Ahmet Cengiz

 

Avrupa’nın en tanınmış tiyatro festivallerinden olan Ruhr Şöleni, bu yılki mottosunu “Ütopya ve Huzursuzluk” olarak açıkladı. Bu mottonun, özellikle de Batılı emperyalist ülkelerin toplumlarının hali hazırdaki halet-i ruhiyesini yansıttığı söylenebilir. Toplumlar bir taraftan huzursuz, güvencesizlik ve gelecek kaygıları artmakta, diğer taraftan ama, sosyal ve ekolojik bir politikanın izlenmesine, salgının acı bir şekilde hissettirdiği kamu yatırımları açığının kapatılmasına, temel ekonomik taleplerin karşılanmasına dair bir istem de giderek büyümektedir.

Malum, her dönemin bir kavramı vardır. Mesela bir zamanlar “açık toplum”, “küreselleşme”, “ulusüstü” vb. kavramlardan geçilmiyordu. Burjuva düşünce dünyasında bu tür kavramsallaştırmalar ile iş görmek pek gözdedir. Buradaki amaç, düşünceleri belirli bir mihenk noktası üzerinden koşullamaktır. Peki bugünün gözde kavramı nedir diye sorulacak olsa, hiç şüphesiz en başta geleninin “transformasyon” (dönüşüm) olduğu söylenebilir. “Transformasyon”; sanayi, teknoloji, iktisat politikası, uluslararası düzen, çevre ve iklim politikası vb. alanlarda olup bitenin bir üst kavramı olarak karşımıza çıkmaktadır. Tabii bu kavramın da alt kavramları var: “Yeşil ekonomi”, “yenilenebilir enerji”, “dijitalleşme”, “decoupling” (ayrışma), “de-globalization” (dünya pazarlarındaki entegrasyonu azaltma) vb. vb.

Kovid-19 virüsünün mutasyona uğrama hızıyla aşılama hızı arasında amansız bir zaman yarışına tanıklık ettiğimiz tarihi bir salgının ortasındayız. Bu nedenle, “transformasyon” ve alt kavramlarının yaygınlığının, içinde bulunduğumuz bu olağanüstü durumla alakalı olduğu düşünülebilir. Salgın pek çok bakımdan göz ardı edilemez bir katalizatör olmakla birlikte, işin aslı bu değil. İşin aslı, içinde bulunduğumuz olağanüstü durumla daha da görünür hale gelen ve kendini uluslararası bir vaka olarak belli eden ekonomik ve politik “dönüşüm”ün bir süreden beri gündemde olmasıdır. Bu kısa yazıda bu “dönüşüm”ün emperyalist ülkeler bağlamındaki bazı yönlerine dikkat çekmeye çalışacağız.

 

BATILI EMPERYALİST ÜLKELERİN AHVALİ

Olumlu veya olumsuz duyumsanmasından bağımsız olarak ortalıkta genel olarak bir “değişim havası” var. Şu sıralar bu algı özellikle ABD’de yayılmaktadır. Biden yönetimi işe hızlı başladı ve toplum saflarında bir “değişim havası”nın yayılmasını nispeten sağladı. Aşılama konusunda kısa sürede kaydedilen gelişmelerin yanı sıra; onaylanan ve açıklanan trilyonlarca dolarlık paketler, ekonomide 1960’lı yıllardan beri %40’dan fazla düşmüş olan kamu yatırımlarını[1] hızla artırma, finans gelirlerinin vergi oranlarını yükseltme, yenilenebilir enerji dahil yeni bir “sanayi rönesansı”nı hedefleme, asgari ücreti artırma vb. gelişmeler, toplumun alt sınıflarınca olumlu algılanan bir “değişim havası”nın bazı ögelerini oluşturmaktadır. Uluslararası ilişkilerde “America is back” denilirken, iç politikada “ideal kollektif-kapitalist” olarak devletin devreye girmesi telkin edilmektedir. Biden yönetiminin iç politikası; çeşitli sınıf ve katmanlar arasındaki İkinci Dünya Savaşı’nın zaferi üzerine inşa edilen, fakat Reagan dönemiyle birlikte hızla bozulan, Trump yönetimindeyse dağılma belirtileri gösteren görece mutabakatı yeniden tesis etme girişimi olarak da okunabilir.

Sadece ABD değil, örneğin AB’nin onayladığı büyük fonların yanı sıra, Almanya da peş peşe “yatırım paketleri” açıklamakta, önümüzdeki Eylül ayında yapılacak meclis seçimleri bağlamında hemen bütün burjuva partiler kendi “yatırım paketleri”ni öne çıkartarak propaganda yapmaktadırlar. Bu bakımdan, genel olarak Batılı emperyalist ülkelerin yeni bir “tahkimat dönemi”nde bulundukları söylenebilir.

