Kadir Yalçın

 

6 Şubat’ta on ili kapsayarak üst üste gelen iki büyük deprem, güneydoğuda iki fay hattının birden kırılmasıyla birçok kent, kasaba ve köyü enkaz haline getirdi. İlki 7.7, ikincisi 7.6 büyüklüğündeki Pazarcık ve Elbistan merkezli depremle aynı bölge çoğu yerde taş taş üstünde kalmamacasına sallanıp yıkıldı. Hatay ve Adıyaman gibi iller ve Elbistan, Nurdağı, İslahiye, Samandağı ve Defne gibi ilçelerden geriye sağlam olarak hemen hiçbir şey kalmadı.

Art arda gelen iki deprem, bilinen en büyük deprem olan 7.9 şiddetindeki 1939 Erzincan depreminden sonra tanık olunan en büyük doğal felaket. Etki alanının genişliği ve artan nüfus dikkate alındığında, sonuçları bakımından en yıkıcısı olarak görünüyor.

Oluşumu, büyüklüğü ve etkisiyle son büyük felakette fay hatları kırılmakla kalmadı. Bu kırılma ve sonuçları korkunçtu. Ancak şüphesiz sosyal temeli olan siyasal bir kırılma da yaşandı.

On ilde maddi ve manavi olarak tarifsiz bir yıkıcı etkide bulunan afet, yalnızca akrabalık ilişkileri dolayısıyla değil, ülkenin dört bir yanının deprem bölgesi oluşunun da güçlendirdiği ortak duygudaşlığın yanında aynı toprakları paylaşma ve halkçı dayanışma bilinciyle ülkenin bütününü etkisi altına aldı. Yaşı ve sağlığı elverenler yardım toplama ve ulaştırma amacıyla harekete geçti, geri kalanlar dişlerinden tırnaklarından artırdıklarını bağışlamaktan kendini alamadı ve olumlu haberler alabilmek için TV kanallarının başından kalkmadı.

Halk, deprem bölgesinde ve diğer illerde kimseyi beklemedi. Hele ilk günler ortalıkta hiç görünmeyerek kendisini yıkımla başbaşa bırakan devleti hiç beklemedi. Bölgenin depremzede halkı, yaralı kurtulanlar da dahil, akrabası, konu komşusu, tanıdıkları ve tanımadıklarını kurtarabilme umuduyla çıplak elleriyle her yanından yardım çığlıkları gelen enkazlara koştu. 6 Şubat sabahından itibaren dış illerden deprem bölgesine doğru yardım amaçlı bir akın başladı. İnsanlar gönüllü olarak ve olanaklarını zorlayarak bölgeye ulaşmaya çalıştı. Orta Anadolu, deprem bölgesinin çoğu beldesi gibi kar altındaydı, yollar geçit vermedi ve herkes kar altında yollarda kaldı. İkinci gün geç vakitten önce bölgeye ulaşmak mümkün olmadı. Ulaşabilenler, ulaştıkları andan itibaren, giderek artan sayıları ve örgütlülükleriyle bir yandan arama ve kurtarma çalışmasına bir yandan da kurtulan ya da enkazdan çıkarılanların barındırılması ve iaşesine el attı.

Siyasal kırılma bu noktada başladı. Ancak kırılmanın koşullarının bir araya gelmesi ve oluşumu çok önceye dayalıydı.

 

Deprem öncesi: Yaptıkları ve yapmadıklarıyla devlet ve halk

Önünü almak ve doğal afetten kaçınabilmek olanaksız. Bunu herkes biliyor. Ancak henüz bir nesil değişikliğinin yaşanmadığı 1999 Gölcük ve Adapazarı Depremi pratik olarak ve başta gönüllerde yer eden “Deprem Baba” Ahmet Mete Işıkara olmak üzere  7’den 70’e can kulağıyla dinlenen bilim insanlarının açıklamaları ve önayak oldukları tartışmalar herkese öğretti ki, deprem önlenemese bile neden olacağı hasar ve can kaybı önlenebilir, en azından asgariye indirilebilir.

Görünüşte Erdoğan da bunun farkındaydı ve depremden henüz yaklaşık 2,5 ay önce, düzenlenen bir tatbikatta, “depremde can ve mal kayıplarını engellemek bizim elimizde” diye başlayarak, Türk bayrağıyla cumhurbaşkanlığı forsunu arkasına alıp TV ekranlarından şöyle konuşmuştu: “Geçmişte yaşadığımız acı tecrübelerden çıkardığımız dersler ışığında yaptığımız hazırlıklarla hamdolsun artık hiçbir afette vatandaşlarımızın ‘nerede bu devlet’ diyen feryadını duymuyoruz.

Öyle değildi, öyle de olmadı; herkes “nerede bu devlet” diye feryat etti. Çünkü can ve mal kaybını asgariye indirmenin gereklerinin olduğu kesindir. Hiçbiri yapılmadı, ama sıkışıldığında, hep “kader”e sığınıldı! “Deprem kaderdir, kaderden kaçamayız”, “kader planımızda varsa yapacak şey yok”, “verdiği canı Allah alır” dinciliğiyle depremde can –ve yanı sıra mal– kaybını asgariye indirme olanağı yoktur. Bunun inançla ve dindarlıkla bir ilgisi yok. Herkesin inancı kendine ve kimse inançlarla oynamasın. Devlet hazırlığını yapmak, önlemini almak zorundadır. Türkiye’den daha şiddetli depremlerin gerçekleştiği Japonya’da yaşayanlar “Allahın sevgili kulu”yken, Allah Türkiye’de yaşayanları hiç gözetmiyor değil! Deneylerinden süzülerek gelen bilgiyle Japonlar, sağlam temel atıp malzemeden çalmayarak ev ve işyerlerini en az 9 şiddetinde depreme dayanıklı yapıyor ve kentleri kesinlikle dere yatakları ya da kurutulmuş da olsa bataklık zeminlerde inşa etmiyorlar.

