Yusuf Karataş

 

Faşist diktatörlük, tekelci burjuvazinin karşı karşıya kaldığı sorunları “demokratik” biçim altında çözemediği koşullarda başvurduğu bir devlet biçimidir. Bu gerçeklik, bugün bir yandan ekonomik kriz ve öte yandan derinleşen siyasi açmazları nedeniyle toplum içindeki hegemonyası giderek çözülen tek adam iktidarının faşist bir rejim inşası yönünde attığı adımlar bakımından açıklayıcıdır.

Bu yazının birinci bölümünde, Türkiye’de faşist hareketin özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD’nin başını çektiği batılı emperyalistlerin Sovyetler Birliği’ni kuşatma stratejisiyle de bağlantılı olarak Türk ve İslamcı bir ideolojik temel kazanması üzerine durulmuştu. Bu temelde faşist hareketin partisi olarak ortaya çıkan MHP, bir tarafında “soy Türkçü” Nihal Atsız’ın ve öte tarafında Türk’ü “İslam’ı yüceltecek güç” olarak gören İslamcı Necip Fazıl’ın yer aldığı bir ideolojik senteze (Türk-İslam sentezi) dayandı. Ancak MHP, her ne kadar 1971 ve 1980 askeri faşist darbeleri öncesinde yükselen devrimci mücadele karşısında faşist terörü tırmandırarak darbelere uygun koşulların yaratılmasında etkin bir rol oynadıysa da bu darbeler sonrasında, burjuvazinin onu iktidara taşıması beklentisi de gerçekleşmemişti.

1990’lı yılların sonunda (Türkeş’in ölümü ve Bahçeli’nin başa geçmesiyle) değiştiği ve “ılımlı” bir çizgiye geldiği yönünde analizler yapılan MHP, tek adam rejiminin kuruluşu sürecinde Erdoğan iktidarı ve kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericiliğin yardımına koşmakta gecikmedi. Bir yandan 2013’teki Gezi/Haziran direnişinde somutlaşan toplumsal mücadele ve öte yandan eski müttefiki/ortağı Gülencilerle darbe girişimine sahne olacak kadar keskin bir hatta ilerleyen iktidar mücadelesi, gelinen yerde Erdoğan’ın baskıcı-otoriter-merkeziyetçi tek adam iktidarını tek çıkış yolu olarak görmesinde önemli bir rol oynamış ve Erdoğan, bu rejimin inşası için ihtiyaç duyduğu desteği de MHP ile kurduğu Cumhur İttifakı’nda bulmuştu.

Cumhur İttifakı’nın kurulmasından bugüne MHP lideri Bahçeli’nin zaman zaman tek adam iktidarının sözcüsüymüş gibi açıklamalar yapması, kimi burjuva liberal ve liberal demokrat çevrelerde Erdoğan’ın MHP’ye teslim olduğu ya da MHP tarafından yönetildiği yönlü yorum ve analizlere neden olmaktadır. Bu yorum ve analizler, sınıf güç ilişkileri bakımından hangi güçlerin belirleyici olduğu ve bu güçlerin süreç içinde değişen ihtiyaçlarını göremediği için çarpık ve eksiktir. Ancak bundan MHP’nin faşizmi inşa sürecinde etkisiz olduğu sonucu da çıkarılmamalıdır. Aksine MHP ile ittifak, Erdoğan ve arkasındaki tekelci burjuva gericiliğin ülkeyi nereye götürmek, nasıl bir rejim inşa etmek istediklerini anlamak bakımından önemli bir veri sunmakta ve MHP de bu süreçte etkin bir rol oynamaktadır.

Teori ve Eylem Dergisi’nin 50. sayısında Seyfi Selçuk’un ve 51. sayısında Ahmet Cengiz ve İskender Bayhan’ın yazdığı yazılarda[1] Erdoğan iktidarı ve faşist rejim inşasının çeşitli yönlerine (sınıf güç ilişkileri bakımından bu yönelimin nedenleri, dayanakları, atılan adımlar, karşılaşılan zorluklar vb.) dikkat çeken analizler yapılmıştı. Bu nedenle bu yazıda Erdoğan iktidarının ve iktidar partisi AKP’nin sınıf güç ilişkileri bakımından konumuna, geçirdiği evrelere ve belli başlı kırılma noktalarına sadece faşist bir rejim inşasının ideolojik arka planını anlamak/açıklamak bakımından gerekli olduğu kadarıyla yer verilecektir.

Faşist hareketin partisi olarak ortaya çıkan ve tekelci burjuva gericilik her ihtiyaç duyduğunda “yardıma koşan” MHP ve lideri Bahçeli’nin tek adam iktidarının kurulması ve bu iktidar üzerinden faşist bir rejim inşası yönünde açık bir politik tutum aldığına şüphe yoktur.

Burada haklı olarak iktidar partisi AKP’nin bu sürecin neresinde yer aldığı sorusu akla gelmektedir. Bu sorunun yanıtı Erdoğan iktidarının siyasi temsilcisi olduğu tekelci burjuva gericiliğin değişen ihtiyaçları ve AKP’nin de bu ihtiyaçlara yanıt vermek üzere sürekli bir dönüşüm/yeniden yapılanma süreci içinde olmasında yatmaktadır.[2] Başka bir deyişle faşist rejim inşası ile partinin bu inşanın dayanağı olabilecek şekilde dönüşümü/yeniden yapılandırılması iç içe geçmiş bir süreç olarak işlemektedir.

 

NECİP FAZIL’IN ‘BAŞYÜCELİK DEVLETİ’ VE TEK ADAM İKTİDARI

Erdoğan ve Bahçeli’nin “Türk tipi başkanlık” dediklerine tek adam iktidarının hangi ideolojik temellere dayandığına, hangi ideolojik-politik kaynaklardan beslendiğine dönüp baktığımızda karşımıza tanıdık bir isim çıkıyor: Necip Fazıl Kısakürek.

