Aydın Çubukçu

İyi bir krizin boşa gitmesine asla izin vermeyin![1]

 

Salgının dünya çapında yarattığı çok yönlü yıkım, halk yığınları arasında bunun sorumlusunun kim ya da ne olduğu sorusunun yaygın biçimde tartışılmasına yol açtı. Geçmiş yüzyıllarda salgınların tanrıların bir cezası olduğunu ya da cadıların, sapkınların yarattığı bir felaket olduğunu söylemek kolaydı ve bu türden vaazlar tepkilerin önemli ölçüde saptırılmasını sağlayabiliyordu. Ancak artık gerçek sorumluların ortaya çıkarılması hem gelişmiş iletişim olanakları hem de toplumsal bilinç düzeyi sayesinde daha kolay ve bu yüzden egemen sınıflar daha “gelişmiş”, yanıltma ve oyalamada daha etkili, “bilgiye dayalı” kanıtlar üretmek zorundalar.

Bazı çevreler, eski cadı masallarına denk düşer biçimde Çin’i, ya da dünya çapında karışıklık yaratmak isteyen başka gizli odakları sorumlu olarak suçlamaya çalışsa da, salgınla birlikte ortaya çıkan sorunların “sistemden” kaynaklandığı, büyük çoğunlukla bütün halkların ortak kanaati halini aldı. “Sistem” sözcüğünün belirsizliğine rağmen, bununla kast edilen, siyasal ve ekonomik yönleriyle kapitalizmdi.

Yalnızca halklar değil, kapitalizmin temsilcileri ve savunucuları da aynı kanaatteydi. “Sistemde bir sorun vardı! Bir şeyler yanlış gidiyordu!

Salgına karşı mücadelenin başarısı da başarısızlığı da farklı çevreler tarafından kapitalizmle ve onun hükümetleriyle ilişkilendirildi. Böylece yalnızca muhalif kesimler içinde değil kapitalizm adına konuşan, siyaset yapan çevrelerde de salgınla açık bağlantısı içinde kapitalizm ve onun çeşitli uygulamaları tartışılmaya başlandı.

Salgınla kapitalizm arasındaki ilişkiye dair en açık ve çarpıcı açıklama, İngiltere başbakanı Boris Johnson’dan geldi. Uzun ve yıpratıcı bir süreçten sonra, İngiltere’nin salgına karşı mücadelede önemli bir ilerleme kaydetmesi üzerine Boris Johnson, partisinin bir toplantısında “başarıyı kapitalizmin açgözlülüğüne borçluyuz” dedi. Sonradan bu sözlerinden pişmanlık duyduğunu söylese de bir bütün olarak, süreçte kapitalizmin nasıl işlediğini son derece açık bir biçimde ifade eden bir vecizeyi tarihe armağan etmiş oldu.

Bu sözler aslında bütün kapitalist çevrelerin duygularını ve beklentilerini özetlemektedir, ama kontrolsüz biçimde Johnson tarafından dile getirilmesinin başlıca iki nedeni var.

Süreç boyunca bütün başarısızlıkların nedeni olarak kapitalizmi gösteren kişi ya da kurumlar, etkili bir çoğunluk oluşturdu. Düzen muhalifleri bir yana, Papa Francis gibi dinsel önderler, büyük finans kuruluşları, kapitalist medya tekellerinin yazarları, politikacılar “yanlış giden bir şeyler var” demekten kendilerini alamadılar. Johnson gibi militan savunucular bu süreçte genel olarak seslerini kestiler ya da Çin’i, Rusya’yı, önlemlere uymayan halkları vs. suçlayarak savunmada kaldılar. Johnson, elde edilen başarının verdiği cesaretle, bunca zaman içine attığı derdini açıklama fırsatını buldu. Ona göre, kapitalizmin başarılarının ve vazgeçilmezliğinin övülmesi zamanı gelmişti; belli ki bir baskıdan kurtulmanın rahatlığıyla ağzına geleni söyledi. “Açgözlülük” gibi bir “günah”, onun gözünde kurtarıcı bir erdem değeri kazanmıştı. Aklından geçenleri şöyle anlayabiliriz: “Evet, kapitalistiz ve açgözlüyüz, ama onun sayesinde kurtuluş yoluna girmiş bulunuyoruz!” Böylece aynı zamanda muhalif solcuların kapitalizmin zamanını doldurduğunu ilan etmiş olmaları karşısında “hayır biz buradayız ve hâlâ güçlüyüz” diye böbürlenme fırsatını kaçırmak istemedi. Bu arada kapitalizmin açgözlü olduğunu ağzından kaçırmış olması o kadar da önemli değildi.