Türkiye’de herkes, bütün halk biliyor ki, kent, ev ve işyerleri inşa edilirken deprem tehlikesi kimsenin aklına gelmiyor. Kim bu “kimse”? Kendi evini yapan/yapacak bireyler mi? 16 Şubat Perşembe akşam üstü HalkTV ekranında arzı endam ederek, “suçlunun karar vericiler olmadığını” söyleyen AKP’nin atadıklarından biri olan Kandilli Rasathane Müdürü’nün ileri sürdüğü gibi, sorumlunun tek tek kişiler olduğu düşünülebilir mi? Deprem bölgesi ve diğer bölgeler halkının böyle düşünmediği kesin.

Bilmeyen yok: İnşaatları, bir bölümü tekelleşmiş inşaat şirketleri ve müteahhitler yapıyor. Eskisi gibi kendi evini yapan kimse artık neredeyse hiç kalmadı. Nasıl olsa sık sık İmar Affı çıkarıldığı için üstelik imar izni olmadan da inşaata başlamak pekala mümkün. Ya da “ederi ödenerek” inşaata elverişli olmayan kaygan zeminli yerler imara açılıyor. Bu nedenle imara açılmamış deniz kenarı, dere yatağı, bataklık alan vb. yerlerde birbirinin peşi sıra binalar dikilebiliyor, dikildi. İnşaat şirketleri ve müteahhitler bir-iki inşaat mühendisi ya çalıştırıyor ya çalıştırmıyor, jeoloji mühendislerini ise tanımıyorlar bile. Yapım ve kontrolde geri kalan inşaat mühendisi ihtiyaçlarını diploma toplayıp sadece imzalarını kullanarak ve çalıştırıyor gibi yaparak karşılıyorlar. Belediye denetimini rüşvetle aşıyor, aynı yolla ardından iskan iznini alıyorlar. Hangi partinin yönetiminde olursa olsun, belediyeler ve imar müdürlükleri –belki istisnaları dışında– buna çoktan hazırlar ya da “işler” böyle yürüyor. Bu yöntemleri sadece özel inşaat şirketleriyle müteahhitler değil, ama Karadeniz’de selin sürüklediği bina örneklerinde olduğu gibi kamu kuruluşu durumundaki TOKİ de kullandı, kullanıyor.

Bununla kalmıyor. Çoğu yerde yumruk büyüklüğünden fazlası kalmamış moloz yığınıyla kağıt gibi yırtılan duvar ve kırılan betonlarıyla ya yan yatan ya da olduğu gibi çöken binaları gören hiç kimse ve özellikle depremzedeler, inşaatların hakkıyla yapıldığı ve temellerinin hakkıyla atıldığına inanmıyor. Yıkıntılar, betonda kullanılan demir aşırı ölçüde inceyken toprağa dönen betonun az çimentoyla karıldığını ele veriyor çünkü.

Böyle olunca ve bunlar devletçe engellenmeyince, en başta devlet yetkililerinin “kader” içerikli açıklama ya da “savunmaları”nın geçerli olmadığını yine bilmeyen kalmadı. Tedbirini almadan her işin Allah’a havale edilmesi ve sorumluluğun, aslında suçun “kadere” ve dolayısıyla Allah’a atılması artık kimseyi kandırmıyor!

Dere yatağı ve bataklık alana inşaat yapıp imar katekullileriyle tam fay hattının üstüne dayanıksız binalarıyla kent inşa edip ardından suçu Allah’a atmanın, eskiden işe yaradığı oldu. Ama bir değil, iki değil: “Fıtrat” denen maden katliamları… Uçaklar satıldığı için söndürülemeyen ama “kader” denen orman yangınları… Raylar uygunlaştırılmadığı ve sinyalizasyon tamamlanmadığı için gerçekleşen hızlı tren “kazaları”… Pandemide yaşananlar ve sellerle depremlerdeki can kayıplarıyla “doyma noktası”na geldi. Artık başta bunca kurban veren depremzedeler olmak üzere halk buna inandırılamıyor. İstisnalar olduğunu herkes gördü ve biliyor: TOKİ’nin yaptığı Antakya Devlet Hastanesi tamamen ve Erdoğan’ın Hatay Şehir Hastanesi kısmen çökerken, AB’nin finanse edip kendi inşaat yönetmeliğine uygun olarak yaptırdığı Maraş Belediyesi Kültür binasıyla Hatay Dörtyol Devlet Hastanesi’nin camları bile kırılmadı. Aynı şekilde ikinci depremin üssü Elbistan Devlet Hastanesi de sağlam kaldı. Sağlam kalan binaları halk çıplak gözüyle ya da TV ekranlarından gördü, görüyor ve bunca can kaybının dinci açıklamaları aşırı önyargılı ya da çıkarlarıyla düzene bağlanmış olanlar bir yana kimseyi ikna etmiyor.

Burada, suça doğrudan devlet katılıyor. Katılmakla kalmayıp orkestra şefliğini üstleniyor.

Evet; gözünü kâr hırsı bürümüş hırsız ve rüşvetçi inşaat şirketi ve müteahhidlerle hangi partinin yönetimde olduğu önemli olmadan, önce oynak zemine imar, ardından denetim görevini yapmayarak iskan izni veren rüşvete batmış belediyeler ne suçsuz ne de temiz. Ancak 1999 Depreminde Veli Göçer’in “günah keçisi” ilan edilişi ve yargılanıp bir süre cezaevinde tutulduktan sonra kamu vicdanının tatmin olduğu düşünülerek salıverilişinde olduğu gibi, suç birkaç müteahhide yıkılarak devletin işin içinden sıyrılması bu kez mümkün görünmüyor.

Bu ülkede 1984’te başlanarak, çoğu AKP-Erdoğan hükümetleri döneminde olmak üzere toplam 9 kez İmar Affı çıkarıldı ve izinsiz yapılara imar iskan ruhsatı verildi.  Affı çıkaran, müteahhid ya da Belediyeler değil; altında, önce bakanlar kurulu ve sonra cumhurbaşkanı imzalarıyla kararları Resmi Gazete yayınlanan, devlet. Ve devlet, imar aflarını ilan ettiği metinlere eklediği bir maddeyle önlemini alarak, açık suç olduğunu ve “devlet yurttaşlarının can güvenliğini sağlamakla yükümlüdür” yazan anayasaya aykırılığını bildiğinden hukuken suçtan sıyrılma çabasına giriyor: “… binanın fenne uygunluğu bina sahibinin sorumluluğundadır.” Devlet yani, göz göre göre yurttaşları, mezarları olacak binalarda oturmaya yöneltti! Bölgede olanları mezara dönüşen, aflarla “temize çıkarılmış” toplam bina sayısı 294 bin. Başta depremzedeler olmak üzere halk aptal değil, oy devşirme ve rant uğruna imar afları çıkarıldığının farkında ve bunu biliyor.

