Arif Koşar

 

Türkiye’de emperyalizm ve dolayısıyla anti-emperyalizm son yıllarda geniş kitlelerin gündemine ilginç bir biçimde girdi, giriyor. İlginç olan kısmı, yıllarca emperyalizmle hemhal olmuş, onun çıkarını kendi çıkarı bilmiş, komünizm düşmanlığını ufku bellemiş, bizzat emperyalistlerin desteği ile iktidara gelmiş AKP şahsında, muhafazakar ve sağ cenahın temsilci ve yazarları tarafından gündeme getirilmesidir. Çok sayıda örnekte olduğu gibi, 28 Ekim 2020 tarihinde Suriye’deki gelişmelere ilişkin yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bir asırdır emperyalistlerin oyun sahası haline dönüşmüş bu kadim coğrafyanın artık içine sokulduğu cendereden kurtulma vakti gelmiştir. İnşallah bu kutlu çıkışın en büyük destekçisi de Türkiye olacaktır[1] diyordu.

Tarihsel sürece özgünlük kazandıran diğer bir olgu ise, bu “anti-emperyalist mücadele” gündeminin yıllarca “küreselleşme” ya da “globalleşme” söylemi ile (bu söylem son yıllarda zayıflamasına rağmen) emperyalizmin adeta çözülüp yok olduğunun ilan edildiği bir dönemde gelmesidir. Son 40 yıl, hem akademi hem de popüler basın için tam bir “küreselleşme” çılgınlığı dönemi idi. “Küreselleşme” üzerine ve “küreselleşme ile” herhangi bir alanın, sektörün ya da olgunun etkileşimi üzerine on binlerce makale yazıldı. “Küreselleşen dünyanın” getirdiği “zorluklarla başa çıkma” ve “fırsatları değerlendirme” söylemi burjuva düzen partilerinin temel argümanlarından biri oldu. Yabancı sermayeye her türlü teşvik ve kolaylık sağlandı.

Batıya meydan okuyan” ve “küreselleşmeci” diyebileceğimiz ve karşıt görünen iki yaklaşımın aynı anda yan yana var olabilmesi, kimi zaman aynı kişide buluşabilmesinin nedeni, ikisinin de farklı yönlerden tekelci burjuvazinin çıkarlarını yansıtması ve ortak ideolojik temellere dayanmasıdır. Bu makalenin konusu da emperyalizmi gerek “unutturan” gerek de “hatırlatan” iki yaklaşımın kimi farklılıklarına rağmen ülkenin emperyalizme bağımlılığını derinleştirmede tam bir anlaşma ve birleşme içinde olduğunun açıklanmasıdır.

 

ANTİ-EMPERYALİZM MASALI

AKP’nin ve genel olarak burjuva sağ geleneğin emperyalizmle problemi olması bir yana hem siyasal İslamcılık hem de ülkücü-faşist “komünizme karşı mücadele” adı altında ABD emperyalizminin açık desteğini almıştır. ABD’li Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı ve Stratejist Zbigniew Brezinski ile anılan “yeşil kuşak projesi” ile ABD “İslam ülkelerini” ve İslami hareketleri SSCB’yi kuşatmak üzere kullanmıştı. İslamcı düşünür Necip Fazıl, yazdığı ve AKP kadrolarının başucu kitaplarından birisi olan Moskof’ta Ruslar ile Türkler arasındaki tarih boyunca süren bir düşmanlık olduğunu ileri sürmüş, böylece “komünizme karşı mücadele”ye “yerli ve milli” bir hava katmaya çalışmıştı. Kuzey’deki “kızıl tehdit” her an “son Türk devleti”ni yutabilir ve Türkiye Bolşevik işgaline uğrayabilirdi. Böylece Sovyet düşmanlığı ve anti-komünizme aynı şiddette olmasa da “anti-emperyalist” bir görünüm katıldı. Anti-Semitizm devreye sokuldu, ABD’yi ve dünyayı yöneten Yahudiler’den, gizli dünya devletinden, Siyonist planlardan söz edildi. Bu çarpıtılmış, komplocu, işlevli ama kimi zaman yazılı malzemelerden şifreler çıkarmaya çalışan ve meczupluğa varan yaklaşımın en radikal halinde bile emperyalizmden anlaşılan Hıristiyan ve Yahudi düşmanlığıydı.[2] Bu sığ, halklar arasında düşmanlık tohumları eken anlayışta “yerli ve milli” olan biz, halkı gayri-Müslüm olan ülkeler ise “emperyalist” ya da onun piyonuydu.

SSCB’nin dağılmasından sonra kendisini de rahatsız eden radikalleşme karşısında ABD bu sefer “ılımlı İslam” projesiyle hem İslamcı hareketleri hem de “İslam ülkelerini” bir kez daha yeniden yapılandırmayı önüne koymuş, AKP’yi de bu kapsamda desteklemişti.

Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını derinleştirmede en kapsamlı adımların 2000’li yıllarda atıldığı, bunda, sermayenin desteği ve halkın önemli bir bölümünün yeni umutlarla AKP’nin arkasında yedeklenmesinin önemli bir payı olduğu söylenebilir. Ülkenin kaynakları ve halkın birikimlerinin uluslararası tekellerin yağmasına açılmasına rağmen AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın dünya emperyalizmine baş kaldırdığı ve yılmaksızın mücadele ettiği ileri sürülmektedir. Yeni Şafak Yazarı İbrahim Karagül’e göre, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sadece son bir ayda yaptığı konuşmalar, söylediği cümleler, bu sözlerle uyumlu politikalar yüzyılların sömürge düzenini, sömürgecilerini, emperyalizmi tedirgin ediyor, kurdukları düzeni sarsıyor.[3] İktidarın maaşlı yazarı Karagül’ün Erdoğan’ın “anti-emperyalizmi”ne ilişkin değerlendirmelerine kaynak oluşturan açıklamalardan bazıları ise şunlardır:

3,5 ila 10 trilyon metreküp doğal gaz ve 1,5 ila 3,5 milyar varil petrol rezervinin mevcut olduğu hesaplanan Doğu Akdeniz geriliminde Erdoğan, “Ülkemizi, Antalya sahillerine hapsetmeyi amaçlayan plan ve haritaları kabul etmeyeceğini açıkça dile getirdik. Tehdit ve şantajlara boyun eğmeyeceğimizi, emperyalist yayılmacılığa izin vermeyeceğimizi muhataplarımıza ifade ettik[4] derken, yandaş yayın organları “emperyalist yayılmacılık” vurgusuna özellikle dikkat çekmişti.

