Seyfi Selçuk

 

Türkiye yeni bir seçim sathı mailine girmiş bulunuyor. Fakat bu seçimin öncellerine göre ayırt edici özelliği “tek partili sistem”den “çok partili sistem”e geçiş yapılan 1946 seçimleri sonrası Cumhuriyet döneminin en kritik seçimi olması. Öyle ki, ortaya çıkacak sonuca bağlı olarak, ya 2018 yılında devreye giren “tek adam yönetimi” ceberut, antidemokratik gerici bir burjuva diktatörlüğünden adım adım ilerlediği “faşist diktatörlük”e dönüşmek üzere çok önemli bir merhaleyi daha geride bırakmış olacaktır; ya da tersi. Yani, “tek adam yönetimi”nin tasfiye edilmesi için bir kapı aralanacak, burjuva çerçevede kalsa da “demokratikleşme”ye belli ölçüde alan açılacaktır. Ülkenin geleceğinin doğrudan etkileneceği böyle bir denklemden hiç kuşkusuz en fazla etkilenecek kesimlerin başında “demokrasi”ye en fazla ihtiyaç duyan işçi sınıfı gelmektedir.

2008 dünya ekonomik krizinden itibaren işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürü daha da artmış; “tek adam yönetimi”ne geçiş, 2018 yılında patlak veren ekonomik kriz ve pandemi koşulları bunu katmerlendirmiştir. Artan hayat pahalılığı, reel alım gücünün düşmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması, derinleşen yoksullaşma işçiler ve emekçiler için katlanılamaz boyuta ulaşmıştır.

Bu yüzden gerek yaşanan bu süreç ve gerekse 20 yıllık bir iktidar olmanın beraberinde getirdiği yıpranmışlık göz önüne alındığında, işçi sınıfından bu kez AKP ve Erdoğan’a (Cumhur ittifakına) önceki seçimlerdeki düzeyde oy gelmeyeceği öngörülebilir. Fakat bunun ne boyutta olacağı henüz muammadır. Çünkü bilinç ve örgütlenme düzeyi dikkate alındığında görünen odur ki, işçiler arasında –yaşanan sürecin kendiliğinden “getirdikleri”nin ötesine geçerek– AKP, Erdoğan ve “Cumhur ittifakı”nın sınıf temelini görebilecek ölçekte bir bilinç (sınıf bilinci) henüz yeterince oluşmuş değil.

2002 seçiminden başlayarak emekçilerin AKP ve Erdoğan’ın büyük oy devşirdiği başlıca kitle olduğu bilinmektedir. Seçim sonucu işçi sınıfını etkilediği kadar işçi ve emekçilerin aldığı tutum da seçim sonucunu etkilemektedir; hem de belirleyici düzeyde. Bu yüzden bu ölçüde kritik bir seçimde işçilerin alacağı tutum hayati bir önem kazanmıştır.

 

AKP’nin kuruluşu ve sınıfsal konumlanışı

AKP 2001 ekonomik krizi sonucu siyasal sistemin merkez partilerinin çöküşü üzerine uluslararası mali sermaye ve işbirlikçi tekelci burjuvazi eliyle “iktidar bloku” olarak örgütlenmiş bir siyasal odaktır. Kitle dayanağı kır ve kentin küçük burjuvazisi ve orta burjuvazi (Anadolu kaplanları/KOBİ’ler) olmasına karşın, ilk andan itibaren tekelci burjuvazinin çıkarlarını esas alan bir parti olmuştur. Gerçek buyken AKP tüm toplum kesimlerini kucaklayan bir parti olduğunu ileri sürmüş; fakat bunu diğer düzen partileriyle kıyaslandığında çok daha “ikna edici” biçimde söylemiştir.

Bununla birlikte bir siyasal partinin –en başta temsilcisi olduğu sınıf olmak üzere– toplumsal sınıf ve tabakalarla olan ilişkisi en özlü ifadesini demagojik söylemlerde değil, “parti programı”nda bulur. Kongre, konferans belgeleri, seçim bildirgeleri gibi temel materyaller de bu konuda önemli ip uçları sunar.

Bu çerçevede modern burjuva kapitalist toplumu oluşturan iki ana sınıf (burjuvazi ve proletarya) açısından AKP programına baktığımızda tablo özetle şudur: Onlarca bölüm, yüzlerce madde içinde işçilerin çıkarına olan tek somut madde “Örgütlenme özgürlüğünün önü açılacak, sendikalaşma teşvik edilecek, kamu görevlilerinin grevli ve toplu sözleşmeli sendikal haklar ve özgürlüklere kavuşturulması için gereken mevzuat değişiklikleri gerçekleştirilecektir” maddesidir. Programda bir de “İşsizliği azaltmak, hayat pahalılığını önlemek ve gelir dağılımında adaleti sağlamak”tan söz eden bir madde var. Fakat aynı bölümde yer alan “İş güvencesi, işçi ve işverenleri mağdur etmeyecek şekilde hayata geçirilecek ve işsizlik sigortası uygulaması geliştirilecektir” cümlesi, gerçekte bu maddenin patronların çıkarlarını perdelemek için geliştirilen bir formülasyon olduğunu gösteriyor.

Sermaye ve burjuvaziye gelince, program tamamen onlar içindir:

Özelleştirmeyi daha rasyonel bir ekonomik yapının oluşması için önemli bir araç olarak görür.

Teşebbüs özgürlüğünü gerçekleştirerek, özel teşebbüse hamle yaptıracak siyasi, bürokratik ve anlayış değişimini sağlamak.

İşgücü maliyetini azaltıcı ve istihdamı teşvik edici yasal düzenlemeler hızla tamamlanacaktır.

Özel sektörün üretim ve rekabet gücünün artırılması için istihdam maliyetlerini azaltacaktır.

Tüm kurum ve kurallarıyla işleyen piyasa ekonomisinden yanadır.

Devletin ilke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğini benimser.

Ekonomi politikalarının belirlenmesine ve uygulanmasına, başta ticaret ve sanayi odaları olmak üzere, ekonomiyle ilgili tüm sivil toplum kuruluşlarının katılımlarını sağlayacaktır.

