Yusuf Karadaş

Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası’nın mirasçıları olarak Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler, 500 yıllık bir geçmişe sahiptir. Jeopolitik konumlanışları, ekonomik ve siyasi hedefleri bakımından Karadeniz, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da sürekli karşı karşıya gelmeleri, bu iki güç/ülke arasındaki ilişkilerin tarihsel olarak gerilimli ve çatışmalı bir hatta ilerlemesine neden olmuştur. Ancak birçok savaşta karşı karşıya gelmeleri, kritik dönemlerde Hünkâr İskelesi Anlaşması (1833) gibi işbirliği anlaşmaları imzalamalarına ve Rusya’nın Osmanlı/Türkiye için “kurtarıcı” rolüne soyunmasına da engel olmamıştır.

Türkiye ve Rusya arasındaki siyasi ilişkilere dair genel bir değerlendirme yapıldığında bu ilişkilerin Türkiye egemenlerinin batılı güçlerle ilişkilerine göre inişli çıkışlı bir seyir izlediğini söyleyebiliriz. Burada elbette Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında ve cumhuriyetin kuruluş sürecinde Sovyet Rusya’nın verdiği desteği ve bu dönem kurulan ilişkileri ayrı bir yere oturtmak gerekir. Çünkü bu destek, sosyalist bir rejim tarafından emperyalizme karşı mücadele eden bir ülkeye verilmiş bir destek olması bakımından diğer dönemlerden ayrılır-ki, cumhuriyet yönetiminin hızla batılı emperyalistlerle işbirliğine yönelip içeride işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı baskıcı bir karakter kazanması nedeniyle sona ermiş; daha sonra Türkiye’nin batı emperyalizminin savaş örgütü NATO’nun Sovyetlere karşı ileri karakol rolüne soyunmasıyla da başka bir boyuta evrilmiştir.

Sovyet revizyonizminin ABD emperyalizmi ile egemenlik alanları yarışına giriştiği dönemlerde (1959’dan sonra) ABD Başkanı Johnson’un Türkiye’yi Yunanistan’la yaşanan Kıbrıs sorunu nedeniyle uyarması[1] sonrasında Türkiye ve SSCB arasında kurulan ilişkiler ya da 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrasında batılı emperyalistlerle ilişkileri gerilen Erdoğan’ın Putin yönetimi ile işbirliğine yönelmesi, yukarıdaki tespiti doğrulayan gelişmelerdir.

Gerçekten de son birkaç yılda Türkiye ve Rusya arasındaki ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler önemli bir gelişme gösterdi. Üstelik bu gelişme, iki ülkenin Suriye, Libya, Kafkasya gibi paylaşım mücadelesinin devam ettiği alanlarda sık sık karşı karşıya gelmelerine rağmen gerçekleşti. Son dönemlerde hemen her ay yüz yüze görüşmeler yapan Putin ve Erdoğan, her fırsatta birbirlerinin liderliklerini övücü değerlendirmeler yapıyor ve aralarındaki işbirliğinin önemine dikkat çekiyorlar. İki ülke yönetimleri arasındaki bu işbirliğini Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, “Türkiye’yi hiçbir zaman stratejik müttefikimiz olarak sınıflandırmadık. Türkiye partnerimiz. Çok yakın bir partnerimiz. Söz konusu partnerliğin birçok alanda stratejik mahiyeti var” sözleriyle tanımlıyor.[2]

Rusya, Ukrayna savaşıyla birlikte yeni bir boyut kazanan emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinde Türkiye gibi önemli bir bölge ülkesini olabildiğince yanında tutmaya ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle zor günler geçiren Erdoğan yönetiminin en önemli destekçisi konumunda bulunuyor. Öte yandan Erdoğan yönetimi de 2014’te Kırım’ın ve geçtiğimiz eylül ayında da Donetsk, Lugansk, Herson ve Zaporijya’nın Rusya’ya bağlandığı referandumları tanımamasına ve Ukrayna’ya SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) desteği vermesine rağmen batılı emperyalistlerin Rusya’ya yönelik yaptırımlarına karşı çıkıyor. Dolayısıyla iki ülke yönetimleri, aradaki sorunların karşılıklı çıkarlar temelinde işbirliğinin önünde engel haline getirilmemesi anlayışıyla hareket ediyor. Sonraki bölümlerde tartışılmak üzere aradaki bu bağımlılık ilişkisinin asimetrik/eşitsiz olduğunu ve Rusya’nın belirleyici konumda olduğunu da vurgulamak gerekiyor.