Dünya Müslüman Azınlıklar Zirvesi’nin açılış konuşmasında Erdoğan, Batılıların çıkarları için her şeyi yapabileceklerini ifade ederken, “Mesele petrol, altın, elmas, pazar payı olunca adeta kan kokusu almış köpekbalığı gibi binlerce kilometreden koşup gelirler” demişti. On sene öncesine kadar manşetinde ya da herhangi bir başlığında “emperyalizm” kelimesinin geçip geçmediği muamma olan Milliyet Gazetesi, Erdoğan “Batılılar” demesine rağmen haberinin başlığını şöyle atmıştı: “Erdoğan’dan emperyalist ülkelere ilginç benzetme: Kan kokusu alan köpekbalıkları.

Doğu Kudüs’te Filistinli ailelerin zorla tahliye edilmek istenmesiyle başlayan gerginlik ve İsrail’in bombalı saldırılarının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail saldırılarını, hatta İsrail’e silah satan ABD yönetimini sert bir biçimde kınamıştı: “Bugün Biden’ın ciddi bir İsrail’in silah onayıyla ilgili imzasını gördük. O da bakıyoruz ki çok çok önemli 850 bin silah onayı. Lafa geldiğinde silahsızlanma diye konuşuyorlar. … Şimdi de ciddi manada orantısız bir saldırı ile Gazze’ye saldıran ve yüz binlerce insanın şahadetine vesile olan bu olayda siz kanlı ellerinizde bir tarih yazıyorsunuz.[5]

Son açıklamadaki ağır ifadelere bakıldığında Türkiye’nin İsrail’le sürdürdüğü askeri ve ticari ikili anlaşmaları askıya alacağı, İsrail saldırılarını durdurmak üzere en azından çevre ülkeleri de zorlayacak bazı önlem ve yaptırımları hayata geçireceği düşünülebilir. Keza, ABD ve Biden’a yönelik sözleri, en azından İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana stratejik ittifak halinde olan iki ülke arasındaki ilişkilerin neredeyse kesileceği, Türkiye’nin ABD emperyalizmine sırtını döneceği, askeri üslerin kapatılması için hazırlıklara başlanacağı, iktisadi, siyasi ve dış politika alanında olası alternatiflerin masaya yatırılacağı tasavvur edilebilir. Oysa AKP ve genel başkanının son 20 yılda İsrail’e yönelik çok sayıda ağır ifadesi olmasına rağmen, böyle bir yönelime girilmediği, esip gürlediği ama hiçbir zaman yağmadığı bilinmektedir. Benzer bir durum, AB ülkeleriyle gerilen ilişkiler için de geçerlidir.

Aslında bakılırsa Türkiye’de burjuva siyasetin iktisadi bağımlılık bir yana emperyalizmin en açık baskı ve şiddet politikaları karşısında tutumu da açıktır. ABD, 2001 yılında Afganistan’ı, iki yıl sonra 2003’te Irak’ı işgal ettiğinde “emperyalist işgal”e karşı çıkmak işten bile değildi. Ancak, o dönemde ABD ve batı emperyalizminin büyük desteğini almış, “örnek” bir “ılımlı İslamcı” parti olan AKP ve onun Genel Başkanı Erdoğan, işgale Türkiye’nin katılımı için tezkere çıkartmaya çalışmıştı. Büyük halk tepkisi ve kendi partisinin vekilleri içinden verdiği fireler nedeniyle tezkere teklifi Meclis’te reddedilmişti.[6]

Ortadoğu’da emperyalizmden şikayet eden aynı Erdoğan, çatışmaların yükseldiği 2013 yılında ısrarla ABD’yi Suriye’de askeri müdahaleye davet etmiş, daha açık bir deyişle işgale çağırmıştı. Mayıs 2013’te ABD Başkanı Obama ile görüşmeye giden Erdoğan, görüşme öncesinde yaptığı açıklamada, Obama’nın eyleme geçmek için gerekli gördüğü “kırmızı çizgi”nin aşıldığını belirterek, “Biz ABD’nin daha fazla sorumluluk almasını ve daha ileri adımlar atmasını istiyoruz” demişti.[7]

Ortadoğu, içerisinde sadece emperyalistlerin değil halkların da olduğu çok bilinmeyenli bir denklem olduğundan, hayat Erdoğan’ın beklentileri doğrultusunda akmadı ve Suriye Kürtleri Rojava’da kendi özerk yönetimlerini ilan etti. Kürt halkının kazanımlarına düşmanlık ve Rusya-Suriye ittifakına karşı ABD’nin yerli bir güç olarak PYD’ye desteği nedeniyle AKP iktidarı ABD ile karşı karşıya geldi. Bölgede iki emperyalist gücün çekişmesinden kaynaklanan çelişki ve boşluklardan yararlandı, temsil ettiği sınıf ve tabakaların çıkarları doğrultusunda kimi adımlar attı. Emperyalistlerle bağımlı ülkeler arasındaki ilişki bir emir-komuta ilişkisi değil, tekelci burjuva sınıfları ve hükümetleri arasında karşılıklı çıkarların işlediği, bu nedenle yer yer sorun ve çekişmelerin yaşandığı bir ilişkidir. Bu sorunların varlığı emperyalizmin etkinliği ve bağımlılık ilişkilerini yok saymaz, aksine bağımlılık her daim bunlarla birlikte var olur. Bu nedenle AKP hükümeti zaman zaman NATO’ya ilişkin eleştiriler getirse de her fırsatta ve programatik olarak NATO’ya bağlılığını dile getirmektedir. İşgalin devamı olarak Afganistan’da bulunan NATO komutasında, Türkiye askeri birlikleri zaman zaman işgalci güçlerin komuta görevini üstlenmektedir. Rusya’dan alınan S-400 füzeleri gerginliği bir yana Türkiye’nin askeri altyapısı tamamen NATO’ya ve batıya bağımlıdır.

Türkiye’nin Suriye’de, hatta Libya’da emperyalist devletler arasında çelişkilerden yararlanarak izlediği politikanın “vatan savunması” ve “anti-emperyalizm” olarak ilan edilmesi yıllarca sırtını emperyalist güçlere dayamış, iktidara geldiği 2002 seçimlerinden önce bizzat 3-4 defa ABD’ye gidip icazet ve destek almış bir iktidar için oldukça ironik. Bununla birlikte, neredeyse hiçbir zaman icraata geçmeyen meydan okumaların AKP tabanındaki işçi ve emekçilerde önemli bir karşılığı olduğunu söylemek mümkün.