Bunlar, “AKP Programı”ndan seçtiğimiz bazı maddeler. Yoksa finans sisteminden vergi sistemine, ihale yasasından tarımsal alanda yapılacak düzenlemelere, yabancı sermayeye sağlanacak kolaylıklardan sermayeye sağlanacak teşviklere varana dek mevcut sistemin sermayenin çıkarlarına yönelik olarak yeniden yapılandırılması programın ruhunu ve özünü oluşturuyor. Kısaca ifade etmek gerekirse, AKP baştan sona “rafine bir sermaye programı”nı ilke edinerek ortaya çıkmış bir partidir.

Peki, bu program dışında AKP emekçi yığınların karşısına çıkıp oylarına talip olduğu Kasım 2002 seçimlerinde işçi ve emekçilere ne söylemiş, ne vaat etmiştir? AKP’nin 2002 “Seçim Bildirgesi”nde de işçi ve emekçiler için demagojik düzeyde olsun vaat olarak somut bir şey bulmak mümkün değil. Somut vaatler tümüyle sermayeye yöneliktir. Bunların başında özelleştirmeleri ve “esnek çalışma”nın yasal altyapısını süratle gerçekleştirmek kararlılığı var. Tıpkı parti programında olduğu gibi, sermayenin çıkarlarıyla talepleri, bildirgenin her paragrafına sinmiştir.

 

İktidardaki AKP

AKP, antidemokratik seçim sisteminin de yardımıyla %34,3 oranında oy almasına rağmen mecliste %66 oranında bir temsiliyeti ele geçirerek iktidar oldu. Ve mecliste sağladığı bu çoğunluğa dayanarak hızla programını hayata geçirmeye yöneldi. AKP’nin amacı ülkeyi sermaye için dikensiz bir gül bahçesine çevirmekti. Kabul etmek gerekir ki, gelinen yerde bunu önemli oranda başardı. Bunun sonucunda bugün işçi sınıfı mutlak anlamda bir yoksullaşmanın pençesine düşmüş bulunmaktadır. Çalışma koşulları son derece ağırlaşmıştır. İşçiler örgütsüzlük ve güvencesizliğin hüküm sürdüğü bir çalışma düzeninin içine itilmiştir.

AKP döneminde İş Kanunu, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu gibi işçileri ilgilendiren İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku’nun temel kanunları tamamen değiştirilmiştir. Bu değişikliklerin ortak özelliği, sermayenin ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler olmalarıdır.

 

4857 Sayılı İş Kanunu

2002 yılının Kasım ayında iktidara geldikten sonra AKP’nin çıkardığı temel yasalardan bir “İş Kanunu” oldu. İş Kanunu, çalışma düzenine ilişkin bir kurallar bütünüdür ve sınıf mücadelesinde işçilerin haklarının asgari sınırlarını belirlemesi bakımından önemlidir. 10.06.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu, yaklaşık otuz yıl yürürlükte kalan 1475 Sayılı İş Kanunu –kıdem tazminatına ilişkin 14. maddesi hariç– yürürlükten kaldırmıştır. O dönemde başta Türk-İş bürokrasisi başta olmak üzere sendika bürokratları “Kıdem tazminatı kırmızı çizgimiz, dokundurtmayız” diyerek yalancı pehlivan peşrevi çeke dursun, yeni kanun esnek çalışmayı yasal zemine kavuşturarak, patronlara emeği ihtiyaçlarına uygun zaman ve sürelerde sömürme imkanı tanıyarak, mevcut çalışma düzeninin altına bombayı çoktan koymuştu. Kısacası, “değirmeni sel götürürken” sendikal bürokrasi “görüntüyü kurtarma” peşindeydi.

Kanunla gelen esnek çalışma düzenlemelerinin başlıcaları şöyledir:

Taşeron düzenlemesi (Alt İşveren – Asıl İşveren): Yasada yapılan değişiklikle asıl işveren-alt işveren (taşeronluk) ilişkisi yeniden tanımlanmıştır. Böylece asıl işin dahi taşerona devrinin önü açılmıştır. Ayrıca kamu kurumlarının özel yasalarında bulunması halinde, asıl iş taşerona devredilebilmektedir. AKP döneminde tüm kamu kurumlarının kuruluş kanunlarında değişiklik yapılarak, asıl işin alt işverene devredilmesinin önünü açan yasal düzenlemeler getirilmiştir. Patronlar, işçileri kağıt üzerinde alt işverenlerde göstererek, hem sendikal örgütlenmeyi engellemek hem de çalışan sayısına bağlı yükümlülüklerinden kurtulmak imkanı bulmuştur.

Geçici iş ilişkisi: Buna göre bir patron, “yazılı rızasını almak” (!) suretiyle bir işçiyi; yapmakta olduğu işe benzer işlerde çalıştırılması koşuluyla başka bir patrona geçici olarak devredebilmektedir. Ayrıca yasada 2016 yılında yapılan yeni bir değişiklikle, özel istihdam bürolarının geçici iş ilişkisinde aracılık yapması sağlanmış, kiralık işçilik yasal olarak mümkün kılınmıştır. Böylelikle, herhangi bir işyerinde çalışan işçilerin bir bölümü o patronun işçisi dahi olmamaktadır. Özel istihdam bürolarının işçilerle yaptıkları sözleşmeler belirli süreli sayılmakta, işçinin kıdem/ihbar tazminatı talep hakkı ve işe iade davası açma hakkı bulunmamaktadır. Bu işçiler işyerinde örgütlü sendikaya da üye olamamaktadır. Kısacası tam bir köle pazarı yaratılmıştır.

Belirli Süreli İş Sözleşmesi: Belirli süreli sözleşme istisnai nitelikte olması gerekirken, yasada yapılan değişiklikle belirli süreli sözleşme birçok halde mümkün kılınmıştır. Belirli süreli iş sözleşmeleri, iş ilişkisinin sona ermesi halinde işçiyi güvencesiz bırakır. Sözleşmenin sona ereceği tarih saptanmış olduğundan ihbar tazminatına hak kazanılmadığı gibi, sürenin bitiminde kendiliğinden sona erme söz konusu olduğundan kıdem tazminatına da istisnai durumlar hariç hak kazanılamaz. Ayrıca, iş güvencesine ilişkin hükümler de bu sözleşme türü ile çalışanlara uygulanmaz. Yani patronlara, açıkça “istediğin gibi al, çalıştır, çıkar” denmiştir. Bu yüzden, Belirli Süreli İş Sözleşmesinin çalışma düzeninde giderek yaygınlaşması şaşırtıcı değildir.