Diğer yandan, özellikle ABD başta olmak üzere belli başlı bütün merkez kapitalist ülkelerde yaygın bir biçimde, “kapitalizmin böyle gitmeyeceği” yolundaki görüşler, büyük sermaye çevrelerinde de dile getirilmeye başlamıştı. “Sürdürülebilir bir kapitalizm” için neler yapılması gerektiğine dair tartışmalar gazetelerde, televizyonlarda sürüyor, bu konuya ayrılmış akademik araştırmalar her üniversitede öne çıkan tez konularını oluşturuyor ve çok değişik çevreler, kapitalizmin “böyle” sürdürülemeyeceğini açıkça ifade ediyor. Johnson, bu endişeli mırıldanmaların karşısına açık sözlü ve kararlı bir “muhafazakâr” olarak, kapitalizmin herhangi bir reforma, düzeltmeye ihtiyaç duymadan yoluna devam edeceğini söyleme görevini üstlendi.

 

SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR KAPİTALİZM

Ancak, sermayenin basın ve politika çevrelerinde geniş bir kesim kapitalizmin o kadar da mükemmel işlemediğini, kimi düzeltmelerin ve reformların yapılmasının zorunlu olduğunu düşünüyor.

Sürdürülebilir bir kapitalizm” kavramı özellikle pandemi sürecinde sık sık dile getirilir oldu ve pek çok öneri geliştirildi. Her şeyden önce, “sürdürülebilirlik” kavramının kullanılması, kendi içinde kapitalizmin ayakta kalmasının ciddi sorunlar barındırdığının ve sürdürülemeyebileceğinin de kabulünü içeriyor olması bakımından önemlidir.

Biz bu tartışmalarda, kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurduğunu, özellikle emperyalizm çağında “can çekişen kapitalizm” halini aldığını söyleyen Leninizm’in haklılığının endişeli bir biçimde kabul edildiğini görebiliriz.

Kapitalizmi tamir etmek için öne sürülen tedbirlere bakıldığında ise, kurtarmak istedikleri kapitalizmin gerçekte ne olduğuna dair tespitlerinin son derece yüzeysel olduğunu görüyoruz. Onlar için kapitalizm, salgın sürecinde aksayan bir şeydir!

Bu tanımlama düzeyinde oluşturulan eleştiri ve öneriler de esas olarak üretim, dağıtım ve tüketim zincirinin üzerindeki aksaklıkların giderilmesine yönelmektedir. Yani sorunların kapitalizmin yapısal ve esasa ilişkin özelliklerinden değil, bazı parçalarında ortaya çıkan arızalardan kaynaklandığı ileri sürülmekte ve düzenlemelerin alanı olarak da bunlar gösterilmektedir. Dolayısıyla iyileştirme önerileri de bu aşırı derecede basitleştirilmiş mekanizma üzerindeki ayarlamalarla sınırlı kalıyor.

 

KAPİTALİSTLER NEDEN TELAŞLANIYOR, NEDEN YENİLENME İSTİYORLAR?

Finansal Times yazarı Mariana Mazzucato “Kovid, Kapitalizmin Kusurlarını Ortaya Çıkarıyor” başlıklı makalesinde[2], “pandemi, ekonomik sistemimizin sadece krizde olmadığını, yapısal olarak kusurlu olduğunu gösterdi” dedikten sonra, bunun aynı zamanda sistemin yapısını düzeltmek için fırsatlar sunduğunu da belirtiyor: “Son 12 ayda bir ekonomik ders varsa o da şu: kapitalizmi farklı yapmanın tam zamanı!

Ona göre, kapitalizmin kusurlarını şöylece özetlemek mümkün: Artan eşitsizlik, insanların geçimlerini sağlamak için kredilere yönelmesi, özel borcun harcanabilir gelire oranının yükselmesi, devlet etkinliklerinin azaltılması ve danışmanlık şirketlerinin bunun yerine geçmesi, iklim değişikliği gibi krizlerin büyümesi…

Bunun karşısında, eşitlikçi, yeşil ve sürdürülebilir büyüme yönünde bir kapitalizm tasarlanması gerektiğini söyledikten sonra altı maddelik bir plan öneriyor. Sağlık sistemleri güçlendirilmeli, kriz dönemlerinden şirketlere yapılan destek için kamu yararını gözeten katı şartlar dayatılmalı, özelleştirme, dış kaynak kullanımı ve bütçe kesintileri gibi hükümetleri Kovid-19 gibi krizler karşısında zayıf düşüren uygulamalar sınırlanmalı, küresel para akışları büyük oranda finans, sigorta ve gayrimenkule yatırılmasının yerine üretken sektörlere yatırılmalı, gelir dağılımı düzeltilmeli, patentler bir patent havuzu şeklinde kolektif bilgi almayı sağlayacak şekilde toplanmalı…

Kuşkusuz kapitalizmin işleyiş yasalarını ve özellikle emperyalizm döneminde belirleyici hale gelen mali sermayenin doğuşu, azami kâr, sermaye ihracı, tekelleşme vs. gibi belirleyici olgularını bilenler bu önerilerin eşitlikçi, yeşil vs. bir kapitalizme ne kadar imkân tanıyacağını soracaklardır. Kapitalizmin kapitalist eleştirmenlerinin pandemiyle birlikte, aynı türden bir felaket olarak kabul ettikleri iklim sorununun tekellerin şiddetli dirençleri yüzünden sürekli gündem dışı tutulması onlar için bir uyarı olabilirdi. Ne var ki, “kâr maksimizasyonunu” bir hak olarak gördükten sonra, bunun tartışılması bile imkânsızdır.

