Kadir Yalçın

Yerli-milli”lik düşkünü kimileri “bir biz varız, bir de tüm dünya” diyor. “Bir Türk dünyaya bedeldir” darbımeselinden gelinen yer burası.

Hollandalı G. Vilders’e “ırkçı” diyorlar, zaten o da hakkını veriyor; ancak –Putin ve Rusya’sıyla Trump geldikten sonra Amerika’yı bir yana ayırıp– içeride ve dışarıda Türkten başkasını tanımıyor, şoven milliyetçilik ve ırkçılığın tekelci doruğunda önlerine gelene hakaret edip güçleri yetenlere de görüş ifade etmekten toplantı yapmaya, örgütlenme ve basın aracılığıyla görüşlerini yaymadan yaşama hakkına kadar hiç hak tanımıyorlar! Başkalarının ülkelerinde toplantı düzenlemelerine izin verilmediğinde muhataplarını faşizmle suçluyor; ama Irak-Başika’da olduğu gibi, istenmedikleri yerlerde güçleri yettiğini düşündükleri ve zora başvurarak davetsiz misafir rolünde asker bulundurduklarında yayılmacılık ve işgalcilik, egemenlikleri altındaki Türkiye’de de –ana muhalefetinkiler dahil– Referandum’a ilişkin hemen hiçbir “Hayır” içerikli toplantıya izin vermeyip aynı türden bildiri, afiş ve sair materyalleri polis zoruyla dağıttırmadıkları, ısrar edenleri de gözaltına aldıklarında ne faşizm ve faşistlik akıllarına geliyor! Bodrumlarda insanlar diri diri yakılarak öldürüldüğünde de yine faşizm, faşistlik ve ırkçılıktan söz açılmıyor.

Egemenliğin doruklarından başlanarak hikaye edilen mealen şu:

Türkiye çok hızlı büyüyüp güçleniyor. Gelişiyor. 2023’te ilk on ülke arasına girecek. Bırakın bölge gücü olmayı küresel bir güç haline geldi, geliyor. Kıskanıyorlar. Çekiniyorlar. Büyüyüp güçlenmesini istemiyor ve önünü kesmeye çalışıyorlar. Türlü türlü tuzaklar kuruyor, zayıflatmaya, hatta bölmeye uğraşıyorlar.[1]

*

Peki, Türkiye büyümüyor mu? Güçlenmiyor mu?

El hak! Büyüyüp güçleniyor. O öykünülen Osmanlı’nın son döneminde Türkiye itilip kakılan bir “hasta adam”dı. İmparatorluk, üzerinde egemen olduğu milyonlarca km2’yi bulan topraklarıyla ölçülecek olsa, yeterince “büyük”tü; ancak içten çürümüştü ve çöktü. Genç Türkiye Cumhuriyeti sıfıra yakın bir yerden başladı; doğru dürüst sanayisi yoktu, ticareti fazla gelişmemişti ve küçük üretimin yanında toprak ilişkileri hala önemli ölçüde feodal nitelikliydi, kapitalizm limanlardan iç bölgelere ancak ticari niteliğiyle sızmaktaydı.

O günlerden bugünlere epey bir mesafe alınmıştır. AKP’ciler, özellikle Erdoğan, kendilerinden öncesini neredeyse “sıfır”a eşitleyerek, hatta “Hayırcılar” başlığı altında CHP’yi kastedip “bir dikili ağaçları bile yok”, “koyun gütmeyi bile bilmezler” diyerek bütün ilerleme ve gelişmenin kendi eserleri olduğunu iddia etmekte, öğünerek ülkeyi kişi başına 10 bin dolarlık gelir düzeyine taşıdıklarını ileri sürmektedirler.

Büyüme doğrudur; ancak istatistikler Cumhuriyet Türkiye’sinin tüm dönemlerinin büyüme ortalamasını %5 olarak vermektedir ve bu oran AKP Hükümeti döneminde artarak örneğin %10 olmamış, ama aynı kalmıştır.

Yani; eğer sorunun “büyüyüp güçlenme ve yol açtığı kıskançlık” olduğu varsayılırsa, en başta şoven milliyetçilik gazı köklenip Referandumda “evet” pusulalarının artışı uğruna kışkırtılan Türkiye’yi hedef alan “yabancıların düşmanlığı” örneğin Demirel ya da Özal Hükümetleri dönemlerinde ne kadarsa şimdi AKP hükümetleri döneminde de aynı olmalıdır. Çünkü büyüme ve “sonuçları” bakımından değişen bir şey bulunmamakta, büyüme eğrisi ancak kriz ve az-çok canlanma dönemlerinde eksi-artı dalgalanarak %5’lik istikrarlı düz bir çizgi izlemektedir.

Ama %5’lik istikrarla da olsa büyüye büyüye bir “büyük Türkiye” noktasına varıldı ve “kıskançlık” buradan çıkıyor denebilir! Öyle değil mi, işsizlik rekor kırsa ve Dolarla Euro TL karşısında tarihte görülmemiş ölçüde değerlense de, AKP yol ve konut inşaatçılığına yüklenerek, köprüler, alt ve üst geçitler, havaalanları yaparak ülkeyi daha da büyütmüştür!

Daha da büyütme” de gerçektir ve her hükümet, en tepeden başlayarak ne kadar rüşvet ve yolsuzlukla kendileri ve devlet ihaleleriyle palazlandırarak yakınlarını ihya etmiş, ne kadar saraylar ve har vurup harman savrulan devlet olanaklarıyla müsriflik yapmış olursa olsun, sözü edilen %5’lik büyüme oranını tutturmuş ve Türkiye de giderek daha çok büyümüştür. Burada iki problem çözümsüzdür ve hep çözümsüz kalmıştır: 1) Büyümenin nimetleri giderek artan oranla daha da eşitsiz dağıtılmış; çoğunluğun payına işsizlik, asgari ücret ve altına en ağır koşullarda çalışmada artış, beslenme, barınma ve giyim-kuşamda kötüleşme düşmüş; ancak kapitalist milyoner sayısı durmaksızın büyürken, tekeller ve özellikle “yürü ya kulum” denip kollanan yandaş tekelcilerin bilançolarıyla, sömürü oranları, tatlı karları ve kuşkusuz birikimleri artmıştır. Ve 2) Sadece Türkiye büyümemiş, ama istisnalar bir yana bütün diğer ülkeler az çok büyürken bazılarıysa iyice büyümüşlerdir. “Kıskanmaları” için, genel eğilim olarak, Türkiye büyürken diğerleri küçülmemiştir. Büyüme genel bir trenddir!

Kapitalizm bütün dünyada; eskinin bütün köylü ülkelerinde gelişti, bu ülkelerin tümünde kapitalist ekonomi büyümüştür. Başka türlüsü mümkün olamazdı. Kapitalizm, Marx ve Engels’in daha 1840’larda işaret ettikleri gibi, o zamanlardan uluslararası bir karakter kazanıp yayılarak gelişirken, eninde sonunda, dünya üzerinde bu gelişmenin etkilemeyeceği bir toprak parçasının kalmaması “doğal”dır. Diğer yandan kapitalist gelişme rekabete dayalıdır ve isteme-istememe, kıskanma-kıskanmama gibi iradi olarak belirlenebilir olmayan ekonominin gelişme yasalarıyla bağlıdır. Tekelci rekabet koşullarında bu daha da acımasız şekilde yaşanır. Türkiye’nin emperyalist devletlerle büyümesi dolayısıyla ekonomik bakımdan girmiş olduğu rekabetten değil, olsa olsa içinde bulunduğu bağımlılık ilişkileriyle hammadde kaynağı ve Pazar olarak sunduğu olanaklar bakımından gündeme gelebilecek pazarlıklarda konumunu şantaj malzemesi olarak kullanmasından söz edilebilir. büyük emperyalist ülkelerin çeşitli tekellerinin Ekonominin belirleyici ana kollarıyla borsasının ¾’ünden fazlası uluslararası tekellerle büyük emperyalist devletlerin denetiminde olan bir ülkenin yöneticilerinin “büyümemizi çekemiyor, bizi kıskanıyorlar” çığırtkanlığı mezarlıktan geçerken ıslık çalma “kahramanlığı”nı çağrıştırıyor!

ORTA BÜYÜKLÜKTE ÜLKE: TÜRKİYE

Şoven milliyetçilikle ırkçılığa zemin oluşturmak üzere ortaya atılmış iddialardan ibaret laf salatası bir yana bırakılırsa…

Türkiye orta büyüklükte kapitalist bir ülkedir. Büyüklük ölçeğinde ilk 20 ülke arasındadır. Küçük değildir, ama büyük de değildir. Örneğin Afrika’nın henüz gelişmekte olan ülkeleriyle kıyaslandığında büyük; ama büyüklerle kıyaslandığında küçüktür.

Yakın bir örnek, Rusya ve bu ülkeyle ilişkilerin seyridir. “Türkiye büyüyüp güçlendiği için kıskanıyorlar” diyenler, Rusya karşısında kendilerini dolduruşa getirmiş ve şanslarını denemeye talip olmuşlardır. Ancak daha Rus uçağını düşürdükleri an Batı ve özellikle Amerikan korumasına ihtiyaç duymuş ve derhal talepte bulunmuşlardır. Ne kadar üst perdeden konuşurlarsa konuşsunlar, Rusya karşısına Batı ve özellikle Amerikan (ve NATO) koruması olmadan çıkacak kadar divane olmadıklarını göstermişlerdir. Buna rağmen tutumlarını sürdürememiş, domates-narenciye-turizm ambargosundan ibaret Rus karşı tavrını göğüsleyememiş ve kısa sürede “özür” dileyip “özür yetmez, Suriye politikanızı değiştirmelisiniz” şartını kabullenerek, Rusya’yla ilişkileri normalleştirmeye yönelmişlerdir. Anlaşılmıştır ki, sert bir muhtemel Rus yanıtını tek başına karşılamak göze alınamayarak “sığınılacak liman” sayılan Amerika da Türkiye’den büyüktür, Rusya da.

Ve üstelik Türkiye’den büyük olanlar, ABD ve Rusya’dan ibaret de değildir. Çin vardır. Japonya ve Hindistan vardır. Batı’da İngiltere, Almanya ve Fransa vardır. Türkiye, bırakalım bu büyük emperyalist ülkeleri, İtalya kadar da büyük değildir. Brezilya, Kanada ve Kore kadar da değildir. Türkiye, milli gelir açısından bakıldığında, ne İspanya, ne Meksika, ne Avusturalya, ne Endonezya… ile yarışabilmektedir. Dişe göre sanılan Hollanda “bile” daha büyüktür. Türkiye; İran, Nijerya, Polonya, Belçika, İsveç, ada-ülke Tayvan, Arjantin, Suudi Arabistan ve toprak ve nüfus bakımından oldukça küçük olan İsviçre ile aynı kategoridendir, bu ülkelerden az büyükçedir.

Ancak ekonomik güç ve onun temeli olarak sanayi büyüklük ölçüsünün belirleyeni olmakla birlikte, büyüklük tabii ki yalnızca ekonomik güç ve büyüklükle ölçülemez. Soros “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” demiştir ve yanlış değildir! “Büyüklük ve güç” yarışında ekonomik ve mali güç kadar siyasal ve onun temel bir unsuru olan askeri güç de önemlidir. Askeri gücü güç kılan son tahlilde ekonomik güçtür, ülke içinden finanse edilemeyen, “ulusal” askeri-sınai kompleksine dayanmayan askeri güç, ya SSCB’nin son zamanlarında olduğu gibi karşılanamayan askeri bürokratik harcamalarıyla çöküşe götürür ya da büyük bir emperyalist güce yaslanma ve –komisyon payını alarak– ordusunu bir “ihraç malı” olarak başkalarının hizmetine koşmaya!