 

KÜRESELLEŞMECİLİK

2013 yılına kadar AKP’yi çevrenin merkeze, sivil toplumun devlete, Anadolu burjuvazisinin askeri-sivil bürokrasiye başkaldırısı ve bir tür burjuva demokratik devrimin öznesi olarak gören Türkiye liberal “sol”unun emperyalizm analizi de AKP analizi gibi sığdır. Örneğin Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin düzenlediği “Bilgiye Erişim ve Birlikte Değerlendirme” toplantısında konuşan Birikim Dergisi Yazarı Murat Belge şunları söylemişti: “Kulağa kaba gelen bir sözü yumuşatır ve kibarca söyleriz. Örneğin ‘öldü’ demek yerine ‘vefat etti’ deriz. Anti emperyalizm de milliyetçiliğin kibarca söyleniş şeklidir. Milliyetçilik ile solun etkileşimi sadece ülkemize has bir özellik de değildir. Dünyadaki örnekleri oldukça fazladır.[8]

Anti-emperyalizmin milliyetçiliğe indirgenmesi ve reddedilmesi küreselleşmeci (neo)liberalliğin “kibarca söyleniş şeklidir”. Anti-emperyalizmin “sol” adına reddi ile emperyalizmin siyasal baskı ve şiddete indirgenmesi arasında içsel ve güçlü bir ilişki vardır ve bunun üzerinde durmaya değer.

Soğuk savaş”ın taraflarından birinin ortadan kalkması ve “kapitalizmin zaferini ilan etmesi” ile ABD’nin öncülüğünü yaptığı “hür dünya” düşmanlığın, tehditlerin, savaş ve gerilimlerin son bulduğu, “tek kutuplu”, refah içinde bir “yeni dünya düzeni” vaat etmişti. Teknoloji, zenginlik ve adaletin ulusal sınırları aşarak tüm dünyayı sarıp sarmalayacağını varsayan, artık bir “küresel köy”de yaşadığımızı vaaz eden küreselleşme ideolojisi sadece kapitalist neoliberal saldırganlığın maskesi değil “sol”u ve kimi muhalif kesimleri sinsice teslim alan bir ideolojik kuşatma olarak şekillendi.

Egemen ideolojik söylem haline gelen, bugün bu özelliğini hala koruyan “küreselleşme”nin 1990’lı yıllarda popülarize olmasının nedenlerinden biri, o zamana kadar etkili olan farklı blok ve kutuplaşmaların çözülmesiydi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından dünyanın sosyalist Doğu Bloku ve sözde “hür dünya” olarak bölündüğü koşullarda bugünkü içeriği ile “küreselleşme” söyleminin zemini yoktu. Keza, aynı dönemlerde başlayıp sonraki on yıllar boyunca devam eden Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın ulusal kurtuluş hareketleri “küreselleşme” bir yana, emperyalist dünya sistemine itiraz ve ondan kopma iddiasıyla yükselmiş ve çok sayıda ülkede iktidara gelmişti. Dünya pek de “küresel” bir görünüme sahip değildi.

Küreselleşme söyleminin etkili olmasının altında yatan diğer ve temel bir neden de tekelci sermayenin bir bütün olarak dünya ekonomisini, kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenleme konusunda elde ettiği başarıdır. 1960’ların ikinci yarısından itibaren kâr oranları düşen, yeni yatırım alanları sıkıntısı çeken, ülkelerin izlediği ithal ikameci sanayi politikaları nedeniyle geniş pazarlara girmekte zorlanan uluslararası sermayenin önemli bir bölümü, 1973-4 krizinin ardından tüm kapitalist ekonomik yapıyı ihtiyaçları temelinde dönüştürmeye koyuldu. İngiltere’de Başbakan Margaret Thatcher, ABD’de Başkan Ronald Reagan’ın en tipik temsilcileri olduğu neoliberal politika konsepti uluslararası düzenleme kurumları tarafından tüm bağımlı dünyaya dayatıldı. Ulusal hareketlerin iktidara geldiği bağımlı ülkeler emperyalizmden gerçek bir kurtuluşu sağlayamayıp borç batağına saplanmış ve 1980’li yıllarda IMF’nin kapısına zaten gitmişti. Kimi ülkeler baskı ve darbelerle, kimileri işbirlikçi burjuvazinin gönüllü geçiş süreciyle kimileri de IMF gibi kurumların kılavuzluğu ve dayatmalarıyla “ihracata dayalı sanayileşme” denilen, aslında ülke ekonomisinin yabancı sermaye ve ürünlerine sonuna kadar açıldığı neoliberal iktisadi konsepte geçti. Tek tek dünya ekonomilerinin ortak pazar uygulamaları, uluslararası sermayenin önünde engellerin kaldırılması ve finansal serbestleşme ile sermaye için “kaynaşmış, “ulusal sınırlamalardan kurtulmuş” tek bir “küresel” dünya inşa edilmekteydi. Böyle bir dünyanın burjuva ideolojisi “küreselleşme” idi.

Anthony McGrew’e göre küreselleşme, “ulus devletleri aşan birçok bağlantı”yı, “dünyanın bir bölgesindeki olayların, kararların ve faaliyetlerin, dünyanın uzak bölgelerindeki bireyler ve topluluklar için önemli bir sonuca sahip olabileceği bir süreci tanımlar.”[9] Berry Jones’a göre, teknolojinin ilerlemesiyle yoğunlaşan serbest ticaret sisteminde rekabetin artmasının bir sonucu olarak ülkeler arası karşılıklı bağımlılık sürecinin yoğunlaşmasıdır.[10] Hao Zhang’un liberal hayaller içeren tanımıyla küreselleşme “dünya halklarının tek bir dünya toplumuna dahil edildiği tüm süreçleri” ifade etmektedir.[11] Sandu Cuterela için “uluslararası bir ağın ortaya çıkması”, yerel, ulusal ve bölgesel güçlü bağlantılılık halidir.[12]

Bütün bu yaygın küreselleşme tanımları ülkelerin bu bağlantılılığın hangi temeller üzerinde şekillendiği ve nasıl bir sömürü ilişkisinin kurulduğunu incelemeyi reddettiği için emperyalizmin de sonunu ilan ediyordu. 1990 sonrası sosyalizmden kaçış halindeki liberal, postmodern “sol” da bunu kendi meşrebince onayladı, hatta takdir etti. 2000 yılında ilk baskısını yapan İmparatorluk kitabının Türkçe basımı için yazdıkları Önsöz’de Hardt ve Negri, “Biz İmparatorluk terimini çağdaş küresel düzeni adlandırmak için, emperyalizm terimine karşı kullandık. Bir başka ifadeyle, kalkış tezimiz emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlamakta yeterli bir kavram olmadığıdır” demişlerdi.[13]

İşin daha önemli kısmı şuydu: Neoliberal konsept ekonomi ile siyaset arasında kesin bir ayrımı vaaz ediyordu. Dönemin ana akım iktisat okullarına göre ekonomi politikası, siyasetçilerin seçim kaygıları ve popülist vaatlerine feda edilemeyecek kadar önemli ve uzmanlık gerektiren, bu açıdan “politika dışı” “teknik” bir konuydu. Örneğin merkez bankaları tam da bu nedenle “bağımsız” olmalı, siyasetçiler ekonomiye kafalarına estikçe karışmamalıydı.