Bilindiği gibi, “neoliberalizm” adı altında izlenen politikalar, bu ülkelerin emekçi sınıflarını yoksullaştırmış, sosyal haklarını tırpanlamıştır. Bu sürede başta sağlık ve eğitim olmak üzere toplumsal yaşamın her bir gözeneğine sirayet eden mali sermaye, işçi ve emekçilerin kazanımlarını “uluslararası rekabet”in soğuk sularında boğarken, kârlarını yıldan yıla katladığı bir altın çağı yaşamıştır. Ve işte aradan geçen bu 30 yıllık “çılgın yıllar”, kefaretinin bir şekilde ödenmesini gündeme getirmek üzere sonlanmaya doğru evrilmektedir. Şimdiye kadar tutturulan ekonomi politikanın sürdürülemezliği aslında pek çok açıdan kendini açığa vurmuştu, salgın ise bu genel “tahkimatın” artık ertelenemez olduğunu ortaya koydu. Nasıl bir seyir izleyeceği şimdiden tam kestirilemezse de, yine de, Batılı emperyalist ülkeleri çalkantılı günlerin beklediği söylenmelidir. Bu ülkelerin gündeminde olan tahkimatın mahiyetine ve temposuna itirazı olan karşıt güçlerin direnişlerini artırması, iç gerginlikler ve politik istikrarsızlıkların gelişmesi bir sürpriz olmayacaktır.

Fakat Batılı emperyalist ülkeler bu noktaya nasıl geldiler?

Hatırlatıp altını çizmekte fayda var: 1989-91’de Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Blok’un çöküşüyle birlikte hızlanan ve emperyalist ülke sermayelerinin yayılma furyasına dönüşen “küreselleşme” dalgasının en önemli sonuçlarından biri, üretici güçlerin dünya ölçeğinde olağanüstü bir hızla gelişmesiydi. Hiç şüphesiz, üretici güçlerin dünya ölçeğinde gelişme hızı bakımından bu son 30 yıl ayrı bir yere sahiptir. Üretici güçler, emperyalizmin tarihi boyunca hiçbir dönem dünya ölçeğinde bu son 30 yıldaki hız ve yaygınlıkta bir gelişme kaydetmemiştir. Esas olarak “gelişen ve gelişmekte olan ülkeler”de cereyan eden bu süreç, bedelsiz olmamıştır kuşkusuz. Pek çok ülkenin ekonomik yapısı bu süreçte altüst olmuş, kent ile kır ekonomisi arasındaki denge bozulmuş, tarımsal faaliyet geriler ve üretici sayısı azalırken, şehirler kapasitelerini aşan bir boyutta büyümüş, milyonlarca yoksul köylünün proleterleştiği merkezler haline gelmiştir. Bununla birlikte bu tahribatlar şu gerçeğin görülmesini engellememelidir: Kapitalist ilişkiler dünya ölçeğinde hem genişlemesine hem de derinlemesine bir gelişme kaydetmiştir. Bugün olup bitenin böyle bir zemin üzerinde cereyan ettiği hep göz önünde tutulmalıdır.

Bu 30 yılın dünya ölçeğindeki bir anlamı buyken, bu süreçten tam da en azami faydayı sağlayan Batılı emperyalist ülkelerde bu yıllar, toplumsal refahın görece gerilediği, sınai altyapının zayıfladığı ve gelinen yerde artık göze batan bir ters orantının (bu ülkelerin mali sermayesinin alabildiğine palazlanmasına karşın geniş halk kitlelerinin ekonomik-sosyal konumunun görece kötüleşmesi) büyüdüğü yıllar oldu.

Biliyoruz ki, sermaye ihracının öne çıkması kapitalist emperyalizmin tipik bir eğilimidir. Bu son 30 yılda vuku bulan ise, emek ile sermaye arasındaki güç dengesinin tamamıyla işçi sınıfının aleyhine şekillenmesi itibarıyla, bu eğilimin adeta karşıt eğilimlerden arınmış bir biçimde özel ve olağanüstü bir ivme kazanmasıydı. Bu, tam da Hegel’in “nicelik niteliktir” vurgusunu anımsatan türden bir gelişmeydi. Kuşkusuz, Batılı emperyalist ülkelerin mali sermayesi, bu süre zarfında kendi merkez ülkelerinde özellikle de özelleştirmeler aracılığıyla sermaye ilişkisini hakim kılabildikleri alanları (eğitim, sağlık, ulaşım vb.) gasp ettiler ve genel olarak artı-değer üretiminin gerçekleşebileceği yeni sektörler yarattılar. Fakat bütün bu absorbe etme hamleleri, bir taraftan klasik sanayiyi küçültüp onu çekirdek sanayiye indirgerken, diğer taraftan hizmet sektörünü alabildiğine şişirdi. Ve şu çarpıcı durum ortaya çıktı: Dünyanın en ücra köşelerinde şu ya da bu Batılı emperyalist ülkenin sermayesiyle sözgelimi altyapı yatırımları alabildiğine artarken[2], bir ABD toplumu 40-50 yıllık altyapıyla idare etmekteydi veya Almanya gibi bir ülkede telefon şebekelerinin ve internet bağlantılarının yetersizliği nedeniyle özellikle kırsal kesimde insanlar iletişimde ciddi zorluklar çekmekteydi.

