Ender Şiar Argın

Deniz Yılmaz

 

Emperyalizm tartışmalarına dair literatür Marksizm ve uluslararası ilişkiler alanında önemli bir yer tutar. Lenin ve başucu kitabı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” özel bir yere sahiptir. Luxemburg, Buharin’inki gibi “erken dönem kuramları”ndan sadece oluşan azgelişmişliğin teorisini yapan Amin ve Frank gibi teorisyenlerin başı çektiği Bağımlılık Okulu’na, onun geliştirilmiş bir formasyonu olan Wallersteincı Dünya Sistemleri kuramından, 2000’li yılların başında alevlenen ve Harvey ve Wood gibi kuramcıların sürdürdüğü “yeni emperyalizm” tartışmalarıyla küreselleşme teorilerine vb. hemen bütün tartışmaların temel motivasyonu, gerçeği belirli perspektiflerden büküp yansıtmaya yönelerek, zamanlarının dünya düzenini açıklama ihtiyacıdır. Emperyalist sistemin serimlenmesi ve değişen dinamiklere (emperyalist ülkeler ve güçler arası hegemonya mücadelesi, sömürge tiplerinin özellikleri, azgelişmiş ülkelerin konumu, devlet sorunu vb.) yapılan vurgular, temel olarak dünyadaki hiyerarşiyi ve ülkeler arasındaki eşitsizlikleri saptamaya çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, aynı zamanda kendi özel ihtiyaçlarını hareket noktası edinen bu teorilerin tümünün temel argümanı, ilk olarak Lenin tarafından bütünlüklü olarak geliştirilen Marksist emperyalizm kuramının dünyayı açıklamada yetersiz kaldığı iddiası olmuştur.

Bu kuramsal tartışmalardan da feyz alan bir alt başlık olarak, belirli güncel gelişmeleri açıklamaya yönelik yeni bir tartışma “alt-emperyalizm” kavramı etrafında sürmektedir. Kavram, Brezilyalı iktisatçı Ruy Mauro Marini tarafından 1960’lı yıllarda Brezilya’nın emperyalist sistemdeki yerini saptamak üzere öne sürülmüştü. Türkiye’de ise özellikle 1990’ların başında gündeme geldi. Yalçın Küçük bu yıllarda Türkiye’yi “ikinci sınıf” bir emperyalist ülke olarak tanımladı. Aynı yıllarda başka yazarlar da Türkiye’nin emperyalist konuma “ilerlemesini” ABD gibi ülkelerin “üst emperyalist” pozisyona geçmesiyle açıkladı.

Son yıllarda ise “alt-emperyalizm” kavramı Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’daki yayılmacı emellerine, Afrika ve başka bazı ülkelerdeki inşaat başta olmak üzere kimi yatırımlarına referansla kullanılmaktadır. Bu yazarlar, bölgesinde yayılmaya yönelmiş Türkiye’nin artık basitçe “bağımlı ülke” statüsünde değerlendirilemeyeceğini, sermaye ihracı da yaptığını ve özel bir konum kazandığını ifade etmekte, bunu da “alt-emperyalizm” kavramı ile tanımlamaktadırlar. Bu tartışmalara bir yönüyle değinmekle birlikte bu makalenin temel konusu ise “alt-emperyalizm” kavramının kuramsal temelleri ve bu bağlamda Marini’nin şekillendirdiği ve genel olarak etkisini sürdüren kuramsal çerçevenin eleştirisi ile sınırlı tutulmuştur.

 

MARINI VE ALT-EMPERYALİZM

Askeri darbeler ve diktatörlükler sonrasında, ülkesindeki ekonomik ve siyasal gelişmeleri analiz ederken Marini, Brezilya’yı “Kuzey Amerikan emperyalizminin uzantısı” ve “alt-emperyalist” olarak tanımlamıştır.[1]

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Latin Amerika’da kapitalizmin gelişmesine ilişkin belirli gözlemlerden yola çıkan Marini, Brezilya’nın “bağımlı kapitalist” gelişiminin diğer ülkelerden ayırt edilebilecek yönleri olduğunu ifade eder. Ona göre, ulusal üretim sistemi ile küresel kapitalizmin entegrasyon süreci Brezilya’da farklı gelişme dinamiklerini ortaya çıkarmıştır. Devlet aygıtının göreli özerk hareketinden, sosyal-siyasal süreçlere ve sınıflar mücadelesine kadar çeşitli araçlarla tahkim edilen bu süreç, Brezilya’nın hızlı ve nispeten özerk bir kapitalist gelişme çizgisi izlemesine yol açmıştır. Marini’ye göre, bu süreç kendiliğinden işlemez. ABD emperyalizminin müdahalesiyle sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğiliminin Brezilya’daki “hızlı artışı”, ülkede kapitalist gelişmenin çelişkilerle dolu gelişimini tetiklemiştir. Marini, “alt-emperyalizmi”, “tekeller ve finans kapital aşamasına ulaştığında bağımlı kapitalizmin aldığı biçim” olarak tarif eder.[2]

Marini için, emperyalist ülkelerin politik ve ekonomik faaliyetini kendi bölgeleri düzeyinde üstlenecek kapitalist ülkelerin ortaya çıkması bu tanımı gerekli kılmaktadır. “Üçüncü Dünya” olarak tarif edilen ülkelerin hızlı sanayileşmesi ve emperyalist ülkelerin yanında yeni sermaye birikim merkezlerinin ortaya çıkmış olması, Marini’ye göre “alt-emperyalist” konumun çıkış noktasıdır. Buna göre, emperyalist güçler arasındaki çatışma dinamikleri, belirli gelişmişlik düzeyindeki kapitalist ülkelere daha yüksek basamaklara tırmanmak için alan açar, henüz dünya düzeyinde etki gücüne sahip olmasa da “kendi bölgelerinde” özerk ve bağımsız bir büyüme stratejisi izleyebilecek “alt-emperyalist” konumları ortaya çıkarır. Marini “alt-emperyalizm” kavramını Brezilya için geliştirse de genel olarak bu konumun ayırt edici özelliklerini de yazılarında işler, alternatif bir “bağımlı kapitalizm” okuması ortaya koyduğunu iddia eder. Yazara göre;