Ancak askeri güç olmadan sözü dinlenir bir siyasal güç olmanın da yolu yoktur. Bakın “büyük devlet” denen büyük emperyalist ülkelere; özel istisnalarla hem ekonomik hem de askeri bakımdan büyük güçtürler. Bir istisna Rusya’dır. Büyük olmasına büyüktür, büyük bir emperyalist devlettir. 12. büyük ekonomik güç olarak Rusya, Kanada, Brezilya, İtalya, hatta Kore’nin ardından gelmesine rağmen elindeki nükleer ve konvansiyonel silah yığınağı ve ordusunun gücüyle günümüzün 2. büyük askeri siyasal gücü durumundadır. Diğer iki istisna İsrail’le Türkiye’dir. 2016 rakamlarıyla 35. “büyük ekonomik güç” olan İsrail’in nükleer silahlara da sahip ciddi bir askeri güç olduğu bilinmektedir. 18. büyük ekonomik güç durumundaki Türkiye ise, 15 Temmuz’la sarsılsa ve sınai dayanaklarının zayıflığı nedeniyle sayılı silah ithalatçılarından olsa bile, dünyanın en büyük ordularından birine sahiptir. Ancak bu ekonomik ve askeri güçler arasındaki asimetri kuşku yok ki bir sorundur ve Rusya’yı iktisaden güçlü müttefikler aramaya götürürken, –başka etkenlerle birlikte– İsrail’i Batı ve özellikle ABD’nin Ortadoğu’daki “ileri karakolu” ya da “batmaz uçak gemisi” yapmış, bu ülkeyi Amerikasız düşünülemez kılmıştır. Aynı “asimetri” Türkiye’nin de görece “büyük işler”e soyunmasının başlıca engelini oluşturmakta ve “özel” “ulusal çıkarları” peşinde, onu da, bir yandan büyük güçler arasındaki çelişkileri kullanarak birini diğeriyle dengelemeye yöneltirken, bir yandan da –üstelik sadece müttefik değil– “sığınılacak liman” ya da işbirlikçiliğine talip olunacak büyük emperyalist güç arayışına sevk etmektedir. Zor bir durum olduğu tartışmasızdır: Hem şantajlarla büyük güçleri birbirleriyle dengelemek, hem de –uzun süre Amerikan işbirlikçiliğinde kararlı davranılmışken– onlarla şurada ya da burada bazen şununla bazen bununla işbirliği yapmak! Sonuçta “tilkilerin kuyruklarının birbirine dolaşması” ve “dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma” ihtimalleri ciddi biçimde yüksektir!

*

Lakin, öyle ya da böyle, Türkiye, dünyanın büyükleri arasında hatırı sayılır büyüklükte bir “küresel güç” olmasa bile, ölçek küçültülüp ekonomik güçle askeri güç birlikte ele alındığında, yine de özellikle bulunduğu bölgenin, Ortadoğu’nun dikkate alınacak büyüklükte önemli ülkelerinden biridir, bir “bölge gücü”dür. Bölgesinde etkili olması bakımından gerekli olanak ve araçlara az-çok sahiptir. Geçen yüzyılın başları ve hatta ortalarındaki geri üretici güçleriyle kapitalizmi fazla gelişmemiş Türkiye’nin yerini şimdi bölgesinin en gelişkin ülkesi durumundaki bir sanayi-tarım ülkesi almıştır. Enerji kaynakları bakımından fazla şanslı olmasa ve ciddi bir elektronik sanayi ile ağır sanayiden yoksun olsa bile, yine de bölgesindeki diğer ülkelerle yarışmasına yetebilecek bir sanayi temeline sahiptir. GOP’un eş başkanlığıyla ödüllendirilip sırtı sıvazlanmasının yanında böyle bir temele sahip olması, onu, başka ülkelerle dış ticaretin ötesinde de ilişkilenmeye yöneltmiştir, yöneltmektedir. Uluslararası ilişkileri ve Türk tekellerinin dışa açılmaya elverecek gelişme düzeyine ulaşmalarıyla Demirel ve Özal’la başlayan, arada Avrasyacılarca teşvik edilen bu yönelim, AKP hükümetleriyle birlikte İslami ideolojik kaygılarla da beslenerek ilerletilmiştir. Bu çerçevede Türkiye, örneğin çoğu Afrika ülkesiyle ilişkilerini geliştirmiş, bu kıtada otuz civarında ülkede elçilik açmış, fazla büyük boyutta olmasa da sermaye ihracına başlamış, yol, havaalanı, su şebekesi türünden inşaat faaliyetlerine girişmiştir. Benzer ilişkileri Ortadoğu’da da geliştirmeye yönelmiştir; ancak bölgeyi kasıp kavuran savaş, ticari ve ekonomik faaliyetleri de engelleyerek, beyaz eşya dahil tüketim malları ticaretiyle bayındırlık işlerinin neredeyse tamamen Türk tekelleri ve müteahhitlerin elinde olduğu Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bir yana bırakılırsa, bu ilişkilerin en aza inmesine neden olmuştur.

Aynı bölgede, Türkiye, “Amerikasız düşünülemeyecek” İsrail de sayılırsa, yeterince iri-kıyım denebilecek İran ve Suudi Arabistan’la birlikte yer almaktadır ve –birleşen ve çatışan yönleri olan, dönem dönem belirli yönleri öne çıkarak farklılaşan, tarihsel olduğu kadar başka ülkelerle olan ilişkilerden de etkilenen– özel ilişkilere sahip olduğu her üç ülkeyle bölgede etkinlik sağlamak üzere rekabet halindedir.

Ancak gerek Afrika ve gerekse Ortadoğu’da rekabetin yalnızca bölge güçleri durumundaki bu başlıca dört ülke arasında sürmekte olduğu kuşkusuz söylenemez. Böyle bir yaklaşım ya bu bölgeleri ya da başta büyükleri olmak üzere emperyalist devletleri bir başka gezegende varsaymak anlamına gelecektir.

Ortadoğu gibi emperyalistler bakımından önemli ve önemi pazarının büyüklüğü yanında henüz onsuz edilemeyen enerji kaynaklarına sahip olmasından gelen kadim bir bölgede gözü ve eli olanlar, tabii ki, bölge gücü olarak rekabet halindeki İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail’den ibaret değildir. Suriye’de belirli bölgelerde askeri güçleri arasında neredeyse 1 kilometre bile mesafe kalmayan Amerika ve Rusya örneğinde açıkça görüldüğü gibi, büyük emperyalist devletler de bölgeyle doğrudan ilgilidirler ve hatta Ortadoğu’da asıl rekabet başlıca bu iki ülke arasında sürmektedir. Üstelik Batılılardan yalnızca ABD yoktur, hiç değilse Almanya, İngiltere ve Fransa da doğrudan söz konusu rekabetin unsurlarındandır. Petrol ve doğal gaz ve enerji nakil yollarının bulunduğu yerde aralarında dişe diş rekabetle emperyalistlerin bulunmaması şaşılacak şey olurdu! Bir başka şaşılacak şeyin de, büyük enerji ihtiyacı içindeki Çin ve Japonya’nın bölgeye ilgi duymamaları ve sürmekte olan rekabete bigane kalmaları olacağı kolaylıkla öngörülebilir ki, onlar da işin içindedirler. Afrika’daysa, Çin ekonomik ve mali bakımdan hızla yayılmakta, Almanya ilişkilerini geliştirmektedir ve kıtada hala pek çok ülke İngiliz ve özellikle Fransız tekelleri ve devletlerinin denetimindedir. Üstelik ABD siyasal ve askeri gücüyle kıtaya abanmıştır.

Dolayısıyla, evet, Türkiye kapitalizmi ülke dışında da göz dikeceği belirli “özel” ve “ulusal” çıkarlara sahip olma düzeyine çoktan ulaşmış ve dış politikada maceracı ve tutmadığında 90 ve 180 derecelerle politika değişikliğine gidecek kadar “oynak” AKP Hükümetleri ve sosyal dayanağı durumundaki devlet olanaklarıyla palazlandırılmış “yeni yetme” yandaş tekelleriyle “yurtta sulh cihanda sulh” yönelimini çoktan “yurtta ve cihanda çatışma”yla ikame ederek, gözünü dışarıya dikmiştir. Ancak; kolay değildir. Belki yayılmacılıkta görece kolay rekabet edilecek bölge ülkelerinin yanı sıra büyük emperyalist devletler de, ekonomik, siyasi ve çoğu askeri güçleriyle de ellerinde “kepçe” “kazan”a çevirdikleri bölgeyi karıştırmaktadırlar.

EMPERYALİST KAPİTALİST DÜNYA: BOZULAN VE
HENÜZ YENİSİ KURULAMAYAN “DENGE”

Emperyalist kapitalist dünya donmuş hareketsiz bir yığıntı değildir. Tekel, asalaklığıyla çürüme eğilimini ifade eder ve kapitalizmin üretici güçlerle çelişmeye düştüğünün belirtisidir; ancak bu, tekelci döneminde kapitalist gelişmenin sonuna gelindiği anlamına gelmez. “Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.[2]

Tekelci kapitalizmin hareketliliği, yatırım ve birikim içinde, üretim ve değişim süreçleri bakımından olduğu gibi, üretim tekeller tarafından ne denli planlanırsa planlansın, hammadde kaynakları ve pazarlar ne denli denetim altına alınırsa alınsın, sonuçta “bilinmeyen bir Pazar için anarşik nitelikli üretim”le karakterize olan kapitalizmin fabrika ve işletmelerle bankalar bakımından olduğu kadar, çeşitli sektörler, bölgeler ve ülkeler bakımından da eşitsiz ve sıçramalı gelişmesinde kendisini açığa vurur. Eşit olmayan sıçramalı gelişme kapitalist emperyalizmin yasası durumundadır ve yol açtığı güç ilişkilerindeki değişmeler emperyalist savaşların temel nedenidir.

Lenin, döneminde, çeşitli emperyalist devletlerin gösterdikleri gelişmenin eşitsizliğini, yeni gelişen sanayi dalları, demiryolu yapımı ve egemenlik altına alınmış sömürgeler bakımından karşılaştırarak, emperyalistler arasındaki güç ilişkilerinin durmaksızın değiştiğini örnekledikten sonra sonuç çıkarır: “Finans-kapital ve tröstler dünya ekonomisinin çeşitli kısımlarının gelişme oranında görülen farkları azaltmaz, artırırlar. Güçler ilişkisi bir kez değiştirildikten sonra, kapitalist düzende, çelişkileri çözmenin zordan gayri ne gibi bir yolu olabilir?[3]

Ve sürdürerek, “soru şu” der, “kapitalist düzende, bir yanda üretim güçlerinin gelişmesi ve sermaye birikimi, öbür yanda sömürgelerin ve etki alanlarının finans-kapital elinde bölüşülmesi arasındaki eşitsizliği gidermenin savaştan başka ne yolu olabilir?[4]

Uluslararası kapitalizmin bugünü de farklı değildir. Emperyalist kapitalizm, eşitsiz ve sıçramalı gelişmesini sürdürmüş ve emperyalist ülkeler arasındaki güç ilişkileri ekseninde oluşan “denge” eskiyerek artık sürdürülemez olmuş ve yeni güç ilişkileri yeni “dengeleri” zorunlu kılmıştır. Ancak külli değişiklikler bir çırpıda gerçekleşemezler ve gerçekleşme yoluna Lenin işaret etmiştir: savaş!

Ancak eski güç ilişkilerinin de değiştiği tartışmasızdır. Bu, değişik gelişme ve iktisadi mali yayılma hızlarıyla farklı emperyalist ülkelere ve rekabet ve çıkar çatışması halinde oldukları dünyanın belli başlı bölgelerindeki duruma bakılarak kolaylıkla anlaşılabilir bir şeydir.