 

SORUNLARIN SINIFLANDIRILMASI

Krizin tanımında kullanılan “üretim, dağıtım, tüketim” zincirindeki aksaklıklar şablonu, tamamen pandemi sürecinin görünür özelliklerinden kurulmuştur. Gerek hastalığın ortaya çıkışı ve yayılması sonra da kitlesel bir etkiye ulaşması, üretim, dağıtım ve tüketim şeması içinde özetlenmiştir. Aynı şema, aşı ve ilaç konularında ortaya çıkan sorunlara da uygulanmaktadır. Açıktır ki aşının ve tedavi edici ilaçların üretilmesi, dağıtılması ve tüketilmesi, dünya çapında sorunlar yumağı halinde ortaya çıkmıştır. Ama bunların neden değil sonuç olduğunu görmek için kapitalizmin esasa ilişkin özelliklerine bakmak gerekir. Aşıların ve ilaçların üretilmesinin, bilimsel-teknik sorunları bir yana, bir şirketler savaşı haline gelmesi, dağıtılmasının yine patent savaşı, “aşı milliyetçiliği” gibi kavramlarla birlikte anılan yeni sorunlara yol açması ve nihayet milyarlarca insan tarafından “tüketilmesi”nin zincirleme sorunlar halini alması, bu şemayı sanki işlevli gibi göstermektedir. Ne var ki bu şema, diğer yandan ana ve temel sorunların göz ardı edilmesini sağlayarak, kapitalizm dışı seçeneklerin düşünülmesini tamamen konu dışı bırakmaktadır.

Kapitalizmin kapitalist eleştirmenlerinin, pandemi karşısında alınacak önlemleri saptamak için sorunları da aynı şemaya uygun olarak sınıflandırdıklarını görüyoruz.  Öncelikle kendi şemalarında “üretim” aşaması olarak adlandırdıkları alanda, aşı ve ilaç araştırmaları öne çıkıyordu. Çünkü salgını toplumsal olarak denetim altına almanın en etkili yolu buydu. Bu ilk adımda kapitalist mantık, önlemleri maliyeti en düşük ve kâr vaadi en yüksek önlemleri başa alarak yeniden sınıflandırdı. Fayda-maliyet analizleri, insan yaşamı üzerine de yapılınca ortaya korkunç bir tablo çıkmaktadır. Çok basitleştirerek söylersek, örneğin, hiç çalışmayanların faydasını 0, yaşatılmasının maliyetini de 10 (ilaçlar, hastaneler, ulaşım vs.) olarak tespit ediyorsak, hastalandığında tedavi edilmesi tercih edilecek bir seçenek olmaktan çok uzaktır![3] Faydası olmayanın ya da düşük olanın ölmesi, yaşamasından daha kârlıdır!

Bu noktada öncelikler, “piyasanın” yol göstericiliğine bırakıldı. Çünkü kapitalizm, aksaklıkları ve yanlışları giderecek, kendisini onaracak çareleri yine kendi bünyesinden çıkarabilirdi!

Fakat bu süreçte görülmüştü ki klasik liberallerin tarihi sloganı “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” çok geçerli olamıyordu. Klasik liberallerin ileri sürdüğü “hükümetleri çöpe atmak” fikri bu şartlarda doğru değildi! Çünkü hem kâr maksimizasyonunu korumak hem de hastalıkla mücadele etmek kendi başlarına yürüyebilecekleri bir yol gibi görünmüyordu. Bu noktada, devletlerin “belli koşullarda” ne kadar yararlı olduğu bir kez daha keşfedildi.

 

KAPİTALİSTLER DEVLETİ NE ZAMAN SEVER?

Piyasaya devlet müdahalesinin ezelden beri düşmanı olanlar bile, Trump’ın Warp Speed[4] operasyonunu bu türden kriz ortamlarında devletin elinin ne kadar yararlı olacağını gösteren bir örnek olarak alkışladılar. Trump yönetimi tarafından, yalnızca ABD’de kullanılmak koşuluyla, 100 milyon doz Kovid-19 aşısı üretmek için Pfizer şirketine 2 milyar dolarlık bir sipariş verilmişti. Bu, karşılıksız finans desteğinden çok, parası üretimden önce peşin verilmiş bir satın almaydı. Aynı firmanın Almanya’daki ortağına Almanya Federal Cumhuriyeti Eylül 2020’de aşının geliştirilmesi ve üretim kapasitesini hızlandırılması için 375 milyon Euro vermiş, İngiltere hükümeti de 100 milyon doz Oxford-AstraZeneca aşısı için peşin ödeme yapmıştı.

