Ahmet Cengiz

Birkaç yıldır, ekonomisiyle, sosyal ve siyasal durumuyla, uluslararası ilişkileri ve düzeniyle kapitalist dünya, çeşitli krizler ve sorunlar yumağıyla karşımızda durmaktadır. Adeta yok yok dedirten tablo şu: Pandemi, tıkanan tedarik zincirleri, Ukrayna savaşı, eşsiz kapsamda yaptırımlar, ekonomik, teknolojik ve siber savaşlar, hortlayan militarizm ve yeni bir silahlanma dalgası, enerji krizi, arz şokları, yeni göç dalgaları, gıda krizi, aç kitlelerin sayısında büyük artışlar[1], artan kuraklık vakaları, binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan sel felaketleri, orman katliam ve yangınları, ezcümle iklim ve çevre krizi, ileri kapitalist ülkelerde beliren iki haneli enflasyon oranları, sıfır faiz politikalarının sürdürülemez hale gelmesi, borsalarda muazzam değer kayıpları, gerileyen ekonomik büyüme, katlanan devasa devlet borçları, ufukta beliren resesyon ve olası kapitalist kriz, politik krizler, “refah toplumları”nda “orta tabaka”nın erozyonu, konut krizi, büyüyen yoksullaşma, güvencesizlik, geçim sıkıntıları, ve sokağa taşan tepkiler, grevler, isyanlar… Bu “çoklu kriz ortamı[2], bu sorunlar yumağı, çözülmek şöyle dursun, geçen her günle birlikte, bir kör düğüm halini almakta. Kapitalist emperyalist sistemin çelişkilerindeki bu düğümlenme süreci, anomi belirtisi bu tablo, haliyle kitleler ve halklar arasındaki gelecek kaygılarını artırmakta. Ve büyüyen endişe ve huzursuzluk sadece geçim derdiyle de sınırlı değil, nitekim insanlar Ukrayna savaşında nükleer taktik silahların kullanılması tartışmalarına da şahit olmakta. Gelinen yerde dünya savaşı ihtimali de artık birçok kesim tarafından çok uzak bir geleceğin konusu olarak görülmemekte.

Burjuva söylemlerde, bu ortamın müsebbibi olarak genelde Covid-19 salgınıyla Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı gösterilmektedir. ABD Hazine Bakanı Yellen örneğin, küresel ekonominin yüz yüze olduğu “çeşitli zorlukların çoğunun Rusya’nın Ukrayna’da sürdürdüğü savaş ve Kovid-19 salgınından kaynaklandığını” iddia etmektedir.[3] Almanya Başbakanı Scholz ise, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonraki ilk meclis konuşmasında “Zeitenwende” kavramından, yani bir milattan söz etmekteydi. Alman devlet başkanı Steinmeier de 28 Ekim’de yaptığı bir konuşmada, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını “bir çağ kırılması” olarak tanımlamaktaydı: “Başka bir zamana savurdu bizi; savaşla, şiddetle, göçle ve savaşın Avrupa çapında bir yangına dönüşmesi kaygısıyla karakterize olan bir zamana.” Steinmeier dünyadaki “hakimiyet boğuşmaları”nın giderek arttığı ve “üzücü gerçeğin şu olduğu”nu söylemekteydi: “Dünya, bir çatışma dönemine doğru yol almakta”dır. Bu gidişatın Almanya açısından anlamını da şöyle ifade etmekteydi: “Daha çetin, daha sert yıllar bizi beklemekte. Barış getirisi tükendi. Almanya için, ters rüzgarların estiği bir çağ başlamaktadır.[4] ÇKP’nin 20. Kongresindeki açılış konuşmasında da Xi Jinping, bir taraftan halkı “en kötü olaylara hazır olmaya” çağırırken (keza kongre öncesi konuşmalarında, toplumu, düşük büyüme oranları gerçeği karşısında kanaatkar olmaya, az ile yetinmeye hazırlamaktaydı), diğer taraftan “bir yüzyılda görülmeyen küresel değişimlerin” uluslararası planda vuku bulduğunu ve Çin’in önünde “tehlikeli fırtınalar” durduğunu açıklamaktaydı. Öte yandan, Ukrayna savaşını “iyilerin ve kötülerin yer aldığı bir kovboy filmi gibi düşünme”nin hata olduğunu belirten Papa Francis’e göre ise, ortada sadece “Rusya ile Ukrayna arasında bir savaş” yoktu, “hayır, bu bir dünya savaşı”ydı!

Bu arada yazılı ve görsel basında (hemen hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde!) “dünya düzeni”yle alakalı haber ve programlar birbirini izlemekte, askeri uzmanların, politikacıların ve alanı uluslararası ilişkiler olan akademisyenlerin katıldığı paneller birbirini takip etmekte, konuyla ilgili peş peşe yeni kitaplar yayınlanmakta. Hepsinin ortak noktası; dünyaya yeni bir düzen gerek! “Dünyanın jeopolitik bakımdan yeniden düzenlenmesi[5] artık şart, hatta kaçınılmaz! Muğlak olan, bu “yeniden düzenlemede” kimin nerede ve nasıl konumlanacağı, ne kadar rol oynayabileceği.

Emareler, “küreselleşme furyası”yla şekillenen dünyaya enjekte edilen “küresel iyimserliğin” sönümlenişine delalet ediyor. Gidişat olağanı aratıyor. Gelişmelerin hacmi ve hızı, tekelci burjuvazi tarafından “komünizm üzerindeki zafer”le oluşturulan yatağı zorluyor. Ve sınıflar arası mücadeleler; sermayenin “tarihi zafer” kumaşından diktiği korseye sığmayan, kargaşalı ve karmaşık, nereden sökün eyleyeceği belirsiz bir safhaya eğilim göstermeye başlıyor…

Şüphesiz ki, bu “çoklu kriz ortamı”nda konjonktürel olanla olmayanı ayırt etmek gerekiyor. Aksi takdirde, girilen yeni dönemin ne asıl özelliği, ne de gebe olduğu gelişmeler doğru anlaşılabilir. Bu yapıldığında; büyük salgınla Ukrayna savaşının kapitalist dünyanın bu ortamının asıl nedeni olmadığı, fakat ortamın boyutlarının büyümesinde yangın hızlandırıcısına benzer bir etkide bulunduğu ve bu etki nedeniyle sorunlar yumağını çözme imkanlarını zorlaştırdığı, bu ağırlaşmanın da şimdiye kadar idare edilebilir bazı sorunları sürdürülemez kılması itibarıyla yeni açmazlara yol açtığı görülecektir.

İster büyük salgın, isterse Ukrayna savaşı, emperyalist kapitalizme has çelişkilerin doğasının dışında ve rastlantısal dışsal faktörler olarak ortaya çıkıp şimdi onlara etkide bulunmuyor, aksine bu çelişkilerin sonuçlarıdır. Kuşkusuz, yukarda “çoklu kriz ortamı”nın göstergeleri olarak sıralananların birçoğu yeni belirmiş olgular değildir. Fakat onlara, yeni bir durumun göstergeleri anlamını veren, tesadüfen bir arada olmayışları, yani; çözülmemiş sorunlar olarak belirli bir zaman diliminde yoğunlaşarak birikmeleri, bu birikimin düzeyinin ulaştığı nokta itibarıyla kapitalizme içkin çelişkileri ekonomik ve politik bakımdan idare etme alanını ve imkanlarını giderek daraltması, bu daralmanın ise tekil sorunların birbirleriyle olan dolaylı ilişkilerini dolaysızlaştırması ve bu suretle (ekonomik-politik) sistemin kendisini sorunsallaştırması ve bu evreye meyletmeleri itibarıyla aralarındaki karşılıklı etkileşimin, kapitalist sistemdeki sınıf mücadelelerinin bütününde (devletler/tekeller arasında olduğu gibi, tek tek sınıflar arasında da) mevzi ve stratejik/taktik tutum değişikliklerini kaçınılmaz kılmaya başlamasıdır.

Bu yazının amacı, emperyalist devletler arası hegemonya mücadelelerinin aktüel bir değerlendirmesini sunmaktan ziyade, keskinleşen bu mücadelelerin çerçevesindeki tektonik kaymaların arka planına ve olası sonuçlarına dikkat çekmektir.