Çağrı üzerine çalışma (kısmi süreli iş sözleşmesi): Yasadaki diğer bir esneklik düzenlemesi, çağrı üzerine çalışmadır. İşçiye dört gün önce haber veren patron işçiyi ihtiyaç duyduğu süre kadar çalıştırıp sonra tekrar evine gönderebilir. İşçi her an işe hazır beklemek zorundadır.

Fazla Çalışma (mesai): Fazla çalışma, en yaygın uygulama alanı bulan bir esnek çalışma düzenlemesidir. Günde ara dinlenme süreleri hariç 11 saat ve yılda 270 saatlik fazla çalışma sınırlaması fiilen uygulanmamaktadır. Fazla çalışma, patronlara, ücretleri düşük tutma, daha az işçi istihdam ederek istediği düzeyde üretim yapma, bir başka ifadeyle işgücü ihtiyacı arttığında bu ihtiyacı yeni işçiyle değil fazla çalışmayla gerçekleştirme imkanı sağlar.

2022 yılı Mayıs’ında üç Metal fabrikasında ücret bordrolarını baz alarak yaptığımız bir çalışmada ortaya şöyle bir tablo çıkmıştır: Aylık 225 saat normal mesai, 70 saat fazla mesai. 18,5 TL normal saat başı ücret, 27 TL mesai ücreti. Bu durumda işçinin eline geçen aylık toplam para: 6140 TL. Bunun üzerine vergi + SGK maliyetleri eklendiğinde, işçinin patrona maliyeti 9150 TL’yi buluyor. Ayrıca günlük 25 TL (Aylık 650 TL) yemek, 750 TL servis, 6 ayda bir verilen ayakkabı 120 TL (Aylık 20 TL), 6 ayda bir verilen iş elbisesi 120 TL (Aylık 20 TL) eklendiğinde, bir işçinin patrona maliyeti 10.590 TL’ye yükseliyor. Yıllık izini de maliyet olarak koyunca, bir işçinin patrona aylık maliyeti toplamda 10.728 TL oluyor. Bir ayı mesaiyle çözünce ise, toplam 27 x 8 saat x 26 (iş günü)= 5616 TL tutuyor. Yani patron işçi almayıp, mesaiyle çözdüğü her ay için işçi başı 10.728-5.616= 5112 TL kâr elde ediyor. Bu imkan sunulduktan sonra hangi patron yeni işçi istihdam eder?

Öte yandan, “OECD tarafından hazırlanan ‘asıl işlerinde haftada 60 saat ve üzerinde çalışanların oranı’ listesinde (..) Türkiye yüzde 23,3 ile birinci sırada yer alıyor. Bu kategorideki OECD ortalaması ise yüzde 5,6 olarak belirlenmiş.[1] Buna göre kaba taslak bir hesaplamayla ülkemizde 5 milyon civarında işçi fazla mesai yapmaktadır. Haftalık 60 saati aşan mesai yaptırmak yerine 2 milyon civarında kişi istihdam edilebilir. Haftalık çalışma süresinin 45’ten 35 saate düşürülmesiyle bu sayı çok daha büyük olacaktır.

Yalnızca bu veriler bile, sermaye ve hükümetin istihdamı üzerine kestiği ahkamın ne kadar sahte olduğunu göstermektedir.

Denkleştirme: Yasada yer alan denkleştirme düzenlemesiyle haftalık en fazla 45 saat olan çalışma süresinin haftanın çalışılan günlerine 11 saati aşmamak koşulu ile dağıtılabileceği öngörülmektedir. Ancak denkleştirmede günlük çalışma süresi 11 saati aşamazken, haftalık çalışma süresi 45 saati aşabilmektedir. 2 hafta haftada 60 saat çalıştırılan işçi, şayet iş azlığı sebebiyle sonraki 2 hafta 30’ar saat çalışırsa, önceki iki hafta 60 saat çalıştığı için hak ettiği 30 saatlik fazla mesai ücreti bu eksiği kapatmak (!) üzere patron tarafından mahsup edilmekte, fazla çalışılan haftalardaki bu çalışmalar fazla çalışma sayılmadığı için fazla çalışma (fazla mesai) ücreti ödenmesi de söz konusu olmamaktadır. Bu, kusuru olmayan işçinin cezalandırılmasıdır.

İş güvencesi kağıt üzerinde: Yasada işçi lehine getirildiği düşünülebilecek tek düzenleme, iş güvencesi hükümleridir. Ancak iş güvencesi kağıt üzerindedir ve yasa lafzi olarak dahi iş güvencesi sağlamaktan uzaktır. İşten atılan işçinin işe iade davası açma hakkı vardır. Ancak işçi davayı kazansa dahi patron onu işe başlatmak zorunda değildir. 4-8 aylık ücreti tutarında tazminat ödeyerek işçiyi işe almama hakkına sahiptir. Hem fiilen işe almama hakkı hem de 6 aylık kıdem şartı, belirli süreli sözleşme ile çalışanların işe iade davası açma hakkı bulunmaması ve 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde yasanın bu hükümlerinin uygulanmaması, pratikte güvencesiz çalışma anlamına gelmektedir.

 

Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu

Çalışma yaşamında kolektif hakların düzenlendiği 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu adı ile tek yasa altında birleştirildi. 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 7 Kasım 2012 tarihinde yürürlüğe girdi.

Yasa ile birden çok sendikaya üyelik, noter şartının kaldırılması ve üyeliğin e-devlet üzerinden yapılması gibi yönleriyle propaganda edilen yasanın 10. yılında sendikalaşma oranı (TÜİK’in verdiği rakamla) yüzde 14 düzeyinde kalmıştır. Gerçek oran, %9’dur. Toplu iş sözleşmesinden yararlanma oranı ise, yüzde 10’un altındadır.