Yazının birinci bölümünde “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” diyerek Türk-İslamcı bir çizgiye gelen MHP’nin 1977 seçimleri öncesinde Necip Fazıl tarafından desteklenmesine kısaca değinilmişti. O dönem MHP lideri Türkeş’in en yakınındaki isimlerden biri olan Gazeteci-Yazar Taha Akyol da “Üstad” dediği N. Fazıl’ın Türkeş’e bir metin sunduğunu ve Türkeş’in de ufak bir iki değişiklik yaparak bu metni MHP adına yayımladıktan sonra N. Fazıl’ın MHP’ye desteğini ilan ettiğini anlatır.[3]

1. Fazıl’ın hazırladığı ama Türkeş’in MHP adına açıkladığı ve İslamcı vurguların oldukça belirgin biçimde yer aldığı bu beyannamede “Alparslan Türkeş ve Partisi’nin dünya görüşü, ruhi muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak metbuluğu (bağlı olunan) ruha ve tabiliği millete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslam imanıdır” diye yazıyordu -ki beyannamenin yayımlanmasının ardından Türkeş ve MHP’yi selamlayıp desteğini açıklayan N. Fazıl, Türk milletine “beklediğin geliyor” müjdesini veriyordu![4]

2. Fazıl, her ne kadar 1980 öncesinde Erbakan’ı ve “milli görüş”ü değil, Türkeş’i ve MHP’yi “kurtarıcı” olarak göstermiş olsa da görüşlerinin Erdoğan ve arkadaşlarının üzerinde önemli bir etkisi vardı -ki Erdoğan MTTB içindeyken onunla tanışıp ilişkisini sürdüren bir genç olmakla övünür. Ancak Erdoğan, iktidarı boyunca N. Fazıl ve fikirlerinden övgüyle söz etmiş olsa da özellikle “başkanlık” hedefinin belirginleştiği dönemden itibaren N. Fazıl’ın fikir rehberliğinin ayrı bir önem kazandığı görülmektedir. Erdoğan’ın en yakınındaki patronlardan Ethem Sancak, Star gazetesini satın aldıktan sonra 2012’den itibaren N. Fazıl’ın 1943-1978 yılları arasında yayımlanan Büyük Doğu dergisinin tıpkıbasımını ek olarak vermiş ve 2014’ten itibaren de Necip Fazıl Ödülleri vermeye başlamıştı.

İşte Necip Fazıl Ödülleri’nin birincisinde konuşan Erdoğan şöyle diyordu: “İnanın bugün sahip olduğumuz fikir, aksiyon, dimdik duruş ve özgüven onun verdiği mücadelenin bir eseridir. Bugün eğer dünün ezilmişleri, mazlumları, ötekileştirilmişleri, siyasette ben de varım diyor, adaletle yönetme mücadelesi veriyorsa bunda Necip Fazıl’ın aşıladığı özgüvenin etkisi vardır. Bugün eğer yerli, milli değerlerle örtüşen şiirler yazılıyor, romanlar, hikayeler yazılıyor, filimler yapılıyorsa bunda Necip Fazıl duruşunun etkisi vardır.[5]  

2017’deki ödül töreninde ise, şairin “Müjdeler olsun size; doğdu batmayan güneş” dizeleriyle biten “Müjde” şiirini okuyan Erdoğan, sözlerini “Batmayan güneşin doğuşuna inşallah az kaldı” diyerek bitiriyordu.[6] Müjde, N. Fazıl’ın Büyük Doğu davasının ideal devleti olarak tasarladığı “Başyücelik Devleti”nin vücut bulmasını sağlayacak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ya da Türk tipi başkanlık olarak adlandırılan tek adam rejiminden başka bir şey değildi!

Tek adam iktidarı ve adeta onun bir prototipi olarak tasarlanmış olan “başyücelik devleti” arasındaki benzerliklere geçmeden önce, Erdoğan’ın fikir dünyasında N. Fazıl’ın etkisine dikkat çekmek bakımından Fazıl’dan birkaç alıntıya bakmak yeterlidir.

Garbın (batının) tarihi tuzağına (…) engel olmak için cihanda eşi görülmemiş bir siyasî dehâ gösteren İkinci Abdülhamid (…) Osmanlı hanedanının devlet reisleri arasında en büyüğü diye anılacaktır.

İslâm inkılâbının rüyasını gördüğü orduda, en küçük unsurundan en büyük rüknüne kadar kumanda heyeti, üniformasından göz kırpışına kadar ‘ya şehit, ya gazi…’ ölçüsünün, tam ve tezatsız bütününü heykelleştirecek.

İzdivaç müessesesi, en genç yaşlarda adetâ mecburiyet belirtecek şekilde devlet tarafından himaye edilecektir (…) İslâm inkılâbı, üreme ve türeme dâvasında, sistemli bir çalışmayla, 40 milyonluk bir kalabalığı çeyrek asır içinde 80 milyonun üstüne çıkarmayı taahhüt ve tefekkül edici bir hamle ruhuna maliktir.

Bu inkılâbın kadınları, esasta, muazzez ve münezzeh ev kadrosunun ve aile çerçevesinin sultanı olacak, hayatın yırtık seciye emredici iş sahalarından hiçbirinde görünmiyecek; buna rağmen İslâm ölçülerinin yasak etmediği ve kendisince icap gördüğü sahalarda da şerefle içtimaî faaliyet kabul etmekten kaçınmayacaktır.[7]

Bu kısa alıntılar II. Abdülhamit’in Osmanlı’da batının büyük devletlerinin tuzaklarına karşı direnen büyük bir siyasi deha olarak gösterilmesinden İslam inkılabının ordusunun en küçüğünden en yüksek rütbelisine ya şehit ve gazi olmak için yola çıkmasına, genç yaşta evliliğin mecburi kılınmasından çok çocuk doğurmaya ve kadının “evinin sultanı” olmasına kadar Erdoğan’dan sıkça duyduğumuz görüşlerin kaynağını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Gelelim başyücelik devletine…

Başyücelik devletinin başı olan ‘başyüce’, Yüceler Kurultayı’nı oluşturan 101 kişi arasından 5 yıllığına seçilir. Ancak başyüce, “kaba ve umumi manasıyla bir reis değil, milletin en üstün vasıflarını kendinde birleştiren bir baş örnektir.

Başyücelik devletinde başyücenin “her emri, kanunu tamamlayıcı ve belirtici ayrı bir kanundur. Kanunun bir şey söylemediği yerde ‘Başyüce’nın emri, kat’îdir. Başyüce’nin bir emriyle hükûmet değişir. Bütün hükûmet manzumesi, en büyük mümessilinden en küçüğüne kadar onun adına iş görür. Kaza (dinin dünyevi hükümleri/yargı-yk) cihazı onun adına işler ve adalet onun adına dağıtılır.[8]

Başyücelik devletinde “başyüce”, daha çok faşist rejim ve hareketlerde gördüğümüz biçimde bütün toplumun üzerinde olan ve üstün vasıfları bulunan bir kişiliktir (bizde başbuğ, reis). Burada da tıpkı cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilen tek adam iktidarında olduğu gibi başyüce, yönetim erkini elinde toplamakta, emirleri kanun değeri kazanmakta (tek adam iktidarında kanun hükmünde kararname) ve dahası kendisine bağlı olarak çalışan (kendisinin atadığı) hükümeti de değiştirme yetkisine sahip olmaktadır.

Başyücelik devletinde başyücenin temsil ettiği “irade” karşısında Yüceler Kurultayı “vicdan”ı temsil eder. Bu yönüyle yüceler kurultayının gördüğü işlev, tek adam iktidarında cumhurbaşkanlığı başdanışmanları (80 kişi) ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nun (6 kişi) oluşturduğu ve rolleri istişare (danışma), görüş bildirme olan kurullar tarafından yerine getirilir.