Elbette hükümetler her daim ekonomi politikasının doğrudan içindeydi ve politikasız bir alan yoktu. Ancak tekelci burjuvazinin çıkarlarını yansıtan, sağ ve “sol” herhangi bir hükümetin müdahale edemeyeceği temel neoliberal ilkeler (örneğin Maastricht Kriterlerinde olduğu gibi) belirlendi ve bunlar kısa sürede burjuva partilerin amentüsü haline geldi. Ekonomideki bütün sorunların kaynağı “sosyal devlet” uygulamaları ve Keynesyen politikalar olduğu iddiasıyla neoliberal politikaların uygulanması “kalkınma” ve büyümenin tek yolu olarak ilan edildi, “başka bir alternatif yok”tu (“there is no alternative”).

Ekonomi politikası, politika dışı teknik bir alan olarak kabul edildiğinde ve devlet müdahalesi baştan reddedildiğinde “ulus-devlet” işlevlerinin bir kısmını kaybetmiş oluyordu. Yine küreselleşmecilere göre, sermayenin sınır dinlemeksizin hareketi ulus-devletin aşındığı ve yok olmakta olduğunun göstergesiydi. Avrupa Birliği gibi “ulus-üstü” kapitalist birlikler de iddianın siyasal kanıtı olarak ekleniyordu.

Öyle ki, örneğin yoksul köylülerin ürettiği ürünleri dış rekabetten korumak için gümrük vergisi önerilmesi ya da yerli üreticiyi destekleyici kimi önlemlerin savunulması, çağı geçmiş bir “ulusal çıkar” savunusu, yok olmakta olan “ulus devleti” canlandırmayı öngören “milliyetçi” ve “arkaik” bir yaklaşım olarak damgalandı. Bunlar eski, belki emperyalizm olduğu kabul bile edilebilecek bir dönemin “milliyetçi” koruma önlemleri idi. Bugün ne emperyalizm ne sömürgeler ne de eskisi gibi ulus devletler kalmadığından bu politikaları savunmak sadece neoliberal sağ değil başına “yeni-sol” tarafından da düpedüz gericilik olarak lanetlendi.

İşte bu küreselleşmeci yaklaşıma göre, a- emperyalizm son bulmuş, yerini ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılığa bırakmıştı, b- piyasalar üzerindeki devlet müdahalesinin sınırlandırılması ile sermayenin ve tek tek ülkelerin piyasaya erişim özgürlüğü tesis edilmiş, böylece tekelci düzenlemeler sözde ortadan kalkmıştı, c- devlet müdahalesinin azaltılması ile ulus devletler yok olmaktaydı. Bütün bu etkenler ve gelişmelerin sonucunda ulus devlet ve tekelci piyasa yapılarına dayalı emperyalizm de sona ermişti. Anti-emperyalizm, yabancı sermaye düşmanlığı, küçük üreticiyi koruyucu düzenlemeler, sermaye hareketleri üzerinde kısıtlamalar vb. ekonomi politikalar günümüz dünyasının gerçekliğiyle uyumsuz ve çağdışı yaklaşımlar olarak lanetlenmişti. İşte, AKP’nin ekonomi politikası da liberal küreselleşmeciliğin bu ideolojisi temelinde yükselmektedir.

 

EMPERYALİST SÖMÜRÜ

Emperyalizm tartışmasında bahsettiğimiz iki yaklaşımın (gösteri biçiminde bir lafzi anti-emperyalizm ile emperyalizmin inkarı) ortak yönü, her ikisinin de günümüz dünyasındaki iktisadi bağımlılık ilişkilerini “karşılıklı bağlantılılık” gibi küreselleşmeci argümanlarla reddetmesidir. Bu temel olgu reddedildiğinde liberal sol için “emperyalizm” diye bir şey kalmıyor, AKP cenahı için ise sadece baskı ve işgal gibi siyasal biçimler kalıyor.

Emperyalist devletlerin dünyanın dört bir yanındaki olaylara müdahale etmesi, bunları kendi çıkarlarına göre şekillendirme mücadelesi ve bunu emperyalist bir odak olarak kalıcı hale getirebilmesinin ardında yatan temel olgulardan birisi uluslararası tekellerin egemenliği ve bu tekellerin emperyalist devletlere sağladığı ekonomik güç ve olanaklardır. Bu olgu göz ardı edilerek ne devletlerin “karşılıklı bağımlılığı” ne de “güç eşitsizlikleri” doğru kavranabilir.

Teori ve Eylem’in bu sayısında diğer yazılarda tekelleşme, üretim ve pazarlarda tekellerin egemenliği ayrıntılı bir biçimde işlendiği için bu makalede sadece birkaç örnekle yetineceğiz.

Küresel otomobil endüstrisi binlerce oyuncunun bulunduğu rekabetçi bir endüstri değil, bir avuç firmanın pazara hakim olduğu tekelci bir yapıya sahiptir. Bu tekellerle küçük şirketlerin rekabet etmesi çoğu zaman imkansızdır. Örneğin, ABD’de pazar sadece üç şirkette yoğunlaşmıştır: Ford, General Motors ve Chrysler. Dünya üretim ve pazarının tamamına yakını ise 62 markanın sahibi olan 14 tekel tarafından kontrol edilmektedir.[14]

En yeni denilebilecek dijital dünyada, insanlığa dijital bir özgürlük sunduklarını ilan eden Google, Apple, Facebook, Amazon ve Microsoft gibi birkaç şirket, dijital ekonominin farklı alanlarında tekel hâline gelmiştir. Dünyadaki bütün dijital aramaların yüzde 92’si Google üzerinden, Amerika’da internet üzerinden yapılan alışverişlerin yaklaşık yüzde 40’ı Amazon’dan yapılıyor. Dijital reklam piyasasının yüzde 40’a yakını Google, yüzde 22’si Facebook üzerinden geçiyor.[15] Örnekler sayısızca artırılabilir.

Uluslararası tekeller ya da finans kapitalin[16] kapitalist üretim ve pazarlar üzerinde egemenliği emperyalizmin temelidir. Tekellerin sömürüsü ve özellikle bağımlı ülkelerdeki aşırı sömürüsü üç temel yolla gerçekleşir ve böylece tekellerin şahsında emperyalist ülkelere yoğun bir artı-değer transferi gerçekleşir. Makalenin doğrudan konusu olmadığı için bu transferin temel biçimlerine oldukça kısa bir biçimde değinmekle yetineceğiz.