“Alt emperyalizm, iki temel bileşeni kapsar: bir yanda, ulusal üretim aparatlarının dünya ölçeğinde orta halli organik bileşimi ve diğer yanda, sadece emperyalist üretim sistemine daha büyük eklemlenmeyle değil, aynı zamanda uluslararası ölçekteki emperyalizm tarafından uygulanan hegemonya altında da sürdürülen göreli özerk yayılmacı politikaların uygulanması.”[3]

Emperyalist merkezlerde tekellerin büyüyen sermaye ihracına karşılık “alt-emperyalist” ülkelerde sanayi metaları ihracının ağırlık kazanması alt-emperyalizm kuramının önemli bir niteliğidir. Marini, “alt-emperyalist” ülkelerin bu “sanayileşmiş bağımlılık” durumunu ayırt edici bir özellik olarak belirtir. Bu ülkelerin emperyalist ülkelerle kurduğu bağımlılık ilişkisinin düzeyi uluslararası sermaye ile yerli sermaye sınıflarının kaynaşmasını ve “tekelleşmeyi” beraberinde getirir. Emperyalist merkezlerin ekonomilerinin yüksek teknolojili alanlara yönelmesinin sonucu olarak, tüketim malları ve geleneksel sanayi üretiminin hacmi bu tip geç kapitalistleşen ülkelere doğru genişlemiştir. Brezilya tipi “alt-emperyalist” konuma yükselen ülkelerde bir ayırt edici özellik de “düşük ücretler” ve “aşırı sömürü” oranlarıdır.

Marini’ye göre, bağımlı bir ülkenin “alt-emperyalist” olmasında, “üst-sömürü” belirleyici bir rol oynar. “Üst-sömürü”, emek gücünün kendi olağan değerinin de altında bir ücretle çalıştırılması ve aradaki ücret farkının sermayeye transfer edilmesine dayanmaktadır. Buna göre, bağımlı ülkelerde artan sanayileşme ve zamanla sermayenin organik bileşimindeki yükselmeyle birlikte düşen kâr oranları, bağımlı ülkelerde işçilerin “üst-sömürü”sünü zorunlu hale getirir. Bu tez ile varılan sonuçlara bir sonraki bölümde değinilecektir.

Bu yaklaşımda, bağımlı ülkeler çoğunlukla tüketim malları ihraç ettikleri için bu aşırı sömürü ile ürünlerin fiyatları zamanla düşer ve böylece emperyalist ülkelerdeki emekçiler daha ucuza tüketim imkanı bulur ve refahları artar. Bu yöntemle, zamanla ortalama ücret azalır ve emperyalist ülkelerdeki sermayenin el koyduğu göreli artı-değer de artar.

Marini’ye göre, “alt-emperyalizm” tanımı ya da kavramı, emperyalist ülkelere bağımlılığı dışlamaz. “Alt-emperyalist” ülkeler ekonomik ve politik olarak emperyalist ülkelere, özel olarak da dünya egemenliğini elinde tutan ABD’ye bağımlı olmaya devam eder. Ancak –bu nedenle yeni bir kategori oluşturdukları ileri sürülerek “alt-emperyalist” olarak tanımlanmaları gerekmemesine rağmen– kazandıkları sermaye birikimi ve üretim potansiyeli sayesinde kendi çevrelerine doğru açılmaya zorlanırlar ve bir anlamda emperyalist hiyerarşiyi kendi bölgelerinde tekrarlamaya koyulurlar.

Marini’ye göre, emperyalist gelişmenin dinamikleri, emperyalist merkezler dışındaki ülkelerle başka ülkelerle arasında da artı-değer transfer süreçlerini ortaya çıkarır ve bu emperyalist sisteme entegrasyon açısından önemli bir momenttir. Yalnızca emperyalist merkezler ve geri kalan ülkeler arasında değil, bağımlı kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik ve politik ilişkiler de emperyalizm incelemesinin konusu olmalıdır. Emperyalizmin gidişatı, görece geç kapitalistleşen ülkelerin kendi içerisindeki farklılaşması, kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak çeşitli bağımlı ülkelerin “alt-emperyalist” konumunu olanaklı kılmıştır. Marini’ye göre, dünyadaki bu değişim dinamikleri nedeniyle, emperyalizm kuramının bir “alt-emperyalizm kuramı”na gereksinim duyduğu açıklık kazanmıştır.[4]

 

İÇSEL TUTARSIZLIKLAR

Marini’nin kuramsallaştırmasının temelindeki başlıca unsurlardan biri, bazı bağımlı ülkelerde görülen hızlı sanayileşme sürecidir. Bu, o dönemde epeyce yaygın olan “azgelişmişlik” literatürü ve yaklaşımı açısından nispeten yeni bir olgudur ve Marini, bu “yeniliği” “bağımlılık” literatürüne dahil etmeye çalışmaktadır. Ancak henüz başlangıç aşamasında, yani “yeni” olgunun değerlendirilmesinde ortaya çıkan önemli kuramsal sorunlar vardır.