Başyücelik devletinde işçi sınıfı ve halkın doğrudan devlete bağlı olmayan hiçbir ekonomik, siyasal ya da kültürel örgütlenmesine izin verilmemesi ve basın karşısında alınan tutum, bu rejimin otoriter-faşizan bir baskı rejimi olarak tasarlandığını bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. “PARTİ, BİRLİK, DERNEK, KULÜP, SENDİKA: Ancak, nizamın zedelenmesi, fikrin gürültüye gitmesi ve hakların çalınması ihtimalini yaşatan rejimlerde, belli başlı sınıf ve zümrelerin, dâvalarını veya cemiyete karşı haklarını savunmaları için kabul edilen bu zaaf ve menfîlik müesseselerinden hiçbirine yer yok.[9]

Matbuat Hürriyeti (basın özgürlüğü) isimli millî ve ictimaî felâket vesilesi kaldırılmıştır (…) roman, şiir, piyes, hikâye, tenkid, tetkik, siyaset, ilim, fikir, haber röportaj vesaire gibi bütün ifade nevileri, neşirlerinden evvel kendi kendilerini devlete tasdik ettirmek[10] zorundadır.

Sınıflar arasındaki güç ilişkileri, toplumsal örgütlülük ve mücadelenin düzeyine bağlı olarak tek adam iktidarı, bugün partileri kapatma noktasına gelememiş (aslında “terörizm” iddiası üzerinden HDP’ye yönelik kapatma davası, siyaset yapma zemininin bu yönde daraltılması için atılmış bir adımdır) olmasına rağmen Erdoğan’ın ve ortağı Bahçeli’nin; baroları, Türk Tabipleri Birliği’ni (TTB), Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’ni (TMMOB) her fırsatta hedef haline getirdikleri (zaaf ve menfilik müesseseleri olarak gördükleri) ve bu kurumların yapısını ve işlevini değiştirip doğrudan iktidara bağlamak istedikleri biliniyor. Öte yandan bugün N. Fazıl’ın arzu ettiği biçimde resmi bir sansür kurulu olmasa da RTÜK (Radyo-Televizyon Üst Kurulu) ve Basın İlan Kurumu, sadece iktidarı eleştirmiş olmayı bile muhalif yazılı ve görsel basın-yayın organlarına yaptırım uygulamak için yeterli bir neden olarak görmekte ve bu basın-yayın organlarını susturmak için ekonomik ve siyasi baskılarını her geçen gün artırmaktadır.

Başyücelik devleti, sınıf çelişkisini yine benzerine faşist rejimlerde rastladığımız biçimde “toplumsal uzlaşma” ile çözme iddiasındadır. Bu çözüme biraz yakından bakıldığında başyücelik devletinin sınıf karakteri bütün çıplaklığı ile karşımıza çıkmaktadır.

Başyücelik devletinde işçi sınıfı “orduda nefer gibi, cemiyetine karşı hiçbir sınıfî ve nefsanî hak iddiasına kudreti olmayan” ve hakkını cemiyetten bekleyen bir zümre olarak tanımlanır. Devamında ise, “Bizim işçimiz (…) işçiye cemiyetini tehdit hakkını tanıyan tezatlı sistemine zıd olarak, grev, boykot ve her türlü direnme ve ayaklanma kudret ve selâhiyetinden arınmıştır[11]  denilmektedir. Yani işçi, ordudaki asker gibi emirlere koşulsuz itaat edecek ve hiçbir hak talebini ve sendikal örgütlenmeyi dahi aklından dahi geçirmeyecektir.

Peki ya kapitalistler?

Büyük Doğu idealinin nakışlandırdığı cemiyette sermaye mü’mindir; yani patron mü’min…” “Mü’min patron”un her sene gelirinin kırkta birini zekât olarak vermesiyle “sermayenin urlaşması” engellenir. Çünkü “İslam’da kirli bir nesne olan mal ve para zekât ile temizlenir.” Öte yandan yine altı çizilerek belirtilmektedir: “Patronu, işçi hakları mevzuunda zorlama selâhiyeti işçi ve emekçide değil, idarî ve içtimaî murakabe mihrakındadır.” Sınıf çelişkisini çözme iddiasındaki bu sistemde işçiye hiçbir hak talebinde bulunmadan kölece çalışma, mü’min patrona da sadece zekât vermek düştüğü halde N. Fazıl’a göre “Bu ilahi sistem ‘içtimai adalet’ (sosyal adalet-yk) diye bangır bangır bağıranların, gök dururken yerde aradıkları güneş”tir![12]

Tekelci sermayenin çıkarlarına dolaysızca bağlanmış merkeziyetçi-baskıcı-otoriter tek adam rejiminin “içtimai adalet” konusunda nereden ilham aldığı, hangi ideolojiden beslendiği açıkça görülmektedir.

Tek adam rejiminin fiilen ilan edildiği OHAL (15 Temmuz darbe girişimi sonrası) döneminde 7 işçi grevini yasaklayan Erdoğan, (AKP iktidarı boyunca “erteleme” adı altında toplam 17 grev yasaklandı) desteklerini istediği patronlara “Biz OHAL’i iş dünyasının daha rahat çalışması için getirdik (…)Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz. Bunun için kullanıyoruz OHAL’i. Fotoğraf oldukça net” diyerek sesleniyordu.[13]

Yine tek adam rejiminin inşası sürecinde yerli ve yabancı sermayeye güven vermek için “Bizimle birlikte yol yürüyen hiçbir uluslararası yatırımcı, bu ülkede kaybetmemiştir. Tam tersine sürekli kazanmıştır, bundan sonra da kazanacaktır (…) Yatırımcılara zarar verecek, yatırımcıları üzecek hiçbir işe kalkışmayız. Başta şahsım, izin vermeyiz. Bu yönde hiç endişeniz olmasın[14]  diyerek bu rejimin hangi sınıfın çıkarlarına hizmet edeceğini açıkça ilan ediyordu. Ama aynı Erdoğan, her yıl Ramazan’da iftarını 2020’de günlük maliyeti 10 milyon liraya çıkan sarayında değil, gecekondudaki bir emekçi ailesiyle açarak “temizleniyor” ve ayrıca İslam’daki herkesin nasıl eşit olduğunu da dünya aleme göstermeyi de unutmuyor!