İşkolları: Yasa ile 28 olan işkolu sayısı 20’ye düşürülmüştür. Ancak yardımcı işlerden olan veya “teknolojik nedenlerle” alt işverence üstlenilen işlerde alt işverenler aynı binada, aynı bölümde de olsa farklı bir işyeri sayılmaktadır. İşkolları da farklı işkoluna girdiğinden, bu yasaya göre işyeri bütünlüğü temelinde güçlü bir tek sendika çatısı altında sendikal örgütlenme mümkün olmamaktadır. Bu, aynı zamanda grevleri fiilen etkisizleştiren bir uygulamadır.

Toplu iş sözleşmesi ve yetki: Yeni yasa ile toplu iş sözleşmesi yetkisi için aranan işkolu barajı yüzde 1’e indirilmiştir. İşyeri barajı ise aynen korunmuştur. İşyeri için yarıdan fazla işçinin üyeliği şartı aranırken, işletmelerde ise baraj %40’ının üyeliği olarak belirlenmiştir. En çok üyesi olan sendika yetki alacaktır. Ancak sendikaların üye sayısının eşit olması durumunda her iki sendikaya da yetkisizlik verilecektir!

Yeni yasaya göre, gerekçeli veya gerekçesiz olarak yetki tespitine itiraz TİS sürecini durdurmaktadır. Yetki tespitine itiraz halinde Toplu İş Sözleşmesi bağıtlayabilmek hukuki yollarla imkansız hale getirilmiştir. Fiilen örgütlenip yetki almak ve itiraz/dava sürecini aşarak TİS sürecini başlatmak meşakkatli ve 5-10 yıla uzayan bir süreçte mümkün olduğundan, bu kadar uzun bir sürede işyerinde sendikalı işçi kalmamaktadır. Kısacası, bu maddede yapılan değişiklik fiilen sendikasızlaştırmaya zemin hazırlarken, sendikal bürokrasinin “satış sözleşmeleri”ne imza atmalarına “güçlü bir gerekçe” sağlamaktadır.

Grev oylaması ve grev: Yapılan değişiklikle grev oylamasına sendika üyesi olmayan, hatta TİS’le kapsam dışında bırakılan işçiler de katılabilmekte ve grev oylaması talep edebilmektedir. Bu durum patronlar tarafından tehdit olarak kullanılmaktadır. Grev ilanının yapıldığı tarihte işyerinde çalışan işçilerden oylamaya katılanların salt çoğunluğunun hayır oyu kullanması halinde grev yasal olarak uygulanamamaktadır.

Değişiklikle devreye giren bir unsur da grev başlamadan önce üretilen ürünlerin satılabileceği ve işyeri dışına çıkarılabileceğine ilişkin düzenlemedir. Bu açıkça grev kırıcılığın önünü açmaktadır. Cumhurbaşkanına tanınan “grev erteleme yetkisi” genişletilmiştir. Adı erteleme olan, fiilde ise yasaklama anlamına gelen bu düzenleme AKP döneminde sık sık uygulanmıştır. AKP’nin 20 yıllık iktidarında 20 grev yasaklanmıştır. Öyle ki, Erdoğan “Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız” diyerek kendisinin, partisinin ve hükümetinin kimin yanında durduğunu net biçimde ortaya koymuştur.[2]

 

6331 SAYILI İŞ SAĞLIĞI İŞ VE GÜVENLİĞİ KANUNU

İşçi sağlığı ve iş güvenliği hükümlerine birer maliyet kalemi olarak bakma anlayışı AKP döneminin egemen anlayışıdır. 6331 sayılı İş Sağlığı İş Güvenliği Yasası 20.06.2012 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Yasa, 1475 sayılı İş Yasası ve bu yasaya bağlı olarak çıkartılan “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü”nde benimsenen “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği” kavramı yerine “İş Sağlığı ve İş Güvenliği” kavramını tercih etmiştir. Böylece konunun öznesi olan “işçi” ve sorunun sınıfsal özü gizlenmiştir. Kanun, adından da anlaşılacağı gibi, işçinin değil işin ve işyerinin güvenliğini öncelemiştir.

İş güvenliğini denetleme görevi özel kuruluşlara ve ortak sağlık ve güvenlik birimlerine devredilmiş, iş güvenliği uzmanlarının ücretlerinin de denetledikleri patronlarca ödenmesi gibi absürd bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu düzenlemeler sonrası iş cinayetleri azalmak bir yana sürekli artmıştır. İSİG verilerine göre, 2002-2022 (10. ayı itibariyle) arasında 30.224 işçi iş cinayetine kurban gitmiştir. 2002 yılında 146 olan iş cinayeti sayısı 2021 yılında 2170 çıkmıştır. Bu rakamlar AKP, Erdoğan ve “tek adam yönetimi”nin çalışma koşullarını ne hale getirmiş olduklarını net biçimde ortaya koymaktadır.

 

5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu

AKP döneminde çıkartılan temel kanunlardan biri de 5510 sayılı kanundur. Bu kanunla 1999 yılında önemli oranda budanmış olan kazanılmış haklar daha da budanmıştır.

Emekli aylıklarının temel belirlenme kriterlerinden olan aylık bağlama oranları yüzde 28’e kadar düşürüldü. Bu oran 2000-2008 arası en az yüzde 43, 2000 öncesi ise en az yüzde 60’tı. Prim gün sayısı 5 bini geçtiğinde ise, sırasıyla yüzde 65 ve yüzde 76’ya kadar çıkıyordu. Günümüzde emekli maaşları asgari ücretin yarısı düzeyine geriledi.

Emeklilik yaşı AKP öncesi kadınlarda 58, erkeklerde 60’a çıkartılmışken, 2008 düzenlemesiyle kademeli olarak 65’e yükseltildi. Emeklilik için gerekli prim gün sayısıysa 9000’e çıkartıldı. Yine bu yasa ile kamusal sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı kısıtlanırken, SGK’nın ilaç ve tedavi katkı payı düşürüldü.

 

BES

2016 yılında çıkartılan bir yasa ile 2017 yılından itibaren zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi uygulaması başlatıldı. BES teşvik edildi ve zorunlu BES uygulamasıyla işçilerin gelirinin bir bölümüne sermaye aktarılmak için fon oluşturmak üzere el kondu.