 

Zafer Sarhoşluğu ve Ektiğini Biçmek

Çin’in sermaye birikimi, üretim kapasitesi ve teknolojik ilerleme ve potansiyeli bakımından ABD’nin hegemonyasını tehdit eden bir gelişme kaydetmesi ve giderek “yeni bir oyun kurucu” olarak kendi başına hareket etmesi, Rusya’nın kendisine biçilen rolü (benzincisin, benzinci kal!) kabul etmemesi ve askeri gücüne yaslanarak yol almaya çalışması vb., yani kısacası bugünkü uluslararası “düzensizlik” veya “çatışma düzeni”, başta ABD olmak üzere Batı’nın emperyalist devletleriyle tekelci burjuvazisinin Sovyetler Birliği üzerinde kaydettiği zaferin ardından dünya ölçeğinde giriştiği yağma ve talanın ve bunun gerisindeki kapitalist ekonomi politikalarının bir sonucudur esasta. Gelinen yerde, zamanıyla “komünizm üzerindeki zaferini” ilan eden Batı kapitalizmi, o zafer sarhoşluğunun beslediği hırs ve aşırı güvenle ektiklerinin ürettiği karşıtlıklarla yüz yüzedir.

Her ne kadar bazıları bu sonucu, adeta “kendim ettim kendim buldum” şarkısındaki sitemi çağrıştıran bir mantıkla açıklamaya çalışsa da, yani bu sonucu “liberal demokrasinin naifliği”nden veya “illüzyonları”ndan ya da “dünya düzeni kavramındaki krizden[6] kaynaklanan bir sorun olarak gösterse de, işin özünün oldukça farklı olduğu vurgulanmalıdır.

Hadiseler vardır ki, gölgeleri kendileriyle birlikte yok olmaz. Kapitalist dünyanın bugünkü tablosunun oluşumuna kuşkusuz birçok faktör etki yapmıştır, ancak dünya ölçeğinde tayin edici olanlar esasta şunlardı: Politik bakımdan 1989/91 dönemeci, yani SB ve Doğu Blok’un çöküşü ve sınıf mücadelelerine etkisi. Ekonomik bakımdan ise, 90’ların “neoliberal küreselleşme” furyasıyla tesis edilen yeni uluslararası işbölümü ve sermaye birikimi rejiminin üremesine yol verdiği karşıtlıklar, 2008/9 dünya ekonomik krizi ve tahribatları karşısında emperyalist devletlerin aldığı tedbirler ve izledikleri ekonomi politikalarının kaçınılmaz “yan etkileri”.

1989/91 dönemecinin emek ile sermaye (keza ezilen halklarla emperyalist devletler) arasındaki güçler dengesine yaptığı köklü etkilerle ilgili özellikle dergimizde çok şey yazıldı. Bunları burada tekrarlamamak üzere, bu tarihi olayın işçi sınıfı ve halklar üzerindeki hem politik/moral etkisini hem de onların yaşamlarında neden olduğu tahribatları büyüten bir başka hususa kısaca değinelim: 1970’lerin sonları ve 80’lerin hemen başında İngiltere ve ABD’de, daha sonraları diğer emperyalist ülkelerde “neoliberalizm” olarak tanımlanan bir ekonomi politikaya geçildi. Başka bir ifadeyle, mali sermayenin emek hareketine topyekûn saldırısı SB’nin çöküşünden çok daha önce başlamıştı.[7]

Anımsayalım: Reagan 1981’de devraldığı başkanlık görevinin ilk yılında büyük bir grevle yüzleşti. 1981 Ağustosu’nda 13 bin uçuş kontrol görevlisi, esas olarak ücret artışı ve haftada beş yerine dört gün çalışma hakkı için iş bırakmıştı. Reagan yönetiminin tutumu olağanüstü sert oldu. 48 saat içerisinde grevi sonlandırmayanların işine son verileceği açıklandı. Bu kamu emekçilerinin yalnızca % 10’nun işbaşı yapması üzerine, Reagan tehdidini gerçekleştirdi ve 11 bin uçuş kontrol görevlisinin işine hemen son verdi, ayrıca onları ömür boyu kamu işinden men etti! Bu sert ve saldırgan tutum tabii ki kamu alanıyla sınırlı kalmadı, adeta bir işaret fişeği gibiydi, nitekim özel sektördeki patronlar da işçilerin taleplerine aynı sertlikte karşılık vermeye başladı. ABD’deki işçi hareketi müteakip yıllarda büyük darbeler aldı. Benzer bir durum 1984’de Thatcher İngiltere’sinde oldu. Madencilerin tam bir yıl süren grevi (Miners’ Strike) yenilgiyle sonuçlandı. Bu yenilgi, hem Thatcher yönetiminin dayattığı “neoliberal” ekonomi politikalarının galebe çalmasıydı, hem de grev esnasında Thatcher’in “iç düşman” olarak tanımladığı sendikaların onlarca yıl kendilerine gelememeleriyle sonuçlandı.

Başka kelimelerle söylemek gerekirse, SB’nin çöküşü ileri kapitalist ülkelerdeki işçi hareketinin ağır darbeler almaya başladığı ve hareketinin zayıfladığı bir safhada gerçekleşti. Bu ardışıklık, SB’nin çöküşünün özellikle ileri kapitalist ülkelerinin işçi hareketi açısından daha derin izler bırakmasını ayrıca koşulladı. Ve tabii ki o ölçüde de mali sermayenin elini güçlendirdi.

Başta Anglosakson ülkelerde olmak üzere işçi sınıfının bu topyekûn saldırıyla yüz yüze gelmesi, yani ileri kapitalist ülkelerdeki tekelci burjuvazinin Keynezyen politikaları terk etmesi rastlantısal değildi elbette. Keynezyen politikalar, bir taraftan 1974-75’teki petrol krizinden kaynaklanan daralmanın aşılmasını, kolay kredi yoluyla talebin sübvanse edilmesini ve bu suretle iktisadi büyümeyi uluslararası ölçekte sürdürebilir kılmayı vb. sağlarken, diğer taraftan da kamu ve özel sektör borçlarında muazzam artışlara, daha büyük bütçe ve yüksek cari işlemler açıklarına neden olmaktaydı. Bu politikalar, özellikle imalat sektöründe o yıllardaki kârlılık düşüşünü engelleyemiyordu, üstelik gevşek para politikası ve bütçe açıkları enflasyonun artmasını da beraberinde getiriyordu. Hatta ABD özelinde 1978’de cari işlemler açığı, doların uluslararası rezerv para olma konumunu tehdit etmeye başlamıştı.[8]

İşte Milton Friedman’ın “altın kelepçeleri”; yani enflasyonun düşürülmesi, devletin ekonomiden “geri çekilmesi”, dengeli bütçe, vergilerin düşürülmesi, piyasaların “liberalleştirilmesi”, “arz-yönlü ekonomi” kisvesi altında sert kemer sıkma politikaları vb. bu gidişatı tersine çevirmenin, çetinleşen rekabet koşullarında hamle yapma dürtüsüyle yanıp tutuşan mali sermayenin elini güçlendirmenin, işsizliğin artmasını göze alarak ücretleri baskılamanın bir konseptiydi. Dünya ekonomisindeki rekabetin kızışması gibi uluslararası gelişmelerle de bağıntılı bu konsepte uygun politikalara geçilmesinden yalnızca birkaç yıl sonra bu sefer SB’nin de çökmesi, “neoliberalizm”in adeta tarihsel bir doğrulanması olarak lanse edildi. Ve bilindiği üzere, bu gelişmelerin ardışıklığının sunduğu olanaklarla da bu politikalar 90’lı yıllardan itibaren dünya ölçeğinde uygulanmaya, daha doğrusu dayatılmaya başlandı.

Bu ara başlığı kapatmadan önce, bu saldırı politikasının “neoliberalizm” olarak tanımlanmasına dair kısa notumuzu düşelim: Bugün “liberalizm” olarak ifade edilenin, aydınlanma düşüncesiyle ya da onu takip eden 19. Yüzyılın klasik liberalizmiyle hiçbir alakası yoktur. Şöyle ki: “Liberalizmin politik idealleri, onu, kendi ekonomi modelinin sınırlarıyla yüz yüze getirmektedir. Bu nedenle, liberalizmin politik-toplumsal değer tasavvurlarının kapitalist ekonomide vuku bulan pratikle uyuşabilir, kendi içinde tutarlı bir neoliberalizm konsepti söz konusu olamaz.[9] Örneğin Almanya kendi ekonomi modelini “sosyal piyasa ekonomisi” olarak tanımlamakta, yani bu tanımda bile, liberal piyasa ekonomisinin klasik modelinin kapitalizme içkin çelişkileri kendi başına dengeleyemediğinin bir kabulü söz konusudur. Bu bakımdan bugün “neo” ön ekiyle iddia edildiği üzere, yeni bir liberalizmle de yüz yüze değiliz (olsa olsa “sosyal piyasa ekonomisi”nin fikir babaları olarak Freiburg Okulu’nun “ordo-liberalizm” teorisyenleri kendilerini böyle tanımlayabilirdi).[10] Kapitalist pazarda belirli sermaye gruplarının gücünün yoğunlaşması, sermaye birikiminin içkin eğilimlerinden biridir zaten. Bunun tekeller ve mali sermaye çağında çok daha büyük boyutlar aldığı (yani serbest rekabet ve piyasanın esasta lafızda olduğu), kapitalist devletin de, zaman zaman bu yoğunlaşma kritik boyutlara ulaştığında piyasaya müdahale etmek zorunda kaldığı veya krizde sarsıntı geçiren sektör ve sermayedarlar tarafından bunun bizzat talep de edildiği açık olsa gerek. Bundandır ki, serbest pazara veya pazar aktörlerinin özgür hareketine ya da pazarın kendiliğinden kendi dengesini bulduğu masallarına en başta “neoliberaller”in kendileri inanmamaktadırlar. “Neoliberalizm” kavramı; tekelci burjuvazinin ve devletinin, işçi sınıfının politik, ekonomik ve sosyal kazanımlarına yönelik büyük taarruzunu perdelemek üzere uydurulmuş ve mali sermaye ve oligarşinin sınıfsal tahakkümünü gizlemek üzere “ideolojik bir örtü” işlevi gören yanıltıcı bir kavramdır ve olup bitenle bir alakası yoktur.