Bu arada Erdoğan’ın 1150 odalı sarayına “Külliye” adını verirken de “milli şahsiyet ve şuuru” temsil eden yapılara” Külliye” denmesini isteyen ve ayrıca başyücelik devletinde üniversitelere de külliye diyen N. Fazıl’dan feyz aldığını da belirtmek gerekiyor-ki, 5 Aralık 2019’da Marmara Üniversitesi Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi’nin temel atma töreninde konuşan Erdoğan, “Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi’nin 136 yıllık üniversite tarihimiz açısından büyük bir dönüm noktası” olduğunu söylemişti.[15]

Toplamı üzerinden söylemek gerekirse N. Fazıl’ın başyücelik devleti tasarımı, adına ‘Türk tipi başkanlık’ denilen Osmanlı-Türk İslam geleneğinden esinlenerek devlet yönetiminde bütün yetkilerin ‘tek adam’ın (Erdoğan’ın) elinde toplandığı ve devlet yönetiminin sermayenin çıkarlarına dolaysızca bağlandığı bu baskı rejiminin esin kaynağı durumundadır. Bugün başyücelik devletinin öngördüğü biçimde işçi sınıfı, halk güçleri ve onların örgütleri tamamen zapturapt altına alınmamışsa, bunun nedeni tek adam iktidarının halen bunu gerçekleştirme koşullarını bulamamış olmasındadır ve zaten bu amaçla faşist bir rejim inşası yönünde adımlar atılmaktadır.

Bölümü bitirmeden Türkçü faşizmin kurucusu olan ancak daha sonra Türk-İslamcı çizgiyi reddettiği için geri plana atılan Atsız ile Türklüğe muhtevasını İslam’ın verdiğini söyleyen İslamcı faşist N. Fazıl’ın toplum düzeni, siyasal sistem konusunda söyledikleri arasındaki benzerlikleri kısaca hatırlatmak, hem AKP ve MHP’yi buluşturan ideolojik zemini ve hem de birlikte gidilen/gidilmek istenen yolu görmek/göstermek bakımından anlamlı olacaktır.

Faşist hareketlerin ortak ideolojik temellerinden biri olan anti-komünizm hem Atsız’da ve hem de N. Fazıl’da belirgin olarak görülür.

Atsız, “Türkçüler bakımından en alçak vatan hainleri olan komünistlerin yok edilmesi şarttır” derken, N. Fazıl da Komünizmi, “Marks, Engels ve Lenin’in kurduğu” “İnsanlığın idam sehpası” olarak tanımlar ve Türk’ün “bütün insanlık adına” “Komünizm katili ile hesaplaşma mevkiinde bulunduğu”nu söyler.[16]

Atsız’ın Türkçü faşizmi, milli bilinç ve hiyerarşi içinde sınıf şuurunu (bilincini) ortadan kaldırarak sınıf çelişkisini “çözme” iddiasındadır. N. Fazıl’ın İslam inkılabında ise, sınıf çelişkisinin çözümü adına işçiye itaat ederek asker gibi çalışmak ve patrona da zekât vermek düşüyordu -ki, her ikisinde de faşist hareketlerin anti-kapitalist söylemlerle sınıf çelişkisini ortadan kaldırma ve sınıflar üstü bir sistem kurma iddiasının altında sermaye sınıfının çıkarlarının korunması ve sömürünün devam ettirilmesi tutumu belirgin biçimde yer almaktadır.

Faşizmin en belirgin özelliklerinden biri olan yayılmacılık ya da yayılmacı emeller, Atsız’da “Turancılık” biçiminde bütün Türkleri birleştirmek ve Türklerin yaşadığı bütün toprakları ele geçirmek biçiminde kendini gösterirken N. Fazıl ise; Türk’ü, içine Asya ile birlikte Afrika’yı da dahil ettiği Büyük Doğu’nun kurtarıcısı ilan etmektedir.

Her ikisi de bütün toplumun öngördükleri faşist ya da İslamcı-faşist toplum modeline/hiyerarşisine uymasını sağlamak amacıyla ağır cezaların ve bu arada idam cezasının uygulanmasını zorunlu görmektedir.

Yahudileri en aşağılık ırk/millet olarak görme yaklaşımı ikisinde de belirgin biçimde yer almakta, etnik temizlik Atsız’da Türkeli’nde sadece Türklerin yaşaması, N. Fazıl’da ise, başyücelik devletinde sadece Müslüman ve Türklerin meskûn olmasında kendini göstermektedir.

Atsız’da ırkçı ve N. Fazıl’da dini nedenlerle de olsa cinsiyetçilik ve kadının ikincil cins olarak görülmesi belirgin biçimde yer almaktadır. Atsız kadının görevini “vatana şerefli oğullar ve kızlar yetiştirmek” olarak sınırlamakta ve “salon kadını” olarak tanımladığı sosyal yaşamın içindeki kadını “fahişelik” ile suçlayacak kadar ileri gitmektedir. N. Fazıl’da ise, İslami kurallara göre giyinmesi zorunlu olan kadın sadece “evinin ve aile çevresinin sultanı” olabilmektedir.

Atsız ve N. Fazıl’ın toplumsal düzenleri sinema, tiyatro, edebiyat, basın-yayın organları yani bütün kültür ve sanat faaliyetlerinin bir sansür kuruluna bağlı olarak varlığını sürdürmesi ve bu faaliyetlerin bazılarının yasaklanması (N. Fazıl’da dans ve heykelcilik yasaklanmaktadır) konusunda birleşmektedir ama bir farkla, Atsız’ın sansür kurulu Türkçü ve N. Fazıl’ınki ise Türk-İslamcı ilkelere göre çalışacaktır.

Sonuç olarak iktidar blokunun bu ideolojik kaynakları/dayanakları, birlikte gidilen yolun hedefi konusunda yeterince fikir vericidir.

 

FAŞİST REJİM İNŞASININ İDEOLOJİK HARCI OLARAK ‘YENİ OSMANLICILIK’

Yeni Osmanlıcılık, siyasi literatürde daha çok Erdoğan iktidarının yayılmacı emellerini tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu temelde Osmanlı imparatorluğunun daha önce hâkim olduğu topraklarda tarihsel ve kültürel (özellikle Sünni İslam) bağlara dayanarak bugün yeniden egemen olmayı, en azından bu topraklar üzerinde devam eden paylaşım mücadelesinde söz/pay sahibi olmayı amaçlayan politik yönelimi ifade etmektedir.

AKP-Erdoğan iktidarında önce danışmanlık, sonra dışişleri bakanlığı ve ardından da başbakanlık yapan ve en son AKP’den kopup Gelecek Partisi’ni kuran Ahmet Davutoğlu’nun 2001’de yayımlanan Stratejik Derinlik kitabında teorize ettiği bu yaklaşıma göre, “Soğuk Savaş” sonrasında dünyada yeni bir düzen kurulurken Türkiye, daha önce Osmanlı’nın hüküm sürdüğü Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Batı Asya ile olan siyasal ve kültürel bağların yüklediği tarihi ve coğrafi derinliğe uygun bir rol üstlenmelidir.