İlki, ucuz işgücünün yoğun olduğu bağımlı ülkelere sermaye ihracı ve bu yolla emperyalist ülkelere kâr transferidir. Örneğin ABD’li teknoloji tekeli Apple, iPhone marka cep telefonunun neredeyse bütün bileşenlerini ve montajını ABD dışında yapmaktadır. iPhone’daki hammadde ve mamul parçalar otuzdan fazla ülkeden gelmektedir. iPhone’un tedarikçisi olan şirketlerin bu hammaddeleri madenlerden çıkarmak için çocuk emeği kullandıklarını ve madenlerde çalışan işçilere açlık ücretleri ödedikleri artık gizli saklı olmayan ve çok sayıda video-haber ile kamuoyuna ulaşmış genel bir bilgidir. Uluslararası Af Örgütü’nün raporu, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki madenlerde 40 bin çocuğun çok tehlikeli koşullarda çalıştığını göstermiştir. Ölüm, uzuv kaybı ya da uzun vadeli sağlık sorunları rutindir. Günlük 1 ila 2 dolar karşılığı on iki saat çalıştırılan çocuklar, madenlerin derin bölgelerinden yeryüzüne ağır yükler taşımaktadır. Madencilik şirketleri maliyetleri düşürmek için milis gruplarla işbirliği içinde işçileri silah zoruyla madenlerde çalışmaya zorlar.[17]

Elde edilen hammaddeler, Avrupa’dan Çin’e en az otuz ülkede üretim birimlerine girer ve elde edilen yarı-mamul maddeler Çin’deki en büyük özel sektör işvereni olan Foxconn tesislerine gönderilir. Foxconn, uzun süreli ve ağır çalışma koşulları, askeri disipline benzer denetim süreçleri ve 150’ye yakın işçinin intihara kalkışmasıyla ünlü, Taylan menşeli ve bir milyonun üzerinde işçisi olan bir şirkettir. Görüldüğü üzere üretiminin neredeyse tamamı ABD ve Apple dışında yapılmasına rağmen ABD’de yaklaşık 1000 dolara satılan iPhone X başına Apple 603,65 dolar kâr elde eder. Taylan menşeli Foxconn’un ise telefon başına yaklaşık 5 dolar kâr ettiği tahmin edilmektedir.[18] Yani işçilerin ürettiği artı-değere bir yandan Foxconn el koyar ve giderek büyürken, diğer yandan üretilen artı-değerin büyük bir kısmına Apple, tekel konumu sayesinde el koyar.[19] Tam da bu nedenle yapılan tüm çağrılara rağmen Apple, ucuz işgücüne dayanan Foxconn’daki üretimini ABD’ye taşımayı aklının ucundan bile geçirmez.

Üretimin büyük kısmı bağımlı ülkelerde yapılmasına rağmen Apple, üretim sürecinde yer alan şirketlerin elde ettiği toplam kârın %80’ine tek başına el koyuyor. Foxconn ise toplam karın ancak %0,6’sını (binde 6) alabiliyor. Bu bağımlı ülkelerde üretilen artı-değere uluslararası bir tekelin el koyması ve bunun bir emperyalist ülkeye transfer edilmesi anlamına tipik bir örnektir.

Uzatmamak adına sadece başlıklarına değineceğimiz ikinci yöntem ise, emperyalist tekellerin bilim ve teknoloji alandaki egemenliğine dayanmaktadır. Yüksek teknolojiye dayalı üretim, yüksek verimlilik ve ileri teknolojili meta üretimi sayesinde emperyalist ülkeler, bağımlı ülkelerde üretilen artı-değere “serbest ticaret” yoluyla el koymaktadır.[20]

Üçüncüsü, sermaye ihracının bir biçimi olarak, internet ve dijital teknolojilerle anlık hale gelen sermeyenin uluslararası hareketi, yüksek faizin olduğu ülkelere girişleri ve spekülasyon kazançları ile faiz ya da kâr payı biçiminde el koydukları artı-değeri emperyalist ülkelere transfer ederler.

Bunlar ve emperyalist sömürünün diğer yöntemleri sayesinde örneğin 83 milyon nüfuslu Almanya, neredeyse aynı nüfusa sahip (82 milyon) Türkiye’nin beş katı büyüklüğünde GSMH’ye sahiptir. Almanya’da 2019 itibarıyla GSMH 3,861 trilyon dolar iken Türkiye’de 719,5 milyar dolardır.[21] GSMH tartışmalı bir gösterge ve bu rakamın ortaya çıkışında başka etkenler de söz konusu. Bununla birlikte Alman emperyalizminin dünyanın bağımlı bölge ve ülkelerinden çektiği artı-değer ve bu artı-değer sayesinde Alman tekellerinin devasa kârlarının göstergelerinden birisidir.

Bu bölümü toparlayacak olursak, uluslararası tekeller dünya ölçeğinde üretim ve pazarları kontrol etmektedir. Bu tekellerin bazıları çok sayıda ülke ekonomisinin yıllık GSMH’sinden daha büyük bir piyasa değerine sahiptir. Tekeller birleşme ve yutma ile rakiplerini ortadan kaldırmakta ve büyümektedir. Çoğunlukla ABD, Almanya, Japonya, Çin gibi az sayıda ülke menşelidir ve bağımlı ülkelerde üretilen artı-değer yukarıda bahsedilen yollarla emperyalist ülkelere akmaktadır.

Emperyalizmin siyasetine gelince… Tekeller arasındaki rekabetin boyutlarından birisi de kendi tekellerini koruma, geliştirme ve önünü açma çabasında olan emperyalist devletler arasındaki rekabet, çekişme ve çatışmalardır. Dünya pazarının iktisadi olarak paylaşımı, bunun siyasi olarak teminat altına alınmasını ve gerektiğinde askeri olarak korunması gerektirir ki, bu işgal, darbe, baskı, tehdit ya da ticaret savaşlarının getirdiği iktisadi ve siyasal gerilimler biçiminde kendini gösterir.

 

EMPERYALİZMLE KADER BİRLİĞİ

Türkiye orta büyüklükte bağımlı bir kapitalist ülke olarak orta ve düşük teknolojili ürün üretimi ile emperyalist dünya ekonomisinde belirli bir yer tutuyor.

Bir önceki başlıkta ifade edilen, hepsi de elbette kapitalist sömürünün biçimleri olan, ama emperyalizm döneminin tekelci niteliklerinden kaynaklı doğrudan tekeller tarafından organize edilen ve yararlanılan artı-değer transfer mekanizmalarının tamamı Türkiye için de geçerlidir.