İngiltere ve Fransa II. Dünya Savaşıyla kaybettikleri güçlerini de koruyamaz olmuş ve diğer emperyalist ülkelerle karşılaştırmalı olarak gerilemelerini sürdürmüşlerdir. Savaşla harap olan Almanya, önce Amerikan yardımıyla, sonraysa kendi gücüyle belini doğrultmuş, dünyanın 3. büyük ihracatçı ülkesi olarak ABD’nin hemen ardından gelmektedir ve yeniden silahlanmaya başlamıştır. Brexit öncesi bir arada alındığında, AB dünyanın 1 nolu ihracatçısıdır ki, birliğe üye ülkelerin iç çelişkileri ve son olarak İngiltere’nin ayrılmasına karşın en başta Almanya’ya dayanaklık ettiği tartışma götürmez. Yıllardır durgunluk içinde olmasına rağmen Japonya yine de hala dünyanın 4. büyük ihracatçısıdır, milli gelir sıralamasındaysa Almanya’nın önündedir ve bu ülke de Anayasasını değiştirerek silahlanmaya yönelmiştir. Çin ihracatçı olarak 1., milli gelir düzeyi bakımındansa 2. sıradadır ve son derece hızlı büyümektedir; 2007’de %15 olan, 2010’da %12’yi geçen büyüme hızı, bugüne kadar %6,5’un altına hiç düşmemiştir. SSCB’nin çöküşünün ardından sanayisi battallaşan, batı ve güney batıdaki hemen tüm “çevre ülkeleri”ni kaybeden Rusya Yeltsin’le neredeyse Batıya bağımlılığa sürüklenirken, Putin’le toparlanmaya başlayarak yeniden ayakları üzerine dikilmiş, milli gelir ve ihracat gibi göstergeleriyle dünya sıralamasında gerilerde olmasına karşın, başta teknolojik ilerleme ve maddi teknik temelinden geriye kalanlarla nükleer cephaneliği ve gelişkin konvansiyonel silahları olmak üzere geçmişinden miras olanaklarını kullanarak, dünyanın önde gelen güçleri arasındaki yerini çoktan almıştır.

Amerika, hala dünyanın 1 nolu ülkesidir; milli gelirde ilk sıradadır ve Çin’in 1,5, Japonya’nın 4, Almanya’nınsa 5 katı büyüklüğe sahiptir. İhracatta Çin ve AB’nin arkasından gelse ve Almanya ile hemen aynı büyüklükte olsa da ciddi bir güçtür ve Çin kadar hızlı büyümese bile, yine de kapitalist krizler bir yana, az-çok büyümeyi başarmaktadır.

Ancak ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası elde ettiği pozisyonunu sürdüremediği de ortadadır. Savaşın ardından sosyalizm karşısında Batılı “hür dünya”nın patronajını yapan ABD, SSCB’de kapitalizmin restorasyonu sürecinin belirli bir düzeyinde[5] tarih sahnesine çıkan Sovyet sosyal emperyalizmiyle hegemonya çatışması yürüten “iki süper emperyalist devlet”ten biri durumundaydı. Brejnev’in ardından ve özellikle Gorbaçov’la birlikte birçok dayatmasını kabul ettirmeye başladığı SSCB’nin 1990-91’deki dağılma sürecinin sonrasındaysa ABD, kendi karşısına dikilebilen başlıca rakibinden de kurtularak, hem onun boşalttığı alanlara yerleşen başlıca güç olmuş hem de kendisine diş geçirme olanağına sahip olmayan ülkelerden oluşan emperyalist kapitalist dünyada rakipsiz kalmıştır.

ABD’nin tabiri caizse “tek tabanca” olduğu “tek kutuplu dünya” döneminin uzun sürmesi olanaksızdı ve sürmedi. Afganistan ve ardından Irak ve Libya işgalleriyle, başlıca Amerikan çıkarlarını kollayıp yaymak üzere NATO’nun görev alanı genişletilirken Rusya’ya “gözlemcilik” payesinin dayatılmasıyla ilerleyen Amerikan egemenliği bir gün sonuna gelecekti, geldi. Bir dönem İngiltere ve kısa süre önce otomotiv ve yüksek teknoloji ürünleri dünya pazarlarını istila eden Japonya’nın ardından büyük bir hızla gelişen ve “dünyanın atölyesi” sıfatını devralan Çin’in gelişmesi önlenemez ve peşi sıra ekonomik yayılmayı da getirir, ve örneğin ABD, pazarını, Çin malları karşısında korumaya alırken, önce kadim rakip Rusya, Gürcistan’dan başlayarak ABD’nin karşısına dikildi. Suriye’ye yönelik Amerikan müdahalesi karşındaysa ikirciksiz tavrıyla Esad’ın arkasına geçerek net tutum aldı. Ukrayna’da verilen yanıtı da, Kırım’ı ilhak edip ülkenin doğusunda Donbass ve Lugangs’ta   kurulan cumhuriyetleri destekleyerek olabildiğince püskürttü. Bu süreçte, BM Güvenlik Konseyi’ndeki hemen tüm oylamalarda Çin tarafından desteklendi ve bu ülke ile Rusya arasında başta enerji ve enerji nakil hatlarıyla Çin-Rus demiryolu konuları olmak üzere birçok konuda anlaşmaya varıldı.

Artık Afganistan ve –kendisiyle uyumlu ve uyumsuz değerlendirmeleriyle Avrupa’yı “eski” ve “yeni Avrupa” olarak bölmekten çekinmediği– Irak işgalleri örneğinde olduğu gibi, kendi çıkar ve tutumlarını tüm geri kalan emperyalistlere dayatan “tek kutuplu” Amerikan egemenliği geçmişte kalmıştı.

Önüne gelene kendisini ve çıkarlarını dayatan ve özellikle Batılı emperyalist ülkeleri kendisinin patronajında etrafında toplayan Amerikan egemenliği geçmiş olmuş; ancak yerine henüz yeni saflaşmalarıyla yeni –kuşkusuz her an değişmeye hazır, dengesiz– bir “denge” de oluşmamıştır ki, fazla uzun sürmeyeceğini kestirmek güç olmasa da, ne kadar süreceği belirsiz bu “geçiş” durumu, günümüzün orijinalitesini vermektedir.

ABD ile Rusya karşı karşıyadır. Ancak Suriye örneğinde görüldüğü gibi, şimdilik ne kadar karşı karşıya ne kadar birlikte oldukları tartışmalıdır; halklara karşı birlik ve kendi çıkarlarını gerçekleştirmek üzere rekabet ve mücadele halindedirler. Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü kapsamında ittifak kurduğu Rusya ile kuşkusuz belirli çıkar ve politika farklılıklarına da sahiptir ki, yeni Amerikan Başkanı D. Trump’ın Rusya ve Putin övgüsü yaparken, en başta bu farklılıkları geliştirmeyi ve iki ülkenin arasını açmayı hesapladığı tahmin edilebilir. Japonya ABD’ye yakın durmayı sürdürürken, Hindistan henüz safını netlikle belirlememiştir. Avrupalı emperyalistler bir yandan Amerikan dayatmalarından bıkmış ve öteden beri “ost-politik” formülüyle “doğuya açılma”ya yönelmişlerdir, ancak öte yandan –artık sonuna gelinmiş olsa da– Baltık ülkeleriyle Bulgaristan, Romanya, Polonya gibi diğer eski halk cumhuriyeti ülkeleri ve en son Ukrayna’da olduğu gibi Rusya aleyhine –darbe ve çatışmaları da dışlamayan– genişleyip yayılma tutumu izlemektedirler. Başta Almanya olmak üzere, Çin’le savaş sanayiini de kapsayan ekonomik ilişkileri ve bu ülkedeki yatırımları da küçümsenmez boyuttadır.

Tekelci döneminde etkisi artan kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesinin ürünü ve kanıtı olarak sarsılıp bozulan, ama yerine henüz yenisinin konamadığı emperyalistler arası güç ilişkilerinin oluşturduğu “denge”nin bu güncel dengesizliği ya da geçişselliği ve safların belirsizliği, uluslararası politikayı ve istisnasız tüm ülkelerin dış politikasını koşullamaktadır.

“YERLİ-MİLLİ” “ÖZEL” ÇIKAR ARAYIŞLARI

Uluslararası arenayı ve kapitalist ülkelerin/devletlerin uluslararası ilişkileriyle politikalarının çerçevesini oluşturan emperyalist güç ilişkileri ve oluşturdukları güncel “denge” ya da dengesizlik ve bunun sonucu olarak belirli belirtileri şimdiden ortaya çıkmaya başlasa bile yeni saflaşmanın köşeli olarak henüz netleşip tamamlanmamış oluşu, iki saptamayı mümkün ve gerekli kılmaktadır.

Birincisi, koşullayıcı çerçevesiyle birlikte, ülkelerin nüfus ve coğrafi konumlarına varıncaya kadar uluslararası politikaların şekillenişini etkileyen pek çok etken sayılabilir ve bu etken unsurlar arasında, şu ya da bu nitelikleriyle –kimi hammadde kaynakları, kimi Pazar olanakları, kimi mali-sermayesiyle sanayiinin gücü, kimiyse askeri varlığıyla– belirli etkilerde bulunan hemen bütün ülkeler yer alır; ancak tayin edici olan tekelci dayatmalarda bulunmaya elverir nitelik ve güçleriyle emperyalist ülkeler, özellikle de belli başlı büyük emperyalist ülkelerdir. Buradan, Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’inde ortaya attığı ve Erdoğan-AKP yönetimince savunulmaya devam edilen “küresel oyun kurucu”, “düzen kurucu ülke Türkiye” formülasyonunun kof bir iddia olmaktan öteye geçmeyeceği sonucu çıkar ki, gerçek de bu doğrultudadır. Türkiye, –Osmanlı’nın öykünülen Yavuz ve durgunluk ve gerilemenin başladığı Kanuni dönemleri bir yana– hiçbir zaman dünya ölçüsünde uluslararası ilişkileri belirleyen ülkelerden olmamıştır. Bunu ileri sürmek, çocukça bir böbürlenme olmaktan başka bir şey değildir ve Türkiye’nin örneğin Asya-Pasifik’teki güç çekişmesini nasıl ve hangi araçlarla etkileyeceği sorusunun sorulabilir bile olmayışıyla anında boşa düşürülür.

Ancak yeni güç ilişkilerine dayalı “denge” ve saflaşmanın belirgin köşeleriyle netleşip tamamlanmamış oluşu, ikinci olarak, belli başlı emperyalist devletler arasındaki ilişkilerinin dengesizliği ve dolayısıyla henüz oturmamışlığı ve oynaklığı nedeniyle büyük devletler arasındaki ilişkilerdeki genel düzensizlikle oluşan saflaşma “boşlukları” ve değişkenlik ihtimallerinin büyüttüğü manevra ve görece küçük ya da orta boy devletlerin büyük emperyalist devletleri ve çıkarlarını birbirleriyle dengeleme olanaklarıyla, Türkiye gibi ülkelerin “yerli-milli” “özel” çıkarları peşindeki arayışları bakımından elverişli koşulların varlığı anlamına da gelir.

