhan Aydın, “‘Vinç vinç’ diye bağırmama rağmen yolda bekleyen vinçler gelmedi. Bu durumu fırsata çeviren kansızlardan pazarlık yaparak vinç kiraladık. Kızımın cesedine ulaştıktan sonra asıl devlet o zaman sorun oldu bana. O saatte başladı devleti arayışım. Defin kâğıdı almak için kızımın cenazesini aracımla 4,5 saat taşıdım” dedi. (https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/sanatci-orhan-aydin-yasadiklarini-cumhuriyet-tvye-anlatti-devlet-orada-yoktu-2061782)

[3] Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) temsilcileri, devletin deprem bölgesini yatırım ve teşvikle “teknoloji üssü haline getirme”sini istediler. (https://www.hurriyet.com.tr/dunya/yatirim-ve-tesvikle-deprem-bolgesini-teknoloji-ussu-yapabiliriz-42236982) Kocaeli Sanayi Odası Başkanı Ayhan Zeytinoğlu, “Çalışan nüfusu buraya (deprem bölgesi dışına) getirmememiz lazım. Sizlerden ricam deprem bölgesinden gelenleri işe almayın” dedi. (https://www.cagdaskocaeli.com.tr/haber/14026631/zeytinoglu-deprem-bolgesindeki-calisan-nufus-orada-kalmali)

[4] Burjuva devlet iktidarının, sermaye kârı ve rant ekonomisinin yağmacı çeteleriyle birlikte sürdürdüğü ekonomi politikanın depremin yarattığı yıkımın müthiş boyutlarda olmasına yol açtığı temel gerçeklerden biridir. Bunun ve devlet kurumlarının yıkım karşısındaki caniyane politikası üzerine çok şey söylenmiştir. Gerekli önlemleri almayan, depremin yarattığı yıkım karşısında hemen harekete geçmeyen, güç ve olanaklarını zamanında seferber etmeyen yönetim politikasının bu makalede konu edilmemesinin nedeni budur.

[5] Türkiye’nin 6 Şubat sınamasından alnının akıyla çıktığını ileri sürerek “Afetler aynı zamanda milletlerin birliğini, beraberliğini, kardeşliğini, dayanışmasını, kabiliyetini, dirayetini test ettiği sınamalardır. Hamdolsun Türkiye 6 Şubat depremlerinin sınamasından alnının akıyla çıkmıştır.Güçlü bir devletin kıvançta ve tasada ortaklaşabilen bir milletin önemi böyle dönemlerde daha iyi anlaşılıyor” diyen Erdoğan, oligarşik bir azınlığın merkezi ve yerel bürokratik mali-ticari ekonomik sultasını ülke düzeyinde gerçekleştirerek bir yağma ve rant düzenini de organize etmenin kıvancıyla konuşuyor: “Biz kalıcı konutların yapılması için hemen kolları sıvadık. Yer tespiti yapılan, zemin ve etüt çalışmaları biten yerlerde süratle temelleri atıp işe başladık. Orta hasırlıların da dahil edilmesiyle yaklaşık 650 bin konut ihtiyacımızın olduğunu gördük. Acil ihtiyaç olan 244 bin konutun ve 75 bin köy evinin inşasını 1 yıl içerisinde bitirecek bir planlamayla yolumuza devam ediyoruz.” (https://www.arti49.com/erdogan-turkiye-depremlerden-alninin-akiyla-cikmistir-2376819h.htm)

[6] Ancak korktuğu tepki patlamaları gerçekleşmedi ve yaygınca süren yakınmalara rağmen Samandağ’da gerçekleşen bir iki protesto eylemi dışında büyük eylemlere dönüşmedi. Yaşama tutunmaya çalışan emekçilerin sadece emekçiden emekçiye değil devlet kurumlarının yardımına da ihtiyaçları vardı. Şoven faşist partilerin sözcülerinin “yerli-göçmen” ayrımı üzerinden sığınmacılara yönelik düşmanca politikaları doğrultusunda giriştikleri provokasyonların destek görmemesi, emekçilerin tutumu açısından bir diğer önemli gösterge oldu.

[7] Kızılay’la işbirliği içerisinde olan Menzil tarikatına mensup Beşir Derneği adına başkanı Fatih Sarıyar yurttaşların eğer ölmek istemiyorlarsa “tövbe etmeleri gerektiği”ni söyledi. (https://penceretv.com/guncel/skandal-tarikatci-dernekten-depremzedelere-olmeden-once-tovbe-edin-248949h)

[8] Deprem bölgesine kurtarma ve yaşatma eylemine katılmak için hemen ya da daha sonra gidenlerin arasında çok çeşitli toplum kesimlerinden ‘vicdanlı insan’ların olması, böylesi durumlarda genel olarak karşılaşılan bir davranıştır. Çeşitli burjuva partilerinin oluşturdukları ekipler de bölgeye gittiler ve olanaklarının bir kısmını kitle ilişkilerini canlı tutmak amaçlı olarak harekete geçirdiler.