Sadece bu değil. Bazı riskli alanlar devlet tarafından risksiz alan ilan edildi. Bir örnek İskenderun ile ilgili. 4 Şubat 2022’de, son deprem felaketinden bir yıl önce yani, Resmi Gazetede yayınlanan ve altında R. T. Erdoğan imzası olan 5175 sayılı cumhurbaşkanlığı kararıyla İskenderun’un bazı bölgeleri “riskli alan” olmaktan çıkarıldı. Neden çıkarıldığının açıklaması yoktu, ama “risksiz” ilan edilen bu bölgeler, yıkıntıların altında kalan onca insanla “enkaz alanı” kategorisine girdi! Cumhurbaşkanlığı KHK’sı çok sayıda can almış oldu.

Bunlar, devletin yaptıkları. Bir de yapmadıkları var.

1999 Depreminin ardından bir deprem vergisi konmuştu. AKP, Türkiye’nin deprem bölgesi olduğunu söyleyerek bu vergiyi sürekli kıldı. Bu kalemde bugüne kadar toplam 37 milyar dolar vergi toplandı. 703 milyar TL yapıyor. Erdoğan 2,5 ay önce “yaptığımız hazırlıklar”dan söz etmişti; ancak hiçbir hazırlık yapılmadığını, çünkü özel olarak “depreme hazırlık” gerekçesiyle toplanan vergilerle hiçbir “hazırlık”ın finanse edilmediği biliniyor. Bu amaçla çakılan bir çivinin bile olmadığını bütün halk biliyor. Üstelik Erdoğan’ın bir eski bakanı, maliyeden sorumlu Mehmet Şimşek 2011’de itiraf etmişti: “Sonuçta bunlar 74 milyonun servetidir. Deprem vergisi adı altındaki vergiden çok sürekli hale gelmiş ÖTV vs var. Bu vergiler bizim sağlığımıza gidiyor. Diyorsunuz ki bu çerçevede 44 milyar liralık vergi topladınız, nereye gitti. Sadece bir yıllık vatandaşın sağlığı için yaptığımız harcama 44 milyar lira. Bu, duble yollara gidiyor, demiryollarına, havayollarına, çiftçimize, eğitime gidiyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, deprem sonrasında bölgede 387 bin 346 binada yaptığı hasar tespit çalışmasının sonuçlarını açıkladı. Buna göre, bölgede 50 bini aşkın hemen yıkılması gereken çok hasarlı ve 11 bini aşkın orta hasarlı ve bir de on binlerce enkaza dönüşmüş bina var. Ancak devlet, depreme dayanıklı olmadıkları şimdi açıkça görülen bu binaların yenilenmeleri veya en azından sağlamlaştırılmaları için parmağını bile oynatmadı. Oysa deprem vergisiyle biriken paranın tamamıyla değil ama bir bölümüyle, toplamı yüz binin altında kalan bu hasarlı binaların sadece sağlamlaştırıması değil baştan aşağı yenilenmesi mümkündü. 37 milyar dolar tutan deprem vergisiyle toplanmış parayla sadece Pazarcık ve Elbistan merkezli deprem bölgesinde değil tüm Türkiye’deki hasarlı/dayanıksız binalar yenilenebilir ve toplam 300 bin bina, hem de çelik karkaslı olarak inşa edilebilirdi. Herkes ayrıntısıyla hesaplayamasa bile, istisnalar bir yana bütün halk biliyor ki devlet bunu yapabilirdi, ama yapmadı. Rant elde etmek için duble yol vs. ve ek olarak makam arabaları ve uçaklar alıp saraylar yaptığını bilmeyen yok!

Şimdi Süleyman Soylu çıkıp “Kahramanmaraş bölgesinin de önemini biliyorduk, ama biz İstanbul depremine hazırlanıyorduk” diyor ve yalnızca gülünç olmuyor, asıl halkın öfkesini körüklüyor. AFAD iki ay önce Maraş deprem raporu açıklamış, üstelik “art arda iki deprem senaryosunu da” öngörmüştü. Bilim insanları bölgede biriken enerji konusunda uyarıyor ve “deprem geliyor” diyordu. Ancak devlet ne İstanbul ne de Maraş ve depremin yıktığı bölgede küçük bir önlem aldı! Tersine, sonradan öğreniyoruz ki, sözde felaketlerle mücadele için kurulmuş AFAD’ın 2022’de 12,1 milyar TL olan bütçesini devlet, 2023 için 8 milyara indirmişti. Sadece bu da değil, geçen yıl ya da bu yıl için ayrılan paranın AFAD yöneticilerinin maaş, yolluk ve harcırahları dışında nerelere harcandığı da belirsizdir.

Peki, önlem almayan devlet, gerekli organizasyonu yaptı mı? 1999 Depremi sonrası, bazı bölge ve yollar, deprem riski gözetilerek, hiçbir yapının yapılamayacağı, araba bile park edilemeyecek “acil müdahale alanı” ilan edilmişti. Yerlerinde yeller esiyor, tümü ranta kurban gitti.

Eskiden Kızılay, iyi kötü çadır stoklar, felaketlerde kısa sürede yardımları afet bölgesine ulaştırmaya çalışırdı. Gönüllü örgütlenmiş AKUT müdahaleye hazır beklerdi. Ordu içinde felaket anlarında müdaheleye yönelik örgütlenme vardı. Geliştirilmeleri bir yana tümü dağıtıldı ve yerlerine AFAD denen bir kurum geçirildi ve yöneticileri sadece kabarık miktarlarda maaşlar alıp günlerini gün etmekle yetindi.

 

Deprem sonrası depremzedenin çığlığı: ‘Devlet nerede?’