Harvard Bussiness Review yazarı Rebecca M. Henderson, “Pandeminin Gölgesinde Kapitalizmi Yeniden Düşünmek”[5] başlıklı makalesinde, burada adil olmayan bir dağılım olduğunu yazdı. Ona göre, “son teşviklerin büyük bir kısmı, rahatsız edici derecede çok büyük şirketlere ve çok zengin bireylere” gitmişti. Teşvikler, yalnızca aşı ve ilaç üreten şirketlere değil, gıda tedarik zincirindeki taşıma ve satış sektöründe yer alan büyük şirketlere de verilmişti.  Burada “yanlış giden” bir şeyler olduğunu söyleyen yazar, piyasaların özgür olması kadar hükümetlerin de adil olması gerektiğini, böylece özgürlük ve refahın elbirliğiyle sağlanacağını ileri sürdü.

Henderson, kapitalizmin “insan ırkının en büyük icatlarından biri ve benzersiz bir refah, fırsat ve yenilik kaynağı” olduğunu söyledikten sonra, pandeminin açığa çıkardığı bazı “aksaklıklar” üzerinde durdu. Karşı karşıya kalınan çok ciddi eşitsizlik gibi sorunların, “uzun vadeye ve kamu yararına odaklanan bir kapitalizm versiyonu” üzerine düşünme gereğini gösterdiğini yazdı.

ABD’deki eyaletler arasındaki aşı rekabetine de değinen Henderson, tıbbi ekipman için birbirlerine karşı teklif vermelerinin federal hükümetin salgın karşıtı politikasına zarar verdiğini, “daha adil ve sürdürülebilir bir kapitalizm için”, bütün dünyada ve özellikle ABD’de şirketlerin hükümetlerin rolü hakkındaki görüşlerini değiştirmeleri gerektiğini söyledi. Büyük şirketlere düşen bir başka görev ise, “toplumumuzu güçlü ve kapitalizmimizi gerçekten özgür ve gerçekten adil kılan kurumların sağlığına” katkıda bulunmaktı. “Demokrasimizi yeniden inşa etmeliyiz, kamuya açık tartışmalarımızı sağlam bir şekilde gerçeklere ve karşılıklı saygıya dayanacak şekilde güçlendirmeliyiz, herkes için kapsayıcı bir toplum inşa etmek için sahip olduğumuz her şeye bağlı kalmalıyız ve evet, demokratik olarak hesap verebilir, yetenekli, duyarlı bir hükümete ihtiyacımız var!” Bu sözlerin Trump’ın iktidarda olduğu günlerde söylendiğini bilmekte fayda var.

Bu arada, hükümetlere olan güveni de yeniden inşa etmek gerekiyordu. Bunun için hükümetlere düşen görev ise birkaç başlıktan ibaretti: çevre sorunlarına duyarlı olmak, makul ücret politikaları oluşturmak, sürekli eğitim olanaklarını genişletmek, eşitsizliğe ve ırkçılığa karşı daha etkin mücadele vermek, herkese sağlık hizmeti sunmak, demokratik hesap verme yollarını etkinleştirmek!

Kapitalizmimizi sürdürmek için” diyor Henderson, şirketlerin kâr maksimizasyonu çalışmasını elbette anlayışla karşılamalıyız, “çünkü onların milyonlarca hisse senedi sahibine karşı sorumlulukları vardır,” ama özgürce seçilmiş yetenekli hükümetlerin de demokratik denetim ve desteklerini kabul etmeliyiz! “Kovid kapitalizminin dersi, büyük işletmelerin büyük hükümete ihtiyacı olduğu ve bunun tersinin de geçerli olduğudur.

Kapitalizmin kaçınılmaz bir dönüşümün eşiğinde olduğunu düşünen pek çok akademisyen, gazeteci ve politikacı arasında bulunan bir diğer isim, siyasal bilimler profesörü Douglas Webber. “Kapitalizm ve Koronavirüs Krizi: Yaklaşan Dönüşüm (ler)[6] başlıklı makalesine, “Dünya ekonomisi şu anda 1930’ların Büyük Buhranından bu yana en şiddetli daralmasını yaşıyor” sözleriyle başladığı makalesinde, “çağdaş kapitalizmin kronik hastalıkları” olarak sosyo-ekonomik eşitsizliği, her türden borcun olağanüstü artmasını, siyasal kutuplaşma ve yeni mali istikrarsızlığı saydı. Fakat büyük bir güvenle slogan atmaktan geri durmadı: “Kapitalizm yine de önceki krizlerde olduğu gibi, bu krizden sağ çıkacaktır.”

 

SALGIN SONRASI SEÇENEKLER

Douglas Webber, yazısının bir bölümünde, salgın sonrasına ilişkin tahminlerde de bulundu. “Son on yıllarla karşılaştırıldığında, Kovid-19 sonrası kapitalizmde devlet daha baskın bir aktör olarak ortaya çıkacak.” Buna gerekçe olarak, salgın bittiğinde de etkisini sürdürecek olan iki önemli baskıyı gösterdi. Birincisi, olası yeni salgınlar ve iklim değişikliği dolayısıyla şirketler arasında artacak rekabeti dengelemek ve “daha eşit bir oyun alanı yaratmak” rolü devletlere düşecek. İkincisi, Çin faktörüne karşı koymak yalnızca devletlerin desteğiyle mümkündür ve bundan vazgeçilemez! Sözlerine, muhtemel yanlış anlamaların önünü kesecek bir uyarıyla devam etti: “Devletin Kovid-19 sonrası kapitalizmde daha baskın bir aktör olacağını söylemek, daha önce farklı görüşlere sahip olan kapitalist politikaların tek tip bir ‘devletçi’ model üzerinde birleştiği anlamına gelmez.