Yukarda dikkat çektiğimiz ters orantının yansımaları sadece Batılı emperyalist ülkelerdeki alt ile üst sınıflar arasındaki gelir uçurumunda veya yerleşik partiler sisteminin hızla aşınmasında kendini ortaya koymuyor, bu ülkelerin kendi sınai potansiyelini harekete geçirmede irtifa kaybetmesiyle de kendini belli ediyor. Örneğin Batılı emperyalist ülkelerde bir süreden beri ciddi bir “üretkenlik problemi” yaşanıyor. “Üretkenlik paradoksu” adıyla da tartışılan bu sorun kuşkusuz başlı başına kompleks bir konu, bu kısa yazıda bunu ele almanın olanağı yok. Ancak şu “paradoks” göz ardı edilemez: Pek çok ileri kapitalist ülkedeki üretkenlik artışı, tam da “enformasyon ve iletişim teknolojisi devrimi” ile büyük bir üretkenlik artışının beklendiği bir dönemde, oldukça zayıf, bazı ülkelerde ise sıfır noktasına yaklaşmaktadır![3]

Dönüşümü” acilleştiren diğer bir husus ise, Batılı emperyalist ülkelerde görece aşırı birikmiş sermayeye yeni yatırım alanlarını açma zorunluluğudur. Başta borsa olmak üzere çeşitli finansal kaldıraç ve araçlarla ülkedeki ve dünyadaki artı-değeri soğurma yöntemleri terk edilmeyecek elbette. Ancak bu durumun ülke ekonomileri bakımından görece bir irtifa kaybı anlamına geldiği, dünya pazarlarındaki yeni meydan okumaların üstesinden gelebilmek için sınai gelişmeye özel bir önem vermenin ve bu amaçla da mali sermayeye yeni yatırım alanları yaratmanın aciliyet kazandığı görülmektedir. “Yeşil ekonomi”, “yenilenebilir enerji”, “dijitalleşme”, “yapay zeka” ve tabii ki silah sanayisi bu açılardan da ayrı bir önem kazanmaktadır. Bu alanlar, Batılı emperyalist ülkelerin görece avantajlı bir konum elde edebilecekleri alanlardır. “Yeşil ekonomi”ye verilen önem örneğin, sadece çevre kirliliğin ve iklim krizinin artmasının bir sonucu değildir. Başta gençlik olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerdeki toplumun bu konulardaki duyarlılığı bugün öyle bir noktadır ki, şu soru artık tartışılmaktadır: Verili üretim tarzının “değer üretimi”, “çevre hasarına yol açmadan” mümkün müdür değil midir? Başta Almanya ve İskandinav ülkeleri olmak üzere, bazı ileri kapitalist ülkeler, bu açmazı bir avantaja dönüştürmek ve böylece yeni bir standart oluşturmak için “değer üretimi ile çevre hasarını” birbirinden ayrıştıracak bir “yeşil ekonomiyi” gündeme getiriyorlar.[4] Örneğin AB, başta hidrojen enerjisi olmak üzere yenilebilir enerjiyi artırma ve fosil enerji kaynaklarına bağımlılığı azaltmak üzere, üye ülkelerinin bu konudaki en iddialı şirketlerinden oluşan bir “eko-sistem” oluşturmuş bulunuyor. (Genellikle Alman ve/veya Fransız tekellerinin liderliğinde bu tür “eko-sistemler” başka alanlarda da kurulmaktadır.)

Yeri gelmişken belirtelim: “Dönüşüm”ün temel ayaklarından olan enerji sorununda atılması gereken adımlar bugünden atılmak zorundadır. “Enerji altyapılarının” kullanım ömrü en azından 40 ila 60 yıl arasındadır. Yani bugün atılan adımlar “enerji sisteminin” önümüzdeki 10 yılını değil, 2050 ve sonrasını belirlemektedir. Bu bakımdan fosil enerji kaynaklarına yatırımlar giderek ve hızlanarak azalacaktır. Bunun soyut bir öngörü olmadığı, Shell, BP gibi petrol tekellerince şimdiden alınan veya tartışılan kararlardan da anlaşılmaktadır.[5] En son Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) tarafından hazırlanan “Küresel Enerji Sektörü için Yol Haritası” adlı raporda, “küresel ölçekte 2050 yılında sıfır emisyon hedefine ulaşılabilmesi için fosil yakıt yatırımlarının bir an önce durdurulması çağrısı” yapıldı. (IEA’nın 1974 petrol krizinden sonra kurulan ve sanayi ülkelerinin petrol tedariğiyle yakından ilgilenen bir kuruluş olduğunu belirtelim!)

Buraya kadar belirtilen gelişme ve sonuçlar, günümüzün Batılı emperyalist ülkelerini yeni meydan okumalarla yüz yüze getirmiştir. Başta sınai olmak üzere genel olarak ekonomik altyapıdaki açıkları gerek iç politika, gerek ekonomik rekabet ve gerekse jeopolitik nedenlerle hızla kapatmak artık ertelenemez bir sorundur. Buna karşın, gündemde olan “transformasyon” sürecinin farklı sınıf ve tabakaların karşı direnişiyle karşılaştığı ve daha da karşılaşacağı açıktır. Örneğin ABD’nin yenilebilir enerjiye geçmesi petrol tekellerin bir kısmının direnmesini beraberinde getirecek, fakat en azından hepsinin büyük tazminat taleplerinin karşılanmasını gerektirecektir.[6]

Kapitalizmde teknolojik yenilenme her zaman belirli bir alana yatırılmış sermayenin bir kısmının değersizleşmesi demektir. Tekelci kapitalizmde bu çok daha barizdir, çünkü büyük tekeller tekel konumlarını kullanarak teknolojik yenilemeyi alabildiğince geciktirmeye meylederler. Otomobil sektörünün devlerinden Alman VW’nin son ana kadar elektronik otomobil üretimine karşı çıkışlarını anımsayalım.[7] Ama işte tekel olgusu, eseri olduğu rekabeti tümden ortadan kaldıramayacağından, şu ya da bu tekelin engelleyici rolü hep bir süreliğine başarılı olabilir. VW’nin e-otomobildeki karşı koyuşları nitekim, Çin ve ABD’deki tekellerin hamleleriyle boşa çıkartılmış oldu.