Sonuçta bir dönem Davutoğlu’nun da uygulayıcılarından biri olduğu yeni Osmanlıcı dış politika, bazen N. Fazıl’ın Büyük Doğu ülküsü biçiminde ve bazen de Turancılık biçiminde tezahür eden yayılmacı emelleri ve bu emeller doğrultusunda atılan adımları ifade etmektedir. Bugün de Suriye ve Irak’tan Dağlık Karabağ’a, Libya’dan Kıbrıs’a farklı biçim ve alanlarda ifadesini bulan bir politika olarak devam ettirilmektedir.

Konumuz bağlamında şunu da belirtmek gerekir ki, yayılmacılık ya da Türkiye gibi bağımlı ülkelerde yayılmacı emeller, faşist hareket ve rejimlerin karakteristik özelliklerinden biridir. Türkiye gibi bağımlı ülkelerin bu yayılmacı emellerini emperyalistlere rağmen gerçekleştirebilme kapasiteleri oldukça sınırlı olmasına rağmen bu emeller iç politikada “İhtişamlı geçmişin mirasçısı olma” ve bugün yeniden o ihtişamlı günlere dönmek için milleti kendi politikaları etrafında birleşmeye çağırma bakımından işlevsel bir rol oynayabilmektedir.

Bu nokta, tek adam iktidarının fiilen kurulduğu dönemde Erdoğan’ın neden Lozan konusunda bir çıkış yaptığı sorusunun yanıtı bakımından da önem taşımaktadır. Fiili tek adam rejimini kalıcılaştırmak isteyen Erdoğan, bu amaçla “Cumhurbaşkanlığı Küllliyesi”nde yaptığı 27. Muhtarlar Buluşması’nda şöyle diyordu: “Tarihte bize ne yaptılar. 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı ‘zafer’ diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada. İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hala Ege’de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hala bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler.[17]

Mesaj açıktı: Millet/halk, tek adam iktidarının kurulmasını desteklerse Erdoğan’ın öncülüğünde kurulacak yeni ve güçlü sistemle dün kaybettiğimiz yerleri geri alacağımız günler yakındı! Elbette bu söylemde cumhuriyet rejiminin kurucu anlaşma ve kadrolarıyla (Lozan Anlaşması ve bu anlaşmayı imzalayanlarla) hesaplaşma isteği de gözden kaçırılmamalıdır.

Fiili tek adam iktidarının kurumsal bir çerçeveye kavuşturulması için Erdoğan’a destek veren Bahçeli de bu desteğin Cumhur İttifakı’yla ortaklığa dönmesinin hemen öncesinde aynı yayılmacı emelleri yine açık bir biçimde ortaya koyuyordu: “Şartlar oluştuğunda, tarih coğrafyaya dar geldiğinde Misak-ı Milli uyanacak, 81 Düzce’den hemen sonra 82 Kerkük, 83 Musul’ deme hakkının önünde hiçbir güç duramayacaktır.[18]

Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. Ancak yine de ekonomik kriz ve pandemiyle mücadeledeki başarısızlık nedeniyle işçi-emekçi halk kitlelerinin iktidara karşı öfkesinin arttığı son dönemlerde Dağlık Karabağ sorununda Ermenistan’a karşı “tek millet, iki devlet” sloganıyla Azerbaycan’a verilen destek üzerinden yaratılmaya çalışılan milliyetçi-şoven havaya ve faşist rejim inşa sürecinin “çılgın projesi” olarak öne çıkarılan Kanal İstanbul üzerinden Montrö Sözleşmesi’nin emperyalistlerle pazarlık konusu yapılmaya çalışılmasına dikkat çekilebilir.

Öyleyse burada özetle dış politikadaki bir yönelim (yayılmacılık eğilimi) olarak yeni Osmanlıcılığın, bugün şanlı geçmişin mirasçısı güçlü devlet söylemiyle faşist rejim inşasının önemli dayanaklarından biri olarak kullanıldığını vurgulayabiliriz.

Ancak günlük tartışmalarda alışılageldiği biçimiyle yeni Osmanlıcılığı sadece bir dış politika yönelimi olarak ele almak, bu yönelimin ülke içinde de yaşamın her alanında hâkim kılınmaya çalışılan ve bu temelde üzerinde yeni bir “milli bilinç” yaratılmak istenen bir ideolojik harç; faşist rejim inşasının ideolojik harcı olduğu gerçeğini ıskalamak anlamına gelir.

Yeni Osmanlıcılığın nasıl faşist rejim inşasının harcı haline getirilmeye çalışıldığını anlamak bakımından yine bu inşa sürecinin başındaki ismin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediklerine dönüp bakmak açıklayıcı olacaktır. Burada Erdoğan’ın bu konuda dikkat çeken ve çokça tartışılan iki konuşmasından söz edeceğiz.

İlk konuşma hem tek adam iktidarının inşa sürecinde (Mayıs 2017’de) ve hem de daha bir yıl önce (2016’da) Karaman’da çocuklara tecavüz edilmesiyle gündeme gelen ve amacını “dini değerlere bağlı nesiller yetiştirmek” olarak açıklayan Ensar Vakfı’nın 38. Genel Kurulu’nda yapılmış olmasıyla dikkat çekiyordu. Erdoğan bu konuşmasında 14 yıldır iktidarda oldukları halde sosyal ve kültürel iktidar haline gelememiş olmaktan yakınıyor, okullarda Kuran-ı Kerim, Siyer-i Nebi, Osmanlıca gibi derslerin okutulmasının sevindirici ama hayal ettikleri nesillerin yetiştirilmesi bakımından yetersiz olduğunu söylüyordu. “Dilimizden, tarihimize kadar birçok alanda ecdadımıza ve kültürümüze duyulan husumetin ürünü bir yaklaşımla hazırlanmış olan müfredatlar daha yeni yeni değişiyor” diyen Erdoğan, medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar her alanda ülkesine ve milletine yabancı kişilerin etkinliğinden büyük üzüntü duyduğunu vurguluyordu.[19] Erdoğan’ın ikinci konuşması, tek adam iktidarı üzerinden faşist rejim inşası yönünde adımlar atıldığı bir dönemde (Ekim 2020) İbn-i Haldun Üniversitesi’nin ‘külliye’ açılışında yaptığı konuşmaydı. Bu konuşmasında da yine “Fikri iktidarımızı tesis edemedik” diyen Erdoğan, Türkiye’nin “Batıcılık saplantısı nedeniyle pek çok sapkın ideoloji ve akımın zehrine maruz kaldığını” söylüyordu.[20]

Elbette, Erdoğan’a bunları söyleten bunca baskı, kuşatma ve dayatmaya rağmen dincileşmeye ve yeni Osmanlıcı “milli bilinç” yaratılmak istenmesine karşı toplumun geniş kesimlerinin ortaya koyduğu dirençten başka bir şey değildi.

Osmanlı’nın mirası üzerine batıcı-modernist bir ulus-devlet olarak inşa edilen cumhuriyet rejimi, bu inşa sürecinin “başarısı” için Osmanlı ve halifelik başta onun kurumlarıyla bir hesaplaşma içine girmişti.