 

Yeniden Biçimlendirilen Dünya Ekonomisi

Malum, 90’lı yılların başından itibaren dünya, “neoliberal” prensiplere dayanan bir “küreselleşmeye” tabi tutuldu. Ama bizi burada ilgilendiren, o yıllarda ne anlamda “küresel” bir dünya ekonomisinin inşa edildiği ve bu tekelci kapitalist inşaya baştan içkin olan çelişkilerin bugün belirginleşen sonuçlarıdır.

Yazımızın kapsamını genişletmemek için esas olarak üretim alanında olanları özetleyelim. Bilindiği gibi, Friedman’ın “altın kelepçe”siyle mali sermayenin 90’lardan bugüne kadar uzanan “altın çağı” taçlandı. “Altın çağ” idi, zira işçi sınıfı on yıllar önce uğradığı dünya ölçeğinde yenilginin ardından deforme ettiği belirli sosyalist biçimler kullanan sosyalizm iddialı revizyonist egemenlik de çökmüş, özgüveni kırılmış olan işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü büyük oranda dağıtılmış, halkların ve ülkelerin kazanımları ve ekonomilerini çevreleyen (ulusal) bariyerler büyük oranda tasfiye edilmişti. Politik bakımdan oluşan bu zemin, o yılların hemen öncesinden başlayan, dünya üretimi ve ticaretinin örgütlenmesinde de olağanüstü yeni imkanlar sunan teknolojik gelişmelerle tahkim edildi. Böylece “küreselleşme” yoluyla, yani üretimin ve o üretimdeki işbölümünün dünya ölçeğinde bir ağ olarak örgütlenmesi sayesinde, tekelci burjuvazi, merkez ülkelerdeki emek gücünün yeniden üretiminin maliyetlerini olağanüstü düşürdü, çok uzak ülkelerde de art-değer sömürüsü ve kâr oranlarında muazzam artışlar kaydetti. Batının büyük tekelleri, bizzat kendi devletlerinin yardımıyla da (ticari anlaşmalar, serbest ticaret bölgelerinin tesisi, mali destek ve güvenceler aracılığıyla), küresel değer (üretim) zinciriyle, (bunun ihtiyaçlarına göre şekillenen) küresel tedarik zincirleri ağını inşa edebildiler.

Üretimin birçok ögesi ve aşamasının yurtdışına, özellikle de emek gücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırılması (offshoring), tekeller açısından kâr oranlarının düşme eğilimi, kârlılık ve verimlilik gibi sorunları aşmada yepyeni olanaklar sundu. Temel dürtü, ama, ücret maliyetlerini aşağıya çekmekti. Örneğin 2005 yılına ait bir araştırmaya göre, “saat ücreti 21 dolar olan ABD’li bir fabrika işçisi, 64 cente çalışan Çinli bir işçiyle yer değiştiriyor”du.[11] Başta ABD olmak üzere Batı’nın büyük tekelleri kârlarının giderek artan bir kısmını deniz aşırı ülke ve bölgelerde sağlamaya başladı. Sadece bir örnek: 1977 yılında ABD tekellerinin net kazançlarının yaklaşık % 17’si yurtdışı iştiraklerine dayanıyorken, bu oran 1994’de % 27 ve 2006’da ise % 48,6’yı bulmuştu! Sermaye ihracı yeni değildi elbette, ancak bu muazzam kâr oranları ve onun üzerinde yükseldiği küresel değer zincirleri sermaye ihracında yeni bir boyuttu. Bu durumda, ABD’deki sanayi işçilerinin sayısının 2000’li yıllar boyunca 17 milyondan 11 milyona düşmesinin anlaşılmayacak bir yanı yoktu (kuşkusuz bu gelişme tek değil, ama temel nedeniydi).

Bu sürecin önemsiz olmayan diğer bir yönü de, büyük tekellerin üretimdeki baskın konumlarının olağanüstü perçinlenmesi ve küresel değer zincirlerini inşa ederken (ülke içi ve dışındaki) yan sanayiye başta fiyatlarda olmak üzere (yanı sıra ürün kalitesi, üretim koşulları, teslimat süreleri vb.) bir dizi ağır koşulları dayatabilmesiydi. Bu, hem giderlerde büyük tasarruf hem de risk sınırlaması sağlıyordu onlara. Konumlarındaki bu güçlenmenin kârlar bakımından etkisine örnek olarak Apple verilebilir. 2010’da Apple, iPhone’nun perakende satış fiyatının (549 doların) % 58’ne kâr olarak el koyabilirken, Çinli işçinin payına yalnızca % 1,8 (10 dolar) düşüyordu! (Benzer örnekler pek çok başka ürünle ilgili de verilebilir.)[12]

İşbölümündeki coğrafi mesafeleri göreceleştiren ve teknolojinin yeni olanaklarına dayanan bu yeni derinleşme, ILO’nun 2015 raporuna göre, dünya ölçeğindeki küresel değer (meta) zincirlerine bağlı işyerlerinin sayısını 1995 ila 2013 arasında hızla artırdı ve artık her beş işyerinden birinin bu zincirlere bağlı olmasına yol açtı.[13] Bugün dünya ticaretinin yaklaşık üçte biri, tekel içi ticaretten, yani uluslararası tekellerin çeşitli ülkelerdeki şubeleri arasındaki meta dolaşımından meydana gelmektedir. Bu durumun da etkisiyle, küresel değer zincirinin belirli bir halkasında bulunan üreticiler kendi ülkelerinin sınırlarını aşan bir iç pazara dahil edilmiş oldular, böylece karşılıklı öğrenme ve üretim hacimlerini büyütme imkanları da arttı. Buradaki meta değişimleri, sayısız ön ürünleri/unsurları üreten firmalar arası gerçekleştiği için, aynı veya benzer ürünleri üretenlerinin küresel bir ticareti de gelişti. Dolayısıyla, dünya ticaretinde birbirleriyle alakası olmayan ürünlerin bir alışverişi (diyelim tarımsal ürüne karşılık mikro çip) gerçekleşmiyordu sadece; aynı ürünlerle (otomobil, elektronik eşyalar vb.) birbirleriyle rekabet eden ülkelerin sayısı da artıyordu. Bu durumda bir ürünün parçalarının üretimi üzerinden teknoloji transferi de mümkün olmaktaydı. Bölgelerdeki yan sanayi firmalarından talep edilenin düzeyi artıkça, daha fazla sermaye malları ve eğitim gerekli hale geldi. Başka bir ifadeyle, üretimin belirli kısımlarının, hatta önemli kısmının, yukarda belirtilen ilişkiler ve zemin çerçevesinde yurtdışına kaydırılması, ilgili alan ve sektörlerde yeni rakiplerin ortaya çıkmasının koşullarını da yaratmış oldu.[14]