 

Zorunlu arabuluculuk

2017 yılında çıkartılan yasa ile 1 Ocak 2018’den itibaren iş davalarında zorunlu arabuluculuk uygulaması getirildi. Arabuluculuk eşitler arasında olumlu sonuçlar doğurabilir, ancak kapitalizm koşullarında işçi ve patronun eşit iki taraf olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İşçi zayıftır, temel haklarını bile tek başına iken fiilen kullanamaz. Bu nedenle örgütlenir, sendika kurar ve birleşerek güçlenebilir. Zorunlu arabuluculuk, işçileri yasal hakkından azına razı etme ve hak arama, dava açma süreçlerinin önüne yeni bir engel çıkarma işlevi gördü, görüyor.

Yapılan yasal düzenlemeler bunlarla sınırlı değil. Ancak bu kadarı AKP, Erdoğan ve “tek adam yönetimi”nin işçi sınıfının haklarını geri götürmek için ne kadar çok çalıştığını görmek için yeterlidir. İşçilerin iş güvenliği ve iş güvencesinden mahrum olarak çalışmaya zorlanmaları sonucu iş cinayetleri 20 kat artarken, hak arama yolları da (sendikal örgütlenme hakkı, sınırsız grev ve genel grev hakkı) büyük ölçüde tıkanmıştır. Çalışma düzeninin AKP ve Erdoğan eliyle “Orman kanunları”nın geçerli hale getirildiği bu ortamda işçi sınıfı ekonomik (ücret) ve sosyal (haklar ve yaşam koşulları) olarak da bir büyük yıkımın içine itilmiştir.

 

Adım adım “mutlak olarak yoksullaşma” süreci

Bilindiği gibi, AKP ve Erdoğan “3Y”, “yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar” karşıtlığı sloganını bayrak edinerek, yığınların karşısına çıktı. Gelinen yerde ise 3Y ile özdeşleşmiş bir siyasi mihrak haline gelmiş bulunmaktadır. Fakat AKP ve Erdoğan iktidarının kuruluşunda içkin olan bu özü, AKP’nin tekelci sermayenin partisi olduğunu uzun bir süre işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri görememiştir. Bunun başlıca nedenlerinden biri emekçi kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliğiyken; bir diğer neden çok daha baskın olmuştur. İktidara geldiğinde emperyalistler ve uluslararası finans grupları likidite bolluğu yaşıyor; mali sermaye deyim yerindeyse “akacağı alanlar” arıyordu. Bu “sıcak para” bolluğunda sözüm ona “ucuz maliyet”le bol bol borçlanan AKP hükümeti, içeride “düşük faiz”le kredi musluklarını sonuna kadar açtı. 2001 ekonomik krizinin yükleri, İMF ve DB’nin mutemet adamı Kemal Derviş’in nezaretinde “güçlü ekonomiye geçiş programı” adıyla devreye sokulan uygulamalarla işçi sınıfı ve emekçi halkın sırtına yıkılmış, ekonomi zaten yeni bir canlanma sürecine girmişti.

AKP ve Erdoğan “sıcak para” akışının da sağladığı destekle “ekonomiyi çöküntüden kurtarma” payesini kullanma olanağı bulmuş ve bu demagoji yığınlar nezdinde büyük ölçüde alıcı bulmuştur. Bu sürecin işçi ve emekçiler üzerindeki etkileri de olumlu yönde olmuştur. Ücretler belli düzeyde iyileşmiş, alım gücü artmış, işçiler düşük faizle borçlanarak ev, araba alma imkanı bulmuştur. Bu “lale devri”nin sürgit devamı mümkün değildi. “El eliyle aşık atma”nın nihayetinde bir sonu olacaktı ve 2008 dünya ekonomik krizi kaçınılmaz olan bu sonun başlangıcı oldu. Şemsiye terse döndü. Sıcak para akışı yavaşlarken dış borçlanmanın maliyeti arttı. O andan itibaren “kıt hale gelen kaynak”lar, bir politik tercih olarak, AKP ve Erdoğan tarafından tümüyle sermayeye akıtılmaya başlandı. İşçi sınıfı üzerindeki artı-değer sömürüsü daha da yoğunlaştırıldı, çalışma koşulları ağırlaştı, baskılar arttı. Özellikle “tek adam yönetimine” geçişle birlikte bu durum zirve yaptı. Bu süreci anlamak bakımından tekelci sermayenin rafine sözcülerinden Mahfi Eğilmez’in belirttiği şu hususa bakmakta yarar var:

piyasa sisteminde dört alt piyasa vardır: Mal piyasası, emek piyasası, borç verilebilir fonlar piyasası ve döviz piyasası. Mal piyasasında dengeyi fiyat, emek piyasasında dengeyi ücret, borç verilebilir fonlar piyasasında dengeyi faiz ve döviz piyasasında dengeyi yerli parayla yabancı paralar arasındaki kur denilen eşitlik kurar. Bu dört denge kurucunun her biri önemlidir, ne kadar çok müdahale edilirse ekonomik denge o kadar bozulur.[3]

Eğilmez burjuva iktisat sınırları içinde doğru, fakat eksik söylüyor. Eksik bıraktığı yan şudur: “bu dört denge kurucunun” bir ya da birkaçına müdahale edildiğinde “var olan denge” kimin aleyhine, kimin lehine bozulmuş olacaktır? Emeğin mi, sermayenin mi? Gelgelelim, her vesileyle yemin billah serbest piyasaya olan bağlılığını dile getiren AKP ve Erdoğan’a bu soruyu sormaya gerek var mıdır? Her şey ortadadır!

 

Patronların cirosu yıldan yıla arttı

Sanayide ciro artış oranları yıldan yıla arttı. 2013’te yüzde 20,2 ve 2014’te yüzde 10,7 olan yıllık sanayi ciro artışı; 2017’de yüzde 33,7; 2018’de yüzde 8; 2019’da yüzde 20.4; 2020’de yüzde 40; 2021’de yüzde 96,4; 2022 Kasım’ında yüzde 104.2 oldu. 2014 Ocak’ında 71.5 birim, 2018 Ocak’ında 157.6 birim olan ciro endeksi, 2022 Kasım’ında 991.1 birime kadar yükseldi. Bu, ciro endeksinin 2018 Ocak ayından bugüne kadar yüzde 528 arttığını, sömürünün ise katlandığını ortaya koyuyor.[4]

Ciro endeksi böylesine artarken, 2018 yılından 2021’e kadar şirketlerin emek maliyetini gösteren “personel giderleri” ise sadece yüzde 74 arttı. TÜİK verilerine göre, Türkiye’de ücretli çalışan 13 milyondan fazla işçinin patronlara “maliyeti”, –finans ve sigorta faaliyetleri hariç– 2018’de 584.5 milyar lirayken, 2022’de işçilik maliyeti 1.2 trilyon lira oldu.