Dönemin “azgelişmişlik” literatüründe egemen olan yaklaşım (en azından yaklaşımlardan önemli biri) şöyle özetlenebilir: Sömürge ve azgelişmiş ülkelerde sanayinin gelişmeyeceği, emperyalist işbölümünün onları birer tarım ülkesi olarak kalmaya mahkum ettiği, emperyalist merkezlere ucuz tarım ürünleri ve hammaddeler gönderilip onlardan mamul ürün ithal edileceği ve emperyalist dünya sistemi sürdükçe de bu durumun sürgit devam edeceği varsayılmıştı.

Marini’nin bağımlı ülkelerdeki sanayileşmeyi özel ve teorik olarak açıklamak istemesinin, bu tür bir “azgelişmişlik” kuramı karşısında bir haklılık payı olduğu düşünülebilir. Ancak sorun bu kuramın bizzat kendisindedir. Çünkü kapitalizmin tekelci aşaması olarak emperyalizm ve emperyalizm kuramı, tekellerin üretim ve dağıtımda belirleyici öge olmasını, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşmasını içerdiği gibi, sermaye birikiminin ulaştığı boyutların sermaye ihracını zorunlu kılmasını zaten içermektedir. Daha fazla kâr ve yatırım arayışındaki tekellerin, işgücünün ucuz ve üretim maliyetlerinin düşük olduğu sömürge ve bağımlı ülkelerde yatırımlara yönelmesi ve bu temelde bağımlı ülkelerdeki bağımlı sanayileşme “yeni” bir olgu olmak bir yana emperyalizmin temel bir özelliğidir. Ve dolayısıyla bağımlı ülkelerdeki tekellerin egemenliği ve sanayileşmenin açıklanması için “alt-emperyalizm” türünden yeni bir kavrama ihtiyaç yoktur.

Marini, Brezilya gibi bağımlı ülkelerdeki bu sanayileşmeyi öylesine garipsemiştir ki, “alt-emperyalizm” kavramını kullanabilmek için bir istatistiksel sınır bile belirmiştir. Ona göre, bağımlı bir ülkenin alt-emperyalist olabilmesi için imalat sanayinde üretilen katma değerin toplam GSMH’nin en az %25’i kadar olması gerekmektedir. Marini’nin aklındaki “gelişmiş” ve “az gelişmiş” kategorileri temelinde oluşan bağımlılık kuramı üzerinden bu yorum bir ölçüde anlaşılır olsa da onun “alt-emperyalizm” kuramının zayıflığını ve temelsizliğini göstermektedir. Marini, tekelci kapitalizmde sermayenin hareket yasalarını ve emperyalizmin açık eğilimlerini dikkat almayarak, kendisini, “azgelişmişlik” ve “gelişmişlik” ikilemi ile sınırladığı için metafizik bir tanım üretmek zorunda kalmıştır. Marini’nin tanımı dikkate alınacak olursa, 2018 yılı verilerine göre imalat sanayisinin ürettiği katma değer, GSMH’sinin %11,26’sı civarında olan ABD, bırakalım emperyalist olmayı, “alt-emperyalist” bir ülke bile değildir. Çünkü, emperyalist tekeller, üretimlerinin önemli bir bölümünü ucuz işgücü ve yüksek kârların olduğu bağımlı ülkelere taşımış, Ar-Ge faaliyetleri, tasarım, idare ve teknoloji üretimi gibi bölümleri yüksek eğitimli işgücünün olduğu emperyalist merkezlerde tutmaya devam etmişlerdir.[5] Dolayısıyla bağımlı ülkelerde emperyalist tekellere bağımlı bir sanayileşme, Marini’nin “azgelişmiş” ve “gelişmiş” ülke kurgusu türünden bir ayrıma ihtiyaç duymayan emperyalizm kuramında içerilmektedir. Olgusal gelişmeler, Marini’nin istatistiksel sınırlar da koyan yaklaşımının geçersizliğini göstermekte ve Marksist-Leninist emperyalizm kuramını doğrulamaktadır.

Marini’nin “alt-emperyalizm” kuramının bir diğer temel varsayımı ise, bağımlı ülkelerdeki işgücünün “üst-sömürüsü”dür. Bu varsayıma göre, bağımlı ülkelerde işgücü sadece mutlak ve göreli artı-değer üretimi ile değil, aynı zamanda ücretlerin emek gücü değerinin oldukça altına düşürülerek, başka bir deyişle ücretlerinden “çalınarak” sömürülmesidir. Marini, bu durumu “üst-sömürü” olarak tanımlar ve yabancı sermayenin az gelişmiş ülkelere girişini bir ölçüde buna dayandırır. Bu mantığı devam ettiren Marini, “üst-sömürü”ye maruz kalan bağımlı ülke işçilerinin tüketim gücünün oldukça sınırlı olduğunu, bu nedenle bağımlı ülke tekellerinin ürettikleri ama iç pazarlarında satamadıkları metaları çevrelerindeki diğer ülkelere satmak için iktisadi ve siyasi anlamda yayılmacı bir politika izlediklerini ileri sürer ve bunu “alt-emperyalizm” tanımının temel bir bileşeni olarak yorumlar.