Depremde bir de AFAD faciası yaşandı. Gölcük Depreminde AKUT faaldi. AKP ideolojik gerekçelerle dağıtıp deyip yerine AFAD’ı kurdu ve başka devlet kurumlarına olduğu gibi, ona da depreme hazırlık ve kurtarma vb. çalışmalarından bihaber, konuyla uzaktan bile ilgisi olmayan ilahiyatçı vb. kişileri doldurdu. Halk ve özellikle depremzedeler AFAD’ın işeyaramazlığını yaşayarak deneyden geçirdi. Ne bir koordinasyon ve organizasyon yeteneği ne işbilirlik ne de çözüm üretme kapasitesi. AFAD’ın hele ilk üç gün depreme müdahale ettiğini sadece kendi yöneticileri iddia ediyor!

Şüphesiz sorun, burjuva muhalefetin propagandasını yaptığı gibi, AFAD’ın işbilmezliğinden, çünkü “kadrolarının liyakatsiz insanlarla doldurulmuş” olması ve bu nedenle koordinasyon ve organizasyon yeteneksizliğinden ve bunların kaynaklandığı ileri sürülen inisiyatifsizlikten, “tek adam”dan emir beklemesi ve bunu zorunlu kılan tek adam yönetiminden ibaret değil. Bunlar sorun olmasına sorun; ancak devletin deprem karşısındaki vurdumduymazlığı; yetersizliği, hazırlıksızlığı ve koordinasyon ve organizasyon eksiği ya da yeteneksizliği, yalnızca beceri eksikliğiyle tek adam zihniyetinden kaynaklanmıyor.

Beceriksizlikten çok ya da beceriksizliklere ve depreme hazırlıksız yakalanmaya da yol açan asıl neden sınıfsaldır: Deprem vergisi ve işsizlik fonu da dahil olmak üzere başlıca vergilerden biriken devlet gelirleri, sermayenin, özellikle tekelci sermayenin hizmetine sunulur, sunulmuştur. Devletin ilgisinin odağında, halk yoktur, halkın değil ama başlıca tekelci sermayenin sorun ve talepleri bulunur. Devlet bütün kaynaklarıyla maddi ve manevi tüm çabasını tekelleri palazlandırmaya yöneltmiş, ama halkın sorunlarını daima kulak ardı etmekle kalmamış, bu sorunlar karşısında pervasız bir ilgisizlik içinde olmuştur. Devlet; halkın doğrudan kurbanı olduğu iş kazaları, maden faciaları, orman yangınları, pandemi ve deprem gibi konularda sadece duyarsız değil, ama tutumunu daha kuruluşundan başlayarak sermayenin ihtiyaçlarının karşılanması yönünde belirlemiş, sömürü koşullarının devamını garanti etmek üzere örgütlenmiş bir burjuva diktatörlüğüdür. Bu nedenle hazırlıksızdı ve tam da gerektiği anlarda halkın yanında değildi, yardımına koşmadı.

Bölgeye yardım ulaşması için açık olması zorunlu olan yollar orta Anadolu’dan itibaren iki günde açılamadı. Yardıma koşanlar yollarda mahsur kaldı. Trafik ve ulaşım sorunu deprem bölgesi içinde çok daha uzun sürdü, onuncu gün hala açılamayan kent içi ara yolların sayısı az değildi. Ortada AFAD yoktu!

Başlıca AFAD, ama sadece AFAD sorunu da değil! Karakışta zaman zaman kardan yolların kapanması hiç olmamış şey değil. Ancak ülkenin bir yarısını diğer yarısına bağlayan yolların kardan kapanması ve uzun süre kapalı kalması, hele acilen açılması gereken felaket dönemlerinde kabul edilebilecek şey değil. Karayolları ve dolayısıyla devletin sorumluluğunda olan yol ve trafik sorunu siyasal kırılmanın başlangıcını oluşturdu. Özelleştirmeler ve yol yapımlarının özel şirketlere ihale edilmesine başlanmasından bu yana kâr hırsıyla malzemeden çalma ve işbilmezlik nedeniyle yollar kısa sürede kullanılamaz hale gelirken, Devlet Karayolları İşletmesi küçültüle küçültüle kuş kadar kalmış ve hiçbir işe yetişemez olmuştu. AFAD’ın ise, felaket anlarında müdahale için en küçük bir hazırlığı bulunmuyordu!

Yollar en az bir gün geçit vermedi ve deprem bölgesine ulaşmak ikinci gün akşamına doğru olanaklı olabildi. Ancak ulaşanlar arasında işlevi afete müdahale ve kurtarma olan AFAD yoktu! Bütün bölgede ilk üç gün, bazı yerlerde ise 4 ve 5. günler de sadece gönüllüler ve gönüllü yardım kuruluşları vardı, AFAD’ın izine ise kimse rastlayamadı. Depremzedelerin “yardım” ve özellikle işmakinesi talepleri, olabildiğinde gönüllüler ve enkazdan kurtulanlar tarafından karşılanmaya çalışıldı. Hemen tüm enkaz mahallerinde çöküntülerin altından yardım sesleri geliyor ve duyanların içini parçalıyordu, ama büyük beton vb. blokları kaldırma imkanı bulamayan gönüllülerin müdahaleye gücü yetmedi ve kahroldular. “Altın saatler” denen özellikle ilk üç gün, 72 saat, AFAD’ın yokluğuyla harcandı ve kurtarılabilecek on binler bu nedenle kurtarılamadı. Bunu bölgenin bütün halkı yaşadı ve etiyle kanıyla, tüm ruhuyla tanık oldu, “nerede bu devlet?” haykırışı neredeyse istisnasız herkesin dilindeydi.

AFAD, ilk üç günün ardından ulaşabildiği yerlerde de tam bir felaketti. Ne kendisi ve birimleri organize olabildi ne de gönüllülerin çalışmalarıyla kendi çalışmalarını koordine edebildi. Oysa sadece deprem bölgesinde değil ama tüm ülkede deprem ile ilgili tüm gelişmelerle çalışmaları bu devlet kurumunun koordine etmesi gerekiyordu. AFAD koordinasyonu sağlamadı, ama bir başka devlet kurumu da bu işi üstlenmedi. En küçük bir hazırlık yapmamış olan devlet, hiçbir kurumuyla depreme müdahale ve kurtarma çalışmalarını koordine edip örgütleme işinin üstesinden gelemedi. Buna, 4. günden itibaren peyderpey başlanabildi.