Yüzeysel bir bakışla ele alındığında Türkiye’de tekelci burjuvazi ve düzen partilerinin emperyalizme bağımlılığı öngören bir politikayı savunması çelişkili görülebilir ya da garipsenebilir. Ancak bunda olağandışı bir şey yoktur, çünkü Türkiye’de finans kapital uluslararası tekellerle işbirliği temelinde şekillenmiştir. Uluslararası tekeller işgücünün ucuz olduğu bağımlı ülkelerdeki yatırımlarını, genellikle, ülkeyi, işgücü piyasasını, pazar ve dağıtım ağlarını bilen, hükümetlerle de doğrudan yakın temas halinde olan “yerli” sermaye grupları ile işbirliği halinde yapmıştır. Türkiye’de ağır sanayinin gelişimi ve günümüzde bilinen ve özellikle TÜSİAD çevresinde toplanan büyük tekellerin önemli bir kısmı bu işbirlikçi temelde şekillenmiştir. Bu nedenle yabancı yatırımların ülkeye girişi, mevcut yatırımlarını sürdürmesi ve işbirlikleri, Türkiye’deki tekelci sermayenin doğrudan çıkarlarını yansıtmaktadır.

AKP’nin doğrudan sözcüsü olduğu tekelci sermaye fraksiyonu da benzer biçimde uluslararası sermayeye bağımlıdır. 1990’lı yıllardan itibaren, daha önce de var olan ama finansal hareketlerin tam olarak serbestleşmesi, borsaların ve tahvil piyasalarının gelişimi ve gelişen teknolojinin sağladığı olanaklarla ülkelere sermaye giriş ve çıkışı anlık hale gelmiştir. Bağımlı ülkelerde yapısal sermaye açığı nedeniyle yeni yatırımların yapılması, dış ticaret açığı, kredi ihtiyacı, borç ve faiz ödemeleri ve cari açığın kapatılması gibi ülke ekonomisi için acil ihtiyaçların karşılanmasında “sıcak para” olarak tanımlanan yabancı sermaye girişine de ihtiyaç vardır. 1980’li ve 90’lı yıllarda IMF gibi kurumlar tarafından bu ihtiyaç, ekonominin tamamen emperyalizme açılması anlamına gelen yapısal dönüşümler karşılığında verilen kredilerle bir ölçüde sağlanmıştır. Bugün IMF’nin bu işlevi devam etmekle birlikte çoğu ülke bu tür bir yabancı sermaye girişini yüksek faiz vererek ya da yabancı sermayeye kendi ülkelerindeki faizden daha fazla kazanç vaat ederek sağlamaktadır. Bu akış kesildiğinde bağımlı ülkelerde döviz kuru yükselmekte, ihtiyaç duyulan ve çok sayıda şirketin ayakta kalması için zorunlu olan krediler kesilmekte ve borç ödemeleri gerçekleştirilemez hale gelmektedir. Bu da, bağımlı ülkelerin sadece genel olarak değil anlık olarak da yabancı sermaye akışına bağımlı olması anlamına gelmektedir ki, AKP’yi emperyalist ülkeleri kapı kapı dolaşmaya, Türkiye’nin istikrarlı ve güvenli olduğunu kanıtlamaya iten nedenlerden birisi de bu tür bir bağımlılıktır.

Pragmatist ve her yanı çelişkilerle malul “siyasal” bir emperyalizm tanımı yapan düzen partileri ve liberal solcular bir yandan Fransa’ya sömürgeci geçmişini hatırlatır ve Almanya’yı Nazilikle suçlarken, diğer yandan yabancı sermaye yatırımı için neredeyse yalvararak bu ülkeleri ve daha fazlasını defalarca ziyaret etmekten, türlü türlü teşvik ve tavizler vermekten kaçınmaz.

Bu tür gezi ve teşvikler sadece ekonominin sıkıştığı dönemlere özgü değildir. İktidara geldikten henüz bir yıl sonra, 2003 yılının Aralık ayında yaptığı konuşmada dönemin Başbakanı Erdoğan, hükümet adına elinden gelen bütün gayreti göstereceğine söz vermiş ve “Yabancı sermaye artık gelsin, Türkiye’de yatırımlarını yapsın. Burası güvenli bir ülke, burası bereketli bir ülke. Burada yatırım yapmaktan çekinmeyiniz. İnanıyorum ki burada mahcup olmayacaksınız” diye konuşmuştu.[22]

AKP’nin “teröre karşı mücadele” söylemiyle “yerli ve milli” vurgusu yaptığı son dönemde de yabancı sermayeye ilişkin dostane tutumu (Aralık 2020) devam etmektedir, etmek de zorundadır: “Yatırım düşmanlığına anlam vermek mümkün değildir. … Yatırımcıları kökenlerine, inançlarına göre ayıran bu kirli zihniyetin tek derdi Türkiye’nin ekonomik çöküntüye uğramasıdır. Türkiye’ye gelen yatırımcıyı kaçırmak için her türlü yalanı, iftirayı ardı ardına sıralamaktan da çekinmiyorlar. … Yahu yatırımın rengi, ırkı olur mu?[23]

AKP’nin programı da emperyalist bağımlılık ilişkilerinin sürdürülmesi konusunda açık olduğu kadar, iddialıdır da. Programda yabancı sermayenin önemi ve teşvik edilmesine ilişkin çok sayıda vurgudan sadece birisini aktaralım:

Üretimin motoru olan özel girişimciler, siyasi ve ekonomik istikrarın bulunduğu; ilkelerin belirli, güvenilir ve şeffaf olduğu; sözleşmelerin yaptırım gücünün yüksek olduğu, enflasyon, döviz kuru ve faiz oranları dahil tüm makro ekonomik göstergelerin öngörülebildiği ve ekonomik hesap yapmayı mümkün kılan bir ekonomik ortamda yatırım yaparlar. Partimiz bu ortamı oluşturmaya kararlıdır. Oluşan güven ortamı, toplumumuzda zaten var olan girişimci gücü harekete geçirecek yabancı sermayenin ülkemize girişini hızlandıracak ve böylece üretim artışı sağlayacaktır.[24]

Özetle söylemek gerekirse, AKP -ve MHP ile birlikte oluşturduğu Cumhur İttifakı- Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını kabul eder, uluslararası tekellere ülkeyi peşkeş çekerek bu bağımlılığını derinleştiren bir politika izler, kendi varlığının temellerinden birisi de budur.