Peki, batı emperyalizminin savaş örgütü NATO’nun üyesi olan ve ekonomik olarak batı kapitalizmine önemli oranda bağımlı durumda bulunan Türkiye ile bu güçlerle egemenlik/paylaşım mücadelesi sürdüren Rusya arasındaki ilişki hangi ekonomik-politik çıkarlara dayanıyor? Lavrov’un “Stratejik mahiyet taşıyan partnerlik” olarak tanımladığı bu ilişkinin sınırlarını hangi ekonomik, askeri ve siyasi koşullar belirliyor?

Bu yazıda yukarıdaki sorulara yanıt vermek üzere yakın dönem Türkiye-Rusya ilişkilerinin temelleri ve sınırları ele alınacaktır.

 

SSCB’nin Dağılmasından 2000’li Yılların Başına

AKP-Erdoğan iktidarının ABD ve AB ile yaşadığı siyasi anlamazlıklar nedeniyle giderek Putin yönetimine yanaşması, Türkiye ve Rusya arasındaki ekonomik ilişkilerin de bu dönem kurulduğu gibi yanlış bir algının oluşmasına yol açmaktadır. Oysa bu dönem önemli bir gelişme gösteren ekonomik ilişkiler, esas olarak AKP-Erdoğan iktidarından önceki dönemlerde yapılan anlaşmaların üzerinde şekillenmiştir.

Bugün Türkiye ve Rusya arasındaki ticari ilişkilerin merkezinde yer alan doğalgaz ile ilgili ilk anlaşma, SSCB döneminde 18 Eylül 1984’te imzalandı. Bu anlaşma ile Türkiye; Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan üzerinden geçen boru hattı ile yıllık 6 milyar metreküp doğalgaz alımına başlamıştır. SSCB’nin de doğalgaz karşılığında Türkiye’den mal ithal etmeyi taahhüt ettiği ve dolayısıyla iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesinin önünü açan bu anlaşmaya göre, 1988’den sonra Rusya’da iş yapan Türk müteahhitlerin alacaklarının yüzde 25-30’unun doğalgaz borcu olarak sayılması da öngörülüyordu.[3] SSCB’nin yıkılmasından aylar önce Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştiren dönemin Başbakanı Turgut Özal, Türk müteahhitlerin Rusya’daki ihalelere katılımını sağlayan bir anlaşma imzalamış, yine bu dönem imzalanan “Sınır ve Kıyı Ticareti Anlaşması” ile Sarp sınır kapısının ticarete açılması sağlanmış ve kayıt dışı bir ekonomi türü olan ‘Bavul Ticareti’nin önü açılmıştı. Özellikle SSCB’nin yıkılmasından sonra çok hızlı bir gelişim gösteren bavul ticaretinin Türkiye’ye getirisi 1996’da 8 milyar 842 milyon dolara yükselerek GSYİH’in yüzde 4,5’i olarak gerçekleşmiş, daha sonra her iki ülkeyi de ciddi biçimde etkileyen 1998 krizinin de etkisiyle 1999’da 2 milyar 225 milyon dolara gerilemiştir.[4]

12 Eylül askeri darbesi sonrasında Türkiye’de neoliberal ekonomi programının uygulanması ve Türkiye ekonomisinin batı kapitalizmine entegre edilmesinde önemli bir rol oynayan Turgut Özal, SSCB’nin dağılmasından sonra “21. Yüzyılın Türk yüzyılı olacağı”, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne 300 milyonluk Türk dünyası” gibi söylemlerle Türk burjuvazisinin yayılmacı emellerini ortaya koymuştu-ki, Özal bu politikayı Birinci Körfez Savaşı’nda da “Bir koyup üç alma” biçiminde ifade etmişti. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” söylemi, Türkiye egemenlerinin Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’yı kendi nüfuz alanları haline getirmeyi amaçlayan aktif dış politika yönelimini ortaya koyuyordu.

Özal ve Demirel’in Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan gibi bağımsızlığını ilan eden Türki cumhuriyetler üzerinde tarihsel akrabalık ilişkilerine dayanarak etki kurmaya çalışması, ABD emperyalizminin de Orta Asya, Hazar havzası ve Kafkasya’daki politikasıyla uyumluydu. 1994’te Güney Kafkasya’yı stratejik açıdan önemli bölge olarak belirleyen ABD, Orta Asya’nın maden ile Hazar havzasının enerji kaynaklarını Rusya, Çin ve İran’ı devre dışı bırakarak dünya pazarına buradan (Gürcistan ve Karadeniz üzerinden) ulaştırmayı amaçlıyordu. Bu doğrultuda 1994’te Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SOCAR), uluslararası petrol tekellerinden oluşan konsorsiyum ile 30 yıllık petrol üretimini kapsayan bir anlaşma da imzalamıştı.[5]