Başlı başına ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, burada belirtmeden geçemeyeceğiz bir başka husus da, bir süreden beri üzerinde çok tartışılan ekonominin “finansallaşması” sorunsalının kaynağının esas olarak yukarıda kaba hatlarıyla çizilen süreçte bulunduğu gerçeğidir. Hatırlanacaktır; 70’li yılların sonlarında önce ABD’de sonra diğer ileri kapitalist ülkelerde finans piyasası “liberalleştirilme”ye başlandı. Bu çerçevede, öncelikle dolaşımda olan para miktarının belirli bir ürün veya altın gibi maddi karşılıkları olması zorunluluğu ortadan kaldırıldı. Sonraları bu “liberalleştirme”nin kapsamının özellikle 90’lı yıllarda alabildiğince genişletilmesiyle, “reel ekonomi ile finans ekonomisi“ arasındaki değer dengesi hızla finansın lehine dönmeye başladı. Örneğin 1980’de “reel ekonomiye” ait değerlerin hacmi “finans ekonomisi”nin iki mislisi iken, bu denge 80’li yıllardan başlayarak altüst oldu. Bugün ise dünya ölçeğinde finans sektöründe satılıp alınan değerlerin hacmi “reel ekonomi”dekinin dört mislisidir![15] Avrupa’da bile finans sektörünün büyüklüğü “reel ekonomi”ye göre son 20 yılda ikiye katlandı. Burjuva iktisatta bu olay genellikle sözü edilen liberalleşmelerle (deregülasyon) açıklanmaktadır. Ancak, finans sektöründeki sınırlayıcı yasaların kaldırılması, para sermaye fazlalığının ve “finans ekonomisi”ndeki şişmenin nedeni değildir, yasalardaki değişim, tekelci kapitalizmde nesnel olarak olan ve giderek güçlenen bir eğilimin gelişiminin önünün açılmasıyla alakalıdır. Finans sektöründe son 30 yılda yaşanan hızlı ve aşırı büyümenin asıl nedeni, yukarda sözü edilen ve sermaye birikimi, artı-değer sömürüsü ve tekellerin kâr oranları bakımından dünya ekonomisinde yaşanan olağanüstü dönemdir.[16] Bu dönemin özellikle Batının mali sermayesi için aşırı bir sermaye birikimini mümkün kıldığı, gelinen yerde “reel ekonomideki” kâr oranlarıyla yetinemeyecek[17] kadar şişen bu para sermeye fazlalığının, üretimde “altın çağ”da yakalanan sömürü ve kâr oranlarından beslenerek büyüdüğü görülmelidir. Ve şimdi bu aşırı birikmiş sermaye fazlalığı, hem aşırı kâr oranlarını yakalama dürtüsüyle reel üretimin üzerinde bir basınç oluşturmakta, hem de devasa hacmiyle olağan ekonomik krizlerin tahribat düzeyini artıran bir risk faktörü teşkil etmektedir.[18]

Kısacası, emperyalist kapitalist ülkelerde 70’li yıllardaki sıkışmayı aşma çabalarının bir sonucu olarak alabildiğince ivmelenen sermaye ihracı ve üretimdeki offshoring yönelimi, 1989/91 dönemeciyle birlikte uluslararası ölçekte eşsiz elverişli bir politik çerçeveye kavuşarak, dünya ekonomisini; üretimin örgüsünü yenileme, verili işbölümünü derinleştirme, ticari kuralları değiştirip yeniden düzenleme ve yeni teknolojik imkanları değerlendirme bakımından yeniden biçimlendirdi. Denilebilir ki, tesis edilen bu yeni uluslararası üretim modeli ve sermaye birikim rejiminden en azami faydayı yaklaşık 2008 krizine kadar Batılı devlet ve tekeller sağladı. Çin, Hindistan gibi ülkelerin burjuvazileri de bu süreçten başından beri faydalanmakta, bu gibi ülkelerde ciddi bir sermaye birikimi ve ekonomik gelişme kaydedilmekteydi. Fakat “küreselleşme furyası” yıllarında adeta ilelebet sürecekmiş gibi görünen bu “kazan-kazan” alışverişindeki iç orantılar, bizzat Batılı tekellerin, giderlerde olası maksimum tasarrufla azami kârı sağlamak üzere oluşumuna yol verdiği ekonomik rejimin yapısının bir “yan ürünü” olarak giderek değişmeye başlamaktaydı. Sermaye birikimindeki artış, vuku bulduğu alan ve bölgelerde ister istemez yeni bir merkezileşmeyi kamçılamaktaydı. Batılı tekeller kazanmaya devam etmekle beraber, geriden gelenler görece daha büyük ve hızlı bir gelişme kaydetmekteydiler (Çin örneğin 2008 krizinin hemen ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmuştur!). Bu gelişmenin “kazan-kazan” masasında oturanları, özellikle de şimdiye kadar masanın sefasını sürenleri rahatsız etmesi şaşırtıcı olmasa gerek. Çin, bahsedilen iç orantılardaki değişimin ekonomik dengelere yaptığı etki itibarıyla yeni bir rakip gücün ortaya çıkışının çarpıcı bir örneğidir.[19]

Gelinen yer itibarıyla, Batılı devlet ve tekellerinin “tarihi zafer” rüzgârını peşlerine takarak kurdukları uluslararası ilişkiler, şekillendirdikleri dünya düzeni ve bunun üzerinde yükseldiği uluslararası ekonomik rejim, rakip güçlerce fiilen ve günden güne aleyhlerine değişime uğratılmaktadır. Özel bir dönemin olağanüstü tekel kârları, artı-değer oranları ve sermaye birikimi, Batılı devlet ve tekellerin yeni meydan okumalarla yüz yüze gelmesi itibarıyla ciddi bir tehdit altındadır. Uluslararası düzen sorununun ortaya çıkması ve bu sorunun şimdiye kadarki düzenden azami faydayı sağlayan ABD tarafından özellikle gündeme getirilmesinin temelinde de yukarda dikkat çekilen gelişmeler ve meydan okumalar durmaktadır. Ve sorunun kendisi, başka değil de belirtilen özelliklere sahip bir gelişmenin ürünü olduğundan, bugün tehdit altında olan sadece dış ülkelerdeki pazar payları değil, ülke içinde bu paylar üzerine son 30 yılda bina edilmiş olan ekonomik ve sosyal dengelerdir de.[20] Ve unutmayalım ki, ileri kapitalist ülkelerdeki bu iç dengeler “neoliberal küreselleşme” furyasıyla daha da sağlamlaşmadı! Aksine; sermaye ihracındaki artışın “bedeli”, bu ülkelerdeki ekonomik altyapının görece zayıflamasıydı. Nitekim, bu süreçte ülke içi eşitsizliklerin ve hoşnutsuzlukların arttığı, bu gelişmelerin de yerleşik partiler sistemini (diğer bir ifadeyle, oturmuş hegemonya anlatılarını) sarstığı, dolayısıyla sınıflar arasındaki dengeyi şekillendiren ilişkilerde yeni hassasiyet ve sürtüşmelerin oluştuğu bilinmektedir. Öte yandan, son 30 yıllık “altın çağ”daki gelişmenin geldiği nokta, sadece değil ama özellikle Anglosakson ülkelerdeki sermayenin aşırı birikiminin, sermayenin “büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan” kendi değerini koruma ve genişletme sürecini[21], aşılması öncesi gibi sancısız olmayacak yeni sınırlarla karşı karşıya getirdi. 2008 krizi sonrası izlenen sıfır faiz ve gevşek para politikalarıyla burada yoğunlaşan ve bir yönüyle krizle boşaltılan basınç[22], şimdi daha da katlanmış olarak yeniden orta yerde durmaktadır. Silahlanma, kamu borçlarını artırma[23], altyapı paketleri ve vergi teşvikleriyle, aşırı birikmiş sermayenin kendi değerini koruma ve genişletmesinin yüz yüze geldiği sınırlar aşılmaya çalışılmaktadır. Yol ve yöntem haliyle aynı, ama unutmayalım ki, bu sınıf politikaları, bugün eski/yeni rakip güçlerin kızgınlaşan rekabetiyle görece küçülen dünya pazarı ve alt sınıfların daralan tahammül sınırları koşullarında yaşama geçirilmek zorundadır.

 

Uluslararası Düzenin Sorun Olması

Uluslararası düzen sorununda temel nokta, dünyanın büyük emperyalist devletlerce paylaşılmasında oluşan güç dengelerinin, ekonomik model/rejimin ve bunları düzenleyen kural ve ilkelerin esas alınıp alınmadığıdır. Burada altı çizilmesi gereken husus, “esas alma”dır. Yoksa, verili paylaşımı sorgulayıp sorgulamama ya da onu tedricen değiştirme çabası içerisinde olup olmama değil, zira böylesi bir durumun mümkün olabilmesi için, emperyalistler arası rekabetin ortadan kalkması gerekirdi. Hayır, “esas alma” burada, emperyalist devletler ve tekeller arasındaki rekabet ve mücadelenin verili düzene tekabül eden biçimler içerisinde sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, bugün uluslararası düzen sorununun ortaya çıkması veya bu düzenin bozulması, dünyanın emperyalistlerce paylaşımı ve hegemonya mücadelesinin şimdiye kadarki biçimler içerisinde cereyan etmemeye başlaması veya edemiyor olmasının bir ifadesidir.

Biçimdeki değişim, hegemonya mücadelesinin tarz ve araçlarında değişim demektir. İçeriği (dünya pazarlarına hakim olma, azami kârı ve sermayeyi büyütme vb.) değişmemiş de olsa, biçimdeki değişim, salt biçimsel bir farklılıktan ibaret olmaz, aksine, belirtilen içeriğin gerçekleşme koşullarının değişimi anlamına gelir ve bu suretle biçimsel değişikliklerin içerikten kaynaklandığına işaret eder. Zira genel olarak, ne içeriksiz bir biçim, ne de biçimsiz bir içerik söz konusudur.