Demek oluyor ki, Batılı emperyalist ülke ekonomilerinin “dijital ve ekolojik transformasyon” sorunu, şimdiye kadar izlene gelen ekonomi politikaların belirli açılardan değişimini kaçınılmaz kılmaktadır. Zira şu açıktır ki, bu çok yönlü “transformasyon” yarışında geride kalan emperyalist ülke mevcut mevzilerini dahi koruyamayacaktır. Bu durumda kapitalist devlet, kapitalist sistemin bekasını şu ya da bu sermaye grubuna karşı da korumak üzere, “ideel kolektif-kapitalist” olarak ağırlığını yeniden hissettirmek zorundadır. Dolayısıyla, peş peşe açıklanan ve trilyonlarca dolar/avroyu bulan paketler sadece salgın ve konjonktürel nedenlere dayanmamakta, salgından da önce gündemde olan “transformasyonun” finansal bedelini toplumun sırtına yıkma (böylece sermaye sınıfı içinden olası karşı koyuşları nötralize etme) ve “dönüşümü” hızlandırma amacını da taşımaktadırlar. Bu satırlar kaleme alınırken, Almanya başbakanı Merkel Berlin’de katıldığı Araştırma Zirvesi 2021’de şöyle konuşmaktaydı: “Krizi atlatma gibi kısa vadeli çabalarla yetinmemeliyiz. Aksine kendimizi stratejik bakımdan daha yetkin kılmaya ve teknolojik egemenliği sağlamaya göre ayarlamalı ve bu doğrultuda çalışmalıyız. Yani, anahtar teknolojileri irdelemeli, geliştirmeli ve kullanmalıyız.”[8] İnnovasyonun yatırımlar gerektirdiğini belirtirken Merkel, Federal hükümetin bu nedenle kuantum teknolojisi, yapay zeka veya hidrojen ve onun uygulama alanları gibi geleceğin teknolojilerine yatırım yaptığı ve araştırma-geliştirme için belirlenen oranın ekonominin toparlanması durumunda dahi düşürülmeyeceğini açıklıyordu…

 

ÇİN EMPERYALİZMİNİN DOĞUŞU

Batılı kapitalist dünyanın ahvali, çılgınca kutlanmış bir partinin ertesi günkü mahmurluğunu çağrıştırırken, başta Çin olmak üzere Asya, sanki yeni bir partinin hazırlık heyecanını yaşıyor. Bu kısa yazıda rakam yüklemesi yapmaksızın belirtelim: Dünya ekonomisindeki verili yapı ve denge hem coğrafi hem de gelişme potansiyeli bakımından değişime uğruyor. Pandemi, Çin ve Asya’nın dünyanın diğer bölgelerine göre daha hızlı büyüme istidadını pekiştirdi. Dünya ekonomisinin çekim merkezinin Çin ve Asya’ya kayması süreci hızlanmış bulunmaktadır. Özellikle Çin, kapitalizmin eşitsiz sıçramalı gelişme yasasının parlak bir örneğini sunmaktadır. Çin ayrıca, Batı emperyalizminin ekonomik nüfuzunu politik nüfuz ile öngördüğü şekilde tahkim edememesinin de bir örneğidir.

Bu nasıl mümkün olabildi? Kuşkusuz Çin’in yükselişinin pek çok nedeni bulunmakta, biz ama konumuz bakımından önem arz eden bir yönü üzerinde duralım. Bilimden bildiğimiz bir ilke, emergenz ilkesi, bu konuda oldukça aydınlatıcı: Latince (emergere) belirme veya ortaya çıkma kelimelerinden türetilen emergenz ilkesi, önceden öngörülemeyen yeni niteliklerin, birçok faktörün etkileşimi neticesinde bir başka aşamada husule gelmesini ifade eder. Bilinen bir örnek verecek olursak: Diyelim ki bir stadyumda herkes yerinde otururken, birisi daha iyi görmek için ayağa kalkar, bunun ardı sıra arkadaki kişi de ayağa kalkar ve böylece peşin sıra herkesin ayağa kalkmasıyla, öncesinden sahip olunandan daha kötü bir görüş açısı oluşmuş olur.