*

Tabii ki “yerli-milli” çıkarlar perdelemesiyle, Abdülhamid’in büyük ustası olduğu –bir ona bir buna yanaşarak– büyük emperyalist devletler arasındaki çelişkiler ve “denge”ye oynayarak Osmanlı’nın çöküşünü engelleyemese bile geciktirmesini… Ve bir emperyalist savaş olan Birinci Dünya Savaşı’na gelinirken, Kayzer bıyıklı maceracı Enver’in bugün öykünülen ve “Başkumandan” olan son Padişah’ın vekili olarak tek kişilik bir “Goeben ve Breslau” ya da Türkçeleştirilen adlarıyla “Yavuz ve Midilli” oldu-bittisiyle Osmanlı’yı “kırıntılar” karşılığında Alman emperyalistlerinin çıkarlarını savunmak üzere onun peşinde çöküşe gideceği savaşa sürmesini bir yana bırakırsak…

İkinci Dünya Savaşı döneminde, en sert biçimiyle karşı karşıya gelmiş olan emperyalist bloklar ve bu bloklardan biriyle ittifak halindeki sosyalist SSCB arasında gidip gelmelerle savaş halindeki güçler arasındaki çelişkilerden yararlanıp onları birbirlerine karşı kullanarak küçük ve orta boy ülkelerin kendi özel “yerli-milli” çıkarlarını gerçekleştirme olanakları “sıfır” değilse bile, sıfıra yakındı, bunun için elverişli koşulların varlığından söz edilemezdi. Bloklar arasındaki mücadelenin sertliği ve acımasızlığıyla “arada” sıkışıp ezilme ihtimalinin küçümsenemez oluşu, geri kalan ülkeleri taraflardan birinden birine yakınlaşmaya zorluyor; İsviçre ve Türkiye örneklerinde görüldüğü gibi, özel koşulları nedeniyle “arada kalabilen” ülkeler, kendi “özel” “yerli-milli” çıkarlarını, yayılarak genişleme değil, ama savaşın belirli aşamalarında galibiyete yakın –ve eğer yandaşlıklarına eğilim gösterilmezse üzerlerine çullanacak gibi– görünen taraflar lehine hayırhah tarafsızlık pozisyonunu benimseyerek, ancak ellerindekini (asgari olarak kendi varlıklarını) korumayı başardıklarında gerçekleştirebiliyorlardı.

Bu çerçevede başlangıçta tarafsız kalan Türkiye, Almanya, başta Fransa olmak üzere hemen tüm Batı Avrupa’yı işgal edip doğuya Sovyet Rusya içlerine doğru muzafferane yürüyüşünü sürdürdüğünde, Almanlara yakınlık gösteren hükümetiyle tarafsızlığını Almanya lehinde geliştirmiş, Alman faşizminin yenilgiye uğrayarak gerilemeye başladığı Stalingrad sonrasındaysa, bu kez yeni İngiliz yanlısı hükümetiyle çeşitli kereler görüşmelerde bulunduğu karşı cepheye eğilim göstermiş ve sonunda savaşın gidişatı kesinleştiğinde bu cepheye katılmıştır.

Dönemi ve o dönem Türkiye’nin katlanmak durumunda kaldığı zorlukları bilenler, savaş halindeki emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanma ve bir “denge” tutturmanın keskin kılıç üzerinde yürümeyi andırdığını ve bırakalım yeni “yerli-milli” çıkarlar elde etmeyi, eldekileri korumanın bile olağanüstü güç olduğunu teslim edeceklerdir.

*

Savaşın ardından kendisini “Soğuk Savaş”ın ön-cephe ülkelerinden biri olarak bulan Türkiye, sosyalist Sovyetler Birliği’nin Kars-Ardahan ve Boğazlar üzerinde hak iddia ettiği kumpasına alınarak, önce “korunma” vaadiyle NATO’ya alınıp “Hür Dünya”ya katılmış ve hemen “koruma bedeli” olarak Kore’ye asker göndermeye mecbur bırakılarak, bir tugaya yakın kaybı sineye çekmek durumunda kalmış; ancak tezgahçı emperyalisteler ve işbirlikçilerin el birliğiyle “NATO’nun ileri karakol ülkesi” olarak yeni dönemdeki safı da belirlenmiştir.

Amerikan hayranı Bayar-Menderes yönetiminde kapitalist Türkiye’nin sosyalizm düşmanlığıyla attığı bu tarihsel adım, on-on beş yıl içinde kapitalizmin restorasyonuyla emperyalist bir ülkeye dönüşen SSCB ile yeniden inşasına girişilen yakılıp yıkılmış Batı’nın patronluğunu üstlenmiş ABD arasında ortaya çıkan dünya hegemonyası için mücadelede de safının belirlenmesini getirmişti.

Özel “yerli-milli” çıkar arayışı bakımından koşullar yine elverişsizdi ve SSCB’nin Kars-Ardahan ve Boğazlar’da hak iddiasıyla korkutulmuş, Batı’nın, SSCB’yle sınırdaş, NATO üyesi “ileri karakol ülkesi” Türkiye’nin özel çıkar peşine düşecek hali kalmamış, Rusya’dan gelebilecek saldırının ilk dalgasına hedef olacak ülke, varlığını sürdürmesinin koşullarını, NATO ve patronu ABD’ye daha çok sığınıp daha yakından kul-köle olmakta arar kılınmıştı.

Böyle sürdü. SSCB çöktüğünde, Türkiye’nin “yerli-milli” çıkarlarını “büyük komşu” karşısında kul-köle olunan Amerikan emperyalizminin işbirlikçiliğinde arayıp bulanlar, artık koşulların değiştiği ve “ileri karakolluk” döneminin sona erdiğini anlamayarak, “özel” çıkarlarını, yeni oluşan koşullarda ve bu koşulların gerektirdiği politika ve tutumlarla koruyup kollamalarının önemini kavrayamadılar. Enerji deposu Ortadoğu hala önemliydi; ancak başlıca rakip olan SSCB’yi bir “yeşil kuşak”la kuşatma devri de, Rusya karşısında ülkenin “en önemli ihraç ürünü ordu”nun özellikle beslenip her şeyin üstünde tutulması devri de kapanmıştı.

Özellikle Ordu içinde Avrasyacı yönelimlerin baş gösterdiği, boşa konup dolmadığı, doluya konup almadığı küçümsenmez bir “şaşkınlık” dönemini net olarak kapatan, 80. Kuruluş yılı nedeniyle “Bekle, gör, tavır al politikasıyla yola devam edemeyiz”diyen Müsteşar Emre Taner’in açıkladığı Ocak 2007 tarihli MİT Raporu oldu.

Soğuk Savaş” sonrası ABD politikaları değişmiş; ve SSCB sonrasında, önce sağlam Amerikancı Özal’ın anında benimseyip dillendirdiği “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” formülasyonuyla işaret edilip önem kazanan ve giderek kuzey Afrika’nın da katılmasıyla genişletilerek “Genişletilmiş Ortadoğu” adı takılan, üzerinde yaşayan halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan, Rusya’nın “yumuşak karnı”nı kapsayıp Çin’e doğru açılan Avrasya ve içinde Ortadoğu’ya ilişkin özel Amerikan stratejik hesaplarının projelendirilmesi gündeme gelmişti.

Uzunca bir süredir, kitaplaştırdığı “Orta Asya’nın Yeni Jeopolitiği”, “ABD’nin Irak’ta kalıcı olarak yerleşmesi”, aralarında Türkiye’nin yanı sıra Cezayir’le Afganistan ve Pakistan’ın da olduğu bölge ülkelerinde “İslami radikalizm” ve “İslam’ın demokratikleşmesi ve sorunları” türünden çalışmalarıyla başlıca teorisyenliğini Graham Fuller’in üstlendiği Amerikan emperyalistlerinin “ılımlı İslam” ve Türkiye’nin de bir “ılımlı İslam ülkesi” olduğu yolundaki dayatma/yönlendirmesi tepkisini çektiği kadim egemen eliti Avrasyacı arayışlarla Ergenekonculuğa iterken, stratejik hesaplar doğrultusunda “ılımlı İslami” bir hükümet oluşumuna yönelik olarak AKP’nin önü açılıyor ve Türkiye bir “iktidar hesaplaşması”na sürükleniyordu.

MİT Raporu bu koşulların ürünüydü; ve kuşkusuz ki, Amerikan planlarıyla uyumlu biçimde “proaktif bir dış politika” izlenmesi ihtiyacının altını çizerek, AKP tarafından temsil edilen neo-liberal “ılımlı İslami” politik eğilimin ilerletilmesini istiyor, ordunun da değişen Amerikan taleplerini karşılamak üzere, 1 Mart Irak Tezkeresi’nin reddinde değil, ama örneğin Afganistan’da olduğu gibi, hızla harekete geçirilebilir olmasını öngörüyordu. Sonradan, eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un 15 Temmuz Meclis Komisyonu’na verdiği ifadesinde belirttiği gibi, 2006-2012 yılları, AKP ile Cemaat ya da “FETÖ” arasında “en sıkı iktidar ortaklığı yapıldığı” yıllardı ve bir arada başını ordu şeflerinin çektiği muktedir egemen kliğin ayağını kaydırmak üzere, arkalarında Amerikan emperyalistleri, kumpaslar da kurarak onlarla iktidar mücadelesine girip 2007 Nisan Muhtırasını da püskürttüklerinde, zaferi kazandılar.

ABD, yine “eşeğini sağlam kazığa bağlı” tutabilmiş, bir yandan Irak’ta “çuval” hadisesiyle terbiyeden geçirirken, bir yandan da “GOP”un eş-başkanlığıyla taltif ettiği Türkiye’nin kendisi ve stratejik çıkar hesaplarının peşinden sürüklenmesini garanti altına almıştı.

Bu dönem, aynı zamanda, ABD’nin “tek tabanca” olarak dünyaya egemen olduğu “tek kutuplu” dönemdi. Ve gerek emperyalistler arası çelişkili durumlardan yararlanmak üzere karşısına dikilecek az-çok eşdeğer güçte rakipler bulunmadığı ve uzlaşma arayışları esas olduğu, gerekse –henüz yeterince güçlenmemiş Rusya ve Çin’e doğru eğilim gösteren Avrasyacı kızıl elmacı ekip bir yana bırakılırsa– AKP-Erdoğan yönetimi, geleceğini ve dolayısıyla Türkiye’nin “yerli-milli” çıkarlarını, Amerika’nın emperyalist çıkarlarını başka emperyalistlerinkiyle dengelemede değil, ama ona dayanmada gördüğü için, “yerli-milli” çıkar arayışları bakımından hem dünyanın genel durumu elverişli değildi, hem de AB övgücülüğü ve Amerikan dümen suyunda olmakla ihya olan AKP göstermelik olsa bile “millilik” arayışında değildi!

ERDOĞAN-AKP YÖNETİMİNİN ŞANSI

Dönüldü dolaşıldı, sadece Suriye, Irak vb. ile yetinilmeyip, Almanya, Hollanda ve Obama Amerika’sıyla iki yıl önce uçağı düşürülen Rusya dahil, önüne gelen “herkes”e şiddetli “Eyy…”ler çekilen günümüze gelindi. Rusya örneğinde görüldüğü gibi, çoğu kez iç politika malzemesi edilen ve tamamen göstermelik olan bu “Eyy…”lerin amaç az-çok hasıl olup miadını doldurması ya da pişmanlıkla kısa süre içinde yalanıp yutularak tam tersi uygulamalara yol açması, “ustalık” bir yana hatta “çıraklık” bile değil, ancak egemen kliği ve bu arada Türkiye’yi ayağa düşürücü birer pejmürdelik oluşu önemsenmemekte; kısa günün karına bakılmaktadır.

Yasakçılık ve zorbalıktan müteşekkil gerici, faşist baskıyla karakterize iç politikanın istikrarlılığıyla çelişme halindeki, günden güne önemli açı farklılaşmalarıyla değişiyor görüntüsü veren dış politika çukurlu-tümsekli ve bol virajlı Karadeniz Otoyolu’nu andırıyor olsa bile, işbirlikçiliği açıkça sırıtan “GOP Eş-başkanlığı” döneminin ardından peşine düştüğü görülen “yerli-milli” “özel” çıkarlar bakımından Erdoğan-AKP yönetiminin şansının yaver gittiği söylenebilir.

1) Türkiye belirli bir kapitalist gelişme sürecinden geçmiş, ekonomik bakımdan dünyanın ilk 20 ülkesi içinde olan, orta-boy büyüklüğüyle, dünyada olmasa bile bölgesinde “yerli-milli” özel çıkarlarının peşinde koşabilecek –nesnel bakımdan– yeterli potansiyele sahip bir ülkedir.