Bugünkü uluslararası düzenin bir “fetret dönemi”ne tekabül ettiği söylenmekte veya “uluslararası düzensizlik” olarak tanımlandığı bilinmektedir. Öyle veya böyle, sonuçta olgunlaşma düzeyi bakımından henüz kavramsallaşma sancısı çeken bir süreçle yüz yüzeyiz. Gerçek şu ki, mevcut uluslararası düzeni göreceleştiren güncel hadiseler, içeriğin şimdiye kadarki biçimiyle uyuşmamaya başlamasının veya, aynı anlama gelmek üzere, içeriğin kendisiyle uyumlu yeni bir biçimlenmeyi zorlayan bir devinimin içinde oluşunun yansımalarıdır.

An itibariyle net olan, bugünkü uluslararası ilişkileri ve düzeni karakterize eden içerikle biçimin bu örtüşmeme halinin bir neticelenme dinamiğini içinde taşımasıdır. Ortaya çıkmış olan ve doğası gereği geçici olan bu hal, içerikle biçimin örtüşmesini öngören, başka bir deyişle (içeriğin tüm kuvvesiyle fiile dönüşme dürtüsü itibarıyla) örtüşmeyi bir zorunluluk haline getiren yeni bir süreci tetiklemiş bulunmaktadır. Önemli olan ve önceki ara başlıkta da dikkat çekildiği üzere, bu yeni sürecin, rastlantısal hadiselerinin bir ürünü olmadığını görmektir. Sürecin gerisinde bir zorunluluk durmaktadır, çünkü bu örtüşmeme hali ya da yeniden örtüşme eğilimi, içeriğin; yani açık ifadeyle, emperyalist devletlerin, tekellerin, mali sermayenin hegemonya, azami kâr ve sermaye birikimi dürtüsünün pek de sürpriz sayılamayacak yeni sınırlamalar, karşıtlıklar ve meydan okumalarla karşılaşmasından türemektedir.

Uluslararası düzensizlik”, bu örtüşmeme halinden doğmaktadır, dolayısıyla mevcut uluslararası düzenin kısmi ve geçici bir bozulması olarak görülmemelidir. Aksine; son otuz yılda etkin olan düzen, şimdiye kadarki güç dengesini bozmaya aday ve kısmen de bozmaya başlayan güçlerin gelişmesine yol açması itibarıyla, kurucuları (esasta da ABD) bakımından oluşumundaki işlevini yitirmiş bulunmaktadır. Mevzi kaybedenler, düzenlerini kurtarma adına rakiplerinin gelişimini boğmak zorundadırlar; zira kaybedilen her gün dünya hegemonyasında mevzi kaybı anlamına gelmektedir. Bu hamle zorunluluğuyla, elindeki tüm imkan ve araçları (kolektif kapitalist devletin etki alanını çok yönlü genişletmek, teknoloji savaşını tırmandırmak, ekonomik rekabetle yetinemeyerek ekonomik savaşa yönelmek, mali üstünlüğünü devreye sokmak, tedarik zincirlerini jeopolitik kriterler temelinde yeniden düzenlemek vb.) kullanarak harekete geçmiş durumdadırlar. Bu anlamıyla ok yaydan çıkmıştır. Bu bakımdan, uluslararası düzen ve ilişkilerde (haliyle de ülkeler bazında) çok yönlü sonuçlara gebe yeni bir döneme girmiş bulunmaktayız.

Yeni bir durumdan söz ettiğimizde, bununla; kapitalist sisteme dair çeşitli çelişkilerin şimdiye kadar içinde hareket ettikleri biçimleri aşındırdığı, ilgili çelişkilerin keskinleşme düzeyinin yeni bir biçimlenmeyi (ekonomik, politik ve uluslararası planda) zaruri kıldığı ve bu yönde belli başlı adımların atıldığını kastetmekteyiz. Bu anlamda vuku bulan yeni bir biçimlenmenin ne getireceği, ne tür bir öz dinamik geliştireceği veya ne gibi yeni implikasyonları olacağı, elbette tek tek alanlara dair yapılması gereken ampirik irdelemelerle somutlaştırılabilir. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, yeni biçimlenmeyle murat edilen ile elde edilecek sonuç hiçbir şekilde bugünden kesinleşmiş değildir. Zira bu, vuku bulduğu esnada o kadar taşı yerinden oynatmaktadır ki, ve bu kapsamıyla öylesine bir “geçiş anı”dır ki, bu esnada ivme kazanan sınıf mücadeleleri o anki düzeyinin ötesinde etkide bulunabilir ve hiç umulmadık sonuçlara yol açabilirler.

Öte yandan: Kapitalizm ve bugünkü biçimiyle emperyalist kapitalizm, dünya pazarı olgusu üzerinde yükselen bir dünya sistemidir. Bu husustan bakıldığında, emperyalizm çağında “dünyanın uluslararası tröstler arasında bölüşülmesinin” ve “yeryüzündeki bütün toprakların en güçlü kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlan”masının (Lenin), kapitalizmin dünya sistemi oluşu özelliğinde (kendi içinde çelişkili olan) ileri bir gelişme evresine tekabül ettiği görülecektir. Haliyle, yeniden paylaşım meselesi, her defasında, kapitalizmin dünya sistemi olarak gelişiminin görece daha ileri bir safhasında gündeme gelmektedir. Yeniden paylaşımın kendisi bir tekerrür etme gibi görünse de, buradaki tekerrürün, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişimince belirlenen ve öncesinden ayrışan bir çerçevede gerçekleştiği göz ardı edilmemelidir. Bu husus iki açıdan önem arz etmektedir: a) yeniden paylaşımın araçları ve ögelerinde çeşitlenmeler olması (mesela “çip savaşları”nın[24] gösterdiği üzere, teknolojinin kendisinin bizzat yeniden paylaşımın ögesi olması, veya yeniden paylaşımda toprakların fiilen ele geçirilmesinin eskisi gibi zaruri olmaması) ve b) yeniden paylaşımın doğrudan dünya ekonomisinin kendisinde eski/yeni rejimin tahkimini/tesisini gerekli kılması (“kurallara dayalı” sistem tartışmasında görüldüğü üzere, uluslararası düzenin doğrudan ekonomik kurallarının belirlenmesi zorunluluğu).

Emperyalistler arası güç dengelerinin halihazırda hiçbir gücü kesin olarak avantajlı kılmadığı ve dünya ekonomisindeki iç içe geçmişliğin hemen bir hükümet kararıyla ortadan kaldırılamayacağı gerçeği karşısında, bu hususlar, emperyalist güçler arası dalaşın, tırmanan ama nihai neticeyi hemen sağlayamayan uzun erimli bir ‘birbirini takatten düşürme süreci’ olarak şekilleneceğine işaret etmektedir. Ve şu anakronik durumun oluşması bu sürecin doğasına aykırı olmayan bir gelişme olacaktır: Dünya pazarının, tam da en gelişkin olduğu bir safhada parçalanması; ABD, AB, Çin gibi belirli ekonomik merkezlerin yatırım ve ticaretinin belirli nüfuz bölgelerinde yoğunlaşması, bu bölgelerdeki ticaretin merkezler arası ticareti ortadan kaldırmamakla birlikte fakat onun pahasına gelişmesi. Dünya ekonomisinde bu dönüşüm aslında bir yönüyle başlamış sayılabilir. Örneğin tedarik zincirlerinin “nüfuz bölgeleri”ne göre (Pentagon’un “decoupling” -ayrıklaştırma- konseptini anımsayalım) yeniden düzenlenmesi bugün birçok tekelin gündemindedir. Kuşkusuz bu, zaman talep eden bir süreçtir, ancak adımları şimdiden atılmaktadır (“offshoring” artık demode, şimdi “nearshoring”, “friendshoring”, yani üretimi yakın ya da dost ülkelere kaydırma, veya “repatriating”, yani vatana dönüş revaçta!). Açıktır ki, böylesi kaymalar ve yeniden örgütlenmeler, yoğunlaştığı bölgelerdeki ülkelerin dünya ekonomisi içindeki konumları bakımından, yerine göre avantajlı, yerine göre dezavantajlı değişimlere yol açacaktır. Bu “yeniden küreselleşme” çeşitli ülkelerin ekonomik dengelerine, dolayısıyla o ülkelerdeki sınıflar arası dengelere etkide bulunacaktır; ülkelerarası yeni dengesizlikler ve sürtüşmeler bu bakımdan kaçınılmazdır.