Çin’in yükselişi, bu emergenz ilkesini hatırlatmaktadır. Çin 80’li yılların başında iç pazarını hızla Batının emperyalist ülkelerine açtı. Kısa sürede “dünyanın atölyesi” oldu. Başta Batının büyük tekelleri Çin’de büyük yatırımlar gerçekleştirdiler. Bugün birçok tekel, kendi ülkesinde sattığından daha fazla ürünü Çin’de üretip satmaktadır. Her bir tekel kendi azami karını elde etme uğruna ve tabii bu arada birbiriyle de rekabet halinde bu yeni devasa pazara hücum etti. Bir tarafta milyarderlerin sayısı, diğer tarafta ucuz emek gücü ordusu büyürken, kısa sürede birçok ülkenin nüfusunun toplamı kadar yeni bir “orta sınıf” ortaya çıktı. Bu arada Çin devleti, ülkenin bu konumuna ve ucuz emek gücüne dayanarak, gelen yabancı sermayeye belirli şartlar ileri sürebildi. Mesela çoğunluğun Çin şirketlerine ait olmak üzere (%51’e %49) ortak şirketler (joint venture) kurma şartı getirdi. Bu özellikle ilk dönemlerde yabancı şirketlerin de işine geliyordu, yabancı oldukları bir pazarda Çinli ortaklarıyla daha kolay hareket edebiliyorlardı vb.. Çin ise bu yolla başka imkanlar da elde ediyordu; sahada teknoloji bilgisini kapma işin bir yanı iken, diğer yönü kendi yan sanayisini geliştiriyordu. Mesela her bir yabancı otomobil tekeline, Çin otomobil yan sanayisiyle birlikte çalışma şartı getiriliyordu. 2019 yılında ise, yıllık üretimi 30 bin birimi geçen tüm otomobil üreticilerine elektronik otomobil kotası koyuldu. (Bugün Çin dünyanın en büyük otomobil pazarıdır, tabii elektronik otomobilin de. E-otomobil kotası 2019-2020 arasında %10 ve 12 idi, 2021-2023 yılları için ise bu oran %14, 16 ve 18 olarak belirlendi).

Açıktır ki, son 30-35 yılda Çin’e hücum eden hiçbir büyük Batılı tekel, ileride kendi alanında ona meydan okuyabilecek bir rakibi yaratma amacını taşımamaktaydı. Tekeller kendi azami karlarını elde etmeye bakarlar. Çin pazarı karşı koyulamayacak kadar çekiciydi (kâr oranları yüksek ve üretim hacmi büyük) ve hiçbir tekel bir diğerine bu pazarı kaptırmak niyetinde değildi. Fakat sonuç ortadadır: Çin bütün bu süreçte olağanüstü bir sermaye birikimi gerçekleştirdi (dünyanın en çok milyarderi bugün Çin’dedir!). Gelinen yerde ise, dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumundadır. ABD ile arasındaki farkını ise giderek kapatmaktadır. Bugünün Çin’i yüksek teknolojik ürünlerde de hamle üstüne hamle yapmaktadır. Örneğin dijitalleşmeyi ve interneti çok yönlü kullanma bakımından hayati bir öneme sahip olan G5 teknolojisine sahiptir (bir Almanya ve Fransa’nın yoktur mesela!). Çin bir taraftan katma değeri yüksek üretimde yol kat ederken, diğer taraftan dünyadaki pazar payını giderek büyütmektedir. Sadece Türkiye’nin değil, Almanya’nın bile en çok ithal ettiği ülkedir Çin…

Konumuz Çin olmadığından, onun gerçekleştirdiği devasa sermaye birikiminin ülkenin iç ilişki ve dengelerine yaptığı/yapacağı ekonomik-politik etki, kışkırtacağı eğilimler veya geliştirmiş bulduğu çelişkilerin alabileceği olası politik biçimler vb. vb. hususları atlıyoruz. Bizi ilgilendiren, Çin’in yeni bir emperyalist güç olarak doğuşunun emperyalist kapitalist sistemin bütünü açısından taşıdığı anlamdır.

Bir kere şu artık netleşmiştir: Batılı emperyalist devletler, Çin’in (onların söylemiyle!) “serbest piyasa ekonomisinin nimetlerinden yararlanarak” endişe verici çapta büyümesine seyirci kalamayacak bir noktadadırlar. Devlet, “ideal kolektif-kapitalist” olarak, burada da ağırlığını koymak zorundadır. Bu, Çin ile ilişkilere yeni bir çerçeve getirmek demektir, sadece devletten devlete olan ilişkilerde değil, kendi tekellerinin Çin yatırımlarına da bir çerçeve oluşturulması demektir. Batılı emperyalist devletler arasında genel bir çerçevenin gerekliliği konusunda görüş birliği olmakla birlikte, bu çerçevenin somut olarak nasıl oluşturulması ve tam neyi içermesi gerektiği konusunda ciddi görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bu görüş ayrılıkların gerisinde üç boyutlu ve fakat her bir boyutu diğerini bir şekilde açmaza düşüren bir sorunsal durmaktadır: Her bir devletin “ideal kolektif-kapitalist” olarak jeo-stratejik öncelikleri, kendi tekellerinin spesifik çıkarları ve Batılı emperyalist devletlerin kendi aralarındaki rekabeti. Bu sorunsalı özel olarak ağırlaştıran bir diğer husus ise, Çin’in yükselişinin özgün evrimiyle oluşmuş karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin derinliğidir. Nitekim Çin, Batılı kapitalist emperyalist sistemin ilişkileri ve ekonomisinin dışında ayrı bir güç olarak ortaya çıkmadı. Tabiri caizse, içsel bir dış güçtür! İçselliği ortadadır; dışsalığı ise, esasta, Batılı emperyalist ülkelerden farklı olarak burjuva demokrasisine sahip olmamasında yatmaktadır. Bu demektir ki, ekonomik ve politik bakımdan onların kaideleri, standartları ve koşullarıyla hareket etmemektedir, daha doğrusu hareket etme mecburiyeti yoktur. Haliyle Batılı emperyalist devletler Çin’den tavizler koparabilmek için‚ “liberal demokrasilerin otoriter rejimlere karşı birliği” söylemlerine sarılmaktadırlar. Asıl derdin, Çin’in şimdiye kadarki yükselişini kolaylaştıran birikim modelini sarsacak tavizleri (baştan finans olmak üzere iç pazarını daha fazla açması, yabancı sermayenin hareket alanını daraltan katı uygulamalara son verilmesi vb.) elde etmek olduğunu belirtmeye gerek yok sanırız.[9]