Depremin 10. günü bile hala bölgenin çoğu yerinde telefonlar çekmiyordu, oysa özellikle enkaz altında kalanlar açısından iletişimin hayati önemi vardı. İletişim sorununun çözülememesi koordinasyon ve kurtarma çalışmalarının örgütlenmesini de dolaysız şekilde olumsuz etkiledi. Herkes yüksek miktarlarla aylık ödeme yaptığı şirketlere tepki gösterdi, bu tepkilerden şirketleri denetlemeyip iletişim sağlamaya zorunlu tutmayan devlet de nasibini aldı. Ayıp olmakla kalmayıp alçaklık olan ise, iletişim şirketlerinin, hiçbir telefonun çekmediği bölgeye depremin ikinci günü faturalar göndermesiydi!

AFAD, ortalıkta görünmese bile deprem çalışmalarıyla ilgili olarak devletin tek yetkili kurumuydu. Örneğin şimdi hala TV kanallarında nedensiz biçimde “destek” reklamları yayımlanan Kızılay, yıllar öncesinden depremle ilgili olarak yetkisiz kılınmıştı ve çadır stoğu bile yapmamaktaydı. İş göremez yetkili durumundaki AFAD ise, kendisi yardım ve kurtarma faaliyetinin dışında kalmış müdahale edemezken, gönüllülerin çalışmalarını engelleyerek her işi elinde toplamaya çabaladı. Ama deprem sahasında yoktu ve bu mümkün değildi. Yolları kesip araba ve TIR’larla yardım olarak gönderilen malzemelere el koymaya çalıştı, yurt içi ve dışından bölgeye akan kurtarma ekiplerine engeller çıkarıp tüm çalışmaları kendisine bağlamaya uğraştı. Kendilerine, “izin” almadıkları söylenen yurtdışından gelen birkaç kurtarma ekibi bu nedenle geri dönmek zorunda kaldı. Bu tutumuyla AFAD depremzedelere destek değil köstek oldu!

Tek yetkililik” ve karar, organizasyon ve çalışmaların merkezileştirilmesi o denli devlet olmanın gereği sayılmıştı ki, AFAD ya da herhangi bir başka devlet kurumu ve en tepede cumhurbaşkanı, hangi gerekçeyle olursa olsun kabul edilemeyecek AFAD’da ısrar tutumunu günlerce sürdürdü. Yardıma koşan ve muhaliflerin yönetiminde olsa bile bir kamu kuruluşu olan belediyeler dahil yardıma koşan hiçbir gönüllü kuruluşa tahammül gösterilmedi. Kullanılamaz hale gelen Hatay havaalanının bakımını üstlenmeye çalışan bir belediye ve başkanına ortalıkta dolaşmaktan başka iş yapmayan, bölgeye bile uğramayan Cumhurbaşkanı Yardımcısı zat “sen kimsin?” diyerek çıkışabildi! Muhalif parti ve örgütlerin çalışmalarıysa sadece yok sayılmadı, polis takibatına bile uğradı. Bireysel ve partilerle belediyeler gibi kurumsal gönüllülerce geçici barınma doğrultusunda adımlar atılıp çadırkentler kurulmaya başlandıktan sonra, AFAD, başka hiçbir kuruluşun ihtiyaç sahiplerine çadır ulaştıramayacağını ve çadır sağlama ve dağıtımını yalnızca kendisinin yapacağını ilan ederek yardımları engelleme tutumunu sürdürdü.

Sadece muhalif ve muhaliflerin yönetimindeki kurumlar değil, bizzat devlet kurumu niteliğinde olan ya da kurtarma çalışmalarına yatkınlıkları bilinen madenciler gibi devletin kolaylıkla seferber edip kurtarma çalışmalarına katabileceği kurum ve olanakların harekete geçirilmesi akıllara gelmedi ya da bundan özellikle kaçınıldı. Oysa kendi imkanlarıyla felaket bölgesine ulaşan Soma, Uşak ve Zonguldak madenciler çok sayıda can kurtardı ve bunu bütün bölge ve Türkiye halkı biliyor.

Örneğin Gölcük Depreminde kurtarma çalışmalarına ciddi ölçüde katılan ve bu konuda yetenekli, eğitimli, hazırlıklı ve örgütlü olduğu bilinen TSK, askeriye yani, son günlere kadar kurtarma çalışmalarına gönderilmedi. Sözde “askeri vesayete karşı mücadele” sürecinde afetlere müdahale ve kurtarma çalışmalarına yönelik örgütlenmesi dağıtılmış olan ordu, yine de en azından örgüt yeteneğiyle çok sayıda can kurtarmaya katkıda bulunabilirdi, ama bu yapılmadı. Gölcük Depreminden kurtarma çalışmalarında etkin rol oynayabildiğini bilen bölge ve Türkiye halkının askerin ortada görülmemesine tepkisi, “nerede bu devlet?” kırılmasını besleyen önemli bir etken oldu.

Asker kurtarma çalışmalarının dışında tutuldu, ama 8 Şubat’tan başlayarak, deprem bölgesindeki on ilde OHAL ilan edildi. Gerekçelerinden biri “yağma ve yağmacılarla mücadele”ydi! Depremin özellikle ilk üç günü bölgede görünmeyen devlet, ilan ettiği OHAL ile “geliyorum” demiş oldu. Adından, arama ve kurtarma çalışmalarında hiç görünmezken, devlet, herkesin kendi yaşamından yasakçılığı, polis vb. şiddeti ve zorbalığıyla bildiği tanıdık yüzüyle çıkageldi. Deprem bölgesinde olumlu çalışması yoktu, ama olumsuzu bol oldu. “Yağmacı” denerek gözaltına alma ve tutuklamalar başladı. Suçlananlardan biri 70 yaşını aşkın bir kadındı. Bir diğeri, sadece “yağma” ile suçlanan kardeşinin gözaltına alınmasına itiraz ettiği için Hatay Büyükburç mahallesinde jandarma tarafından tekme tokat gözaltına alınarak karakolda dövülmeye devam edilen ve işkenceyle öldürülmesinin ardından, tıpkı Metin Göktepe gibi, “kafasını duvara vurarak” kendisini öldürdüğü iddia edilen Ahmet Güreşçi oldu.