Son derece iç içe geçmiş bir dünya ekonomisi koşullarında, dolayısıyla tek tek ekonomilerin karşılıklı bağımlılıklarının oldukça arttığı bir zamanda, veya aynı anlama gelmek üzere, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak artık genişlemesinden ziyade derinleşmesinin söz konusu olduğu bir safhada, yeniden paylaşımın biçimleri de ister istemez değişmekte ve girift bir hal almaktadır. Bunun belki en çarpıcı belirtisi, hem emperyalist yeniden paylaşımın aktörlerinin kesin ve hızlı saflaşmasının öncesine göre zorlaşması, hem de saflaşmaya gidişte bu aktörlerin her birinin ülkelerindeki sektör ve sermaye fraksiyonları arasındaki birliğin kolay sağlanamaması, yani ülke ekonomisinin dünya ekonomisi bütünündeki konumuyla tek tek sektörlerin bu bütündeki konumlarının ayrışması itibarıyla yeni bölünme ve çekişmelerin engellenememesidir (salt genel sektörel çıkar farklılıkları değil, kolektif kapitalist devletin stratejik kararlarıyla tekil tekel çıkarların birebir örtüşmemesi gibi geçiş dönemlerine has çelişkilerin artması).

Açıktır ki, ancak mali kaynakları bakımından güçlü olan kapitalist devletler buradaki etki-tepki sürecine içkin çok katmanlı dinamikleri görece kontrol etme potansiyeline sahip olacaktır. Bu ama, demektir ki, bazıları yolda kalacak veya geriye düşecektir. Başka bir ifadeyle, yeni dönemin ülkeler arası (ileri kapitalist ülkeler de dahil!) eşitsiz gelişmede yeni bir çevrimi tetiklemesi muhakkaktır. Ki, örneğin Almanya’nın peş peşe açıkladığı ekonomik paketlere AB’nin pek çok ülkesinin ‘rekabet koşullarını bozuyor’ gerekçesiyle tepki göstermesi veya ABD’nin enflasyonu düşürme adına açıkladığı ve içinde önemli vergi teşviklerin de olduğu büyük mali paketin Almanya’nın bazı tekellerini ABD’deki yatırımlarını genişletmeye sevk etmesine Alman hükümetinin gösterdiği tepki bu raundun başladığını göstermektedir. Böylesi bir gelişmenin yeni ekonomik dengesizliklere, yeni çatışmalara yol açacağını, politik ve sosyal bedelleri olacağını belirtmeye bile gerek yok sanırız.

 

Yeni Bir Sayfa

Halihazırdaki uluslararası düzenin üzerinde yükseldiği kapitalist dünya ekonomisinin dengelerinin ve çehresinin tam da kapitalist ekonomiler arası iç içe geçmişliğin tarihsel olarak en ileri olduğu bir safhada değişmeye başlamasının etki ve neticelerinin; dünya ekonomisindeki pazar paylarının genişletilmesi (ya da korunması), değer ve tedarik zincirlerinin yeniden şekillendirilmesi ve ticaret yollarının yenilenmesi uğruna süren ekonomik ve teknolojik savaşlarla sınırlı kalacağını düşünmek, tetiklenen sürecin derinliğini ve çapını görmemek demektir. Bu süreçte, belirtilen alanlardaki mücadelelerin öznesi ve konusu olan ülkelerde politik istikrarın, ekonomik refahın ve verili sınıfsal güç dengelerinin sarsıntı geçirmesi işten bile değildir. Zira süreç, ileri kapitalist ülkelerin her birinin şimdiye kadarki pozisyon ve önceliklerinde değişimleri şart koşan bir mecrada ilerlemektedir.

Çarpıcı olan şu ki, kapitalist dünyanın bugün sunduğu “çoklu kriz” tablosu, sistemi tehdit eden bir işçi ve/veya halk hareketinin varlığı koşullarında ya da neticesinde oluşmamıştır. Öte yandan ama, bu “çoklu kriz”in daha şimdiden en çok etkilediği, yaşam koşullarını en çok ağırlaştırdığı, haliyle tepkisini çektiği de işçi ve halk kitleleridir. Tersinden ifade edecek olursak: Uluslararası sermaye, eseri olan bu “çoklu kriz ortamı”nın etkileri ve bunlar karşısında sınıfsal çıkarları gereği atmak zorunda olduğu adımlarla, tarih sahnesinden kovduğu işçi sınıfını kendi iradesi dışında yeniden tarih sahnesine çekmektedir. Gelgelelim, sermaye, iradesi dışında da olsa, hadisenin nereye evrilebileceğinin de farkındadır! Politik bakımdan şu anki en büyük avantajı, bağımsız bir işçi hareketinin halihazırdaki yokluğudur. Bu, ona, engelleyemediği tepkileri; milliyetçilik, dincilik, gericilik, mülteci karşıtlığı gibi platformların dolgu maddesi yapma olanağını sunmaktadır. Özellikle ekonomik ve mali gücü rakiplerine göre zayıf olan ve zayıflayan kapitalist ülkelerde bu eğilim görece daha hızlı güçlenmektedir. Öte yandan, imkanları olan ülkelerde burjuva hükümetler, tepkileri yatıştırıcı mali desteklerle hoşnutsuzlukları dizginlemeye, yeni beklentiler yaratmaya çalışmaktadırlar. Tekelci burjuvazinin evdeki hesabı bu olmakla birlikte, bunun çarşıda tutup tutmayacağı oldukça tartışmalıdır.

Ekonomist Thomas Piketty’e göre, günümüzdeki eşitsizlik, Fransız Devrimi öncesi yılların dışında, hiçbir tarihsel dönem daha büyük olmamıştır.[25] Son otuz yılda yaşananlar, kaybedilenler ve dayatılanlarla bugün göze batacak kadar belirginleşen eşitsizlikler karşısında, işçi ve emekçi kitleler, hangi gerekçeyle olursa olsun, yeni ekonomik-sosyal fedakarlıklara esasında açık değiller. Bunun dışında, Fransa’daki son grevlerde de görüldüğü üzere, işçiler tekellerin düşük ücret dayatmalarına karşılık verirken, ücret artışı taleplerinin meşruluğunu tekel bilançolarında kayda geçen devasa kârlara dayandırıyorlar! Liberalizmin politik bakımdan iflas ettiği ve “neoliberalizm”in vaazlarının kof olduğunun açığa çıktığı bir zamanda, ağırlaşan yaşam ve geçim koşullarında işçiler yeni tavizler vermekten ziyade yeni taleplerde bulunmak durumundadırlar, ki güncel mücadeleler de bu yönelime işaret etmektedir. Örneğin İngiltere’deki “Enough Is Enough” (yeter artık!) hareketinin taleplerine bakılabilir: “1. Gerçek bir ücret artışı; 2. Enerji faturalarının düşürülmesi; 3. Beslenme yoksulluğun sonlandırılması; 4. Herkes için insanca konutlar ve 5. Zenginlerin vergilerinin artırılması.[26]

İşçi ve emekçilerin halet-i ruhiyesi bugün genel hatlarıyla budur. Ve bu, yalnızca şu anki durumun bir resmidir. Önümüzdeki sürece bir göz atalım: Ufukta görünen dünya ölçeğinde canlanan bir ekonomi mi yoksa “refah kayıpları” içeren ekonomik bir durgunluk mu? Henüz dünya ölçeğinde ekonomik bir kriz çıkmış değil, ancak tüm belirtiler, ekonomideki büyümelerin daha da gerileyeceğine, dünya ekonomisini çetin bir stagflasyonun beklediğine işaret ediyor. 2008 krizini tahmin eden ekonomist Nouriel Roubini, merkez bankalarının enflasyonu dizginlemek için attığı adımlarla dünyanın “stagflasyon kapanı”na (enflasyon yükselirken büyümenin olmaması) sıkışacağını öngörüyor. Ona göre, “bu sadece başlangıç”, “gerçek acıyı sonra göreceğiz. Büyük küresel finans kurumlarının çatırdadığını göreceğiz. Birçok ekonomide resesyon ve finans piyasalarında şoklar göreceğiz.” Dünyanın sosyal ve siyasal baskılarla çevrili bir bombanın üzerinde oturduğunu düşünen Roubini’ye göre, “ekonomik, finansal ve jeopolitik kriz bu durumu çok daha kötüleştirecek”tir.[27] Bu arada, bu satırlar kaleme alınırken politika faizini 75 baz puan artırarak son 33 yılın en büyük faiz artışına imza atan İngiltere Merkez Bankası, İngiltere’deki işsizlik oranının 2025’e kadar yaklaşık olarak ikiye katlanabileceğini tahminleri arasında belirtmekteydi! Ve sadece İngiltere’de değil, önümüzdeki süreçte ileri kapitalist ülkelerdeki işsizlik çeşitli nedenlerden ötürü genel olarak yükseleceğe benzemekte. Sanayideki teknolojik transformasyon sürecinde kaybolması beklenen işyerleri işin bir boyutu[28], diğeri ise Merkez Bankalarının (2008 krizinden bu yana izlenen ekonomi politikalarda önemli bir değişimi teşkil eden) faizleri artırarak ekonomiyi soğutma hamlelerinin (başta orta ve alt sınıflar açısından) çok yönlü etkileridir. Ayrıca dünya pazarlarında keskinleşen rekabet ve artması tahmin edilen ekonomik savaşların işsizlik rakamlarının üzerinde de etkileri olacaktır. En iyimser tahminlerde enflasyonun ileri kapitalist ülkelerde seneye gerilemesi beklenmekte, ancak başta enerji olmak üzere fiyatların bu zaman zarfında Ukrayna savaşı öncesi seviyelerine dönmesi öngörülmemektedir. 2008 krizinde dünya ekonomisinin yardımına koşan “konjonktür motoru” Çin de şimdilik devre dışı görünüyor, zira kendisi ciddi sorunlarla yüz yüze ve ekonomisindeki soğuma emareleri artmaktadır (Batının Çin karşısında topyekûn ve birleşik bir pozisyon alması zayıf bir ihtimaldir. Bu ama, Çin’in eski gelişme hızını yakalamakta olağanüstü zorlanacağı gerçeğini değiştirmemektedir).