[9] Örgütlenme sorunu, ilkel insanın yaşamı için doğa güçlerine karşı birlikte hareket etme ihtiyacı saklı tutularak söylenirse, sınıflar arası mücadelenin varlığıyla bağlı olarak tarihsel-süreçsel özellik gösterir. Örgütlenmiş güç birliği sömürülen sınıf ve baskı altındaki toplum kesimleri açısından daha iyi bir yaşam, çalışan halk için daha iyi çalışma koşulları, tüm ezilenler için özgürleşme ve kurtuluş hedefli mücadelenin başarısı için koşulların başlıcasıdır. Kuşkusuz kendiliğinden güçlü kitlesel eylemler de kimi özgün koşullarda karşıt devrimci güçleri etkisiz kılarak başarı sağlayabilirler. Ancak devrimci sınıf örgütleri kendiliğinden patlamaların ortaya çıkması beklentisiyle hareket edemezler. Devrimci bir örgüt, kendiliğinden eylemlerin mücadele ve örgütlenme açısından taşıdığı potansiyeli göz önünde tutarak ve bu potansiyeli var olan örgütlerin güçlendirilmesi yönünde değerlendirir. Örgütlü mücadele, tek tek her başkaldırının, her grev, direniş ve protestonun zaferini garanti etmese de dağınık, bireysel veya küçük grup eylemlerine kıyasla daha etkili ve ilerletici işleve sahiptir. İşçiler bunu yaşamları pahasına deneyimlemiş ve bu deneyimlerin sonuçlarından biri olarak sendikal örgütler ortaya çıkmıştır.

[10] Burjuvazinin, kapitalizm öncesi toplumsal sistemlerden artakalanları da devralarak sürdürdüğü gerici geleneklerin etkisine karşı emekçilerin mücadele geleneklerinin de etken özelliği vardır. Fransa’da halkın ve onun gençliğinin geçmişte yaşanan devrimci ayaklanmaları unutmaksızın mücadele geleneğini sürdürmeleri, mücadelenin yükseldiği hemen her durumda hareketin diğer ülkelere kıyasla hızla gelişmesinin etkenleri arasındadır. Sendika bürokrasisinin hakim konumuna karşın işçi-emekçilerin mücadele geleneğinin bu ülkede diğer ülkelere kıyasla nispeten daha ileriden sürüyor olması, engellere rağmen mücadelenin kitlesel boyutta sürdürülmesini olanaklı kılıyor.

[11] Emek Partisi, deprem bölgesindeki bazı kent, kasaba ve köylerde yoğunlaşan yardım faaliyeti yürüttü. Partili ve çevresindeki ileri işçi, emekçi, genç ve kadın devrimciler belde, köy ve kentlerin emekçileriyle güvene dayalı ilişkiler kurdular ve ülke içinden ve yurtdışından sağlanan yardımların depremzede emekçilere doğrudan iletilmesini sağlamaya çalıştılar. Benzer bir çalışma diğer bazı devrimci örgütler tarafından da yürütüldü.

[12] Deprem, sel, savaş ve karşı saldırı vb. “felaketlere” karşı hazırlık, bireysel hazırlığın sınırlarını aşan önlemlerin alınmasını gerektirir. Deprem gibi yıkıcı doğa olaylarına karşı önlemler için kent yapılaşması beşeri yaşamın gereklerine uygun şekilde gerçekleştirilmeli, depreme dayanıklı barınaklar inşa edilmelidir. Devlet yönetimi ve yerel yönetim organları, depremin yıkıcı etkilerinin azaltılması için gerekli önlemleri almalı, yardım ve kurtarma ekip ve ekipmanlarının tüm deprem bölgelerinde hazır tutulmasını sağlamalıdır. Devlet yönetimini bu önlemleri almaya zorlamak için halk kitlelerinin birleşik örgütlü baskısına ihtiyaç vardır.

[13] Sosyal ekonomik veya başka türden sorunların yol açabileceği kendiliğinden başkaldırılar sonucu sermaye hükümetleri ve devlet yönetimlerinin tavize zorlanması ve hatta belirli siyasal değişimlerin yaşanması mümkün olmakla birlikte, sınıf mücadelesinde emekçiler yararına nispeten kalıcı sonuçların ortaya çıkması, genel bir kural olarak örgütlü kitlelerin mücadelesiyle bağlıdır.

[14] Burjuvazinin ve Erdoğan iktidarının ülkeyi yönetme olanaklarının depremin yarattığı büyük sarsıntılar nedeniyle ortadan kalktığı yönündeki subjektif değerlendirmelerin eleştirisi bu makalede konu dışıdır.