2) Elde edilebilir olup olmamasından bağımsız olarak, az-çok gelişmiş kapitalist ülke burjuvazilerinin her koşulda kendilerinin “özel” “yerli-milli” çıkarlarını gerçekleştirme çabası içinde olmaları tamamen anlaşılır şeydir. Ancak Türkiye burjuvazisi ve özel olarak bugün AKP-Erdoğan etrafında birleşmiş olanlar, özel çıkarlarını gerçekleştirmenin gereksindiği belirli bir potansiyele sahip olmanın yanında bir şansa daha sahiptirler ki, bu, bir önceki dönemin emperyalistler arasındaki güç ilişkileri ve bu temelde oluşmuş “denge”si geçersizleşirken, emperyalistler arasında oynamayı olanaklı kılan “boşluklar”ın oluşmasına yol açarak yenisinin henüz eskisinin yerini almamış olmasıdır. Bu şansa sahip olunması, “özel çıkarlar”ın hemen ve mutlaka elde edilebilecek olduğu anlamına kuşkusuz gelmez, bunun için uygun politikalar izlenmesi de bir önkoşuldur; ama başka zorlu dönemlerle karşılaştırıldığında, dünyanın içinde bulunulan dönemi, Türkiye ve burjuvazisiyle AKP yönetimine bu şansı sunmaktadır.

3) Bu şansın bulunmasını ve kullanılabilir oluşunu zora sokucu bir etkenden de söz edilmelidir ki, bu, emperyalist kapitalist dünyadaki belli başlı bütün çelişmeleri keskinleştirerek sertleştiren, pazarların daralmasında da yansıyan ve emperyalistlerle sömürülen yığınlar ve ezilen halklar ve emperyalistlerle işbirlikçilerinin kendi aralarındaki her türlü bölüşümü/paylaşımı zorlaştıran ekonomik, mali, siyasal vb. sıkışmışlıktır ve eğer gerçekçi ve rafine doğru politikalar izlenmez, uygulamada becerikli olunmazsa, sonu hüsranla bitecek maceraları koşullandırır.

4) Şans ya da şanssızlık olarak hangisinin AKP ve yandaş ve dayanaklarının hanesine yazılacağı tartışma götürür olmakla birlikte, uluslararası burjuvazinin bir “müfrezesi” olarak Türkiye burjuvazisi içinde –tekelci olmayan burjuvazi ve git-gelli ulusal eğilimleri bir yana bırakılırsa– “yerli-milli” çıkarlar ve bu çıkarlara erişime ilişkin iki eğilimin varlığından söz edilebilir. Birincisi, bürokratik kapitalizmin = tekelci devlet kapitalizminin gelişmesinin ötesinde, Türkiye’deki tekelleşme sürecinin en başından başlayarak ve bayilik, kredi, know-how, ortak yatırım vb. türlü yollardan ilişkilenip etle tırnak olduğu uluslararası mali sermaye ile birleşerek ortaya çıkıp gelişen ve geleneksel kadim tekelci burjuvazinin kendi “yerli-milli” çıkarlarını bu birlikte görme ve kuşkusuz “komisyon” payını artırmaya çalışsa da, deneyleriyle, bu artışın ortak çıkarların birlikte savunulmasıyla gerçekleşebileceğine inanma, maceracı zorlamalarla hem özel çıkarlarını hem de ilişkilerinin geleceğini tehlikeye atmaya yanaşmama, ama uluslararası burjuvaziyle, özellikle Batı burjuvazisiyle birliğini sıkıca sürdürme eğilimi. Ve ikincisi, devlet olanaklarıyla en ileriden beslenip palazlanarak son on – on beş yıldaki katılımıyla tekelci burjuvazinin saflarını genişleten, uluslararası burjuvaziyle tarihsel bağlara ve sıkı-fıkı ilişkilere hemen hiç sahip olmayan “yeni yetme” tekelcilerin devlet desteğini her şey olarak görme, “özel” çıkarları için uluslararası çekişme ve kavgaları göze alma, aza tamah edip çoğa, “kısa günün tatlı karlarına” göz dikme, bu amaçla yayılmacılık, şantaj ve yolsuzlukta aşırıya kaçmaya aldırmama, pervasızlık ve macerayı göze alma eğilimi. İki burjuva kesimin kendi “özel” çıkarlarına “yerlilik” ve “millilik” iddialı yaklaşımları, eğilimler arasında geçişler ve salınımlar olmakla birlikte, farklılıklarıyla başlıca iki eğilim oluşturmakta ve birinci kesim kendi özel çıkarlarının uluslararası burjuvazi ve emperyalizmle sıkı birlik ve ortaklıkta olduğunu varsayarken; sonradan görme ve aç gözlü “yeni yetme” ikinci kesim, özel çıkarlarını ve emperyalistlerle kurdukları işbirliği ilişkilerinde kendi paylarına düşeni büyütmeyi, uyumun yanı sıra maceracı zorlamalara ve bir emperyalisti diğerine karşı kullanma türünden şantajlara da baş vurarak elde etmeye çalışmaktan kaçınmamakta görmektedir.

Ancak sonuçta ikisi de tekelci burjuvazinin eğilimleridir, aralarında Çin Seddi bulunmamaktadır; belirli koşullarla sınırlı geçerliliklere sahiptirler ve biri diğerine dönüşebilir ya da toplam olarak tekellerin eğilimleri olarak bir dönem biri, başka bir dönem diğeri öne çıkabilir. Uluslararası koşulların elverişli olup olmamasıyla birlikte düşünüldüğünde, bu eğilimlerden birinden birinin öne çıkıp rolünü oynamasıyla, “yerli” ama milli” değil düpedüz işbirlikçi olan tekelci burjuvazininözel” çıkarlarına erişimi, bunun yolları ve başarılı şansı hakkında bir fikir sahibi olunabilir.

Türkiye “büyük” olduğu için değil, “Türkiye büyüyüp güçlendiği için herkes kıskanıyor, düşmanlık güdüp önünü kesmeye çalışıyor” diye de değil, Türkiye türünden orta boy ülkelerin burjuvazilerinin özel çıkarlarına erişimleri açısından günümüz dünyası –aralarındaki güç ilişkileri ve buna uygun oluşmuş eski “denge” bozulmuş, ama yerine henüz yenisi konamamış emperyalist dünya– fırsatlar sunmakta ve bu görünür fırsatlarla ortaya çıkardıkları olanaklar özellikle aç gözlülük katsayıları yüksek pervasız burjuva kliklerde yansımalarını bulan maceracı eğilimleri kışkırtıp teşvik etmekte olduğu için, onları olağan olmayan arayışlara yöneltmektedir.

Amerikan ve Rus emperyalizminin dünya hegemonyası için dişe diş mücadele halinde olduğu ya da sonrasındaki Amerikan emperyalizminin egemenliğindeki “tek kutuplu” dünya gibi uluslararası koşulların elverişsiz olduğu dönemlerde, orta-boy kapitalist ülkelerin işbirlikçi yerli tekellerinin önüne, “yerli-milli” diye tanımlamaktan zevk aldıkları özel sömürgen çıkarlarını yüksek düzeyde doyurup büyütme fırsatı pek çıkmaz; tersine, böyle ülkeler burjuvazileri, bir emperyaliste ya da bir emperyalist bloka mahkum olup ona yaslanma, genellikle payını büyütme yerine eldekini korumaya çalışma, yalakalık ve yaltaklanma zorunluluğuyla yüzleşmek durumunda kalırlar.

Bugünkü gibi, biri ya da birkaçıyla diğeri ya da diğerlerini dengeleyerek kendi özel çıkarlarını en ileriden gerçekleştirebilme yolunu açmak üzere emperyalistlerin birbirlerine karşı kullanılabileceğine olan inancı büyütücü elverişli uluslararası koşullardaysa, işbirlikçilerde, söylendiği gibi, adı “ulusallık” takılan ve aza tamah edip daha çoğunu isteyerek, olağan dönemlerde elde edilemeyecek nitelik ve nicelikte çıkarlar elde etmeye girişme, özel olarak “yerli-milli” yayılmacılık türünden eğilimler ortaya çıkıp gelişebilmektedir.

Nitekim, Türkiye ve AKP-Erdoğan yönetimi ve dayanakları bakımından günümüzde karşılaştığımız durum budur.

ALMANYA, HOLLANDA… AB KARŞISINDA TEPKİCİLİK

Sondan başlanırsa, önce Almanya ve ardından Hollanda ile gerilen ilişkilerin faşizm suçlamasına vardırılması ve ilişkilerin eski nitelik ve düzeyiyle kıyaslandığında sertleşmenin neredeyse restleşme ve hakaretlerle “anlaşılmaz” hal alması günümüzün gerçeğidir. Sorunun AKP’nin “evet” toplantılarına izin verilmemesi ve Alman ve Hollanda yasakçılığı ile ilgili olmadığı tartışmasızdır; çünkü faşizm suçlamasının dayanağı yapılan yasakçılık AKP-Erdoğan yönetiminin karakterinde vardır. Şu anda referandum sürecinde, Türkiye’de, AKP-Erdoğan yönetimi “hayır” içerikli hemen hiçbir toplantıya, sadece işçilerle sömürülen kesimlerin düzenlediklerine değil, ama burjuva örgütlerce, hatta MHP’li milliyetçi faşist ve SP’li siyasal İslamcı muhaliflerince düzenlenen toplantılara da izin vermeyip yasaklamaktadır.

Almanya ve Hollanda ile yol açılan sertleşmenin, doğrudan iç politikayla, milliyetçilik tırmandırılıp “yabancı düşmanlığı” körüklenerek “evet” oylarının artırılmasıyla bir ilişkisi şüphesiz vardır. Ancak bundan ibaret olmadığı ve gerginliğin, başta sürükleyici gücü Almanya olmak üzere Avrupalılar ve AB ile ilişkilerin, AKP-Erdoğan egemenliği altındaki Türkiye ve “yerli-milli” çıkarları açısından daha ileri ve elverişli şartlarla yenilenmesi başarılamasa bile, hiç değilse bugünkü düzeyin altına geriletilmesinin önünün alınması da amaçlanarak, bir dış politika aracı olarak özellikle çıkarıldığı da akılda tutulmalıdır. Almanya ve diğer emperyalist Avrupa ülkeleri ve AB ile ilişki, görülmelidir ki, Pazar olanaklarının daralması da içinde kapitalist emperyalist dünyayı pençesine alan sıkışma ortamında “yerli-milli” çıkarların bu ülkelerce eskisi kadar doyurulmasının kabullenilmemesi karşısındaki tepkicilikle, eski AB yanlılığı ve övgücülüğünden çıkar ve pozisyon dayatma çabasıyla hır çıkarıcılığı kapsayan mızıkçılığa, alt perdeden destek talep etmekten olmayınca zayıflığını bağırıp çağırarak örtmeye ilerlemektedir. İstenen, henüz yenilenemeyen emperyalistler arasındaki bozulmuş “denge” durumunun sunduğu olanaklardan yararlanıp, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleriyle pay bölüşümünde Türkiye’nin özel çıkarlarının yeterince doyurulmasının sağlanabilmesidir. Ulaşılması hesaplanan bir diğer hedef, yerli tekellerin payına düşecek “yerli-milli” çıkarların istenir yükseklikteki düzeyiyle yandaş olmayan tekelci kesimlere de “rüşvet” ya da “teşvik” unsuru olarak sunularak, tüm tekellerin AKP-Erdoğan yönetimi etrafında birleştirilmesidir.

Tabii ki, efelenme hali, Almanya ya da daha kolay üstesinden gelinebilir olduğu varsayılarak asıl üzerine çullanılan Hollanda ve kuşkusuz AB’nin yok sayılmasına vardırılmamaktadır. Amaçlanan, zaten bu da değildir. AB ve özellikle Almanya’nın ekonomik ve mali araçları da kapsayabilecek sert yanıtının tahrik edilmesinden kaçınıldığı görülmekte ve gerginliğin siyasal boyutuyla sınırlı tutulup yatırımlarla dış ticareti ilgilendirmediği açıklanarak, vize ve “büyük koz” sayılan mülteciler sorunları öne çıkarılmaktadır. Ama bütün bunlarla birlikte, yaratılan gerginliğin altında yatanın, “evet”lerin artırılması yönelimi yanında, ilişkinin, egemen klikçe benimsenemez bulunan ve “yerli-milli” çıkarların yeterince gözetilmediğine inanılan bir düzeye geriletilmesinin önünün alınmasıyla, günümüz koşullarında, bu çıkarların mümkün olduğu kadar ileriden gerçekleştirilmesinin sağlanması yönelimi olduğu da anlaşılmaktadır.