Uzun lafın kısası; pandemi ve Ukrayna savaşının kısa sürede bitmesi halinde bile, girilen süreç; ekonomi, sosyal/sınıfsal dengeler ve uluslararası ilişkiler bakımından öncesi duruma dönüşü vaat etmemektedir.

Daha geniş bir tarihsel perspektiften bakıldığında, önümüzdeki sınıf mücadeleleri açısından genel olarak şu söylenebilir: Uluslararası sermaye; bizzat sosyalizm karşısında kaydettiği geçici zafer ve işçi sınıfına indirebildiği tarihi darbeler itibariyle kapitalizme münhasır eğilimlerin görece rahat gelişme imkanını bulması ve bu “ideal” gelişimiyle onlara içkin olan nesnel çelişkileri hızla keskinleştirmesi nedeniyle, zaferinin kefaretini ödemek zorunda olacağı koşulların olgunlaşmasına hizmet edecek bir dönemin başlamasını tetiklemiş bulunmaktadır. Nasıl ki yenilgisinin kefaretini işçi sınıfı kaydettiği ağır bedellerle ödediyse, sermaye de kendi karşıt sınıfının karşısında kazandığı bu zaferin kefaretini ödemekten kaçınamayacaktır. Steinmeier’in Almanya için dediği “barış getirisi” ifadesi, uyarlanarak, tekelci burjuvazi ile işçi sınıfı ilişkileri bakımından kullanılabilir: Batının tekelci burjuvazisi açısından “zafer getirisi” esasta bitmiştir. Aynı şekilde, Batılı sermayenin bu “zafer getirisi”ni tepe tepe kullanırken attığı adımlara göre pozisyon alan veya yeni pozisyonlar yakalayan Çin gibi ülkeler de, bu “getiri”nin gölgesinde kaydettikleri gelişme imkanlarını eskisi gibi bulamayacaklardır. Çin gerek 1997 Asya krizini, gerekse 2008 krizini esasta etkilenmeden atlatmıştı, hatta birincisinden bölge, ikincisinden dünya ölçeğinde güçlenerek çıkmıştı. Aynı başarıyı, kapitalist dünyanın bugünkü “çoklu kriz” tablosu karşısında tekrarlayamaması kuvvetle muhtemeldir.

Girmiş olduğumuz yeni dönem, sadece emperyalist devletler arası hegemonya mücadelelerinin açık biçimler alarak boyutlanacağına değil, aynı zamanda işçi sınıfıyla tekelci burjuvazi arasındaki mücadelede yeni bir sayfanın açılacağına işaret etmektedir. İşçi ve emekçiler henüz bilincinde olsun olmasın, kapitalizmin “çoklu kriz ortamı”nın sosyal ve toplumsal çelişkileri keskinleştirici etkisi koşullarında verilen halihazırdaki mücadeleler, aslında emek ile sermaye arasında yeni bir güç dengesinin doğum sancılarıdır. Bugünkü somut koşullar ve şartlanmışlıklar altında işçilerin kaydedeceği her başarı, geri püskürteceği her saldırı, tekil faydası ve anlamının ötesinde değerli olup, yenilgi yılları boyunca “tarihsel sürecin onların başları üzerinden geçip gittiği[29] bir dönemin sona ermesine hizmet edecektir.

 

[1] Bugün 830 milyon insan kronik olarak yetersiz beslenmektedir. Bu sayı, üç yıl öncesine göre 150 milyon insanın daha açlar ordusuna katıldığı anlamına gelmekte. Tarihte hiçbir zaman bu kadar insan açlık çekmemekteydi. Bkz: 17 Ekim 2022 tarihli Süddeutsche Zeitung, “So viele Hungernde wie nie”.

[2] 10 Ekim 2022 tarihli Bloomberg haberine göre, Dünya Bankası ve IMF’nin son toplantılarında ana gündem “çoklu kriz ortamı” idi. Bu kavramla, Harvard profesörü ve ABD eski maliye bakanı Lawrence Summers belirtilen toplantılar öncesinde dünyanın şimdiki durumunu tarif etmekteydi. Bloomberg HT (2022) “Dünya Bankası ve IMF toplantılarında ana gündem çoklu kriz ortamı”, https://www.bloomberght.com/dunya-bankasi-ve-imf-toplantilarinda-ana-gundem-coklu-kriz-ortami-2316807

[3] Bloomberg HT (2022) “Yellen’dan küresel büyümeye ilişkin değerlendirme”, https://www.bloomberght.com/yellendan-kuresel-buyumeye-iliskin-degerlendirme-2317246

[4] Der Bundespräsident (2022) “Alles stärken, was uns verbindet”, https://www.bundespraesident.de/SharedDocs/Reden/DE/Frank-Walter-Steinmeier/Reden/2022/10/221028-Alles-staerken-was-uns-verbindet.html

[5] Bu ifade, Federal Başbakanlık Dairesi tarafından finanse edilen Bilim ve Politika (SWP) adlı thinktank’ın temsilcisi Claudia Major’un “Munich Economic Debates” sempozyumuna sunduğu tebliğin de başlığıydı. Rusya ile Avrupa’nın ortak güvenliğinin artık söz konusu olmayacağını iddia eden Major geleceği şöyle görmekteydi: “Gelecekte Rusya ile birlikte entegratif-korporatif bir düzenimiz olmayacak, aksine, güvenliği büyük oranda Rusya ile aramıza sınır koyarak, hatta Rusya’ya karşı inşa etmek zorunda kalacağız. Yani, artık bir barış düzeni yok, tersine çatışmalı bir düzen, bir çatışma düzeni olacaktır.” Bkz. Ifo Institut (2022) “Die geopolitische Neuordnung der Welt – welche Rolle spielen Deutschland und Europa?”, https://www.ifo.de/veranstaltung/2022-09-19/die-geopolitische-neuordnung-der-welt-welche-rolle-spielen-deutschland-und

[6]Yeni dünya düzensizliği – Batı nasıl kendi kendini tahrip ediyor” adlı kitabında, dünya düzeninde olup bitenleri fikri yanılgılar düzleminde ele alan London King’s College’de Güvenlik Araştırmaları profesörü Peter R. Neumann, Batı’nın “naifliği” ile neyi kastettiğine dair ABD’li profesör John Ikenberry ve benzerlerinin şu düşüncesine özetleyerek vermektedir: “Çin ne kadar zengin olursa, orta sınıf da o kadar büyük olur, o derece de Batının etkisi güçlenir ve bireysel özgürlük ve demokrasiye olan talep daha da artar. Yatırımlar, teknoloji ve refah Batılı elitler açısından Truva atları idi, onların yardımıyla Çin’de demokrasi kendini kabul ettirecekti. Fakat Çin yönetiminin, ekonomik ve politik özgürlükleri birbirinden ayırmayı başarabileceğini hiç kimse gerçekçi bulmamaktaydı.” Bkz. Neumann, P. R. (2022) “Die neue Weltunordnung – Wie sich der Westen selbst zerstört”, Rowohlt Berlin, sf. 57. Siyaset bilimci ve Münih’teki Federal Alman Ordusu Üniversitesi Devlet ve Sosyal Bilimler fakültesinde uluslararası politika profesörü olan Carlo Masala da, 2016’da kaleme aldığı “Dünya düzensizliği – Küresel krizler ve Batı’nın illüzyonları” adlı kitabında benzer bir şekilde, “küreselleşmenin otomatikman demokrasi getireceği illüzyonunu” eleştiriyor ve “liberal dünya düzeni hayalinin peşinden daha fazla koşturulmaması” gerektiğini düşünüyor (bkz. Neumann, age, sf.12). Özellikle Almanya açısından şunu salık veriyor: Uluslararası ilişkilere gerçekçi bir gözle bakmalı, var olan illüzyonlardan kurtulmalı, jeostratejik nesnellikleri dikkate almalı ve yeniden gücün dilini sadece okumayı değil, konuşmayı da öğrenmeliyiz!