Türkiye’nin tekelci burjuva muhalefet partisi CHP ve ittifaklarının da ne ufku ne programı ne de söylemi bunun ötesine geçmektedir, geçmesi de beklenemez. Türkiye’nin bir “hukuk devleti” olmamasının yabancı sermaye yatırımlarını engellediği konusunda dert yanan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na göre; “Üretimi sanayici nasıl yapacak? Hukuk güvenliği yoksa niye yatırım yapsın? Hukuk güvenliği yoksa yabancı sermaye niye gelsin? Hukuk güvenliği varsa gider, yatırımını yapar. Hangi ülke olursa olsun. Yoksa niye yapsın? Yabancı sermaye kaçıyor? Kaçar” diyerek endişesini dile getirmiştir.[25]

Ulusal sanayi”nin geliştirilmesine ilişkin kimi göstermelik vurguları barındırsa da CHP programında, yabancı sermayenin “ekonomiye katkısı”na güven tamdır. Programda yapılan çok sayıda vurgudan sadece bir tanesini aktaralım: “Ülkemizde Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları için uygun ortam ve koşullar yaratılacak; yeni tesis ve işletme kuracak, yeni üretim kapasitesi yaratacak doğrudan yabancı sermaye özendirilecektir.[26]

HDP de zaman zaman, hükümete muhalefet yapmak adına, anti-demokratik uygulamaların yabancı sermayeyi kaçırdığına ilişkin tespitler yapmakta ve yabancı sermayenin ülke ekonomisi için “önemi”ne işaret etmekten kendini alamamaktadır. HDP’nin Ekonomiden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı ve Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan bir açıklamasında şunları söylemektedir: “Sonra diyorsunuz ki Türkiye’ye neden yatırım gelmiyor, niye Türkiye’de ekonomi küçülüyor, niye yabancı sermaye kaçıyor, niye yatırımlar duruyor? İşte, güven olmayınca, arkadaşlar, verdiğiniz rakamlara güven olmayınca, güven kayboluyor ve ekonomimiz daha da geriye gidiyor.[27]

 

BAĞIMSIZLIK UFKU

HDP’nin ideolojik olarak emperyalizme ilişkin iyimser, yer yer hayırhah ve çelişkili tutumu bu yazının konusu değil, ancak HDP’nin konumunun Türkiye’nin burjuva düzen partileri ile aynı olmadığı açık.

Hem pratikleri ve söylemleri hem programları hem de iktidara geldiklerinde ülke ekonomisinin yapısından kaynaklanan zorunluluklar açısından tekelci sermaye partilerinin tüm ufku emperyalizme bağımlılıkla belirlenmiştir. Bu, onlar için, küresel ekonomik sistemin olağan bir sonucudur ve zaman zaman göstermelik ve bir kısmı da iç politikaya seslenen çıkışlarının anti-emperyalizmle uzaktan yakından alakası yoktur. Bu, bağımlı ülke tekelci burjuvazisi ve partilerinin alternatif stratejiler geliştiremeyeceği anlamına gelmez. Bununla birlikte bunları uygulamak ve uluslararası pazardan pay almak için bunu istemek yeterli değildir. Belirleyici olan güçtür ve bu güç, çoğu zaman bağımlı ülke tekellerince elde edilebilecek durumda değildir.

Türkiye’de “anti-emperyalizm” ya da “bağımsızlık” kavram ve değerlerini bozuşturan bir diğer etken de, çoğunlukla “ulusalcı sol” içinde tanımlanan ama bir kısmı “ulusalcı sol”a bile dahil olamayan, anti-emperyalizmin içini boşaltan milliyetçi çizgidir. Bu, çoğunlukla 1930’larda Kadro dergisi çevresi tarafından üretilmeye çalışılan ama başarılamayan “Kemalist ideolojiye” ve pratiklerine referans vererek Aydınlıkçılardan CHP’nin ulusalcı milletvekillerine, Kemalist askeri kadrolardan CHP tabanındaki “ulusal ekonomi” duyarlılığına sahip kesimlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. İdeolojik ortaklıklarına rağmen devrimci mücadele açısından kolayca aynı kefeye konulamayacak bu kesimler, güncel siyasette de farklı ve hatta karşıt konumlarda bulunmaktadırlar.

Bu ulusalcı-burjuva “anti-emperyalist” yaklaşım ABD ve AB emperyalizmine karşı çıktığını iddia etse de hedef tahtasına çoğu zaman “emperyalizmin işbirlikçisi” olarak tanımladığı Kürt halkını ve Kürt ulusal hareketini koymuştur. Bu özelliğiyle burjuva bir anti-emperyalizme bile meyledememekte, kolaylıkla Kürt düşmanlığına evrilmekte, bu nedenle enternasyonalizmle alakası olmayan ve her kritik konuda tekelci burjuvaziye yedeklenen bir noktaya düşmektedir. Ayrıca doğru bir anti-emperyalizm kavrayışına sahip olmadığından, ABD’ye karşı çıkış, diğer emperyalist odaklardan birisine yedeklenmeye varmaktadır.

Halkın çıkarlarını savunduğunu iddia eden ama tekelci sermayeyi karşısına almayan bir hareketin, günümüz emperyalizminin derinliği ve etkisi göz önünde bulundurulduğunda başarı şansı yoktur. Syriza deneyimi bunun en yakın ve tipik örneğidir. 2015 yılında Yunanistan’da iktidara gelen sosyal reformist Syriza, kemer sıkma politikalarına karşı çıkmasına rağmen, AB’ye ve Euro Birliği’ne bağlı kalacağını en baştan ilan etmişti. Ancak sorun şu ki, Yunanistan ekonomisi büyük ölçüde Almanya emperyalizmine bağımlıydı ve halkçı önlemlerinin uygulanabilmesinin temel koşulu bu bağımlı yapı ve tekelci sermayeyi hedefe koyan anti-emperyalist bir hatta ilerlemekti.[28] Elbette bu hat, iktidardan verilecek emirlerle değil, Syriza’nın ufkunun almayacağı bir halk hareketi ve inisiyatifiyle ekonominin yeniden kurulmasını gerektirmekteydi. Bağımlılık ilişkilerine dokunulmadı. Bu nedenle kimi halkçı ekonomik önlemler ya hiç yaşama geçirilmedi, yaşama geçirilenler de büyük ölçüde etkisiz kaldı.