Yoksa tepki gösterilmese, başını Almanya’nın çektiği AB ve Batılılar, hak ve “pay” tanımaz yaklaşımlarıyla Türkiye’yi, kuşkusuz burjuvazisini ve Erdoğan-AKP yönetimini köşeye sıkıştırıp çıkarlarını iyice sınırlayarak, ellerinde olanların bir bölümünü de almaya eğilimli olduklarını ortaya koymaktaydılar ki, son günlerde bunun üç belirtisine tanık olunmuştu.

İlk olarak, BM İnsan Hakları Örgütü, yayınladığı bir Raporla, Türkiye’ye, “Güneydoğu’da son yürütülen askeri operasyonlar sırasında yaşanan insan hakları ihlallerinin soruşturulması” çağrısında bulunmuştu. İkinci olarak, Avrupa Konseyi’nin danışma organı Venedik Komisyonu yayınladığı bir diğer Raporla, anayasa değişikliğinin “otoriter bir başkanlık sistemine dönüşme riski taşıdığı”nı belirtmişti. Üçüncü olarak ise, Avrupa Birliği, üyelik müzakereleri çerçevesinde Türkiye’ye vermeyi taahhüt ettiği yardımları keseceğini açıklamış ve henüz ancak 167 milyonu ödenmiş 4 milyar 450 milyon liralık miktarın kalanının ödenmesi, tam da Hollanda krizi yaşanırken durdurulmuştu.

Olur ya da olmaz, ancak amaçlanan, aynı zamanda, Türkiye’nin çıkarlarına yönelik kısıtlamalarıyla ilişkilerin dayatılmakta olan düzeyi aşılarak, “yerli-milli” çıkarların daha ileriden, hiç değilse geriletilmesi engellenerek karşılanmasının sağlanmasıdır. Brexit’le İngiltere’nin ayrılmasıyla zaten sorunlu olan AB’nin iç sorunları daha da büyümüş, Almanya’nın Ukrayna’da Rusya ile karşı karşıya geldiği ve D. Trump’un Merkel’le tokalaşmaktan bile kaçındığı Washington ziyaretiyle Trans-Atlantik Anlaşmasının bozulmasında görüldüğü gibi ABD ile zıtlaştığı koşullar yakalanmışken, elde edilmek istenen, Türkiye’nin “özel” çıkarlarının zarar görmeyeceği böyle bir paylaşımdır da. Ancak eskiden, örneğin 5 yıl önce olanaksızlığı bilinir ve şimdi başarı için gerekli koşulların oluştuğu düşünülürken, amaçlanana erişilebilmesi, yine de “delikanlı”/kabadayı paldır küldür bir maceracılığı değil, ama sahip olunan güçle olanakların büyüklüğünün yanında rafine politikaları ve uygulamada gelişkin bir beceriyi gereksinirdi. Kırıp dökmeyle ortaya çıkan gelişmeler ise böyle olmadığını; “ortaklık” ilişkisinde Türkiye burjuvazisinin payına düşecek miktarın eski düzeyinin korunmasının bile zora sokulduğunu göstermektedir. AB ve çekici gücü durumundaki Almanya, koşullar ne denli elverişli olursa olsun Türkiye’nin “dişine göre” değildir ve ilişkilerin abartılmış zorlanmasının hemen bir kopuşa olmasa bile altta kalmaya götüreceği şimdiden belli olmaktadır. Almanya, dünyayı iki kez savaşa sürüklemiş ve “aşık atması” hiç kolay olmayan, son savaşta ancak İngiltere, Fransa, ABD ve SSCB’nin birlikte alt edebildiği bir ülkedir. Türkiye ve AKP-Erdoğan yönetimine pabuç bırakmayacağı kolaylıkla tahmin edilebilir.

Bunun lafın gelişi bir tahmin olmadığı, Türkiye’nin Rusya’yla ilişkisinin son iki yıllık seyrinden bellidir. Uçağının düşürülmesinin ardından oluşan doğalgaz sorunu karşısında önce kabadayılıkla “Tezek yakarız, Rusya’dan gaz almayız, ama Rusya’ya boyun eğmeyiz” tutumu dillendirilip üst perdeden atılırken, domates-narenciye ve turizme yönelik ambargolarla milyarlık zararlar oluşmaya başladığında kısa süre içinde ayaklar suya ermiş, teslim bayrağı çekilerek, Rusya ile ilişkilerin hızla düzeltilmesine gidilmiştir! Almanya’nın elindeki ekonomik, mali ve ticari kozların Rusya ile kıyaslanmayacak derecede büyük olduğu düşünüldüğünde, ilişkilerin gelecekte alacağı biçimi tahmin etmenin hiç de zor olmadığı görülecektir. Alt perdeden tutumlardan tepkiye dayalı olarak üst perdeden bağırıp çağırmalara gelişen Türkiye’nin Avrupa’ya yaklaşımının, tıpkı Rusya’yla ilişki örneğindeki gibi, yeniden alttan almaya dönüşmesi kaçınılmaz görünmektedir!

Üstelik bunu, belki de yalnızca AKP-Erdoğan yönetimi görmemektedir! Pay artışı sağlanarak Erdoğan-AKP yönetimi etrafında birleştirilmesi öngörülen tekelci kesimlerin yaşananları doğru değerlendiremeyecekleri sanılamaz, Almanya-Hollanda macerası, bu ülkelerle ciddi ekonomik, mali, ticari bağlara sahip geleneksel tekelci kesimleri AKP’ye yakınlaştırmak yerine uzaklaştırmaya hizmet edici niteliktedir. Üstelik milliyetçi kışkırtmalarla “evet” oylarının artışına talip olunan özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiyelilerin bu ülkelerdeki yaşamlarını kolaylaştırmayıp zorlaştırarak, onlar arasında da AKP-Erdoğan yönetimine tepkileri artırıcı rol oynamasına şaşırmamak gerekecektir.

NET DÖNÜŞLER VE ZİGZAGLARIN KAÇINILMAZLIĞI

Rusya’yla ilişkilerdeki bir uçtan diğerine, efelenmeden teslimiyete dalgalanmanın gösterdiği, Almanya ve küçümsemeyle topraklarına neredeyse çıkarma düzenlenmeye girişilen Hollanda ile ilişkilerin bozulmasının ekonomik alana sirayet etmesinin önlenmesi kaygısıyla sınırlanmasının da şimdiden benzer bir gelişme ihtimaline işaret ederek ortaya koyduğu odur ki, emperyalistler arası saflaşmanın netleşmemiş oluşu ve bunun biriyle diğerini dengeleme ve aradan sıyrılarak “yerli-milli” çıkarları az-çok ileriden elde edebilmeyi olanaklı kılması, teşvik ettiği ilişki zorlamacılığı ve maceracı yayılmacılık ürünü net dönüşleri ve ilerlemeli-gerilemeli zigzaglı tutumları kaçınılmaz kılmaktadır. Elde edilebilmesi eskisine göre zora girerek her türlü “özel” çıkarın giderek daha çok aslanın ağzından koparılıp alınmak durumunda kalındığı emperyalist dünyadaki bölüşümü zorlaştırıp koşullarını sertleştirici Pazar vb. sıkışmasının da, bu keskin dönüşlerle zigzagların oluşma zorunluluğunu artırıcı rol oynadığı eklenmelidir.

Osmanlı’ya, hem de “cihan imparatorluğu” olunan Yavuz’la Kanuni dönemine öykünülmektedir, ama durum farklıdır; ne Türkiye Osmanlı’nın sözü edilen dönemi gibi büyük ve güçlüdür, ne de ilişkilerini zorlamaya yöneldiği ülkeler o dönemin ülkeleridir. Her ülkenin cürmü bellidir ve uluslararası ilişkilerde maceraya yer yoktur, bu yöndeki girişimler hüsranla sonuçlanmaya mahkumdur. Atılmaya çalışılan bir adımın “boyu” aşması durumunda geri alınması zorunludur ve öyle olmaktadır.

Nedeni tartışmasızdır: Hangi adımın nereye kadar atılabileceğini ve atılıp atılamayacağını belirleyen tek şey güçtür, güç ilişkileridir. Her ülkenin kendi “yerli-milli” çıkarları vardır; bu çıkarlar artık “milli” olmaktan çıkmıştır, kimi ülkeler bakımından emperyalisttir, kimi ülkeler bakımındansa emperyalizme bağlılıkla, işbirlikçilikle karakterizedir, üstelik başlıca Pazar edindiği toprak parçasını belirtmek bakımından sıfat olarak kullanılsa bile, çoğu durumda “yerli” bile değildir[6], birçok ülkede birden faaliyet halindedir ve kimse bu çıkarları gönüllü olarak başkalarına yedirme eğilimi göstermez. Her ülke burjuvazisi –en çok başkalarıyla geçici ittifaklar kurup önünü daha kolay açmaya yönelerek– kendisine çalışır. Eğer yeterince gücünüz yoksa, ne denli gözünüz dönmüş olursa olsun, atmayı öngördüğünüz adımı atamazsınız, atma eğilimi gösterdiğinizde caydırılırsınız, yanılıp ya da “ya tutarsa” deyip attığınızda geri almak durumunda kalır, bu ileri-geri gidip gelmeler bir iki tekrarlandığında ciddiye alınmaz olursunuz. Şimdi bu duruma gelinmiştir.

Türk yetkililerin diline yapışan “gücümüzü test etmesinler” diye bir söz vardır. Ancak bu testler bugüne kadar hep olumsuz sonuç vererek, hem Türkiye’nin sözünün önemsizliği görüntüsünün oluşmasına neden olmuş, hem de yeni test etmeleri davet etmiştir.

Bir gün atılan bir adımın ertesi gün geri alınması ve dış politikaya, ilerleme arzusuyla, ilerleme girişimlerine eşlik eden keskin geri dönüşlerin damga vurması, öylesine ortaya çıkmadı, talihsizlik sonucu da değildir. Kanuni’nin son dönemlerinde başlayan gerilemeyle yarı-sömürgeliğe kadar gelmesi ve son yüzyıllarında büyük devletlerin “şamar oğlanı”na dönen Osmanlı’nın ezikliğinin ve yerini alan Cumhuriyet’in tedbirliliğinin ardından, elverişli uluslararası koşullarıyla fırsatını da yakaladığı inancıyla, türediği “milli görüş”ten miras kalıntılarla Türk-İslam sentezi milliyetçi muhafazakar siyasal İslamcı ideolojik zemine sahip neo-liberal tekelci AKP, “reis”in “delikanlılığı”yla da coşarak, cürmünden çok yer yakmaya girişecekti! Öyle oldu. Bir adım ileri iki adım geri tutumları, dış politikasının tanımlayıcısı oldu; kafasını duvara vurdukça, zigzaglar çizip geri çekilmeye mecbur kaldı.

İSRAİL’LE İLİŞKİLERDE DALGALANMA

İsrail’le ilişkinin seyri bir örnektir. Daha henüz Obama ve ABD’siyle yakınlık günlerinde İsrail’le “one minute” krizinin patladığı biliniyor. Tabii ki, “kriz”, kendiliğinden, ayak-üstü oluşmadı, hesaplanarak atılmış bir adımdı. İktisadi ilişkiler, hatta ,eğitsel-askeri olanlar sürdürülmekle birlikte İsrail’le siyasal ilişkinin en alt düzeye indirilmesi, Ortadoğu’da, Arap ülkeleriyle ilişkiler geliştirilmesi arzusunun uygun koşullarının yaratılması çerçevesinde gündeme gelmiş; İsrail’e yönelik tavır “Büyük” ve sonra “Genişletilmiş Ortadoğu”yu projelendirmekte olan ABD’nin de sert tepkisiyle karşılaşmamıştı. Hem gerekli ilişkiler sürdürülüyor ve bu, en başta Amerikalılar tarafından bilinerek, Türkiye’nin Ortadoğu’da önünü açma amaçlı siyasal tutumu onaylanmasa bile anlayışla karşılanıyor, hem de Türkiye’nin Ortadoğu’da geliştirdiği ilişkiler Türkiye kadar onların da işine geliyordu.