 

SİYASAL OLASILIKLAR

Ancak, ona göre üzerinde anlaşılabilecek temel taleplerin ortaya çıkması mümkündü. Bunlar, kitlesel işsizliği azaltan, örgütlü emeği güçlendiren tedbirler ve Keynesyen politikalara dönüş olabilecektir. Ne var ki, diyor, Webber, bu süreçte, devletin hangi biçimi alacağı konusunda 1930’larda yaşanana benzer bir siyasi kutuplaşma doğabilecektir. Webber, olası iki kutuptan söz ediyor: “Sarı kapitalizm” veya “Siyah kapitalizm!” 1930’larda kutuplaşma esas olarak sosyalizmle faşizm arasındaydı. Önümüzdeki süreçte karşı karşıya gelecek olanlar ise, Webber’e göre bu iki farklı renkteki kapitalizmler olacak. Ona göre, “Sarı kapitalizm”, ekonomiye devlet müdahalesinin hâkim olduğu, büyük ölçekte gelir ve refahı yeniden dağıtmayı ve daha kapsamlı önlemler almayı hedefleyen bir kapitalizmdir! Bu kapitalizm “temelde enternasyonalist olacaktır.” Çünkü karşı karşıya olunan ciddi zorluklar küresel niteliktedir ve çözümleri de ancak kapsamlı uluslararası işbirliği yoluyla mümkün olacaktır! Enternasyonalist derken, kapitalist devletler arasındaki dayanışmadan söz ettiğini anlayabiliriz.

Siyah Kapitalizm” ise, yine, “Sarı kapitalizm” gibi, son derece müdahaleci olacak, ekonomik büyüme lehine iklim değişikliğini umursamayacak, kapsamlı göçmenlik kontrolleriyle işçileri yabancı işçilerin rekabetine karşı koruyacak, şirketlere de uluslararası rekabete karşı daha fazla koruma sağlayacaktır. Sarı kapitalizmin aksine, bu milliyetçi bir kapitalizm olacaktır. “Siyah kapitalizme yönelik toplumsal destek, küçük kasabalar, köyler ve kırsal kesimde yaşayanlar arasında ve gerileyen sanayi bölgelerinde iç piyasa odaklı sermaye sahiplerinden gelecektir!”

Bunlardan hangisinin hâkim olacağına ise, siyasi mücadelelerin ve çatışmaların sonucu karar verecektir! Webber, açık sözlülükle ekliyor: “Hangisi gelirse gelsin, kazanan kapitalizm olacaktır!”

 

KAPİTALİZM SONSUZA DEK DEGİŞMEK ZORUNDA!

Kapitalizmin salgın sürecinde ortaya çıkan büyük açmazları, yetersizlikleri ve salgını bir insanlık ve sağlık sorunu olarak değil, “fayda-maliyet” analizlerine konu olabilecek ekonomik bir sorun olarak ele alması, “bu böyle gitmez” diyenlerin saflarını genişletti. Papa Francis bile, koronavirüs salgınının piyasa kapitalizminin “sihirli teorilerinin” başarısız olduğunu gösterdiğini, dünyanın diyalog ve dayanışmayı teşvik eden ve her ne pahasına olursa olsun savaşı reddeden yeni bir politikaya ihtiyacını kanıtladığını söyledi. Büyük finans çevrelerinin ve tekellerin sözcülüğünü yapan gazetelerde de “yeni bir kapitalizm” talebini seslendiren önemli makaleler yayınlandı.

Bunlardan, CNN Businness yazarı Anneken Tappe “Kapitalizm artık işe yaramıyor” diye başladığı yazısını, “sonsuza kadar değişmek zorunda” sözleriyle bitiriyor.

Tappe, salgının kapitalizmi, “böyle bir değişime en çok ihtiyacı olan işçilerin lehine” değiştireceğini, çünkü korona krizinin çok açık biçimde gösterdiği mevcut eşitsizlikten en ağır biçimde etkilenenlerin kadınlar ve azınlık işçiler olduğunu yazdı. “Kapitalizm krizde. Pandemi, onu işçilerin ve en çok ihtiyacı olanların lehine sonsuza kadar değiştirebilir.”

Oxford’da ekonomi profesörü olan Paul Collier, Dünya Ekonomik Forumu’na “kapitalizmin sıfırlanması” çağrısı yaparken aynı göstergelerden hareket etti. “Günümüz kapitalizminin temel özelliği, insanları geri ve yoksul bırakmasıdır ve bunu düzeltmek politikacıların önde gelen görevidir!”