Marini’nin bu tezi çok temel yanlışlarla maluldür. Öncelikle, bağımlı ülkelerdeki ücret düzeyinin düşük olmasıyla uluslararası tekellerin dış yatırımlarının temel nedeni “üst-sömürü” ile tanımlanan ücretlerin emek gücünün değerinin altına düşmesi değildir. Elbette, ücretlerin emek gücünün değerinin altına düşmesi de söz konusudur, ancak yatırımların ve sömürünün temelinde olan olgu bu olmadığı gibi, bu durum işçi hareketinin düzeyine bağlı olarak her daim değişime açıktır. Yani bu ülkelerde ücretlerin “emek gücünün değerinin altında” olması, Marini’nin varsaydığı üzere “yapısal” bir unsur değildir. Marini’nin gözden kaçırdığı, düşük ücretlerin emperyalist iktisadi güç ilişkilerinin bir sonucu olduğudur.[6] Emperyalist ülkelerdeki üretim araçlarının gelişme ve verimlilik düzeyi, bu ülkelerin tekelci konumlarının sağladığı avantajlar ve bazı diğer etkenler/politikalar sonucunda ülkeler arasında önemli bir kur farkı ortaya çıkması da, diğer etkenlerin yanı sıra ücret farkının temel nedenlerinden biri olur. Örneğin bugün Alman menşeli bir tekel Almanya’daki işletmesinde bir işçiye 4000 Euro (yaklaşık 40 bin TL) ücret verirken Türkiye’deki işletmesinde bir işçiye 400 Euro (4000 TL) ücret verdiğinde, bu Türkiye’de işçinin emek gücünün değerinin 10 kat altında ücret aldığı anlamına gelmez. Çünkü Türkiye’deki emek gücünün değerini belirleyen, satın alma paritesi ile ölçülen yaşam maliyetleri ve giderleri (Euro cinsinden düşünüldüğünde) Almanya’dan çok daha düşüktür. Örneğin Almanya’daki işçinin kira olarak 1200 Euro (12 bin TL) verdiğini düşünürsek, Türkiye’de işçinin kirası 1000-1500 TL civarıdır. Dolayısıyla düşük ücretler, ücretlerin emek gücünün değerinin altına düşmesinden çok emperyalist ülke ve bağımlı ülkeler arasındaki bir dizi farklılıklarının sonucudur. Bu anlamda tekelci yatırımların temel nedeni olarak sunulan yapısal bir “üst-sömürü” söz konusu değildir, emperyalist sömürünün gerçekleşmesi için ücretlerin “piyasa değeri”nde olması yeterlidir.

Bunun üzerinde durmamızın nedeni, Marini’nin “alt-emperyalizm” kuramında “üst-sömürü” ve yol açtığı sonuçların belirleyici ve tanımlayıcı nitelikte olmasıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Marini “üst-sömürü” analizine dayanarak, işçilerin, kendi emek güçlerinin değerinin altında ücret aldığını, iç piyasanın bu nedenle gelişmediğini ve ülkede her daim “yetersiz tüketim”in söz konusu olduğunu, buna bağlı olarak da bağımlı ülke tekellerinin çevre ülkelere yönelik sermaye ve meta ihracı arayışına ve giderek yayılmacılığa yöneldiklerini ileri sürüyor.

Marini’nin, “üst-sömürü” analizinin yanlış olması bir yana, buradan hareketle vardığı sonuçlar da yanlıştır. Öncelikle, bağımlı ülkelerdeki ucuz işgücüne dayalı üretimin önemli bir kısmı zaten ihracata yöneliktir. Ve zaten emek güçlerinin bir bölümüne karşılıksız olarak el konulduğu için hiçbir zaman “yeterli” tüketmeyen işçiler yeterli tüketecek olsa kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkacağı gibi, bu ülkeler genellikle ihracatçı ülkeler olduklarından “yetersiz tüketim”in bu nedenle oluştuğu iddiası da doğru değildir. Öte yandan bağımlı ülkelerde iç pazara yönelik üretimin ürünlerinin işçiler tarafından tüketilmesi de yukarıda üzerinde durulan nedenlerle “üst-sömürü” kavrayışını doğrulamaz. Elbette kapitalist aşırı üretim ve sermaye birikimi nedeniyle toplumun ihtiyaçlarını dikkate almayan, plansız ve anarşik bir üretim söz konusudur, ancak bu “alt-emperyalizm”le değil, kapitalist üretiminin genel karakteriyle ilgilidir ve Marini’nin sözünü ettiği ülkelerle sınırlı değildir. Marx’ın özellikle Kapital’in İkinci Cildinde üzerinde durduğu gibi, kapitalist üretimin sektörleri arasında her daim bir orantısızlık olabilir ve bu da dönemsel krizlere yol açabilir, ancak yine bu tür fazla üretimlerin “alt-emperyalizm”le herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır.

Marini’nin alt-emperyalizm kuramının kendi iç mantığı açısından başka hataları da sıralanabilir, ancak bu kadarı, kuramın, kendi bağlamında bile geçersiz olduğunu görmek açısından yeterlidir.

 

TEKELLERDEN KALAN BOŞLUKLAR

Marini’nin yaklaşımının genel olarak “azgelişmiş” ve “gelişmiş” ülkeler gibi yanlış bir kuramsal temel üzerinde inşa edildiği, buna uymayan bir sanayileşme örneği gördüğünde az gelişmişlik kuramını genişletmeye çalıştığı, bunu yaparken de oluşturduğu kuramsal çerçevenin önemli ve temel hatalara dayandığına yukarıda değinildi.

Bununla birlikte, emperyalist sistemin genel işleyişi açısından bakıldığında, Marini’nin kuramı daha büyük sorunlar da içermektedir.

Bilindiği üzere, emperyalizm tekellere dayanır. Lenin belirttiği gibi, “üretimdeki yoğunlaşma sonucunda tekellerin doğuşu bugünkü gelişme aşamasındaki kapitalizmin genel ve temel yasasıdır.[7] Tekeller, doğası gereği yayılmacıdır. “Tekel, bir kez kurulup milyarlarla oynamaya başladı mı, politik yapılanmadan ve her türlü öteki ‘ayrıntı’dan bağımsız olarak, kaçınılmaz bir biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına nüfuz eder.[8]

Kapitalizmin dünya ölçüsünde yayılması ve toplumsal ilişkilere derinlemesine nüfuz etmesi ile birlikte, bağımlı ülkelerde de sermaye birikimi hız kazanmıştır. Emperyalist ülkelerdeki tekeller ve mali sermayenin ortaya çıkışı ile üretimin kimi aşamaları bağımlı ülkelere kaydırılmıştır. Sermaye “ihraç edildiği ülkelerde kapitalist gelişmeyi etkilemekte ve olağanüstü hızlandırmaktadır.[9]