Ancak Türkiye ve batılı emperyalistlerin Orta Asya ve Kafkasya’da egemen olma arayışları, Rusya Federasyonu’nun SSCB’yi oluşturan ülkelerin büyük bölümünü yeniden ‘Bağımsız Devletler Topluluğu’[6] adı altında bir araya getirmesi ve bu ülkelerde yeni askeri üsler kurmasıyla önemli oranda engellendi. Azerbaycan-Ermenistan arasında 1992 başlayan Birinci Dağlık Karabağ Savaşı’nda (SSCB, iki cumhuriyet arasındaki milliyetçi kışkırtmalar ve yaşanan katliamlar nedeniyle 1990’da Azerbaycan’a asker göndermişti) Bağımsız Devletler Topluluğu Genel Kurmay Başkanı Shaposhnikov’un Türkiye’nin askeri müdahalede bulunması halinde 3. Dünya Savaşı’nın çıkacağı uyarısı, aslında Türkiye’nin arkasındaki güçleri işaret ediyordu. 1994’te devreye giren Rusya, Türkiye’nin desteğine rağmen Azerbaycan’ın topraklarının yüzde 20’sine yakınını kaybettiği bu savaşı sona erdirmiş ve bölgede kimin belirleyici güç olduğunu göstermişti.

Öte yandan her iki ülke yönetimlerinin siyasi rekabeti ekonomik işbirliğinin önünde engel haline getirmediklerini de belirtmek gerekir ki, ‘kompartımanlaştırma’ olarak tanımlanan ve siyasi anlaşmazlıkların ekonomik ilişkiler üzerindeki etkisini sınırlamayı amaçlayan bu stratejinin bugüne kadar devam ettiğini de söyleyebiliriz. Türkiye ve Rusya’nın girişimiyle Karadeniz’e sınırı olan ya da Karadeniz havzasında yer alan ülkelerin katılımıyla 25 Haziran 1992’de Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (KEİ) kurulması da bu alandaki işbirliğinin önemli adımlarından biri olmuştur.

Rusya Federasyonu, Türkiye, Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Ukrayna ve Yunanistan’ın katılımıyla kurulan ve 2004’te Sırbistan’ın katılımıyla üye sayısı 12’ye çıkan KEİ, ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla üye ülkeler arasındaki sermaye, mal ve hizmetlerin dolaşımının serbestleştirilmesini hedefliyordu. 1992-97 yılları arasında, Türkiye’nin Rusya’ya ihracatının yüzde 367, toplam ticaret hacminin ise yüzde 177 artış göstermesi ve Rusya Federasyonu’nun Türkiye’nin ikinci önemli ticaret ortağı konumuna gelmesi, bu dönem ekonomik ilişkilerdeki hızlı gelişmeyi çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.[7]

Enerjide büyük oranda dışa bağımlı olan Türkiye, 1996’da Rusya’yla daha önce yapılan doğalgaz anlaşmasını yenileyerek 23 yıl geçerli olmak üzere yıllık 8 milyar metreküpe çıkarmıştır. Ancak Türkiye’yi hem enerjide Rusya’ya büyük oranda bağımlı hale ve hem de önemli bir enerji geçiş ülkesi haline getiren anlaşma, 1997 sonlarında imzalanan ve beraberinde birçok tartışmayı getiren ‘Mavi Akım’ anlaşması olmuştur. Rus Gazprom ve İtalyan ENI ortaklığıyla kurulan ve Karadeniz’in altından geçen 1.250 km’lik boru hattı ile Samsun üzerinden Ankara’ya ulaşan Mavi Akım Projesi, Türkiye’nin Rusya’dan aldığı doğalgazın 16 milyar metreküp daha arttırılmasını öngörüyordu -ki, bu boru hattı 2003 yılında fiilen ve 2005 yılında resmen açılmıştır.

İki ülke yönetimleri arasında enerji alanındaki işbirliği, 1990’lı yılların sonlarında ‘güvenlik’ konusunda da birbirlerini destekleyici bir tutuma dönüşmüştür. Önceki dönemlerde aralarındaki rekabete bağlı olarak Rusya, Türkiye’nin “terör sorunu” olarak tanımlayıp PKK ile mücadeleye indirgediği Kürt sorununu Türkiye’ye karşı ve Türkiye de Rusya’nın “iç güvenlik meselesi” olarak ele aldığı Çeçenistan sorununu Rusya’ya karşı kullanmaya çalışmıştır. Ekim 1998’de Suriye’den çıkmak zorunda kalan PKK lideri Öcalan’ın Rusya’ya sığınma başvurusu Duma’da yapılan oylamada kabul edildiği halde Rusya yönetimi tarafından reddedilerek Öcalan Rusya’dan çıkartılmıştı. Aynı şekilde Rusya’nın 1997’de Çeçenistan İslam Cumhuriyeti’ni ilan eden radikal İslamcı Çeçen güçlere karşı 1999’da başlattığı savaşı da o dönem Rusya’yı ziyaret eden dönemin Başbakanı Bülent Ecevit de “Rusya’nın iç meselesi” olarak tanımlamıştır.[8]