 

İşçiler her yıl ucuzlayan bir ‘maliyet unsuru’

TÜİK’in her yıl yayımladığı ve son olarak 2021’e ilişkin verileri içeren Sanayi ve Hizmet İstatistikleri, cirolar ve ücretleri kıyaslayarak, artan sömürünün boyutlarını daha net görmemize olanak tanıyor. TÜİK tarafından yayımlanan resmi verilere göre, 2021 yılında –finans ve sigorta faaliyetleri hariç– şirketlerin personel (yani işçilik) maliyeti 1 trilyon 2 milyar TL oldu. İşçilerin eliyle gerçekleşen “üretim değeri” ise, 9 trilyon 85 milyar trilyon TL’yi buldu. Hizmet, üretim ve ticarette 100 birimlik değer üreten işçilere, sadece 11,3 birim ücret ya da maaş olarak döndü. Diğer bir deyişle, tüm sektörlerde şirketlerin ekonomik faaliyeti içinde emek giderleri yalnızca yüzde 11,3. Bu genel oran, eğitimde (yüzde 51), sağlıkta (yüzde 26), idari işlerde (yüzde 33), sosyal hizmetlerde (yüzde 26) artıyor. İstihdamın düşük olduğu bu sektörler genel orandan sıyrıldığında, milyonlarca işçinin çalıştığı imalat sektöründeki sömürünün boyutu daha çıplak görünüyor.

 

Sömürü imalatta daha yoğun

Örneğin, imalat sektöründe düşük, orta ya da yüksek teknoloji ile üretim yapan bir şirket bünyesinde çalışan işçi, üretim değerinin sadece yüzde 7,18’i kadar pay alıyor.[5]

İmalat sanayinde ciro ve işçilik maliyetini detaylandıralım.

Türkiye’nin en büyük patronları olan Koç, Sabancı ve uluslararası tekeller yüksek teknoloji ile üretim yapıyor. TÜİK’e göre, Türkiye’deki 444 bin 101 fabrika ve işletmenin yalnızca 2 bin 892’si yüksek teknoloji kullanıyor. 48 bin 361 fabrika orta-yüksek, 119 bin 981 fabrika orta-düşük, 272 bin 867 fabrika ise düşük teknoloji ile işçi çalıştırıyor.

Bu fabrikalarda üretim yapan toplam ücretli işçi sayısı ise 4 milyon 390 bin 515. Yüksek teknoloji ile üretim yapan fabrikalarda 118 bin, orta-yüksek teknoloji ile üretim yapan fabrikalarda 860 bin, orta-düşük teknoloji ile üretim yapan fabrikalarda 1 milyon 193 bin, düşük teknoloji ile üretim yapan fabrikalarda 2 milyon 218 bin işçi çalışıyor.

Bu fabrikaların toplam cirosu ise 5 trilyon 118 milyar lira. Yüksek teknoloji ile üretim yapan patronların toplam cirosu 151 milyar 472 milyon lira. Orta-yüksek teknolojili şirketlerin cirosu 1.3 trilyon lira, orta-düşük ve düşük teknolojili şirketlerin cirosu 1.8 trilyon lira.

Basit bir hesapla, yüksek teknolojili imalat sektöründe çalışan bir işçinin patronuna 2021 yılında 1 milyon 280 bin 347 lira kazandırdığı görülüyor. Bu rakamlar işçilerin devasa bir sömürü altında yaşam sürdüğünü göstermeye yetse de, bununla yetinmeyelim. Türkiye’nin en büyük patronu Koç Holding ve Amerikan otomotiv tekeli Ford’un ortak yatırımı olan Türkiye fabrikalarındaki durumu irdeleyelim. Yüksek teknoloji ile üretim yapan Ford’un 2021’in tamamında cirosu 2020’ye göre yüzde 44 artarak, 71.1 milyar lira oldu. 13 bin 724 işçisi bulunan Ford’da işçi başına ciro 5 milyon 180 bin 778 lira! Yüksek teknoloji ile üretim yapan ortalama bir patronun işçi başına yarattığı cironun tam 4 katı!

Küçük bir adım daha atarak, Ford’un maliyetini cirodan çıkaralım ve net kâra ulaşalım. Ford’un 2021’de işçi başına net kârı 641 bin lira. Aynı Ford’un 2020’de işçi başı net kârı 328 bin lira, 2019’da 174 bin lira, 2018’de ise 150 bin liraydı. Yani 2018 yılından 2021 yılına dek, Ford, işçi başına kârını yüzde 327 artırdı. 2018’de işçi başına 100 birim kazanan Ford, sadece 3 yıl sonra, 427 birim kazanır hale geldi. Bu kazanç, TÜİK’in bu dönem için hesapladığı üretici enflasyonunun yaklaşık yüzde 110 üzerinde.[6]

Arçelik, Renault, Toyota, Mercedes, Tofaş vb. gibi en büyük tekellerin tümü, Ford gibi, TÜİK’in ortalamayı yansıtan ciro verilerini katlıyor.

 

Resmi veriler de işçiliğin her yıl ucuzladığını ortaya koyuyor

Aşağıdaki iki tablo, Türkiye’de tüm patronlarla özel olarak imalat sanayi patronlarının ciroları içindeki emek maliyetini gösteriyor. Patronların emek maliyeti, ciro artışı karşısında, 5 yılda yüzde 23,75 oranında azaldı.

 

Tablo 1. TÜİK verilerine göre patronların ciro içindeki emek maliyet oranı

Yıl Oran
2017 %8,0
2018 %7,5
2019 %7,8
2020 %6,9
2021 %6,1

 

İmalat sanayinde ciro içindeki işçilik maliyeti, 2017 yılından 2021’e kadar yüzde 24,17 geriledi.