Emperyalizm tartışmasının özü, az gelişmişlik-çok gelişmişlik, sanayileşme düzeyi gibi unsurlar değil, uluslararası tekellerin üretim ve pazarlardaki egemenliğidir. Bugün neredeyse bütün sektörlerde hem üretim hem de pazar açısından binlerce şirket değil, az sayıda tekel egemen durumdadır. Bu tekeller vasıtasıyla, bağımlı ülkelerden emperyalist ülkelere doğru yoğun bir artı-değer akışı gerçekleştirilmektedir ki, emperyalist sömürü de budur. Bağımlı ülkelerdeki işçiler hem kendi “yerli” burjuvazileri hem de emperyalist tekelci burjuvazi tarafından sömürülmektedir. Emperyalist ülkelerin gücünün kaynağı, belirli etki ve katkıları olmakla birlikte siyasal uyanıklık, başarılı diplomasi ya da taktik zeka değil, bunları işlevli kılan ve altını dolduran tekeller ve el koydukları artı-değerdir.

Marini, bunu genel olarak kabul etmektedir. “Alt-emperyalizm” kuramında ise bağımlı ülkelerde, yerli bir tekelci burjuvazinin ortaya çıktığını, önceki bölümde belirtilen nedenlerle bu burjuvazinin hem meta hem de sermaye ihracı yoluyla kendi bölgesindeki ülkelere doğru yayılmacı bir eğilim gösterdiğini ifade etmektedir. Bir bakıma, emperyalist tekellerin yaptıklarını, “alt-emperyalist” tekeller –bağımlılıklarını da sürdürerek– kendi bölgelerinde yapmaktadır.

Bu varsayım, vardığı sonuç ve kavramsallaştırmaları bir yana, belirli bazı olgusal doğrulardan hareket etmektedir: Gerçekten de kimi bağımlı ülkeler tekelci burjuvazisi kendi bölgesindeki diğer bağımlı ülkelerin egemen sınıflarına nazaran gelişmişlik düzeyi, nüfus, tarihsel ve diğer bağlantılar, jeopolitik konum, doğal kaynak vb. açılardan bazı avantaj ve üstünlüklere sahip olabilir. Bu ve başka avantajları kullanarak, etki alanını ve yatırımlarını sınırları ötesine taşımaya çalışabilir. Örneğin Türkiye’nin tekelci burjuvazisi Irak, Suriye, Rusya, Kuzey ve Sahra-altı Afrika’da başta inşaat ve hafif sanayi sektörleri olmak üzere, hem meta hem de sermaye ihracı açısından kimi adımlar atmıştır, atmaktadır.

Ancak bu olgular bir “alt-emperyalizm” kuramı geliştirmek için yeterli olmadığı gibi, emperyalizm kuramında bizzat içerilmektedir.

Günümüz dünyasında tek tek herhangi ülkelerde serbest rekabetten bahsedilemez ve genel olarak bu ülkelerde de tekeller egemendir. Ancak bir ülkede tekellerin egemen olması, bu ülkenin emperyalist olduğu anlamına gelmez. Çünkü emperyalizm dünya genelinde tekellerin egemenliğidir.

Emperyalizm çağında uluslararası tekellerin dünya pazarında egemen olmasının dünya ölçeğinde emperyalist tekellerle boy ölçüşemeyen, ama kendi ülkesinde ve çevre ülkelerinde etkili olan tekellerin var olmadığı anlamına gelmez. Örneğin Amazon, ABD’de ve dünya genelinde dijital kitap satış (ve daha birçok dijital pazarlama ve e-ticaret depoculuk) işinde uluslararası düzeyde bir tekeldir, ancak Türkiye’de henüz pek de etkili değildir. Türkiye’de dijital kitap satış işinde “kitapyurdu” ve “idefix” (Turkuvaz Medya Grubu) gibi şirketler tekel konumundadır. Yine dünyada egemen olan Electrolux, Miele, Bosch gibi beyaz eşya tekelleri olmasına rağmen Arçelik sadece Türkiye’de değil örneğin Irak Kürdistan Özerk Bölgesi’nde de en çok satan tekel durumundadır. Tıpkı Malezya enerji tekeli Petronas’ın, dünyada Exxon Mobile ya da BP ile boy ölçüşememesine karşın Malezya ve çevre ülkelerinin bazılarında yüksek satışlara sahip olması gibi. Bunlar gibi çok sayıda ülkeden birçok örnek verilebilir ve bu uluslararası tekellerin dünya genelindeki egemenliği ile çelişmez. Çünkü emperyalizm üretim ve pazarlarda tekellerin hiçbir boşluk bırakmamacasına var oldukları, her türlü rekabetin sona erdiği, küçük şirketlerin tekellerden kalan boşluklarda ya da özellikle onlarla işbirliği içinde var olamayacağı anlamına gelmez. Malezya devlet tekeli Petrobas emperyalist tekellerle işbirliğinin, şimdi İran’ın Çin’in “Kuşak-Yol Projesi” kapsamında onunla imzaladığı anlaşmanın bir parçası olmaya doğru ilerleyen İran Ulusal Petrol Şirketi ise uzunca sayılabilecek bir süredir emperyalist tekellerin bıraktıkları boşluklarda var olmanın örnekleridir.