İşte yeni Osmanlıcı, yeni bir milli kimlik/bilinç yaratma çabasının hareket noktalarından biri de bu kez cumhuriyet rejiminin oldukça sınırlı ve güdük olan ilerici unsurlarıyla (laiklik ilkesinin kabul edilmesi, dini-geleneksel eğitim kurumlarının tasfiyesi ve eğitimin birleştirilmesi, kadınlara hukuki eşitlik sağlayan medeni kanunun kabul edilmesi vs.) ve “batıcılık saplantısı” olarak tanımlanan aydınlanmacı-pozitivist ideolojik temelleriyle hesaplaşmaya dayalı yeni bir tarih anlatısının oluşturulmasıdır. Bu yaklaşımın en dolaysız biçimini cumhuriyet rejiminin, “600 yıllık filmin 90 yıllık reklam arası” olarak nitelenmesinde görebiliriz.[21] Özetle bu yaklaşıma göre cumhuriyet rejimi, kökü dışarıda (batıcı) bizi kendi tarihimiz ve kültürümüzden uzaklaştıran, milletine yabancı siyasi elitlerin rejimidir. Dahası, camileri ahıra çeviren, Kur’an’ı yasaklayan bu batıcı elitler, bizi büyük ülkelerin karşısında güçsüz, boynu bükük bir ülke haline getirdiler. Oysa ecdadımızın bize bıraktığı mirasa yaslanarak yeniden şahlanışa geçebiliriz. Tam bu noktada Erdoğan (Reis) karşımıza “eyy” nidalarıyla “batının oyunlarını bozan” yeni bir II. Abdülhamit, akıncılarıyla (Türk ordusu, cihatçı çeteleri ve SİHA’larıyla) sürekli yeni fetihler peşinde koşarak milletimizi ihtişamlı günlere götürecek yeni bir Fatih Sultan Mehmet olarak çıkartılmaktadır.

Bu nedenle Erdoğan’ın hemen her konuşmasında “cehape zihniyeti”nden söz etmesinde bugünkü CHP’yi “milletine yabancı-kökü dışarda” göstermenin yanı sıra, yeni Osmanlıcı ideolojik inşanın önünde engel olarak gördüğü cumhuriyet rejiminin kazanımlarıyla hesaplaşma isteği/amacı da yer almaktadır.

Türk-İslamcı bir ideolojik zemine oturtulan ve tarihsel olay/olguların iktidarın yeni Osmanlıcı “milli bilinç” oluşturma hedefiyle bağlantılı olarak kurgulandığı dizi ve filmler (Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman, Payitaht Abdülhamid, Fetih 1453 vs.) bu yeni tarih anlatısının önemli bir parçasını oluşturmaktadır -ki, Erdoğan, böyle bir tarih kurgusuna uymadığı için Kanuni dönemini anlatan “Muhteşem Yüzyıl” dizisini eleştirerek “Bizim böyle bir ecdadımız yok” demişti.

Bu tarih anlayışının bir devamı olarak 15 Temmuz darbe girişimine karşı direnen “millet”in kahramanlık hikayeleri -ki, daha sonra bunların büyük bir kısmının kurgu olduğu ortaya çıkmıştı- üzerinden 15 Temmuz, yeni Osmanlıcı milletin zafer destanı olarak sunulmakta ve toplumsal bilinçte böyle yer alması sağlanmaya çalışılmaktadır.

Yeni Osmanlıcı kültür inşasının günlük yaşamda en sık karşılaştığımız alanlarından birini de mimari ve mimari eserlere verilen adlar oluşturmaktadır. Erdoğan, Atatürk Orman Çiftliği arazisi üzerine Osmanlı-Selçuklu mimarisi örnek alınarak yapılan ve 2014’te cumhurbaşkanı seçildikten sonra yerleştiği 1150 odalı saray için “Hamdolsun, büyük bir mücadele sonunda biz yeniden tarihimizin, kültürümüzün kadim mimari anlayışını, yeni bir sentezle, yeni bir yorumla ihya etmeyi, ayağa kaldırmayı başardık. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin, tüm ana ve yardımcı binalarıyla işte bu mimari anlayışın en seçkin, en ihtişamlı örneklerinden biri olduğunu düşünüyorum” diyordu.[22]

Bugün hükümet konaklarından adliye binalarına, okullardan otogarlara, üst geçitlerden parklara kadar günlük yaşamımızın her alanında Osmanlı-Selçuklu-İslam mimarisi örnek alınarak yapılan binalar, yeni Osmanlıcı kültürü günlük yaşamımızın bir parçası haline getirme hedefinin bir parçasıdır -ki, yine aynı ideolojik inşa süreci bağlamında bu dönemde yapılan binaların hemen hepsine (Erdoğan ve 15 Temmuz adlarını saymazsak) Osmanlı-İslam tarihinde yer etmiş kişilerin adları verilmektedir.

Eğitim alanında ise, Erdoğan’ın yukarıda fikri iktidar olamamaktan şikâyet ederken söylediği gibi “dilimize, dinimize, tarihimize, ecdadımıza, kültürümüze husumetle hazırlanmış müfredatlar” değiştirilmektedir. Hayal edilen nesillerin (Erdoğan bu hayali yine N. Fazıl’ın “Gençliğe Hitabe”sinden yola çıkarak “dininin ve kininin davacısı bir gençlik” olarak tanımlamıştı) yetiştirilmesi için eğitim sistemi okul öncesinden başlayarak bilimin yerine dinin (Kur’an kursları yaşı 4-6 yaş grubuna kadar düşürüldü) aldığı gerici, Türk-İslamcı bir biçimde düzenlenmektedir. Asker üniforması giydirilen ve şehitlik üzerine şiirler okuyup skeçler oynayan anaokulu öğrencilerinin basına yansıyan görüntüleri eğitimin faşist rejim inşası için nasıl kullanıldığını fazla söze gerek bırakmadan ortaya koyuyordu.

Ortaya konan hedeflere bağlı olarak vakıf, cemiyet, dernek vb. adı altında örgütlenen dini tarikat ve cemaatler, eğitimdeki gerici kuşatmanın koçbaşı rolünü oynamaktadır. Eğitim Bakanlığı, Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, Nur Cemaati (Hayrat Vakfı), Erdoğan’ın kızı Esra ve Oğlu Bilal’in yönetim kurullarında yer aldıkları TÜRGEV, TÜGVA gibi vakıflarla birçok protokol düzenleyerek bu dinci ve milliyetçi yapılanmaların okullarda ve öğrenci yurtlarında istedikleri gibi faaliyet yürütebilmelerinin önünü çoktan açmış durumdadır.