Dünya Düzeni” adlı kitabında “Jeopolitik dünyasında, Batı ülkelerinin kurduğu ve evrensel ilan ettiği düzen[in], bir dönüm noktasında” olduğunu tespit eden Henry Kissinger’e göre ise, “dünya düzeni kavramındaki kriz”, “günümüzün nihai uluslararası sorunu”dur.  Bkz.: Kissinger, H. (2016) Dünya Düzeni, çev. S. S. Gül, Boyner Yayınları, İstanbul, sf. 396 ve 408.

[7] ABD’de 1970’li yıllara ait bir RAND raporunda Sovyetler Birliği’nin 1980’li yıllarının ortalarında çökebileceğine dair tahliller yapılmaktaydı. Yani en başta ABD ve İngiltere, SB’deki modern revizyonistlerin rejiminin ciddi açmazlarla yüz yüze olduklarının farkındaydılar.

[8] Bkz. Brenner, R. (2007) Ekonomide Hızlı Büyüme ve Balon – Dünya Ekonomisinde ABD’nin Yeri, çev. B. Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 49 ve devamı.

[9] Holz, H. H. (1997) “Neoliberalizm: Kavramdaki hilekarlık”, Topos, Sayı: 9, sf. 88.

[10] Naumann, R. (1957) “Neoliberalizmin teori ve pratiği”, Verlag die Wirtschaft Berlin. Türkçesi için bkz. (2019) Teori ve Eylem, Sayı: 32.

[11] Selwyn, B. (2022) “Küresel değer zincirleri, emek üretkenliği ve ücretler”. Bkz. Zeitschrift Marxistische Erneuerung Z. – Marksist Yenileme Dergisi Z., Sayı 129, sf. 63.

[12] Selwyn, agy, sf. 64.

[13] Selwyn, agy. Aktarılan rapor şu: ILO (2015) World Employment and Social Outlook, Geneva, sf. 143.

[14] Christen, C. (2022) “Yeniden tasarlanan küreselleşme: Tedarik krizleri ve olası strüktür kırılmaları”, Bkz. Z., agy, sf. 20 ve devamı.

[15] Spremann, K. und P. Gantenbein (2017) “Finanzmärkte: Grundlagen, Instrumente, Zusammenhänge” (Finans piyasaları: Temelleri, Araçları, Bağlamları), UVK Verlag, München, sf. 80.

[16] Dünyanın en büyük 10 servet şirketi bugün 41,6 trilyon doları yönetiyor. Bu 10 şirketin sekizinde ABD’li BlackRock ve Vanguard ana hissedar. “Paranın tarihi”nde hiçbir dönem bu kadar finansal güç bu denli merkezileşmemişti.

[17] Bu konularda ABD’li bankalarının oldukça gerisinde olan Avrupa bankalarından bir örnek verelim: Bankaların ev haneleri ve şirketlere verdikleri kredilerin toplam bilançolarındaki oranına bakıldığında, 2021’de bu oranın yalnızca %29,9 olduğu görülmekte. Yani bankaların aktivitelerinin %70’den fazlasının hane ve “reel ekonomiye” dönük olmadığı anlaşılmaktadır. Bkz. https://www.finanzwende-recherche.de/unsere-themen/der-finanzsektor-ist-zu-gross/

[18] Merkez bankalarının 2008 krizinin ardından sıfır faiz politikalarıyla ekonomiyi “canlandırmaya” yönelmesi, finans sektöründeki şişmeyi ayrıca kamçıladı. Paranın ucuzlaması şirket borçlanmalarında da hızlı artışı getirdi. Finans sektöründeki yüksek kâr soğurması birçok şirketi üretimden ziyade bu alana yöneltti. Bugün şirketlerin çektiği kredilerin gerçekte 2 trilyon doları aştığı tahmin ediliyor. Faizlerin yeniden artırılması, özellikle aşırı borçlanan şirketlerin iflas etmesi ihtimalini artırıyor aynı zamanda.

[19] Yazımızı dağıtmamak için bu konunun ayrıntılarına girmiyoruz. Bu açıdan dergimizde çıkan şu makalelere bakılabilir: Koşar, A. (2019) “Huawei gerilimi, ticaret ve teknoloji savaşları”, Teori ve Eylem, Sayı: 32 ve Cengiz, A: (2021) “Tahkimat ve dönüşüm zamanı”, Teori ve Eylem, Sayı: 52.

[20] Emperyalist ülkeler arasında ABD ve son gelişmelerle birlikte giderek İngiltere’de, siyasal kutuplaşma derinleşmektedir. Bir süreden beri “orta tabaka”nın erozyonunun gözlemlendiği bu ülkelerde, yeniden canlanan bir işçi ve sendikal hareket de dikkat çekmektedir. Özellikle İngiliz işçi sınıfının yeni Sunak hükümetinin yöneltmeye hazırlandığı saldırıları geri püskürtebilmesinin İngiltere’nin de ötesinde sembolik bir anlamı olacaktır.

[21] Marx, K. (1997) Kapital: Üçüncü Cilt, çev. A. Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, sf. 221.

[22] Artan ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, 2008 krizine kadar şişen “finansal balon”la bir yere kadar törpülenebildi. ABD’li siyaset bilimcisi Michael Barkun’un ifadesiyle söylenecek olursa: “Eşitsizlik, krediler ve artan emlak değerleriyle örtbas edildi. İnsanlar evlerini bankamatik olarak kullanabildikleri sürece her şey yolundaydı.” Bkz. Neumann, age, sf. 137.

[23] Bugün devlet borçları tüm önemli ileri kapitalist ülkelerde gerek 70’li yıllardan gerekse 2008 krizindekinden çok daha yüksek. Japonya’da borçların GSMH’ya oranı % 257’yi, İtalya’da % 155’i, ABD ve İngiltere’de de % 100’ü geçmiş durumda (% 133 ve % 110).

[24] Bu konuda özellikle Evrensel gazetesinin köşe yazarlarından Liverpool Üniversitesi Çin çalışmaları bölümü doçenti Ceren Ergenç’in makalelerine bakılabilir. Sadece şu kadarını belirtelim ki, Biden yönetimi geçtiğimiz Ağustos ayında çıkardığı CHIPS-Act’ın ardından (280 milyar dolara ulaşan bu teşvik kararıyla ABD’deki yarı-iletken üretiminin geliştirilmesi ve ABD’nin uluslararası çip piyasasından bağımsızlaşması öngörülmekte), geçtiğimiz Ekim’de doğrudan Çin’i hedef alan yeni ihracat kısıtlamaları kararlaştırdı. Dünyadaki tüm yarı-iletken üretimini etkileyecek bu kararla, yabancı firmaların ABD bilgisayar çiplerini Çin’e veya Çin devletine yakın şirketlere satmaları yasaklanmaktadır. Herhangi bir sıradan ticaret kararı olarak değerlendirilmeyecek bu stratejik karar, Çin’in yarı-iletken üretiminde, dolayısıyla teknolojik alanda, kaydetmeyi öngördüğü ilerlemeyi yeni bir meydan okumayla yüz yüze getirmektedir.

[25] Neumann, age, sf. 135. Türkçesi içn bkz. Thomas Piketty (2014) 21. Yüzyılda Kapital, çev. H. Koçak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.

[26] Enough Is Enough, https://wesayenough.co.uk/

[27] Bloomberg HT (2022) “Kriz kahini Roubini’den ‘karma kriz’ beklentisi”, https://www.bloomberght.com/kriz-kahini-roubini-den-karma-kriz-beklentisi-2317552

[28] Örneğin toplamda 12 milyon işçi ve emekçiyi kapsayan Avrupa otomotiv sektörünün, özellikle de yan sanayisindeki işyerlerinin, dörde birinin transformasyon sürecinde yok olacağı tahmin edilmektedir. Bu sektör, AB’nin GSYİH’nın % 7’sine tekabül etmektedir. AB’nin imalat sanayisindeki işyerlerinin % 8,5’i doğrudan otomotiv sanayisine dahildir. Tabii bu oran ülkelere göre değişmektedir. Örneğin Slovakya ve Romanya’da % 15 iken İspanya’da % 8’dir. Otomotiv sektörünün üretiminin doğrudan ve dolaylı olarak etkilediği insan sayısı Avrupa çapında 30 milyon civarındadır. Bkz.: Rosa-Luxemburg Stiftung (2022) “Die Weichen auf Wandel stellen”, https://www.rosalux.eu/de/article/2171.die-weichen-auf-wandel-stellen.html

[29] Marx, K. (1990) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. S. Belli, Sol Yayınları, Ankara, sf. 76.