Bu gerçeklik, kapitalist sermaye birikiminin doğası ile ilgilidir. Sadece emperyalist tekeller değil her türlü sermaye daha fazla üretim ve daha fazla kâr peşinde koşar. Tekel olmayan sermaye grupları ya da bağımlı ülke menşeli tekeller de mümkün olduğunca kendi pazarında egemen olmak ve olabildiğince uluslararası pazarlara girmek için çabalar. Bizzatihi tekel, emperyalist ya da bağımlı ülke menşeli oluşundan bağımsız olarak uluslararası karakterdedir ve uluslararasılaşma eğilimi, daha rekabetçi dönemde ortaya çıkmış, tekeller ve sermaye ihracıyla birlikte yeni bir boyut kazanarak gelişmiştir; dolayısıyla kendi “ulusal” kabuğunda büzüşmüş bir tekel varsayılamaz. Ama Lenin’in belirttiği gibi, “kendi” “ulusal” pazarı dışına açılma ve dünya ve belirli bir bölgesinin paylaşımı da içinde olmak üzere, her türlü paylaşım süreci “sermayeye, güce göre gerçekleşir.” Ve kendileri de uluslararası tekellerin bir parçası olan bağımlı ülkelerin tekellerinin uluslararası pazar paylaşım mücadelesi ve rekabetteki yeri de gücüyle sınırlıdır ve bu nedenle çoğunlukla kırıntılarla yetinmeye ve bu nedenle büyük emperyalist tekellerle işbirliği yapmaya mecburdur. Bu mecburiyet, bağımlı ülkenin “yerli” sermayesinin birikim isteğinin son bulduğu anlamına gelmez. Daima yeni boşluklar, yatırım alanları, ürünlerini satacağı pazarlar bulmak için uğraşır, kimi zaman da bulur. Örneğin Irak’ın işgalinden sonra, dünyanın en büyüklerinden olan petrol rezervlerine uluslararası enerji tekelleri el koymuştur. Türkiye burjuvazisine ise özellikle Kürdistan Özerk Bölgesi’nde inşaat sektöründe kimi boşluklar kalmış ve Türkiye inşaat sektörü bunu değerlendirmiş ve çok sayıda proje ile yatırım yapmıştır. Ancak bu durum, Irak’ta Türkiye’nin emperyalist bir güç olarak bulunduğunu değil, emperyalizm ölçüsünde düşünüldüğünde, bazı kırıntıları topladığı anlamına gelir.

Dolayısıyla Marini’nin uluslararası tekellerin dünya genelinde yaptığını bağımlı ülkelerin kendi çevresinde yaptığını varsayan tezi doğru değildir. Bağımlı ülke tekellerinin yaptığı, aynı bölgede uluslararası tekellerden kalan bir tür boşluklardan ve kırıntılardan yararlanma biçimindeki sermaye ve meta ihracıdır. Bu açıdan, dünya üzerindeki emperyalist tekellerin egemenliğine benzemediği gibi, kendi çevresindeki ülkeler üzerindeki egemenliği de göreli olduğu kadar, ancak emperyalist tekeller ve devletlerle olan ilişkiler bütünü çerçevesindeki ikincilliği kapsamıyla düşünülebilir. Bu tür ülkelerde de asıl olarak emperyalistler etkindir ve Türkiye gibi bağımlı ülkeler ancak kırıntılardan yararlanabilir ve onlarla olan ilişkileri bağlamında bir rol üstlenebilir. Özellikle emperyalistler arasındaki çelişkilerin keskinleştiği koşullarda, bir emperyalisti diğerine karşı kullanmaya ve aradan sıyrılarak “pay” büyütmeye yönelik olarak gündeme gelebilen girişimler geçici olabilir, orta vadede bile bir macera olmanın ötesine geçemez ve hüsranla sonuçlanır.

 

SİYASAL GEREKÇELER

Ama sermaye sermayedir ve büyümek, birikmek ister. Bununla birlikte pazardan pay almak için istek yeterli değildir. Belirleyici olan güçtür ve tekelci kapitalizm koşullarında bu güç uluslararası tekellerin elinde birikmiştir. Türkiye tekelci burjuvazisine, gücüyle doğru orantılı olarak düşense ancak kendi ülke ve bölgesinde emperyalist tekellerin bıraktığı boşluk ve sundukları işbirliği fırsatlarıdır. Rekabet olanağı sıfır sayılamaz, ancak bu bağlam gözden kaçırılmamalıdır.

Türkiye’yi “alt-emperyalist” bir ülke olarak tanımlayanların temel gerekçelerinden biri, Ortadoğu ve Afrika’da, kendi çıkarlarının gerektirdiği yönde hareket etmesidir. Türkiye’nin, bölgedeki pozisyonunu ve askeri gücünü de kullanarak kimi hamleler yaptığı, ABD-Rusya gibi emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendi hareket alanını genişletmek üzere yayılmacı-emperyal hedefler peşinde koştuğu yadsınamaz.

Türkiye tekelci burjuvazisinin, gücü, olanak ve avantajları bağlamında yeni yatırım ve kâr olanaklarının peşinden koşması ya da Türkiye devletinin iktisadi ve siyasi gücü oranında yakın coğrafyasındaki gelişmelere siyasal ve askeri müdahalelerde bulunması, ne bağımlı bir ülke olduğu gerçeğiyle ve genel olarak “bağımlı ülke” kavramıyla çelişir ne de onu “alt-emperyalist” bir ülke yapar.