 

KÜRESELLEŞME’NİN SONU DEĞİL AMA…

Emperyalizm tarihinde, var olanların yanı sıra yeni bir emperyalist gücün ortaya çıkması bir yerde işin tabiatındadır, aynı şekilde bir önceki lider emperyalist devletin gerileyip yerine bir başkasının geçmesi de aykırı bir durum değildir. Bu tür gelişmeler, kapitalizmin eşitsiz sıçramalı gelişme yasasının doğasında bulunur.

Adeta bir ipek böceği gibi ördüğü kozayı bir süre sonra parçalayıp bir kelebek olarak uçmaya başlayan Çin’in yükseliş örneğinin asıl esprisi ama daha ziyade şudur: Çin; SB ve Doğu Bloku’na karşı olağanüstü bir entegrasyon sürecine sokulmuş ve bu yolla zaten son derece iç içe geçmiş kapitalist bir dünya ekonomisinin bağrında yeşermiş ve ortaya çıkmasıyla da birlikte bu ekonomideki karşılıklı bağımlılık ilişkilerini daha da derinleştirmiş bir emperyalist güçtür. Bu bakımdan Çin’in belirtilen özelliği, emperyalist güçler arası rekabetin bugün içinde biçimlenmek zorunda kaldığı karmaşık çerçevenin de çarpıcı bir örneğidir.

Himayecilik ve ticari savaşlar gibi klasik yöntemler son yıllarda görece daha sık kullanılmakla birlikte, bunlar verili sınırlarına çarparak arzulanan düzeyde efektif olmamaktadırlar. Bilindiği gibi, bir süreden beri bizzat emperyalist devletlerinin telkiniyle büyük uluslararası tekeller, kendi “değer zincirleri” arasındaki ticareti uzak bölgelerden yakın veya stratejik çepere kısmen de olsa kaydırıyor ve/veya (kısmen) yeniden ülke içine çekiyorlar. ABD emperyalizmi bu konuda oldukça angajeli, özellikle Çin bağlamında “decoupling” (ayrışma) ve “de-globalization” (dünya pazarlarındaki entegrasyonu azaltma) projeleri geliştirmekte, Pentagon ABD tekellerine “tedarik zincirlerini” stratejik müttefik olan ülkelere kaydırma telkininde bulunmaktadır. Devlet stratejileri düzleminde bunlar telkin edilirken, sahada ama işler daha problemli bir hal alabiliyor. Bir kere tekeller arası rekabet, her bir tekelin diğerinin kendisinden daha üstün bir pozisyon yakalamamasını gözetmesini gerektiriyor. Öte yandan “tedarik zincirleri”nin yeniden kurgulanması son derece zahmetli ve zaman alıcı bir olay. Örneğin tek başına büyük bir çok uluslu şirketin 10.000’den fazla bağımsız tedarikçisi/dağıtıcısı olabilmektedir! The McKinsky Global Institute’un tahminine göre, önümüzdeki 3 ila 5 yıl arasında küresel meta ihracatının en iyi ihtimalle %15 ila %25’i farklı ülkelere kaydırılacaktır.[10] Diğer bir husus ise, “uluslararası değer zincirleri”nde salgınla birlikte görece hızlanan yeniden mevzilenmeler, ülke ve bölgeler arasındaki mevcut gerginlikleri daha da büyütmektedir. Batılı emperyalist devletler arasında “Soğuk Savaş” döneminin kamp disiplini de artık bulunmadığından, yani aralarındaki çıkar farklılıkları ortak paydaları oldukça sınırladığından, artan gerginliklere ortak ve koordineli tutumlar geliştirme imkanları da daralmış bulunmaktadır.