Deprem bölgesine adım atmamış olan ve devletin olumlu bir icraatıyla ortada görünmeyişinin halkta neden olduğu tepkinin farkında olmamasının tavan yaptırdığı “devlet bekacılığı”yla Bahçeli’nin “şerefsiz” ve “vatan haini” ilan ettiği “nerede devlet?” sorusunun asıl sahibi olan bölge halkının algısında yer eden devletin olumsuz görüntüsünün hafızalardan silinmesi amaçlanarak, ırkçılığın kışkırtılıp “Suriyeliler”in hedef tahtasına konması, devletin bir diğer olumsuz icratıydı. Yağmanın asıl sorumlusu onlar gösterildi ve Türk-Suriyeli ayrılığı körüklenerek halkın devlete karşı öfkesi saptırılmaya çalışıldı. Oysa Suriyeliler de bölge halkının bir parçası olarak enkaz altında kalmış depremzedelerdendi.

Deprem bölgesinde yaşayanlar gördü ki, devlet, askeri ve polisiyle, bölgeye arama ve kurtarma çalışmalarına katkıda bulunmak üzere değil, ama OHAL’le yetkileri güçlendirilmiş olarak “asayişi sağlamaya”, yani vurup kırmaya, tutuklamaya, en çok da Bahçeli’nin çağrısı doğrultusunda “nerede devlet?” diye haykıran depremzedeleri susturup bastırmaya gitti.

Organize olabildiği 4. ve 5. günden itibaren devletin bölgedeki olumsuz varlığı ve görüntüsünün bir diğer unsuru kendisini “temize çıkarma” çabasıydı. Kurtarma çalışmalarında olumludan çok olumsuz rol aynayan AFAD’ın Deprem ve Risk Azaltma Genel Müdürü Tatar depremin 11. gecesi bir TV canlı yayınına bağlandı. TV başlarında kurtarma çalışmalarını izleyen herkesi ve özellikle depremzedeleri güldürmekten çok öfkelendiren şu sözleri söyleyebildi: “Geç kalma gibi bir şey söz konusu değil. Bir afete nasıl müdahale edilmesi gerekiyorsa ilk andan itibaren bu yapılmıştır. 5 dakika içerisinde devletin bütün kurumları burada toplanmış durumda.” Aynı şeyi, depremin 15. Günü “TSK ilk dakikalardan beri oradaydı” açıklamasını yapan Savunma Bakanı Akar da iddia etti. Bu iddiaların açıkça yalan olduğunu sadece Türkiye değil, tüm dünya ve halk biliyor! Öylesine ki; yurt dışında yardım toplama çalışmalarında hem Türkiyeliler hem de diğer halklardan insanlar, neredeyse genel bir tutum olarak, “kime gidecek?” diye soruyor ve “devlete ya da AFAD gibi kurumlarına gönderilmeyeceğini” öğrenince yardımda bulunuyorlar.

Aynı adam üstelik yine aynı TV kanalında, depremin 10. günü, deprem karşısında ne yapılması gerektiğini hiç bilmediğini kanıtlayarak, utanmadan “Canlı olan enkaz kalmadı. Ölenlerin olduğu enkazlara dokunulmadı. Onlarda da ölenlerin çıkarılması ve enkaz kaldırma başladı” açıklamasını yapabildi. Devam etmekte olan arama ve kurtarma çalışmaları kısa sürede bu sözde yetkilinin açıklamasını yalanladı. Önce 258., ardından 278. saatte ve en son Hatay’da aynı enkaz altından 3 kişi birden olmak üzere 12. gün ve 296. saatte canlı insan çıkarıldı. Genel Müdür talimat yerine geçmek üzere tersini söylemişti, ancak çoğu yerde yakınları hala enkaz altında olan ve enkaz başında bekleyenler iş makinelerinin “temizlik” çalışmalarını engelleme çabasındaydı.

Özellikle “altın saatlerde”, ilk üç gün ortalıkta ve arama ve kurtarma çalışmalarında görünmeyen AFAD, 10. günde sabrı tükenerek, altında canlı olup olmadığına aldırmadan “temizleme” çalışmasına girişmişti. İnsana verdiği değer bu kadardı!

Devletin son olumsuz icraatı ilginç bir bağış kampanyası açmak oldu. Herkese parmak ısırttırdı. TV kanallarının ortak yayınında örgütlendi kampanya ve bağışçılar telefonla katılarak kendileri ve şirketlerinin reklamını yapma fırsatı buldu. Kumbaralarında biriktirdiklerini bağışlayan çocukların ve boğazından keserek ancak küçük bağışlar yapabilen emekçi insanlarımızın olağanüstü duyarlılıkları kuşkusuz halktan halka dayanışma kapsamındadır ve her türlü övgüye değer. Ancak devletin düzenlediği bu kampanyada asıl olarak bankalarla müteahhit firma sahibi tekelciler şov yaptı.

Büyük bağışçılar devlet kurumları ve özellikle bankalarıydı. Örneğin Merkez Bankası 30 milyar TL bağış yaptı ve başkanı utanmadan bu paranın 2022 bilonço kârından düşüleceğini açıkladı. Zaten MB, bir devlet kurumu olarak, yıl kârlarını, olağan durumda Hazine’ye devretmekteydi. Şimdi yine Hazine’ye gidiyordu para, ama bu kez “bağış” adı takılmış olarak. Yine birer devlet kurumu olan Ziraat, Halk ve Vakıflar Bankaları milyarlar “bağışladı” kampanyada. Durumları MB gibiydi. Üstelik Bankacılık Yasasının 54. Maddesi, bankalarca “bir mali yılda yapılabilecek bağış miktarı banka özkaynaklarının binde 4’ünü aşamaz” demekte ve sınır koymaktaydı. MB ve diğer kamu bankalarının sözde bağışları bu sınırın çok üstündeydi ve çare, Erdoğan’ın kampanya sonrasında bir KHK ile yasa hükmünü değiştirmesiyle bulundu.