Bağımlı ülke” tanımının Türkiye ya da Türkiye gibi ülkeleri tanımlamakta yeterli olmadığını ileri süren yaklaşımların temel problemi, emperyalizm çağında emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasındaki ilişkileri mekanik bir biçimde yorumlamalarıdır. Bu yaklaşıma göre, bağımlı ülkelerin herhangi bir özerkliklerinin olmadığı, “yerli” tekelci burjuvazisinin emperyalistlerle hiçbir çıkar çelişkisine düşmeyeceği ve zaman zaman ayrılan çıkarlarının peşinden koşmayacağı varsayılmaktadır. Bu mekanik kabule göre, emperyalist “elit” belirli merkezlerden tüm dünyayı yönetir, hiçbir ülkenin ve hiçbir sermaye grubunun kendi çıkarları doğrultusunda merkezden ayrı hareket etmesi mümkün görülmez.[10]

Oysa bağımlı ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki ilişki, basitçe “kukla ve oynatıcısı” arasında bir ilişki gibi değildir. Bağımlılık, uluslararası sermayenin egemenliğini, siyasal güç, kontrol, baskı ve yer yer tehditleri içerir, ancak hiçbir zaman tek yanlı bir ilişki değildir. Bağımlı ülke burjuvazisi, sermaye birikiminin genel eğilimlerinin bir yansıması olarak, kimi zaman kendi “özel” çıkarlarını dayatmak ister ve yine kimi zaman bunlar emperyalist devletler tarafından –bağımlı ülkeyi kendi yanında tutmak için vb. türünden– çeşitli nedenlerle hoş görülebilir ya da sineye çekilebilir.

Uluslararası burjuvazi parçalı bir bütündür ve bu bütünü oluşturan tamamlayıcı parçalar, çelişen “özel” çıkarlarıyla birbirleriyle rekabet etmekte olan belirli emperyalist mali sermaye grupları olduğu kadar yine “özel” çıkarlarıyla bağımlı ülkelerin mali sermaye gruplarıdır da. Kabaca hiçbir “özel” çıkarın birbiriyle uyuşup çakıştığı ileri sürülemez ve her grubun kendi “özel” çıkarını gözetmesinden doğalı yoktur. Kapitalizmde kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmayan bir şirket ve sermaye grubu varsayılamaz. Bu, şirketler düzeyinde olduğu kadar devletler düzeyinde de geçerlidir. Ancak bu çıkarlardan bazıları, yeterince güçlü sahiplerince net bir paylaşım kavgasının öznesi edilerek merkezi pozisyonlar tutmaya götürebilir ve götürürken, diğer bazıları benzeri güçte olmayan ve bunu tekelci piyasada her gün her saat sınamakta olan görece güçsüz sahiplerince ancak eklenti ya da “taşeron” pozisyonlar alabilmeye olanak verebilir, genellikle de böyle olur. Daha oluşma sürecinden başlayarak bağımlı ülkelerin tekelci burjuvazisi, bağımlılığı ve güçsüzlüğü kadar “özel” çıkarlarını en ileri düzeyde ancak belirli emperyalist tekellerle işbirliği yapıp bundan belirli bir “pay” alarak gerçekleştirebileceğinin farkındadır ve karşı karşıya gelme yerine işbirliği eğiliminde olagelmiştir. “Özel” çıkarların bütün yönleriyle tam olarak gerçekleştirilmesi bakımından elverişli olanaklar sunuyor görünen emperyalistler arasındaki çelişki, rekabet ve çatışmaların sertleştiği koşullardaki küçük denemelerin genellikle olumsuz olmakla kalmayıp yıkıcı sonuçlara da yol açtığının bilgisiyle bağımlı ülkelerin tekelleri boylarını aşan çatışmalardan kaçınma yolunu tutar ve çıkarlarını karşılığı ancak “kırıntılar” düzeyiyle ve olabildiğince gerçekleştirmeye yönelirler.

Türkiye tekelci burjuvazisinin bölgedeki hamleleri ve düzeylerinin oldukça abartıldığı diğer bir gerçektir. Türkiye’nin gerek Suriye’de gerek de Libya’daki müdahaleleri, yandaş yazarlarca vehmedildiği gibi “oyun kurucu” hamleler değil, ABD ve Rus emperyalistleri arasındaki mücadelenin yarattığı boşluk ve çelişkilerden yararlanmanın ürünüdür. Yaptıklarını bağımsız bir emperyalist güç olarak değil emperyalist çelişkilerden yararlanan ve siyasal olarak bir Rusya’ya bir ABD’ye sırtını yaslayan, böylece kendi tekelci burjuvazisinin “özel” çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan bağımlı bir devlet olarak yapmaktadır.

 

SONUÇ

Marini’nin “alt-emperyalizm” kuramı emperyalizmi, azgelişmişlik ve gelişmişlik merkezinde ele almış, emperyalizmin temel bir unsuru olan “bağımlı sanayileşme”yi emperyalizm kuramını aşan “yeni” bir gelişme türü olarak yanlış yorumlamıştır. Brezilya gibi bağımlı ülkelerdeki sanayileşmenin ve bu sanayileşmenin belli bir GSMH oranını (%25) aşmasının “alt-emperyalizm” kavramını kullanmayı gerektirdiğini varsaymıştır.

Yine Marini’nin “alt-emperyalizm kuramı” emperyalizmin ekonomi politiğinin, açıkça ve en temel olgularla çelişen hatalı bir yorumuna dayanmaktadır. Bu hatalı yorum, onun, yine temelli bir hatayla “eksik tüketim” tespiti yapmasına, “alt-emperyalizm”i de bu “eksik tüketim” nedeniyle sermayenin yeni bir arayışa girmiş olmasına dayandırmaktadır. Bu hem kuramsal hem de olgusal olarak yanlıştır.

Marini’nin kuramından feyz alan ama daha çok dış politikada “siyasal özerklik” tespit ederek, Türkiye’yi “alt-emperyalist” olarak tanımlayan yaklaşımların hatası ise, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin diyalektiğini göz ardı etmeleri, bağımlı ülke burjuvazilerinin kendi “özel” çıkarlarını da gözetmelerini “olağanüstü” bir durum olarak değerlendirmeleridir.