Dini tarikat ve cemaatlerin örgütlenme ve etki alanları eğitimle de sınırlı değildir. Erdoğan’ın “ne istediler de vermedik” dediği, uzun süre AKP ile birlikte yürüdükten sonra iktidar mücadelesinde tasfiye edilen Gülencilerin (FETÖ) yerini bugün başka tarikat ve cemaat yapılanmaları almış durumdadır. Birçok bakanlık ve devlet kurumu adeta bu tarikat ve cemaatler arasında paylaşılmış durumdadır. Sağlık Bakanlığı’nda Menzilcilerin, İçişleri Bakanlığı’nda Nakşibendilerin, Orduda Süleymancıların, Emniyet teşkilatında Hakyolcuların, yargıda Süleymancı, Hakyolcu ve Menzilcilerin etkin olduğu medyanın gündeminde sıkça yer almaktadır.

Erdoğan’ın, kadınların eşitlik mücadelesi bakımından oldukça önem taşıyan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı sonrasında tarikatların tebrik sırasına girmesi, bu adımın kimlerin isteğiyle atıldığı ya da nasıl bir yönelimi ifade ettiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Dini yapılanmaların faşist rejim inşasının “sivil” dayanakları haline nasıl geldiklerini/getirildiklerini göstermek bakımından “Cübbeli Hoca” olarak bilinen İsmail Ağa Cemaatinden Ahmet Mahmut Ünlü’nün geçen yılın eylül ayında dile getirdiği 2 bin selefi derneğin silahlandığı bilgisini aldığını ve bunların 150’sinin adını verebileceği iddiasını hatırlatmak açıklayıcı olacaktır. Bu iktidar döneminde rahatça örgütlenip desteklenen, dahası devlet kaynaklarından nemalanan bu yapılanmaların ayrıcalıklarını kaybetmemek için her şeyi göze alacağına şüphe yoktur.

Son olarak bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: “İç düşman” kavramı, faşizmin inşa sürecinin ve faşist diktatörlüklerin siyaseti ve toplumu kendi ideolojik hedefleri doğrultusunda şekillendirmek için başvurdukları en önemli söylemlerden biridir. Tekelci burjuvazinin en gerici-saldırgan devlet biçimi olarak faşizm, doğası gereği işçi sınıfı hareketini ve sosyalist örgütlenmeleri değişmez iç düşman/iç tehdit olarak konumlandırır.

Tek adam iktidarının fiilen kurulduğu dönemde Erdoğan’ın yerli ve yabancı tekellere OHAL’i işçi grevlerini yasaklamak için kullandıkların söylemesi -ki, grev anayasal bir haktır- yeni rejimin yönelimleri ve tehdit tanımlaması bakımından fikir vericidir.  Ancak Türkiye’de sınıf hareketinin düzeyinin ve sosyalist hareketlerin gücünün zayıflığı, faşist rejim inşasına yönelmiş bulunan iktidarın en azından bugün için bu hareketleri “iç düşman” olarak öne çıkartıp bu temelde siyaseti dizayn etmesini engellemektedir. Tam bu noktada son 30 yılda ulusal demokratik talepleri doğrultusunda kararlı bir mücadele yürüten ve bu mücadeleleri şovenizm ve milliyetçiliğin kışkırtılması için kullanışlı bir araç olarak görülen Kürtler, tek adam iktidarı ve faşist Cumhur İttifakı tarafından “iç düşman” olarak merkeze konulmuştur. Bu temelde Kürt sorunu hem yayılmacı emeller ve hem de içerideki baskı politikaları bakımından faşist rejim inşasının dayanağı haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Demokratik Kürt hareketi ve meclisteki temsilcisi HDP, “ülkenin birliğine, vatanın bütünlüğüne kasteden terör örgütünün yasal uzantısı”, dolayısıyla “terör örgütünün meclisteki temsilcisi” olarak hedefe konurken burjuva muhalefetin de “terör örgütünün uzantısıyla ittifak”, “iş birliği yapmak” gibi suçlamalar üzerinden baskılanıp etkisizleştirilmesi amaçlanmaktadır. Burjuva muhalefet de önemli oranda bu baskılanmanın etkisinde kalıp Kürt hareketine yönelik saldırılara ya sessiz kalmakta ya da bunlara karşı somut bir tutum/tepki koymaktan uzak durmaktadır. Oysa Kürt belediyelere kayyum atanması, milletvekillerinin tutuklanıp vekilliklerinin düşürülmesi, HDP’ye yönelik kapatma baskısı, Kürt siyasetçilere yönelik aralıksız sürdürülen gözaltı ve tutuklamalar, görünüşte sadece Kürt hareketini hedef almış olsa da aslında gerçekte ülkede zaten oldukça güdük olan demokratik siyaset zeminini de büyük oranda sınırlamakta ve faşist inşa sürecinde iktidarın işini kolaylaştırmaktadır. Tam bu noktada faşist inşa sürecine karşı mücadele perspektifi içinde olmayan ve bu rejimden kurtulmak için yapılacak ilk seçimleri beklememizi salık veren burjuva muhalefetin tutumu ve yeni bir burjuva rejim tahkimatına dayalı çözümü karşısında  işçi sınıfı ve halkın topyekûn mücadelesine dayanan ve çözümü de işçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarlarını savunacak bir halk iktidarında gören güçlerin birlik ve mücadelesi önem kazanmaktadır.

***

Sonuç olarak, faşizm eklektik bir ideolojidir ve dönemin ya da ülkenin koşullarına göre kitleleri kendi etrafında birleştirme hedefi, söz konuşu ülkedeki gelişim ve dönüşüm süreci bakımından belirleyici olmaktadır. Bu yazıda da Türkiye’deki tekelci burjuva gericiliğin ve iktidarlarının emperyalist-kapitalist sistem içindeki konumları ve yine ülkedeki sınıflar arasındaki güç ilişkileri ve bunların politik tezahürlerine bağlı olarak faşizmin ülkedeki ideolojik gelişim ve dönüşümünün belli başlı yönlerine ve uğraklarına değinilmiştir. Bu temelde bugün ülkede faşist rejim inşasına girişen iktidar blokunu oluşturan partilerin de ideolojik temellerine ve bu inşa sürecindeki ideolojik dayanaklarına dikkat çekilmiştir. Nihayetinde bu inşa sürecinin amacına ulaşıp ulaşamayacağı, yine sınıflar arasındaki güç ilişkileri ve toplumsal mücadelenin düzeyi tarafından belirlenecektir. Ancak bugün olmuş bitmiş bir süreçten söz etmiyor olsak da inşası yönünde atılan adımları ve ideolojik dayanakları bakımından karşımızdaki tehlike ciddidir ve bu yazının amacı da zaten bu tehdide karşı mücadelenin önemine ve güncelliğine dikkat çekilmesidir.