Kapitalizmin “değişmek zorunda olduğu” yolundaki görüşlerin gözle görünür olumsuzluklardan yola çıktığı, derine inmekten daima kaçındıkları açık. Sonuçta da çözüm için önerdikleri de birbirine benziyor. Üstünde anlaşır göründükleri üç ana önlem bulunuyor. Yeni ve etkili bir sosyal güvenlik ağının kurulması, küreselleşme ve otomasyonun gerilettiği üretim sektörlerinin desteklenmesi, dünya çapında büyüyen borçlanma yükünün küçültülmesi için tedbirler geliştirilmesi…

Eski Başkan Bill Clinton’ın destekçi kuruluşlarından The National Intelligence Council bünyesindeki Foreign Affasirs dergisinde yayınlanan “Pandemiden Sonra Kapitalizm”[7] başlıklı yazısında Mariana Mazzucato, 2008 mali krizinden sonra yapılan yanlışlara değiniyor ve bu kez “iyileşmeyi doğru yapmak” gerektiği uyarısında bulunuyor. Ona göre, yapılan en büyük yanlış, bütün dünyada hükümetlerin mali sisteme 3 trilyon dolardan fazla nakit akıtması ve bunların çok büyük bir bölümünün finans sektörüne gitmesiydi. Örneğin İngiltere’de, bankacılar, sigortacılar, gayrimenkul işi yapanlar, en büyük payı almışlardı. Mazzucato, krizden çıkarken ekonomileri büyütmek yerine, daha iyi bir ekonomik sistem inşa etmenin doğru olacağını söylüyor. Ona göre, “daha iyi bir ekonomi”, önceki büyük krizden çıkan bir ders olarak, “kârlarını vergi cennetlerine kaçıran şirketleri kurtarmak” yerine kamu çıkarını koruyan ve toplumsal sorunlarla mücadele eden programlara öncelik vermek biçiminde olmalıdır.

Hükümetler çok uzun süredir riskleri toplumsallaştırdı ama ödülleri özelleştirdi: Halk, pislikleri temizlemenin bedelini ödedi. İhtiyaç duyulan zamanlarda, birçok işletme hızlı bir şekilde hükümetten yardım isterler, ancak iyi zamanlarda hükümetin çekilmesini talep ederler.”  Mazzucato, yine aynı “açgözlülüğün” tekrarlanmasından endişe ediyor. Bunun yerine, “kamu tarafından finanse edilen kaynaklar, sosyal programlara, eğitim ve sağlık hizmetlerine” yöneltilmelidir. Çünkü diyor Mazzucato, “bunlar, açlıktan ölüyor.”

Salgın sırasında ortaya çıkan başlıca “yanlışları” şöyle özetliyor:

– ABD ilaç fiyatları dünyadaki en yüksek fiyatlardır. İlaç firmaları da patent sürecini kötüye kullanarak kamu yararına aykırı hareket etmektedir.

– Salgın sırasında okulların toplu olarak kapatılmasının da ortaya koyduğu gibi, sadece bazı öğrencilerin evde eğitim için gerekli olan teknolojiye erişimi var, bu eşitsizliği artıran bir eşitsizlik. İnternete erişim bir ayrıcalık değil, bir hak olmalıdır.

– İlaç geliştirme süreci, hem araştırma-geliştirme aşamasında hem de aşının dağıtım zamanı geldiğinde ülkeler arasında işbirliğini ve dayanışmayı teşvik edecek şekilde yönetilmelidir. Patentler üniversiteler, devlet laboratuvarları ve özel şirketler arasında bir havuzda toplanmalı ve bilgi, veri ve teknolojinin dünya çapında serbestçe dolaşmasına izin verilmelidir. Bu adımlar olmadan, bir Kovid-19 aşısı, bir tekel tarafından satılan pahalı bir ürün olma riskiyle karşı karşıya, yalnızca en zengin ülkelerin ve vatandaşların karşılayabileceği lüks bir mal.

Özetleyecek olursak, örneklerin gösterdiği gibi, önemli finans ve iş çevrelerinin sözcüsü olan gazetelerde ve üniversite çevrelerinde kapitalizmin çok ciddi bir kriz içinde olduğu ve bundan en az hasarla ve kapitalizmi yeniden ayağa kaldıracak biçimde çıkmanın ancak neoliberal politikalarla hesaplaşan yeni politikalarla mümkün olacağı görüşü kuvvet kazanmaktadır. Bu, aşırı yemekten sonra kalp krizi geçiren birinin, “artık diyet yapmalıyım” demesine benzemektedir.

 

‘SOL’ NE DİYOR?

Bütün dünyada solun kapitalizmin teşhiri için kullandığı olgular, kapitalizmin savunucuları tarafından da görülüyor ve bunları gidermenin yolu olarak sistemin yenilenmesi gerektiği söyleniyor. “Sürdürülebilir bir kapitalizm” arayışında, sosyalizmin bir tehdit olarak görülmemiş olması dikkat çekicidir. Sıkça zikredilen 1930 bunalımı ve savaş sonrası deneyimler, açıkça güçlü sosyalist sisteminin yıkıcı tehditleri altında yaşanmıştı ve her reform, bu korkunun izini taşıyordu. Bu aynı zamanda krize karşı anti-kapitalist muhalefetin de dayanağıydı. Politik ve ideolojik olarak devrimci sosyalizm, her yönüyle kapitalizmin yıkılmasına yönelik politikalar geliştirebiliyor ve işçi ve emekçi kitleleriyle bu temelde birleşebiliyordu.