Türkiye, orta düzeyde gelişmiş, bağımlı bir kapitalist ülke olarak, bölgesel bir güçtür. Kapitalist sermaye birikiminin boyutları açısından diğer Ortadoğu ülkeleri ile kıyaslandığında, onlardan oldukça ileridedir ve bölgesel bir güç olarak, örneğin Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Irak, Suriye gibi ülkelerden ayrılmakta, İran gibi yine bölgesel bir güç olan ülkelerle rekabet etmektedir. Tekelci burjuvazi, 82 milyonluk ve görece genç nüfusunu ucuz işgücü ve sermaye birikimi açısından avantaja çevirmesini bilmiştir. Dünyanın en büyük ekonomileri içinde 2021 yılı itibarıyla 19. sıradadır[11] ve emperyalist güçler açısından da hem iktisadi hem de siyasal olarak önemsenen, örneğin batılı emperyalistlerce İran’a karşı kullanılmak istenen bir ülkedir. Bunlar ve başka coğrafi, siyasi, askeri ve tarihsel dayanaklarla Türkiye, bulunduğu bölgede önemli ve etkili ülkelerden birisidir.

Bununla birlikte Türkiye’nin sermeye birikimi, emperyalizme bağımlılık temelinde şekillenmiştir ve bağımlılık Türkiye kapitalizminin temel niteliklerinden birisidir. İktisadi, siyasi ve askeri düzeyde bağımlılık ilişkisinin birçok boyutunun yanı sıra tekelci burjuvazi hem doğrudan işbirlikleri ve “taşeronluk” ağı ile hem de yabancı sermaye girişine bağlılık nedeniyle finansal açıdan bir parçası olduğu uluslararası sermayenin etkin ve güçlü merkezlerine bağımlıdır. Öte yandan Türkiye tekellerinin dünya genelinde bakıldığında, egemen ya da etkili olduğu herhangi bir sektörden bahsetmek mümkün değildir.

Dolayısıyla bağımlı bir ülke olan Türkiye’yi, “alt” sıfatıyla olsa bile emperyalist bir ülke olarak tanımlama olanağı yoktur.

 

 

[1] Marini, R. M. (1965) “Brazilian ‘Interdependence’ and Imperialist Integration”, Monthly Review, 17(7), 10-29, sf. 26.

[2] Marini, Ruy Mauro (1972), “Brazilian Subimperialism”, Monthly Review, 23(9), 14-24, sf. 16.

[3] Marini’den aktaran Zirker, Daniel (1994), “Brazilian Foreign Policy and Subimperialism During the Political Transition of the 1980s: A Review and Reapplication of Marini’s Theory”, Latin American Perspectives, 20(1), 115–131, sf. 117.

[4] Troçkist Alex Callinicos da “alt-emperyalizm” kavramını kullanmaktadır. Callinicos’a göre, zamanımızda emperyalizmi anlamak üzere girişilecek her türlü çaba “alt-emperyalistlerin yapılarını anlamak” gibi temel bir iddiayla başlamalıdır işe. Ona göre de, “alt-emperyalizm” kavramının altında “dünya çapında olan politik ve askeri hakimiyetlerden esinlenen Üçüncü Dünya ülkelerinin aynı şeyi bölgesel düzeyde yapmak istemeleri” yatmaktadır. Yani “alt-emperyalizm” bir kuramlaştırma değil, emperyalist dünyanın gidişatının sonucudur. “Üçüncü Dünya”nın kısmi sanayileşmesi ve “emperyalist merkezlerin dışında sermaye birikim merkezlerinin oluşumu” “alt-emperyalizmi” doğurmaktadır. Yine bu ülkelerin egemenlik sınırlarının emperyalist güçlerden “hatırı sayılır derecede otonomileri” vardır. Callinicos, bunları söylerken “Üçüncü Dünya” ülkelerinin emperyalist merkezlerle kurdukları “bağımlılık ilişkilerini” ihmal etmediği şerhini düşer. Ayrıca Callinicos da, tıpkı Marini gibi, incelemesinde, bağımlı kapitalist ülkelerde tekellerin ve mali sermayenin ortaya çıkışına özel vurgu var. Arjantin’in “alt-emperyalist” konumunu tartışan Arjantinli Troçkist teorisyenlerin “tekelci devlet temelindeki” niteliksel dönüşüm vurgusuna da ayırt edici bir yön olarak yer verir. Marini de “alt-emperyalizm”i kuramsal olarak “tekellerin ve finans kapitalin katına erişmeyi varsayan bağımlı kapitalizmin bir biçimi” şeklinde tarif etmiştir. Callinicos, A. (t.y.) Günümüzde Emperyalizm ve Marksizm, çev. M. Yıldız, Sosyalist İşçi Gazetesi Özel Eki.

[5] Ar-Ge faaliyetlerinin bir kısmı da yeterli vasıflı ve ucuz işgücünün bulunduğu bağımlı ülkelere taşınmaktadır.

[6] Bunun yanı sıra bağımlı ülkelerde geçim standardının düşüklüğünün yanında kırlarda hala var olabilen henüz kendilerine görece yeter ekonomik birimlerin pazara bütünüyle eklemlenmeyişleri ve ücret dışı gelirlerin ek geçim kaynağı sağlayabilmesi örneğin, ücretlerin düşük oluşunun bir etkenidir.

[7] Lenin, V. İ. (2014) Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. O. Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, sf. 40.

[8] Lenin, age, sf. 77.

[9] Lenin, age, sf. 84.

[10] Her gelişmenin arkasında “emperyalizm” arayan bu komplocu yaklaşımın tipik bir örneğini, Arap isyanları sırasında, bu isyanları “emperyalizmin oyunu” olarak tanımlayan kimi sol anlayışlarda görebiliriz.

[11] Statistic Times (2021) “Projected GDP Ranking”, https://statisticstimes.com/economy/projected-world-gdp-ranking.php