 

Tablo 2. Genel imalat sanayinde ciro içindeki emek maliyet oranı

Yıl Oran
2017 %9,1
2018 %8,4
2019 %8,9
2020 %8,2
2021 %6,9

 

2018’de yüksek teknolojili bir fabrikada elde edilen cironun yüzde 14’ü emek maliyetlerine ayrılırken, 2021’de ciroya göre emek maliyet oranı yüzde 12,6’ya geriledi. Yüksek teknoloji ile üretim yapan şirketler bu dönemde cirolarını yüzde 137 artırarak 63,7 milyar liradan 151,4 milyar liraya çıkardı. İşçilere ödenen pay ise yüzde 10 azaldı. Böylece düşen emek maliyeti, işçileri gerçek yoksulluğa iterken, patronlara daha fazla kâr getirdi.

 

Tablo 3. Yüksek teknoloji ile üretim yapan şirketlerde ciro ve emek maliyeti

Yıl Toplam Ciro Emek maliyetinin ciro içindeki payı
2018 63 milyar 747 milyon TL %14,0
2019 85 milyar 578 milyon TL %13,9
2020 103 milyar 300 milyon TL %13,8
2021 151 milyar 472 milyon TL %12,6

 

Genel ücretler geriledi

Sosyal Güvenlik Kurumunun açıkladığı Türkiye’de brüt ücret ortalaması, dolar bazında, 2017’den 2022’ye dek 798 dolardan 554 dolara geriledi.

Diğer yandan vergiler de ücretleri eritti. 2017 yılında Türkiye’de net ortalama ücret 2083 liraydı. Bu ortalama net ücret 588 dolara tekabül ediyordu.[7]

2022 yılında ortalama net ücret 5 bin 907 lira oldu. Ortalama net ücretin dolar karşılığı, 372 dolara geriledi. Asgari ücretin dolar bazında karşılığı ise 2017’de 467 dolarken, 2022’de 300 dolara kadar geriledi. 2023’te yapılan zamla asgari ücret 456 dolara yükseldi; ancak bu, 2017 yılının dahi altında. Doların 5 yılda enflasyon dolayısıyla yaşadığı değer kaybı da dikkate alındığında, erime görünenden daha fazla.

2017 yılında ortalama brüt ücret 2914 lirayken, net ortalama ücret Ocak’ta 2083 lira; Aralık’ta 1959 lira oldu. Yılın ilk 5 ayında ayda 371 lira vergi ödeyen işçi, kalan aylarda aylık olarak 495 lira vergi ödedi.

Türkiye’nin en büyük patronları ile Türkiye metal sanayinde örgütlü sendikaların imzaladığı MESS grup toplu iş sözleşmesinin uygulandığı işyerlerinde çalışan işçinin ortalama ücreti, asgari ücret karşısında sürekli geriledi. 2010 yılında metal işçisinin ortalama saat ücreti 6,19 lirayken, asgari ücret 729 liraydı. Yani metal işçisi asgari ücretten yüzde 91 fazla ücret alıyordu. 2020 yılında asgari ücret 2 bin 943 lirayken, ortalama saat ücreti 15,72 lira oldu ve asgari ücretin ancak yüzde 20 fazlasına geriledi.[8]

 

Patronlar 2023 ile birlikte daha az vergi ödeyecek

Şirketlerin ödediği vergileri düzenleyen kurumlar vergisi kanununa göre, kurumlar vergisi oranı yüzde 20. Ancak yapılan geçici düzenlemelerle bu oran 2018, 2019 ve 2020’de yüzde 22, 2021’de yüzde 25 olarak belirlendi. Oran 2022’de yüzde 23’e çıkarıldı. 2022 yılında devasa kârlar elde eden şirketler, 2023’ten itibaren tekrar yüzde 20 kurumlar vergisi ödeyecek.[9]

Ancak bazı düzenlemeler nedeniyle kimi patronlar bu oranda dahi vergi ödemeyecek.

2009 yılından itibaren yürürlükte olan teşvik belgeli yatırımlarla en az yüzde 20 oranında halka arz edilen ve Borsa İstanbul’da ilk kez işlem görecek kurumlar beş yıl süreyle yüzde 2 daha az vergi ödeyecek.

22 Ocak 2022’de yapılan yasal düzenleme, sanayi patronlarıyla ihracatçıya da daha düşük vergi verme imkanı tanıdı. İmalatçı ve ihracatçının üretim ile ihracattan elde ettikleri kazançlara yüzde 1 ek vergi indirimi uygulanacak.

Tüm bunların yanında yatırım fonlarından elde edilen kâr paylarında kurumlar vergisi istisnası sağlanacak, KKM’de mevduat tutan şirketlere de ek vergi istisnaları sağlanacak.

Ek olarak, AKP tarafından meclise getirilen ve kamuya olan borçların yapılandırılmasını içeren kanun teklifi Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi. Bununla, patronların yaklaşık 2-3 trilyon liralık vergi borcunun silinmesi öngörülüyor. Yani devlet, kanunla patronlardan alacağını taahhüt ettiği vergi gelirinin bir kısmını tek kalemde siliyor.

 

Emeğin milli gelirden aldığı pay eridi

2017-2022 yılları arasında emeğin GSYH’den (milli gelir) aldığı pay sürekli olarak düştü. 2016 yılında işçilere ödenen ücretler toplamını gösteren işgücü ödemeleri, milli gelirin yüzde 31,99’unu oluşturuyordu. Şirketlerin elde ettiği gelir ise, milli gelirin yüzde 41,87’si kadardı.

Emeğin milli gelirden aldığı pay 2017’de yüzde 30,22, 2018’de yüzde 30,04, 2019’da yüzde 31,37, 2020’de 29,4, 2021’de 27,04, 2022’de yüzde 25,4 oldu. Buna göre, emeğin milli gelirden aldığı pay, 5 yılda yüzde 30,22’den yüzde 25,4’e kadar geriledi.