Günümüz kapitalist dünyasında reformist solun önerileriyle kapitalistlerin uygulamaya çoktan razı göründükleri önlemler büyük ölçüde benzeşiyor. Kapitalistlerin asla uygulamayacakları radikal öneriler ya hiç yok ya da dar birkaç çevrenin kendilerinin söyleyip kendilerinin dinlediği karşı çıkışlar olarak kalıyor.

Sistem içinde “adil” dağıtım arayışı, büyümeyi sosyal önlemlerle birleştiren bir ekonomi, vergi yükünün sosyal adalet adına ultra zenginlere doğru yönlendirilmesi, sosyal girişimcilik ve kendi kendine yardım projeleri, ırkçılığın önlenmesi, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, büyük kapitalist ülkelerdeki “sol muhalefet”in program olarak ileri sürdüğü talepler özetle bunlar. Öyle görünüyor ki bunlar, tekelci kapitalistlerin ajandasına biraz değişik ifadelerle de olsa, zaten yazılmış bulunuyor. Tekelci kapitalistler, aşırı yoksulluk ve çevresel felaket gibi kapitalizmin en korkunç sonuçlarını hafifleterek kapitalizmi sürdürülebilir düzeye getirmeyi amaçlıyorlar. Bu belki, halk muhalefetinin ana kitlesini oluşturan siyahların, göçmen işçilerin, gençlerin ve kadınların öfkesini bir süre için biraz yatıştırabilir. Ancak kalıcı hale gelme eğilimi gösteren derin yoksullaşma, yalnızca onların sorunu değil. “Beyaz” işçiler ve geri dönülmez biçimde proleterleşen küçük burjuva kitleler için kapitalizm, herhangi bir biçimiyle kabul edilebilir olmaktan çıkma yoluna girmiştir.

İnsan ırkının en güzel icadı” olarak yüceltilen kapitalizm; “şimdiye kadar yaratılmış en büyük refah ve yenilik motoru olan kapitalizm” koronavirüs salgınıyla büyük ölçüde kitleler nezdinde büyüsünü kaybetti. Bir Amerikalı gazetecinin dediği gibi, birçok Amerikalı, sistemin hileli bir rulet masası gibi işlediğini, sıkı çalışmanın ve kurallara göre oynamanın artık başarıyı garanti etmediğini düşünüyor.

Forbes dergisi, 30 yaşın altındaki 1.000 Amerikalı yetişkine kapitalizm ve sosyalizm hakkında görüşlerini soran iki anket yaptı. Salgın öncesinde yapılan ilk ankette, büyük çoğunluk, yaşadıkları sistemi onaylıyordu.  Salgının ilk aylarında yaşanan 80.000 ölüm ve 20 milyon işsizlik davası sonrasında tekrarlanan anket, bazıları için “iç karartıcı” sonuçlar verdi. Ankete katılanların %47’si sosyalizmi, %46’sı kapitalizmi onaylıyordu, geriye kalanlar ise anketi saçma bulduklarını söylemişti.

 

SOSYALİST SEÇENEK

Sürdürülebilir kapitalizm” kavramı her şeyden önce bu büyüyen kitlesel eğilim karşısında duyulan tedirginliğin ürünüdür. Kapitalizmin ideologlarına ve propagandacılarına ne kadar uzak görünürse görünsün, kapitalizmi gerçekten mezarına gömecek olan güç, devrimci sosyalist bir muhalefet de buradan doğacaktır.

Salgın, açık bir biçimde kapitalizmin çelişkilerini keskinleştirdi, “sağlık krizinin” küresel bir sosyal ve politik krize dönüşmesinin yolunu açtı. Hastalık, aşıyla, ilaçla geçiştirilebilir, ama bunun aşısı ve ilacı yoktur.

Salgını denetim altına almak için geliştirilen her kapitalist önlem, kapitalist toplumun iki ana sınıfı arasındaki derinden işleyen mücadelenin bir görünüşü halini aldı. Şimdi artık, emeğin sömürüsüne dayanan kapitalizmle, insanın en başta sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarını bilimsel olarak planlamış, kârı değil, insanı önceleyen sosyalizm arasında tercih yapmak daha kolay olacaktır.

Kapitalizm, hayat kurtarmak yerine piyasaları kurtarmaya öncelik vermiştir. Kendi aralarındaki tartışmalarda bu açıkça görülmektedir ve onlar için temel sorun, üretim, dağıtım, tüketim zincirini kurtarmaktır. Sosyalizm, insan hayatından yanadır ve pandemi karşısında mücadele stratejisinin temel unsuru budur. Kapitalistler, salgını ekonomik ve politik çıkarlar gözeterek yönetiyorlar, bilim insanlarına, Dünya Sağlık Örgütünün uyarılarına kulak tıkıyorlar. Sosyalizmin bu konuda tek dayanağı bilimin gösterdiği yoldur. Öncelikle, her şart altında çalışmaya zorlanan işçilerin ücretleri tam olarak ödenerek hastalıktan uzak tutulmaları gerektiği bilimsel bir zorunluluktur ve sosyalizm buna uyulması çağrısını başından beri yapıyor.