Bir başka iğrençliği, “5’li Çete”den M. Cengiz’in 3 milyar TL “bağış” yapmasından bir gün sonra, “anlaşmışlar” dedirterek, 16 Şubat tarihli cumhurbaşkanlığı KHK’sı ile sahibi olduğu Eti Alüminyum’un Konya’da yapacağı yatırım için aldığı daha büyük bir miktar “teşvik” oluşturdu. Teşvikler arasında, 10 yıllık yüzde yüz vergi indirimi, yine 10 yıllık elektrik harcamasının yüzde 50’si, çalıştıracağı 45 vasıflı eleman için bu kadar yıl boyunca aylık 28 bin TL’lik maaş desteği bulunuyor. Toplamının yaptığı “bağışı” aşması bir yana, Cengiz’in 2005-2009 yıllarına ait 300 milyon dolarlık (5,6 milyar TL) vergi borcunun silindiği, son 11 yılda 19,7 milyar liralık devlet ihalesi aldığı biliniyor.

Devletin tantanayla düzenlediği “bağış” şovunun olağanüstü zor koşullarda yaşamını sürdürmeye çalışan depremzedeler başta olmak üzere, yarı-açlığa mahkum edilen halkı isyan ettiren temel bir yönüyse, milyarlık bağışlar yapabilen kişi ve şirketlerin bunu mümkün kılan paraları nasıl kazandıklarını hayal bile edemiyor olmalarıydı. Karınlarını zor doyurabilen emekçilerle toplanan deprem vergilerinden üç kuruş harcama yapılmayan evleri aile fertlerine mezar olan depremzedeler, kendileriyle gösterişle milyarlık bağışlar yapanlar arasındaki uçurumu gördükçe bir kez daha kahroldular. Bunca paranın kimin sırtından nasıl kazanıldığı sorusunun ortada olan yanıtıyla, bu miktarda gösteriş yapmaya gücü yetenlerin mutlaka oturdukları en sert depremlere dayanabilecek sağlamlıktaki evleriyle ailelerine mezar olan kendi evleri arasında yaptıkları kıyaslama yüreklerine oturdu.

 

Siyasal kırılma kendiliğindenliğe kurban olmamalı

Son depremin özellikle depremzede bölge halkı, ama bütün halk açısından bir siyasal kırılmaya neden olduğu tartışma götürmez. Halkın algısında asıl devlet enkaz altında kaldı. Toplumların temel siyasal gerçeği olan devlet “kral çıplak” dedirten açık seçiklikle gözler önüne serildi. Şüphesiz henüz “ham bir bilgi” durumunda olsa da, hangi ideolojik eğilime sahip olursa olsun –tabii ki istisnalarıyla– herkes, devleti, yaptıkları ve yapmadıklarıyla tüm çıplaklağıyla görüp tanıdı ve deprem günlerinin belirleyici sorusu “devlet nerede?” oldu. Kimsenin devletle olan ilişkisi eskisi gibi olmayacak.

Bizim devletimiz”, “babamız” içeriğiyle –milliyetçilikle de beslenerek– egemenlerce gün yirmi dört saat camide, kışlada, okulda, medyada pompalanan ve bilinçaltlarında da kendisine bir yer edinen devlet ve düzen yüceltici bilinç ya da halkın ortalama algısı, öncelikle devletin yokluğuyla binlerin canına malolarak herkesi sarstı. Devlet, büyük yıkım karşısında halkı kendi başına ve yapayalnız bırakmıştı. Depremzedeler, oğulları kızları, eşleriyle ana babalarının enkaz altından gelen yardım feryatlarının giderek kaybolmasına tanık olur ama ellerinden bir şey gelmezken, yardım elini uzatmayan devleti en çok sevdiklerinin canları bedeli sınavdan geçirdi. Bir yandan denetimsiz müteahhitleri, imar izin ve aflarıyla ailelerine mezar olmuş konutları layık gören her şeyin parayla alınıp satıldığı kapitalist düzene, bir yandan da depremin öncesi ve sonrasında en muhtaç oldukları anlarda yanlarında bulamadıkları devlete lanet okudu. Ancak sadece yokluğuyla değil, devlet varlığıyla da sınavdan geçirildi. Önce OHAL olarak gelen, yağmacı gerekçesiyle bölge insanlarına saldırırken görünen devlet; AFAD adlı yetkili kurumu başka gönüllü kişi ve kurumlarının yardım ve kurtarma çabalarını engeller, ama on altıncı günde bile depremzedelere barınacak çadır/kanteynır, kullanacak tuvalet ve yeterli ihtiyaç maddesi temin etmezken, yine halkın yanında ve yardımcısı olmadı.

Kırılma önce duygularda oluştu, ancak duygu yüklü kırılma yalnızca bir kahırlanma değildi ve yeterince açıklıkla görünen sorumlularına yönelik siyasal içerik taşımaktaydı. Soyut değil, somut olduğu tartışıma götürmez, hele algılarda her şey somuttur ve somut üzerinden şekillenir. Bu kırılmada da öyle oldu. Öncelikli kırılmanın güncel olarak devleti yönetmekte olan ekibe yönelik gerçekleşmesi çok doğaldı. Tepkiler, öncelikle, pervasızlığıyla halk ve dertleriyle hiçbir şekilde ilgilenmeyen, devleti; sermaye yandaşlığı ve kâr hırsını körükleyerek en son depremin büyük yıkımına yol açan her atılacak adımın tek adamda başlayıp tek adamda bittiği bir rejime dönüştürüp, “odun olsun yeter ki benden olsun” anlayışıyla işbilmezliğin yanında koordinasyon ve örgüt yeteneksizliği merkezi haline getiren Erdoğan/AKP yönetimini hedef almaktaydı. Hem sorumlu bugünkü iktidardı, hem de burjuva muhalefet, elindeki belediyeleri de seferber ederek, deprem bölgelerine gitmiş, halka yardım elini uzatmaktaydı.

Ancak tepkilerin hedefinde yalnızca Erdoğan/AKP yönetimi olmakla kalmadı, kırılma daha ötelere de etkide bulundu. Örneğin ordu da ortalıkta görünmemiş, AKP yasaları değiştirip önünü kesmiş olsa bile, ordunun depremzedelerin yanında yardım ederken görünmemesi, bu temel kurumunun kendisine elini uzatmaması dolayısıyla da devletin eksi hanesine yazıldı. Üstelik müteahhit şirketleri sadece AKP değil tüm belediyeler denetimsiz başıboş bırakmış, imar izin ve aflarını sadece AKP çıkarmamıştı ve yönetici herhangi merkezi ya da yerel yönetim kurumuyla olan ilişkilerinden yönetenlerle yönetilenler arasındaki eşitsiz ilişkiyi, yönetenlerin yok sayılışını bilmeyen yoktu. En yakınlarını kaybeden halkın kendi yaşamıyla deneyden geçirerek biriktirdiği bu bilgilerin henüz “ham” olduğu ve işlenmeye ihtiyaç duyduğu söylendi. Ama biriktirilerek edinildikleri de kesindir.