İsrail’le ilişkilerini bozarak Türkiye, Arap ülkeleriyle hem ticaretini geliştirdi, hem de Arap Müslüman Kardeşlerinin Türk Müslüman Kardeşleriyle ideolojik birliği ekseninde Ortadoğu’nun Müslüman halkları arasında Türkiye’ye olan sempati artarak itibarı yükseldi.

Ancak uluslararası ilişkilerde, özellikle Batı Dünyası’ndaki İsrail etkisinin önem ve ağırlığının yanında birkaç gelişme daha İsrail’le ilişki bozukluğunun yükünü artırıp taşınmaz hale getirdi. İlki, Arap Baharı patlayarak hemen tüm Arap ülkelerine yayılmış, Türkiye’nin geliştirdiği ticari ilişkilerle bu ülkelerdeki yatırımları ciddi biçimde zarar görmeye başlamıştı. İkincisi, Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale ve “muhalifler”in silahlandırılmasının –Türkiye’nin de açıktan desteğiyle– tam bir iç savaşa dönüşmesi, sadece bu ülkeye değil, geçiş yolundaki bu ülke üzerinden diğer Arap ülkelerine yapılan tüm ihracatın durmasına götürmüştü. Üçüncüsü, 2011 sonunda işgale son vererek Amerika’nın Irak’tan çekilmesi, bu ülkede Türkiye’nin desteklediği Sünniler ve Tarık Haşimi türü Türklerle arası iyi temsilcileri güç yitirirken Şii ağırlığının önünü açmakla kalmamış, Irak’ta İran etkisinin de yayılmasını beraberinde getirerek, Türkiye’nin pozisyonunu koruyamamasına neden olmuştu. Dördüncüsü, Mısır’daki Sisi Darbesi Mursi Hükümeti’nin sonunu getirirken, göstergesi olduğu, ABD’nin “ılımlı İslam” adına Müslüman Kardeşlerle işbirliği ve yönetme politikasını terk etmesinin de etkisiyle tüm Ortadoğu’da Müslüman Kardeş etkinliğinin hızlı bir düşüşe geçmesi, Türkiye’deki ideolojik kardeşlerini Arap coğrafyasında zor durumda bırakmıştı. Ve beşinci olarak Suriye’ye Rus müdahalesi, yeni ve büyük bir etkenin devreye girmesi anlamına gelerek, Ortadoğu’da tüm kartların yeniden dağıtılmasını zorlamıştı.

Tümü bir arada, olumsuzlukların birlikte üstesinden gelmek ve olumlulukları beraberce geliştirmek üzere, Türkiye ile İsrail’i ilişkilerini düzeltmeye mecbur etti. İstenen “özür”den vazgeçildi, Rusya’ya şart koştuğu yazılı “özür mektubu” gönderilirken, İsrail’in sözlü “üzgünüz”üyle ve “devede kulak” kabilinden 20 milyonluk tazminatla yetinildi. Ara düzeltildi. Fazla yalnızlaşılmıştı, yayılan İran etkisinin önü alınmak gerekiyordu. Siyasal İslamcılık ve onun “Yahudi düşmanlığı” hiç sorun edilmedi. Gücün ve güç ilişkilerinin tayin ediciliği ortadaydı.

RUSYA VE SURİYE’DE DALGALANMA

İran’la Kasr-ı Şirin’den bu yana süregelen ilişkilerin dalgalanmaya yer verilmeden sürdürülmesine çalışıldığı, ancak bir yandan –Türkiye’ye de lazım olabileceği öngörüsüyle– İran’ın nükleer bir güç olma hakkı savunulurken bir yandan da “Şii Hilali”nin genişlemesinden tedirginlik duyulmakta olduğu ve İran’ın bölgedeki başlıca rakip sayıldığı tartışma götürmez.

Irak’taki İran etkisinin artışı da tedirginlik konusudur. Üstelik İran etkeninin ötesinde kadim bir sorun olarak “Misak-ı Milli Sınırları” kapsamındaki Musul ve Kerkük sorunu, petrol zengini topraklar olmalarıyla önemleri artarak kaşınıp gündemde tutulmaktadır. Musul’un hemen yakınlarındaki Başika’da “çağrılmıştık”-“çağırmamıştık” çekişmesine konu olan bir TSK üssü bulunmakta ve Türkiye bu iki kentte gözü olduğunu Başika’daki davetsiz misafir pozisyonuyla zorlayarak ortaya koymaktadır. Ve yalanlansa da, Başbakan Binali Yıldırım, Musul harekatına Türk uçaklarının da katıldığını açıklamıştır.

AKP-Erdoğan yönetimi, Irak’taki Türk varlığını, Kerkük ve Musul’daki Türkmen nüfusun sahiplenmesi ve bu nüfusa yönelik tavır alma ihtimalinin yanında Türkiye’yi güneyinden kuşatmak üzere Suriye’deki Kürt kantonlarıyla birleşmeyi amaçladığını ileri sürdüğü “PKK’nın Şengal/Sincar’daki varlığı”na izin vermemek ile açıklamakta, ancak bu açıklama, Türkiye’nin Irak’taki yayılmacılığını örtmemektedir. Geçen yılın sonlarına kadar ciddi biçimde vurgulanan Musul konusu ve kim ne derse desin asker bulundurulacağı ilan edilmiş olan Başika sorunu, bugünlerde yatışmış görünmektedir. Türkiye’nin Irak’taki askeri varlığı ve Musul ve Kerkük’le ilgili olarak, en azından vurgularından vazgeçerek geri adım atması son derece olağan görülmelidir, çünkü hemen bütün ilgililerini Türkiye karşısında birleşmesine götürüp tecride neden olmuştur. Irak’ın yanında, İran, Rusya, ABD ve Kerkük’ü çoktan sahiplenmiş olan Irak Kürtleri, Türkiye karşısında yer almışlar, konuyla ilgili yalnızca Barzani sessiz kalmıştır.

Barzani’nin sessizliğinin altında kendi “yerli-milli” özel çıkarları yatmaktadır. Onun başlıca destekçisi de Türkiye’dir ve KIBY’de çoğunluğu kaybederek dayatmayla yönetme durumuna gerilemiştir. Kuzey Irak’ta PKK varlığını önleyemediği gibi, gelişmesini de engelleyememektedir. Son olarak, Suriye geçişi olan Sincar/Şengal de elinden çıkmıştır.

Barzani, kendi desteğiyle kurulan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’ne (ENKS) bağlı olarak “Rojava Peşmergeleri” adıyla birkaç bin kişilik askeri bir birlik oluşturup Amerikan kontrolünde, Türkiye ile birlikte eğitmesine rağmen, henüz bu birlikleri Rojava’ya sokamamıştır ve TEV-DEM, PYD ve YPG ile odağında YPG’nin yer aldığı, Arap güçlerinin katılımıyla oluşturulmuş SDG kuzey Suriye’de federasyonlaşmış Kürt Kantonlarında egemenliği ellerinde tutmaktadırlar.

Suriye’ye Rus müdahalesi sadece bu ülkede değil tüm Ortadoğu’da denklemi bütünüyle değiştirirken, kuzey Suriye’de Kürt Kantonlarının kurulup federasyon ilan etmelerinden sonra gelen üçüncü büyük değişiklik, Türkiye’nin “Fırat Kalkanı” Operasyonu adıyla askeri birlikleriyle Suriye’ye girmesi olmuştur. Gerekçe, başlangıçta IŞİD ve sınır güvenliği sağlanarak Kilis’in IŞİD tarafından bombalanmasının engellenmesi olarak ilan edilmiş; ancak hiç zaman kaybedilmeden, IŞİD’in yanına “PKK ile aynı şeydir” denerek, PYD ve Suriye Kürtlerinin kuzey Suriye’deki Kantonal örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin Türkiye açısından ifade ettiği “güneyinden kuşatılma” tehlikesi eklenmiştir: “Ne olursa olsun ‘Kürt Koridoru’nun kurulması engellenecektir”!

Fırat Kalkanı” adıyla başlatılan harekat, yıllardır ABD ve başında bulunduğu IŞİD karşıtı koalisyona önerilen “tampon” ya da “uçuşa yasak” ya da “terörden arındırılmış güvenli bölge” kurmayı amaçlayan, ancak kabul görmeyip ertelenip duran harekattır. Rusya ile ilişkiler düzeltilip –içe sinmese ve Erdoğan tam da harekat başladıktan sonra, sert tepki karşısında hemen geri aldığı Esad’ın devrilmesi amacını ağzından kaçırsa da– şart koşulan Suriye politikasında değişiklik de kabullenilir kabullenilmez, Amerika ile yapılamayan, emri vaki olarak ona da dayatılmak üzere, hemen Rusya ile yapılmak için bu ülkeye önerilmiş ve “olur”unun alınmasıyla vakit geçirilmeden uygulamaya konmuştur. Açıktır ki, Türkiye, aralarındaki çıkar ve tutum farklılıklarını dikkate alıp iki ülke arasındaki çelişkilere oynamış, Amerika’yı Rusya ile dengeleme yoluna girerek, Ağustos 2016’da Suriye’ye silahlı müdahalede bulunmuştur!

2017 24 Şubat’ında el Bab işgali tamamlanıp –elde tutulup tutulamayacağı bir yana– 2 bin km2’lik Suriye toprağı ele geçirildiğinde harekatın sonuna gelinmiş ve Türkiye’nin Suriye macerası yeni bir aşamaya ulaşmıştır.

Öncelikle eğer Türkiye el atarsa, Esad rejimi devrilerek, “üç ay içinde Şam Emevi Camiinde namaz kılınacağı” iddiasının kofluğu, altı ayda zorlanarak ancak el Bab’ın alınabilmesi ve bırakalım Esad’ı, IŞİD’in bile sonunun getirilememesiyle kanıtlanmıştır!

Üstelik PYD bir yana neredeyse ABD’ye yönelik bir tehdit olarak da dile getirilen[7], kenti boşaltıp “YPG Fırat’ın doğusuna çekilmezse saldırının Münbiç’e yöneltileceği”nin yüksek sesle ilan edilmesi ve Rusya’nın “tamam, anlaştığımız sınıra geldiniz, buraya kadar” açıklamasına rağmen ön harekat başlatılarak Münbiç’in birkaç köyünün ele geçirilmesi, hem ABD hem de Rusya’nın, sözün yetmediğini görüp pratik önlemler almalarına neden olmuştur.

Rusya, daha TSK el Bab’ı işgal ettiği gün, önceden yapılmış Türk-Rus anlaşmasında fikir birliğine varılan noktaya kadar gelindiğini belirterek, “buraya kadar” demiş, ABD’yse harekata ancak olup-bitti karşısında razı olmuştu. 2 Mart’ta Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun yeniden ABD’ye “verdiği söz”ü hatırlatarak, Türk ordusunun Münbiç’e yürüyeceği ve YPG’li görürse vuracağını söylediğinde[8], Türkiye, Irak’ın ardından Suriye’de de sahadaki bütün güçlerin karşısında birleşmesini tetiklemiş oldu. Kendisi ABD’yle Rusya arasında oynamaya ve birini diğeriyle dengeleyerek, yürüyeceği kendi “yerli-milli” yolunun taşlarını döşemeye çalışıyordu; ancak tüm taraflar benzerini başarma uğraşındaydı. Ve duvara çarpılan noktaya varıldı.