Kısacası, “küreselleşmenin sonu değil ama, onun yeniden keşfedilmesi gerekiyor!” (McKinsky Global) Çin yeni türden bir “küreselleşme”nin örneğini kendi tarzıyla yaratmışa benziyor. “Bir Kuşak Bir Yol” projesiyle Orta Asya’dan Doğu Avrupa’ya kadar uzanan İpek Yolu üzerinde adeta kendi “Çin Birliği”ni inşa etmektedir. Üstlendiği misyonu yerine getirme maliyeti, üye ülkelerinin ve dünyanın genel durumu karşısında giderek büyüyen AB ise, “stratejik otonomi”de geleceğini görmektedir. AB sadece Çin karşısında değil, ABD karşısında da bütün temel alanlarda (istihbarat, askeri, teknoloji, enerji, tedarik zincirleri vb.) “stratejik otonomi”yi sağlamayı, yani bu alanlardaki bağımlılıklarını azaltmayı hedeflemektedir. Bu ama, “açık bir ekonominin muhafaza edilmesiyle” gerçekleşmelidir![11]  Trump yönetiminden farklı olarak Biden ABD’si ise, “müttefiklerle işbirliği” yapmayı önemserken, ABD tekellerinin ülke içindeki yatırımlarını artırma, açıklanan paketlerle öngörülen altyapı yatırımlarında ABD’li şirketlere öncelik tanıma ve stratejik teknoloji ve ürünlerde kendisiyle diğer ülkeler arası mesafeyi küçültmeme yaklaşımından vazgeçmemektedir.

Küreselleşmenin yeniden keşfedilmesi”; dünya ekonomisinin çehresinin bazı bakımlardan değişime uğraması, uluslararası işbölümünün yeniden şekillenmesi, başka bir ifadeyle emperyalist ülkelerin her bakımdan yeniden mevzilenmesi ve sanayi başta olmak üzere ekonomilerinin “dönüşümden” geçirilmesi demektir. Emperyalist devletler arası politik ilişkilerin seyri ve olası bloklaşma eğilimlerinin alacağı nihai biçimler, tek başına olmasa da önemli ölçüde bu alanlarda gerçekleşecek gelişmelere bağlıdır.

Kovid-19 pandemisinin bu süreçteki etkisi, hem öncesinden başlayan bu sürecin hızlanmasına hem de bu sürecin talep ettiği kaynakların görece rahat seferber edilebilmesine imkan sunmasıyla kendini gösterdi (örneğin AB’de “Maastricht Kriterleri” bugün fiilen uygulanmamaktadır). Şu sıralar bu üç emperyalist mihrak (ABD-AB-Çin), özellikle stratejik sektör ve hammaddelerde birbirlerine olan bağımlılıklarını, dünya ekonomisindeki konumlarına zarar vermeyecek bir şekilde azaltacak adımlara hız vermeye çalışırken, aynı anda daha hacimli ticaret ilişkileri için birbirleriyle yoğun bir pazarlık süreci içinde bulunmaktadırlar. Bu grift ve çelişik durum, emperyalist kapitalizmin maddi ilişkilerinin doğasındaki eğilimin (uluslararasılaşma), dar bir amacın (azami kâr) hizmetine sokulmak istenmesinden, yani sermaye ilişkisinin kendi çapsız niteliğinden kaynaklanmaktadır.

Pandemi kaynaklı olağanüstü durum, bu konularda birikmiş olan sorunların, içerdikleri karşıtlıkları dolaysızca ve dinamikleriyle birlikte ortaya çıkmasını erteleyici bir işlev görmektedir. Elbette pandemi çok uzak olmayan bir gelecekte bir şekilde sona erecektir. O gün geldiğinde, günümüz emperyalizminin, şu sıralar pandeminin oluşturduğu bekleme odasında yığışan açmaz ve çelişkileri olanca çıplaklığıyla karşımıza çıkacaktır. Mali sermayenin “çılgın yılları”nın gözde kavramlarına ilişkin olarak ama, eski çamların bardak olduğunu şimdiden rahatlıkla söyleyebiliriz!

 

 

[1] The White House (2021) “FACT SHEET: The American Jobs Plan”, https://www.whitehouse.gov/briefing-room/statements-releases/2021/03/31/fact-sheet-the-american-jobs-plan/

[2] Hiç şüphesiz, üretici güçlerin dünya ölçeğinde gelişme hızı bakımından bu son 30 yıl ayrı bir yere sahiptir. Üretici güçler, emperyalizmin tarihi boyunca hiçbir dönem dünya ölçeğinde bu son 30 yıldaki hız ve yaygınlıkta bir gelişme kaydetmemiştir. Kuşkusuz bu süreç, özellikle de “gelişen ve gelişmekte olan ülkeler”de bedelsiz olmamıştır. Pek çok ülkenin o zamana kadarki ekonomik yapısı bu süreçte alabora olmuş, kent ile kır ekonomisi arasındaki denge bozulmuş, tarımsal faaliyet geriler ve üretici sayısı azalırken, şehirler kapasitelerini aşan bir boyutta büyümüş, milyonlarca yoksul köylünün proleterleştiği merkezler haline gelmiştir. Yine de; kapitalist ilişkiler dünya ölçeğinde hem genişlemesine hem de derinlemesine bir gelişme kaydetmiştir. Kapitalist ilişkilerin dünya ölçeğindeki bu yayılışının işçi sınıfı hareketinin en zayıf olduğu bir safhaya tekabül etmesi, aslında sınıf mücadelelerinin koşulları bakımından büyük bir enerji sıkışmasını ifade eder. Emperyalist ülkelerdeki tahkimat döneminin, özellikle “geri ve gelişmekte olan ülkeler”de sıkışan bu enerjiyi absorbe edebilecek bir çapa sahip olup olmayacağı çok uzak olmayan bir gelecekte açığa çıkacaktır.