Patronların aldığı pay ise arttı. Patronların milli gelirden aldığı payı gösteren net işletme artığı, 2017’de yüzde 44,24, 2018’de yüzde 44,35, 2019’da yüzde 42,68, 2020’de 43,84, 2021’de 47,01, 2022’de yüzde 54 oldu. Patronların milli gelirden aldığı pay, 5 yılda yaklaşık 10 puan kadar arttı.[10]

Böylece 2017’de ülkede elde edilen her 100 liralık gelirin 32 lirası işçilerin cebine girerken, bu, 2022’de 25 liraya kadar düştü. Aynı dönemde patronların 100 liralık gelirden aldığı pay 44,2 liradan 54 liraya kadar çıktı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında emeğin milli gelirden aldığı pay %51 idi. 20 yıl içinde işçilerin payının yarısı AKP ve Erdoğan eliyle iç edildi!

Görüldüğü gibi, AKP hükümetleri, Erdoğan ve “tek adam yönetimi” 20 yıl boyunca işçi sınıfı ve emekçileri dibe iterken, sermayeyi “arşa çıkaran” bir asansör olmuştur.

Bitirirken eklemeliyiz: Bir kişinin veya bir siyasal hareketin bugününü anlamak ve gerçek kimliğini görmek için en başta geçmişini, Erdoğan’ın deyişiyle “cemaziyülevvelini iyi bilmek” gerekir.[11]

 

AKP ve T. Erdoğan’ın ‘cemaziyülevveli’

AKP’nin 1980 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül rejimine kadar giden bir göbek bağı var. 12 Eylül askeri faşist darbesinden 21 yıl sonra kurulmuş olması ya da göstermelik bir “12 Eylül yargılaması” yapmış olması bu olguyu değiştiremez. O, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül’le oluşan yeni rejimin hem bir sonucu, hem bir ürünü, hem de devamcısıdır. 24 Ocak Kararları, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası emperyalist mali kuruluşların bir dayatması olarak gündeme gelmiştir. Bu programın devreye sokulmasıyla Türkiye ekonomisi uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin dönemsel ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden dizayn edilmiş, yabancı sermayenin dolaşımı ve yatırımlarının önündeki bütün engeller kaldırılarak Türkiye doğal kaynakları ve işgücüyle emperyalist sömürü ve talana bütünüyle açık hale getirilmiştir. Emperyalizme bağımlılık daha da pekiştirilmiştir. 12 Eylül darbesi, olağan koşullarda hayata geçirilemediği için, halk muhalefetini ezerek, bu programı hayata geçirebilmek için yapılmıştır. Emek, demokrasi ve ilerici halk güçleri ezilirken, siyasal İslam’ın ve aralarında Erdoğan, Gül, Arınç olmak üzere kadrolarının önü sonuna kadar açılmıştır. Bu sırada ekonominin dümeninde Erdoğan’ın mirasçısı olmakla övündüğü Turgut Özal bulunmaktadır. Özal’ın ilan ettiği “ihracata dayalı büyüme modeli”, gerçekte tümüyle ucuz işgücüne dayanan “yeni bir emek rejimi”nin ilanı anlamına geliyordu. Bugün işçi sınıfının içine itildiği bataklığın kökleri o zamandan atılmıştır. Turgut Özal’la başlayan, ardılları hükümetlerce sürdürülmeye çalışılan bu süreç, AKP, Erdoğan ve “tek adam yönetimi” ile tavan yapmıştır. Erdoğan uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin “has adamı”dır. Hükümet ettiği dönemde emperyalist bağımlılık artmış, tekelci sermaye kâr rekorları kırmıştır. İşçi sınıfı ise, onun iktidarı döneminde reel anlamda gelirinin yarısını kaybetmiştir. Bu nedenle AKP, Erdoğan hükümetleri ve “tek adam yönetimi” için “bugüne kadarki en emek düşmanı iktidardır” denmesi boşuna değildir. Bu vasfı patronlar nezdinde “hak ederek” almıştır. Önceli sermaye hükümetlerinin yapmak isteyip de işçi ve emekçilerin ve toplumsal muhalefetin direnci nedeniyle yapamadıklarını gerek sınıf güç ilişkilerindeki değişmelere, gerekse bağımlı bir ülke olarak (ekonomik ve siyasal planda) uluslararası konjonktürün de sağladığı imkanlara yaslanarak “başarabilmiştir”.

İşçi sınıfı ve emekçiler karar vermeden önce AKP ve Erdoğan’ın yirmi yılı aşan devri iktidarında “nereden nereye” geldiğini, daha doğrusu getirildiğini iyi sorgulamalıdır.

 

 

[1] Euronoews (2022) “OECD: Haftada 60 saatten fazla çalışanların oranı en fazla Türkiye’de”, https://tr.euronews.com/2022/05/26/oecd-turkiye-haftada-60-saatten-fazla-cal-san-kisi-oran-en-fazla-olan-ulke

[2] Evrensel (2017) “Erdoğan’dan itiraf: OHAL’le grevlere müsaade etmiyoruz”, https://www.evrensel.net/haber/326078/erdogandan-itiraf-ohalle-grevlere-musaade-etmiyoruz

[3] Eğilmez, M. (2023) “İki Yanlış Bir Doğru Etmez”, Kendime Yazılar, https://www.mahfiegilmez.com/2023/01/iki-yanls-bir-dogru-etmez.html

[4] TÜİK, Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistikleri.

[5] TÜİK tarafından yayımlanan Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistiklerinden yararlanılarak tarafımızca hesaplanmıştır.

[6] Ford tarafından yayımlanan faaliyet raporlarında yer alan bilançodan hareketle tarafımızca hesaplanmıştır.

[7] Sosyal Güvenlik Kurumu (2022) İstatistik Yıllığı Aylık ve Gelir Alan İstatistikleri 2017-2022

[8] Birleşik Metal-İş, Metal İşçisinin Gerçeği Raporu – 2020

[9] TÜRMOB Bülteni, https://www.turmob.org.tr/ekutuphane/Read/c3aa5c1d-1d91-4100-9a86-1d3dc0067e80

[10] TÜİK, GSYH İstatistikleri

[11] Cemaziyülevvel Arapça bir kelime olup Türkçe karşılığı bir kişinin (grubun) kirli geçmişini hatırlatmak için yapılan kinayedir.