Kaçınılmazdı, varılacaktı. Öncelikle, emperyalistler arasındaki dengelere oynanan alan Ortadoğu’ydu. Artık büyük bir Pazar da olan, bütün büyük devletlerin ilgisini üstünde toplamış olan enerji rezervleriyle nakil hat ve yollarının içinden çıkılmaz paylaşım kavgalarını alevlendirdiği, üstelik ciddi siyasal stratejik öneme de sahip topraklarda oyun oynamaya soyunulmuştu. “Ah eski göz ağrılarımız Musul’la Kerkük ve tabii ki petrolleri olsa ne iyi olurdu” diye eller ovuşturulabilir, “bölgenin çakıl taşlarını bile Kürtlere yar etmeyiz” denip öfkelenilebilirdi, ama, ne denli elverişli fırsat yakalandığı düşünülüp büyüklerin arasından sıyrılmaya çalışılırsa çalışılsın, yedirmezlerdi! Hele emperyalist dünyanın iktisadi, mali ve siyasi olarak giderek sıkışmakta olduğu günümüzde aslanın ağzından lokmasını almaya çalışmak gibiydi!

Tabii ki yedirmediler! Uluslararası alanda herkes birbirini kıskanırdı, ama asıl cürüm yetmezliğinden, Suriye’nin iştahlandırıp ağız sulandıran meyveleri yenemedi!

Ergenekoncular SSCB’nin dağılmasının ardından oluşan koşulları ve bu çerçevede Türkiye’nin yeni pozisyonunu anlayamamışlar, kavrayışsızlıklarının bedelini kötü ödemişlerdi. Şimdi AKP-Erdoğan yönetimi de, içeride ve dışarıda bağırıp çağırarak her yana saldırırken, bugünkü dünyanın orijinalitesini anlayamamakta; emperyalistler arasındaki güç ilişkilerindeki farklılaşmayla sarsılan “denge”nin yerine henüz yenisinin konamayışını ve sunduğu fırsatları görmekte, ama kapitalist dünyanın her açıdan sıkışmışlığıyla sonuçlarını görüp algılayamamakta ve birkaç yıl öncesinin koşulların sürdüğünü sanarak geçmişte, dolayısıyla hayal aleminde yaşamaktadır!

Oysa gerçek farklıydı.

Önce 28 Şubat’ta Sputnik’e konuşan DSG yetkililerinin açıklamasından, Türkiye’nin saldırı ihtimaline karşı ABD’nin kentte askeri bir üs kurduğu öğrenildi.[9] Ve ajanslar, kollarında YPG armalarıyla devriye gezen Amerikan askerlerinin Münbiç’te çekilmiş fotoğraflarını geçmeye başladılar. Hemen ardından Rusya ilk fiili tepkisini verdi ve Çavuşoğlu’nun “Münbiç’e yürüneceği”ni ilan etmesinden bir gün sonra, 3 Mart’ta Rus Genelkurmay Başkanı Gerasimov, PYD ile, Münbiç’teki YPG’lilerin Rusya denetiminde yerlerini Suriye rejim güçlerine bırakmaları konusunda anlaşıldığını açıkladı. Ertesi gün kollarında YPG armalarıyla Rus askerlerinin fotoğrafları da gazete sayfalarındaydı. Münbiç Askeri Meclisi, 6 Mart’ta sadece Münbiç’in güneyindeki 6 köyün Esad güçlerine devredildiğini açıkladı, geri kalan yerlerde herkes kendi mevzilerinde durmaktaydı. 6 Mart’ta ayrıca Pentagon da, doğrudan Türkiye’yi hedef aldığı açıkça anlaşılacak biçimde, “IŞİD’den başka bir tarafa saldıran tarafları caydırmak” amacıyla kente asker konuşlandırıldığını açıklamıştı.

Görülmekteydi ki, Münbiç’in kuzey ve doğusundan ABD, güney ve batısından ise Rusya YPG’yi Türkiye’ye karşı korumaya almışlardı.[10]

İlk çözülen, 6 Mart’ta çıktığı bir TV programında, “Münbiç’te Rusya ve ABD ile koordinasyon sağlamadan operasyon yapmanın anlamı yok” diyen Başbakan Binali Yıldırım oldu. Böyle bir operasyonun sadece anlamı yok değildi, imkanı da kalmamıştı!

Ama Erdoğan-AKP yönetimi, hemen pes etmedi; Türkiye, Genelkurmay Başkanı H. Akar aracılığıyla, 7-8 Mart’ta, Genelkurmay Başkanları J. Dunford ve V. Gerasimov tarafından temsil edilmek üzere, ABD ve Rusya’yı Antalya’da düzenlenen toplantıda buluşmaya davet etti. Konu, Rakka’ya yönelik operasyondu. Ancak zarlar atılmış, kararlar verilmişti, havanda su dövülmekle kalındı. Türkiye öteden beri, “terör örgütüdür” ve “bir terör örgütüne karşı bir başka terör örgütüyle mücadele edilemez” diyerek PYD’yi dışlamaya çalışıyor ve Pentagon’a yeni Suriye planı hazırlamak üzere bir aylık süre veren Trump’ın Suriye politikasına umut bağlamayı umarak, ABD’ye, Fırat Kalkanı sürecinde yeniden oluşturulan ve yeni katılımlarla büyütülecek ÖSO’nun da katılımıyla, Münbiç temizlenerek, Rakka’ya birlikte yürümeyi öneriyordu. Rusya’yı ABD’ye karşı kullanması Amerikalılarda öfkeye neden olsa bile, yine de Münbiç’teki son gelişmelere kadar umut korunmaya çalışılmaktaydı. Antalya bu açıdan tam bir fiyasko oldu.

Antalya toplantısının bittiğinin ertesi günü, 9-10 Mart’ta, bu kez Erdoğan Putin’le görüşüp Türkiye’nin son kozlarını oynamak üzere Moskova’daydı. Ancak Putin, Erdoğan’la, domates ambargosunu bile kaldırmadan, birkaç ekonomik anlaşma imzalamakla yetinirken, görüşmenin ikinci günü olan 10 Mart’ta başka önemli gelişmeler oldu.

Öncelikle, Rusya’nın arkasında durup desteklediği Esad rejimi Türkiye’yi BM’ye şikayet ederek topraklarındaki askeri varlığını sonlandırmasını talep etti ki, bu aynı zamanda dolaylı olarak Rusya’nın da talebi sayılabilir. İkinci bir gelişme olarak, ABD yetkilileri tarafından iki açıklama yapıldı. Dışişleri Bakanlığı Suriye’de YPG ile işbirliği yapmaya devam edeceklerini ve YPG’yi “PKK gibi bir terör örgütü olarak görmedikleri”ni açıkladı. İkinci açıklamaysa, ABD Merkezi Kuvvetler Komutanlığı’ndan (CENTCOM’dan) geldi; ABD silahlı kuvvetleri Suriye’ye 400 kişilik bir ağır topçu birliği gönderildiğini duyurdu.

Belli olmuştur ki, Suriye macerası sona ermektedir; ne Amerika ne de Rusya Suriye’de Türkiye ile birlikte davranmayacaklardır. Aralarındaki çıkar farklılıklarından yararlanarak bir emperyalistle diğerini dengeleme oyunu el Bab’ın ötesine geçemeyip yolun sonuna gelinmiş, duvara çarpılmıştır. Küçük bir toprak parçasında sıkışmış durumuyla Suriye’de ne kadar kalabileceği sorusuna da yol açarak, Türkiye’nin durumu bundan böyle daha da zordur! Güç oyunu bozmuştur ve uluslararası arenada zaten hep oyun içinde oyunla karşılaşılır! Tarih yeterince güçlü olmadıkları halde kendilerini fazla akıllı sanan ve maceracı kabadayılıklarla hayali hedeflere ulaşabileceklerine inananların uğradıkları hüsran örnekleriyle doludur!

*

Keskin dönüşlere yol açmazlık edemeyen dışarıdaki maceracı yayılmacı yönelimler, her durumda ona denk düşmese bile genellikle faşizm eğilimin unsurudur ve iç politikada da faşist eğilimlerin yükselişiyle uyumludur, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlanarak hiçe sayılmalarını davet eder. Örneğimizde de böyle olmakta; dış politikadaki yayılmacılık içeride faşist bir diktatörlüğünün oluşturulmasına ve bu doğrultuda tüm demokratik hakların yok edilmesine, tüm yetkinin yürütmenin elinde toplanıp başındaki tek kişiden ibaret başkan/cumhurbaşkanında yoğunlaştırılarak, güdük de olsa parlamenter sisteme özgü tüm yapıların dağıtılmasına ihtiyaç göstermektedir.

[1] Dışişleri Bakanı, bu hikayeyi son derece “diplomatik” biçimde şöyle özetlemişti: “Esas mesele genel kıskançlık, Türkiye’nin bağımsız politika izlemesi, başka yönlere gitmesi. Şu anda Türkiye’yi kaybetmek de istemiyorlar. Bu kadar özgür ve bağımsız, güçlü olmasını da istemiyorlar.” (Serpil Çevikcan, Milliyet 10 Mart)

[2]Lenin, Emperyalizm, sf. 140, Sol Yayınları, 12. Baskı, 2009

[3] Lenin, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, sf. 193, Ant Yayınları, 2. Basım, 1974

[4]Age,sf. 196

[5] Kruşçev uzlaşmacılığının ardından ve Brejnev yönetimiyle birlikte denebilir.

[6]Örneğin Amerikan tekellerinin dünyanın dört bir yanına ağlarını yaymış oluşu, yatırımları, mali (banka) ve sınai ortaklıkları, ticari ilişkileri vb. düşünüldüğünde çıkarlarının “milli” ya da “yerli” olduğu ileri sürülebilir mi? Ya da örneğin Filipinlerdeki bir Amerikan yatırımı açısından “yerli” dendiğinde Amerikalılığı mı yoksa Filipinlere özgülüğü mü anlaşılacaktır? Afrika ya da örneğin kuzey Irak’taki yatırımları söz konusu olduğunda Türk tekellerinin milliliği ve yerliliği nasıl ileri sürülecektir? Afrika’da Türk milliliğinin aranması da yerlilik iddiası da temelsiz ve kof iddialar olmaktan öteye gitmez!

[7]“YPG’nin Mümbiç’I boşaltıp Fırat’ın doğusuna çekileceği sözünü vermiştiniz, sözünüzü yerine getirin!” –bu çağrı Amerikalılara defalarca yöneltilmiş ve sonunda TSK Mümbiç’in köylerine yönelik tacizlerine başlamıştı.

[8]Bizim için önemli unsur YPG’nin temizlenmesi, YPG Afrin’den doğuya doğru bir terör kantonu oluşturmak için geldi. Bu bölge tamamen YPG’den temizlenmelidir, o kanton oluşturma idealleri de sonlandırılmalıdır. Biz o hayallere de fırsat vermeyeceğimizi başından beri söyledik. 

Bizim hedefimiz El Bab’dan sonra Münbiç’tir. Münbiç’e gittiğimiz zaman karşılaşırsak YPG’yi vuracağımızı ifade ettik.” (Serpil Çevikcan, Milliyet, 10.03.2017)

[9]09.03, Sputnik

[10]En son, 19 Mart’ta bir PYD yetkilisi Afrin’de Rusya’nın bir askeri üs kurmakta olduğunu duyurdu. Rusya’dan doğrulama içerikli bir “yalanlama” geldi; “üs” kurmuyor, “Bölgede Ateşkesi İzleme Merkezi’ne bağlı bir şube açıyor”du. Haber, gazetelerde, Afrin’de devriye gezmeye başlayan Rus bayraklı zırhlıların fotoğraflarıyla birlikte yayınlanmış ve anlaşılmıştı ki, Münbiç’in ardından, ufak-tefek çatışmaların yaşanmaya başlandığı bu kent ya da Kanton da korumaya alınmıştı.