Kapitalizm, aşı üretimi ve dağıtımını “sürü bağışıklığı” stratejisine uygun olarak yapıyor. Sosyalist perspektif ise, virüsün topluma yayılmasını durdurmak için yeterli sayıda insan aşılanana kadar virüs bulaşmasını engellemek için tüm sosyal ve ekonomik önlemlerin alınmasını öneriyor. Aşılanmış bütün işçiler güvenli bir biçimde işlerine dönene kadar, bütün işyerleri kapatılmalı, ücretleri kesintisiz ödenmelidir. Aynı uygulama esnaf ve küçük işletmeler için de geçerli olmalıdır.

Bütün kapitalist devletler, öğrenciler ve öğretmenler için tehlikeyi küçük göstererek, okulların yeniden açılmasında acele ediyor. Çünkü “evden eğitim” denilen uygulama pahalıdır ve büyük teknolojik destek gerektirmektedir. Oysa okulların önemli bir virüs bulaşma kaynağı olduğuna dair bilimsel kanıtlar vardır. Bu yüzden sosyalist perspektif, pandemi kontrol altına alınana kadar okulların kapalı kalmasını, eğitimin kesintisiz sürmesi için bütün teknolojik desteğin devlet tarafından karşılıksız sağlanmasını gerekli görüyor. Bu arada öğretmenlerin maaşları kesintisiz ödenmeli, öğrencilere yemek desteği kesilmemeli, evlerinde kullandıkları internet ve elektrik giderleri devlet tarafından karşılanmalıdır.

Her ülkede kapitalistler, merkez bankalarının mali piyasalar ve büyük şirketler için sınırsız destek sağlamasına yönelirken büyük halk kitlesinin maruz kaldığı ekonomik yıkımı hafifletecek sosyal harcamaları sınırlandırıyor. Buna karşılık sosyalist önlem, kriz süresince işçilere ve küçük işletmelere tam gelir tazminatı verilmesi biçimindedir. Büyük şirketlere verilen milyarlarca doların derhal geri alınması ve salgın hastalığı fırsat bilen bütün vurguncuların mülksüzleştirilmesiyle elde edilecek gelirin halka dağıtılması tek yoldur.

Kapitalistler, aşıların dünya çapında eşit dağılımını sınırlayan “aşı milliyetçiliği” politikasını uyguluyor. Oysa korona virüs, ancak bilimsel olarak yönlendirilmiş uluslararası bir strateji ile ortadan kaldırılabilir ve bunun için aşı üreticisi şirketlerin derhal kamulaştırılarak küresel çapta aşılamanın sağlanması gerekir.

Bu ve benzeri köklü önlemleri, “nasıl olur da kapitalizmin ömrünü uzatırız” derdine düşmüş olanlar asla kabul etmezler.

Bir “kapitalist atasözü” şöyle der; “İyi bir krizin boşa gitmesine asla izin vermeyin!”  Bu öğüdün ardında yatan gerçek, her krizden sonra kapitalistlerin daha zengin, sömürü yöntemlerinde daha ustalaşmış olarak çıkmalarıdır.

Fakat krizler, aynı zamanda işçi ve emekçiler için de kapitalizmden sonsuza kadar kurtulma fırsatı sunar.

 

 

[1] ABD’de Obama yönetiminin şiarı haline gelen bu söz, ilk kez ABD Demokrat Partili Rahm Emmanuel tarafından dile getirildi.

[2] Mazzucato, M. (2020) “Covid exposes capitalism’s flaws”, Financial Times, https://www.ft.com/content/9e7b2630-2f67-4923-aa76-0f240a80a9b3

[3] Bu konuda yapılmış bir çalışma için bkz: Rowthorn, R. and J. Maciejowski (2010) “A cost–benefit analysis of the COVID-19 disease, Oxford Review of Economic Policy, https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC7499782/

[4] Warp Speed ​​Operasyonu, Amerika Birleşik Devletleri hükümeti tarafından COVID-19 aşılarının ve teşhislerinin geliştirilmesini, üretimini ve dağıtımını kolaylaştırmak ve hızlandırmak için başlatılan bir kamu-özel ortaklığıdır.

[5] Henderson, R. M. (2020) “Reimagining Capitalism in the Shadow of the Pandemic”, Harvard Business Review, https://hbr.org/2020/07/reimagining-capitalism-in-the-shadow-of-the-pandemic

[6] Webber, D. (2020) “Capitalism and the coronavirus crisis: the coming transformation(s)”, The Conversation, https://theconversation.com/capitalism-and-the-coronavirus-crisis-the-coming-transformation-s-149027

[7] Mazzucato, M. (2020) “Capitalism After the Pandemic”, Foreign Affairs, https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2020-10-02/capitalism-after-covid-19-pandemic