Ancak kendiliğinden herhangi bir gelişme hayal edilemeyeceği gibi, depremin yıkıcı ve yakıcı sıcaklığı geride kaldıkça duygu ve tutumlarda da bir yatışma hiç olmayacak değildir. Her şey kendi haline kaldığında, belirli bir küllenme ve bağırlara taş basma beklenir şeydir.

Üstelik devlet ve canıgönülden savunucuları boş durmayacaktır. Kimi Bahçeli gibi tehdit yoluyla, kimi asker, polis gücüne dayanarak ve hala yasaklamayı ve korku yaratmayı deneyerek, kimi ise güleryüzle ve iyiliksever görüntü altında halkın değil devletin yaralarını sarmaya çalışacaktır.

Şimdiden, ilk günlerde küçümsemeye çalışıp enkazlardan canlı kurtarılanlara odaklanan iktidar yandaşları, yetmeyince “Asrın Felaketi” propagandasıyla yıkımın büyüklüğünün devletin de gücünü aştığı ve bu nedenle kurtarma çalışmalarında yetersiz kalındığını anlatmaya soyunup halkın inançlarına seslenen “kader” edebiyatıyla güçlendirerek devleti aklamaya uğraştı, uğraşıyor. Halkın yaşadıkları karşısında tam bir başarı elde etmeleri olanaksız, ancak yatıştırma çabaları tamamen etkisiz de olmayacaktır.

Burjuva muhalefet de depremzedelere yardım için koşuşturdu; ancak devletin yeri, onların da gönüllerinin baş köşesindedir. Devlete en küçük bir zarar gelmesini istemiyor; devletin suçunu sadece onu yönetmekte olan AKP’yle sınırlamaya ve tüm kötülüğün kaynağı olarak gerçekten kötü olan bu ekibi göstererek devleti aklamaya çalışıyorlar. AFAD’ın “beceriksizliği” ile askerin kurtarma çalışmalarına katılmaması ve –sanki kendileri desteklememiş gibi– imar izinleriyle aflarını sadece bu parti ve Erdoğan’a bağlayıp, yalnızca onu ve ekibini kötüleyerek işin içinden çıkmaya çalışıyorlar.

Oysa depremlerle yalnızca AFAD’a “liyakatsiz” kadroları doldurmuş dinci AKP’nin tek adam rejimi altında yüzleşmiyoruz. 1999 ya da öncesi Erzincan, Varto, Bingöl, Adana vb. depremlerini de yaşadık. Hangisine hazırdı bu ülke? Hiçbirine! AKP, dinciliği ve tek adam rejimiyle “tüy dikmiştir”, bu doğrudur, ancak kapitalist düzende halk ve sorunlarıyla hiçbir zaman ilgilenilmemiş; tüm iş cinayetleriyle maden katliamları, yangınlar ve depremlere daima hazırlıksız yakalanılmıştır. Beceriksizlik ve iş bilmezliği koşullayan her dönemde halk ve sorunları karşısında duyarsızlıktan ibaret olmayan dışlayıcı ve yok sayıcı düşmanca tutum olagelmiştir. Örnekse, başta işçiler olmak üzere halkın değil ama sermayenin taleplerinin karşılanması üzerine oturtulmuş “6’lı Masa”nın hükümet programı niteliğindeki “Ortak Politikalar Mutabakat Metni” de aynı tutumdadır. Düzen ve devlette sorun olmadığı, ama –iktidar ipini bugün elinde tutanların pervasızlığının depremin yıkıcı sonuçlarını çoğalttığı doğru olsa bile– suçun yalnızca bir süredir devleti yöneten Erdoğan ve tek adam zihniyetinde olduğunu ileri süren devlet savunucusu propagandanın da şüphesiz belirli bir yatıştırıcı etkide bulunması beklenir.

Toplumsal, doğal, siyasal, askeri tüm büyük ve etkili alt-üst oluşlar siyasal kırılmalara zemin oluşturur. Büyük kriz ve savaşlar böyledir. Dünya savaşları örneğin, sonuçları da ciddi boyutlarda olan ciddi kırılmalara neden olmuştur. Cephelerde dökülen kanların yanında savaşların neden olduğu tahribat, açlık vb.’nin devrimlere yol açtığı bilinir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı ciddi bir kırılmaya yol açmıştı. Emperyalist düzene ve burjuvazinin iktidarına eklemlenen sosyal-empeyalist II. Enternasyonal oportünistlerinin egemen olduğu ülkelerde değil, ama bu kırılmadan yararlanarak halkın kurtuluşunun yolunu açanların mücadeleyi yüksettikleri Rusya’da ileriye doğru bir adım atılabilmişti. Savaşın yarattığı kırılmanın değerlendirilebilmesi için buradan yürümeye hazır olanların varlığı ve etkili mücadele yürütmeleri şarttı. Yine öyledir. Deprem de bir siyasal kırılmaya neden oldu. Henüz yoruma ve çarpıtılmaya açık olsa bile, devletin çoğu insan tarafından sanılageldiği gibi “baba” ve “bizim devletimiz” olmadığı bilgisi, yaygın olarak halkın algısında yer etti. Ancak sistematize olmasını sağlayıp yararlanarak halkın ve iktidarının yolunu açacak olanlara ve mücadeleyi örgütlemelerine olan ihtiyaç büyüktür.

Halkın kurtarma ve yardım çalışmalarıyla kendi yaralarını kendisinin sarmaya yönelerek bu yönde küçümsenmeyecek bir mesafe alması ve halk ve halktan halka dayanışmanın büyüklüğü bir yola girildiğini göstermektedir. Ancak burada kalınırsa yetmeyecektir. Kolay değildir, ama yapılması gereken, bu yoldan yürümeye devam etmek, halkın yüreğinde iz bırakan “bu devlet olumlu bir işe yaramaz” dersinin kalıcı hale gelmesi ve ilerletilerek bilinçli ve örgütlü hal alması için çalışmaktır.