 

 

[1] Selçuk, S. (2021) “Tek Adam Rejimi ve Faşizmin İnşası, Teori ve Eylem, 50; Bayhan, İ. (2021) “Tek Adam Yönetimi, Cumhur İttifakı ve Faşizm Özlemi”, Teori ve Eylem, 51; Cengiz, A. (2021) “Erdoğan Rejimine Dair Notlar”, Teori ve Eylem, 51.

[2] AKP’nin faşist rejim inşasıyla iç içe geçmiş olan dönüşüm sürecinin sınıfsal dayanakları bakımından üç noktanın altı çizilmelidir. Birinci olarak AKP, ABD’nin başını çektiği batılı emperyalistlerin bölge politikalarıyla uyumlu bir temelde kurulmuş, iktidarı boyunca emperyalizm işbirlikçisi olmuş bir partidir. Bu yazı bağlamında sadece şu kadarını belirtmekle yetinelim. Bölgede ABD ve batılı emperyalistlerle ilişkilerinin bozulduğu ve bu temelde Rusya’yla yakınlaşma politikasının izlendiği dönemde bile, Erdoğan iktidarının politikası, emperyalistler arasındaki çelişkileri kendi pazarlık gücünü artırmak ve yayılmacı emellerine alan açmak için kullanmanın ötesine geçmemiştir. İkinci olarak AKP, tekelci sermayenin partisidir ve politik dönüşümünde bu sınıfın çıkarları belirleyicidir. AKP, tekel dışı sermaye çevrelerinin de desteklediği bir parti olmasına rağmen kuruluş sürecinden itibaren asıl olarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin azımsanmayacak bir kesiminin desteğini almış (Sakıp Sabancı, Bülent Eczacıbaşı, Tuncay Özilhan, Feyyaz Berker, Can Paker, İstanbul Sanayi Odası Başkanı Hüsamettin Kavi ve Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan gibi) ve zaten onun programını uygulamıştır. Üçüncü olarak, Gülencilerle 11 yıllık ittifakından Kürt hareketiyle görüşme sürecine ve MHP-Ergenekoncularla 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra kurulan son ittifakına kadar AKP-Erdoğan’ın ittifak politikasını belirleyen şey, temsil ettiği tekelci burjuva kliğin çıkarları temelinde iktidarını korumak ve güçlendirmek olmuştur. Sonuç olarak, bugün içinde bulunduğu ittifak da durduğu yer ve nereye varmak istediğini görmek/anlamak bakımından açıklayıcıdır.

[3] Akyol, T. (2014) “Necip Fazıl ve Türkeş”, Hürriyet, www.hurriyet.com.tr/yazarlar/taha-akyol/necip-fazil-ve-turkes-27518667

[4] Aktaran Yaşlı, F. (2020) Kinimiz Dinimizdir: Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme, 5. Baskı, Yordam Kitap, İstanbul, sf 107-109.

[5]  Erdoğan, R.T. (2014) “Necip Fazıl’ın Miras Bıraktığı Fikir Namusunu Daha İyi Anlıyorum”, www.iha.com.tr/haber-necip-fazilin-miras-biraktigi-fikir-namusunu-daha-iyi-anliyorum-406416/

[6] Erdoğan, R. T. (2017) “Daha Son Sözümüzü Söylemedik”, www.ntv.com.tr/turkiye/daha-son-sozumuzu-soylemedik,YxcEQTFvPEWhHuVWfEZTOQ

[7] Kısakürek, N. F. (1986) “İdeolocya Örgüsü” (pdf baskısı), Büyük Doğu Yayınları, sf. 53, 128, 130, 135 ve 138.

[8] Kısakürek, age, sf. 147.

[9] Kısakürek, age, sf. 192.

[10] Kısakürek, age, sf.172-3.

[11] Kısakürek, age, sf. 189.

[12] Kısakürek, age, sf. 190.

[13] Erdoğan, R.T (2017) “Erdoğan’dan İtiraf: OHAL’le Grevlere Müsaade Etmiyoruz”, Evrensel, www.evrensel.net/haber/326078/erdogandan-itiraf-ohalle-grevlere-musaade-etmiyoruz

[14] Erdoğan, R.T. (2016) “Uluslararası Yatırımcılarla Yüksek Düzeyli Ekonomi Toplantısı”, Habertürk, www.haberturk.com/yerel-haberler/haber/9086693-uluslararasi-yatirimcilarla-yuksek-duzeyli-ekonomi-toplantisi

[15] Erdoğan, R.T. (2019) “Cumhurbaşkanımızın Teşrifleriyle Marmara Üniversitesi Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi Temel Atma Törenini Gerçekleştirdik”, teknoloji.marmara.edu.tr/notice/cumhurbaskanimizin-tesrifleriyle-marmara-universitesi-recep-tayyip-erdogan-kulliyesi-temel-atma-torenini-gerceklestirdik

[16] Aktaran Yaşlı, F. (2020) Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne, 3. Baskı, Yordam Yayınları, İstanbul, sf. 101-102.

[17] Erdoğan, R.T. (2016) “Birileri Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı”, AA, www.aa.com.tr/tr/gunun-basliklari/cumhurbaskani-erdogan-birileri-lozani-zafer-diye-yutturmaya-calisti/654904

[18] Bahçeli, D. (2017) “Bahçeli İlhak Etti: 82 Kerkük, 83 Musul”, Cumhuriyet, www.cumhuriyet.com.tr/haber/bahceli-ilhak-etti-82-kerkuk-83-musul-836807

[19] Erdoğan, R.T. (2017) “Siyasi İktidar Olduk Ama Sosyal ve Kültürel Alanlarda İktidar Değiliz”, Amerika’nın Sesi, www.amerikaninsesi.com/a/erdogan-siyasi-iktidar-olduk-ama-sosyal-ve-kulturel-alanlarda-iktidar-degiliz/3874608.html

[20] Erdoğan, R.T (2020) “Erdoğan: ‘‘Fikri İktidarımızı Tesis Edemedik’’, Amerika’nın Sesi, www.amerikaninsesi.com/a/erdogan-fikri-iktidarimizi-tesis-edemedik/5626912.html

[21]  Burada “cumhuriyet rejimi” adı altında hedefe konan ve iktidarın yeni bir milli kimlik/bilinç oluşturma ihtiyacına bağlı olarak “düşmanlaştırılan” Kemalist cumhuriyetin sınırlı ve güdük de olsa var ettiği ilerici-demokratik kazanımlardır. Yoksa iş Kürt sorununun şiddet politikalarıyla “çözümü”ne ya da Doğu Akdeniz’de yayılmacı emeller peşinde koşulmasına (Mavi Vatan) gelince Erdoğan iktidarının Kemalist ideolojinin devamcılarıyla bir sorunu yoktur.

[22] Erdoğan, R.T (2015) “Selçuklu ve Osmanlı mimarlık tarihinin sentezi Beştepe Millet Camii”, http://toki.gov.tr/haber/selcuklu-ve-osmanli-mimarlik-tarihinin-sentezi-bestepe-millet-camii