Emperyalist ve işbirlikçi tekelleri hedefe koymayan “iyi niyet”in başarı şansı yoktur ve halkı aldatmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Tutarlı bir anti-emperyalist mücadele, emperyalist sömürüye ve bağımlılık ilişkilerine, onun temsilcisi işbirlikçi tekelci burjuvazi ve iktidarına karşı mücadele olarak şekillenmek zorundadır. Aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını temel alan bir toplumsal devrim ve sosyalist inşa kaçınılmaz olarak anti-emperyalist nitelikte olacak ve ülke kaynaklarının uluslararası tekellere peşkeş çekilmesine son verecektir. İşçi sınıfı ve ezilen halkların kendi iktidarlarını, insanca bir yaşamı ve sosyalizmi kurmasının başka bir yolu yoktur.

 

 

[1] Erdoğan, R. T. (2020) https://twitter.com/rterdogan/status/1321451663635472385

[2] Yaşlı, F. (2013) “Türk sağı, AKP ve anti-emperyalizm”, Sol, https://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/fatih-yasli-yazdi-turk-sagi-akp-ve-anti-emperyalizm-haberi-78774

[3] Karagül, İ. (2020) “Erdoğan sömürge düzenini sarsıyor”, YeniŞafak, https://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahim-karagul/erdogan-somurge-duzenini-sarsiyor-2056104

[4] Alyanak, Ç. M. ve A. Honguç (2020) “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Akdeniz’de kalıcı çözüm yolunda mesafe alınmak isteniyorsa diplomasiye şans tanınmalı”, AA, https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogan-akdenizde-kalici-cozum-yolunda-mesafe-alinmak-isteniyorsa-diplomasiye-sans-taninmali/2067942#

[5] Hürriyet (2021) “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan İsrail zulmüne sert tepki”, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/cumhurbaskani-erdogandan-israil-zulmune-sert-tepki-41812882 https://www.hurriyet.com.tr/gundem/cumhurbaskani-erdogandan-israil-zulmune-sert-tepki-41812882

[6] Erdoğan 2016 yılında yaptığı açıklamada işgal tezkeresiyle ilgili şunları söylemişti: “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri de gizli kulisler attılar. O insanların kimler olduğunu araştırır bulursunuz. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye, Irak’ta olsaydı, Irak’ın durum böyle olmazdı.” T24 (2016) “1 Mart tezkeresinde Davutoğlu elime sarılıp ‘Abi ne olur Irak’a girmeyelim’ dedi”, https://t24.com.tr/haber/1-mart-tezkeresinde-davutoglu-elime-sarilip-abi-ne-olur-iraka-girmeyelim-dedi,327569

[7] Başka Haber (2013) “Başbakan Erdoğan’dan Savaşa Davet: ABD Suriye’de Uçuşa Yasak Bölge İlan Ederse Destek Veririz”, http://www.baskahaber.org/2013/05/basbakan-erdogandan-savasa-davet-abd.html

[8] Sol (2013) “‘Emperyal vizyon’a teşne Murat Belge anti-emperyalizmi ‘milliyetçilik’ ilan etti”, https://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/emperyal-vizyona-tesne-murat-belge-anti-emperyalizmi-milliyetcilik-ilan-etti

[9] McGrew, A. (1992) A global society? Modernity and its Futures, Polity Press, Cambrige, sf. 112.

[10] Jones, R. J. B. (1995) Globalisation and Interdependence in the International Political Economy: Rhetoric and Reality, Pinter, London, sf. 19.

[11] Zhang, H. (2014) “Changing of Political Identities within the Globalization Context”, International Journal of Social Science and Humanity, 4(4), sf. 279.

[12] Cuterela, S. (2012) “Globalization: Definition, Processes and Concepts”, Romanian Statistical Review, 60(4), sf. 138.

[13] Negri, A. ve M. Hardt (2001) İmparatorluk, çev. A. Yılmaz, Birinci Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, sf. 14.

[14] Hunkar, D. (2019) “The Global Auto Industry is an Oligopoly”, https://topforeignstocks.com/2019/10/27/the-global-auto-industry-is-an-oligopoly/

[15] Aba, A. (2021) “Big Tech için yolun sonu geliyor mu?”, NLTR, https://www.newslabturkey.org/big-tech-icin-yolun-sonu-geliyor-mu/

[16] Finans sermayesi ile sanayi ve genel olarak üretim sermayesinin kaynaşması, mali sermaye.

[17] Tonak, E. A. (2020) “iPhone işçilerini nasıl sömürüyor?”, Devrimci Marksizm, http://www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/iphone_iscilerini_nasil_somuruyor_e_ahmet_tonak.pdf, sf. 83-84.

[18] Tonak, age, sf. 88-89.

[19] Apple’ın elde ettiği yüksek karda, tasarım süreçlerinde çalışan yüksek vasıflı işgücünün de belirli bir ölçüde katkısı vardır.

[20] Almanya’da sermayenin organik bileşimi diğer ülkelere göre çok daha yüksektir ve üretilen metalardaki emek oranı bağımlı ülkelerdeki oranla daha düşüktür. Almanya’da üretilen ileri teknolojili makinelerle, örneğin Türkiye’de üretilen emek yoğun tekstil ürünleri dış ticaret yoluyla değişildiğinde, daha yüksek bir artı-değer Alman tekeller aracılığıyla Almanya’ya aktarılır. Buradaki mantık ve işleyiş Marx’ın Kapital’in Üçüncü Cildinin İkinci Kısmı, “Kârın Ortalama Kâra Dönüşmesi” başlığı altında ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

[21] Veriler The World Bank’ın “Data” sitesinden alınmıştır. https://data.worldbank.org/

[22] Hürriyet (2003) “Erdoğan: Yabancı sermaye gelsin artık”, https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/erdogan-yabanci-sermaye-gelsin-artik-188192

[23] Yenişafak (2020) “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan yabancı yatırımları eleştiren CHP’ye sert tepki: Yatırımları sırtına yükleyip götürecek mi?”, https://www.yenisafak.com/gundem/cumhurbaskani-erdogandan-yabanci-yatirimlari-elestiren-chpye-sert-tepki-yatirimlari-sirtina-yukleyip-goturecek-mi-3589254

[24] AKP Programı, https://www.akparti.org.tr/parti/parti-programi/

[25] Sputnik (2017) “Kılıçdaroğlu: Hukuk güvenliği yoksa, yabancı sermaye niye gelsin?”, https://tr.sputniknews.com/turkiye/201703281027839214-kilicdaroglu-hukuk-guvenligi-yok-yabanci-sermaye-niye-gelsin/

[26] CHP Programı, https://chp.azureedge.net/1d48b01630ef43d9b2edf45d55842cae.pdf, sf. 166.

[27] TBMM Tutanağı (2020) https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/genel_kurul.cl_getir?pEid=89801

[28] Mesela Euro Birliği’ne üye olduğu için merkez bankasında para bile basamayan Syriza iktidarı, defalarda Euro Birliği’nden çıkmayacağını ilan etmişti.