[3] Almanya’da emek üretkenliği 1996-2006 yılları arasında yıllık ortalama %1,7 oranında artarken, bu oran 2006-2016 yılları arasında sadece %0,7 idi. “Bu problemle yüzyüze olan tek Almanya değil: Emek üretkenliği hemen hemen tüm sınai uluslarında 1970’li yıllardan beri düştü.” Bkz. https://www.tagesspiegel.de/wirtschaft/raetsel-der-produktivitaet-die-wirtschaft-waechst-wird-aber-kaum-effizienter/19736838.html. “Örneğin Büyük Britanya: Birçok bakımdan buradaki ekonomiden daha dinamik olan ada ekonomisi de yerinde sayan bir üretkenlikle muzdarip. Londra’nın istatistikçileri geçenlerde şu sansasyonel bilgiyle isim yaptılar: Kraliyetin son 10 yıldaki üretkenlik gelişimi, 19. yüzyıldan bu yana en düşük seviyesindeydi. Ve hatta teknoloji hayranı ABD’de de, yani başarılı internet tekellerinin anavatanında da son rakamlar hayal kırıcıydı.” Bkz. https://www.welt.de/wirtschaft/article205682961/Produktivitaet-Die-groesste-Enttaeuschung-der-deutschen-Wirtschaft-gefaehrdet-unsere-Rente.html

[4]Son Şans” adlı makalesinde Ralf Fücks, gerekli gördüğü “yeşil sınai devrimi”nin esaslarını şöyle açıklıyor: “Eski sınai toplumunun aslında üç katlı bir transformasyonu gerekmektedir: Birincisi, fosil enerji kaynaklarından yenilebilir enerjiye geçiş; ikincisi, kaynak veriminin istikrarlı bir şekilde artırılması (daha az hammadde ve enerjiden daha fazla refah sağlamak) ve üçüncüsü, her bir artık maddenin biyolojik veya sınai üretime yeniden sokulmasını öngören modern bir geri dönüşüm ekonomisine geçiş.” Internationale Politik (Uluslararası Politika) Eylül/Ekim 2019, 5, sf. 12.

[5]Dünyanın en büyük petrol şirketleri giderek hızlanan temiz enerji dönüşümüne ayak uydurabilmek için arka arkaya yenilenebilir enerji yatırımları yapacaklarını açıklarken, uzmanlara göre bu şirketlerin hayatta kalabilmesi için çağa ayak uydurmaları gerekiyor. Petrol fiyatlarında son birkaç yıldır devam eden düşüş, iklim değişikliğiyle mücadele politikalarının güçlenmesi ve finansman kriterlerinin buna göre şekillenmesi, özellikle fosil yakıt şirketlerini dönüşüme mecbur bırakıyor.“ Bkz. https://www.stendustri.com.tr/enerjisini-ureten-fabrikalar/petrol-devlerinden-temiz-enerji-atagi-h113278.html

[6] ABD’de 124 emekli general ve amiralin “Ulusumuz büyük tehlike içinde” başlıklı bir bildiri ile Başkan Biden’in izlediği politikayı mahkum etmesi veya Fransa’da bir grup subayın Cumhurbaşkanı Macron’a açık bir mektup yazarak, İslamcılara “taviz” vermek suretiyle ülkenin bekasını tehlikeye atmama uyarısında bulunması, “tahkimat döneminin” kışkırtacağı çeşitli direnişlerin belki de en hafif ve sivriltilmiş ideolojik tezahürleri idi. Asıl itirazlar, talep edilecek tazminatlar karşılanamadığı oranda biçimlenecektir.

[7] Almanya sanayide ve enerjide kömür kullanımına 2038 yılına kadar aşamalı olarak son verme kararı aldı. Bu karar çerçevesinde kömür çıkaran eyaletlere 40 milyar Euro yardım, enerji tekellerine de 4 milyar Eurodan fazla tazminat verilmesi öngörülmektedir. Salgın döneminde Alman otomobil sanayisi için de çeşitli kalemler altında milyarlarca Euro yardım kararlaştırıldı (en sonuncu destek 3 milyar Euro idi).

[8] Stifterverband (2021) “Bundeskanzlerin Merkel auf dem Forschungsgipfel: Wir müssen innovativer, produktiver und schneller werden”, https://idw-online.de/de/news769095

[9] Bu çelişik durumun ne tür hazin tutumlara sevk ettiğini geçtiğimiz günlerde Londra’da toplanan G7 Dışişleri Bakanları Toplantısının açıklamalarında gördük. Çin’i insan hakları konusunda pek şahince eleştiren bakanlar, aslında sırça sarayda oturup komşusuna taş atar gibiydiler! Çin’in “haddinizi bilin!” mahiyetli yanıtı bir sürpriz olmadı.

[10] McKinsey (2020) “Risk, resilience, and rebalancing in global value chains”, https://www.mckinsey.com/business-functions/operations/our-insights/risk-resilience-and-rebalancing-in-global-value-chains#

[11] Bağımlılığı azaltma amacıyla alınması öngörülen tedbirler şöyle özetlenebilir: “Üretimin ve tedarik zincirlerinin çeşitlendirilmesi”, “stratejik depo ve ambarların oluşturulması” ve “Avrupa’da üretilmesi ve yatırımlarda bulunulmasının teşvik edilmesi”.