ABD emperyalizmi, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başlarında “ılımlı İslam” adı altında Ortadoğu’yu batılı emperyalistlerle işbirliği halinde ve neoliberal sisteme uyumlu İslamcı güçler üzerinde dizayn etme politikasına yönelmiş ve bu temelde Türkiye’de de Gülencileri ve 2001’de kurulan AKP’yi desteklemişti. İşte Erdoğan yönetiminin bugün Rusya ile kurduğu siyasi ilişkilerin anlaşılması bakımından asıl önemli gelişme, ABD’nin bu politikanın önünde engel olarak gördüğü ve dolayısıyla hedefi konumuna gelen ordu ve bürokrasi içindeki ulusalcıların ortaya koyduğu tutumdu. O dönem ülke siyasetini belirleyen kurumların başında gelen Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, Mart 2002’de Türkiye’nin AB ve batı yerine Rusya ve İran, yani ‘Avrasya’ ittifakına yönelmesi gerektiğini söylemiş ve üç ay sonra da Haziran 2002’de dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu Rusya’ya bir ziyaret gerçekleştirmişti.[9]

 

2000’li yılların başından 2016’ya…

1998 krizi Rus ekonomisinde derin bir sarsıntı yaratmış, Yeltsin yönetiminin moratoryum ilan (borçları erteleme) etmesine ve rublenin değerini yüzde 40 düşüren devalüasyon kararı almasına yol açmıştı. Yeltsin’in ardından 2000’de yönetime gelen Putin döneminde ise, hem krizin etkisinin hafiflemeye başlaması ve hem doğalgaz ve petrol fiyatlarının yükselmesi sayesinde Rusya ekonomisi hızlı bir toparlanma içine girmiştir. Bunun bir sonucu olarak, 2000 yılında 2 bin 270 dolar olan Rusya’da kişi başına düşen milli gelir, 2002 yılında 9 bin 700 dolara ve 2007 yılında ise yaklaşık 13 bin dolara yükselmiştir. Bu dönemde AB ve Rusya arasındaki ticari ilişkilerde de sürekli bir artış yaşanmış, 2003 yılında 85 milyar Euro olan ticaret hacmi 2006 yılında 200 milyar Euro’ya çıkmış ve AB’nin enerji konusunda önemli oranda Rusya’ya bağımlı hale gelmesi, bu ilişkilerin Rusya’nın lehine bir seyir izlemesini sağlamıştır.[10]

Putin’in, Yeltsin döneminin batı yanlısı politikasını terk ederek “güçlü devlet” söylemi eşliğinde büyük Rus milliyetçiliğine dayanan pragmatik bir politika izlemesi ve Sovyet dönemindeki egemenlik alanlarını tekrar kazanmaya yönelik hamleler yapması, Rusya’nın emperyalist bir güç olarak tarih sahnesine dönüşünü haber veren gelişmeler olarak değerlendirilebilir. Bu temelde AB ve NATO’nun doğuya genişlemesini “kabul edilemez” ilan eden Putin, ABD’nin ekonomik olarak en büyük rakibi olan Çin’i 2000 ve 2006 yılları arasında 6 kez ziyaret ederek çeşitli alanlarda güç birliğini geliştirmeye yönelik bir politika izlemiştir-ki, 2001’de kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), bu işbirliğinin en önemli aracı haline gelmiştir.

Putin’in yönetime geldiği ve Rusya’yı yeni bir politik hatta soktuğu dönem, aynı zamanda Türkiye’de AKP’nin de ABD ve AB’nin desteğini alarak seçimleri (2002 seçimleri) kazandığı döneme denk gelmiştir. Ancak ABD’nin 2003’te Türkiye üzerinden Irak’a müdahale edebilmesi amacıyla meclise sunulan 1 Mart tezkeresinin halkın tepkisi ve devlet içindeki güçler arasındaki çatışmanın da bir sonucu olarak mecliste kabul edilmemesi ve öte yandan Mayıs 2004’te AB’nin Güney Kıbrıs yönetimini üyeliğe kabul etmesi, bu güçlerin Türkiye ile ilişkilerinin gerilmesine yol açmıştır. AKP-Erdoğan yönetimi ABD ve AB ile sorunlar yaşıyorken Aralık 2004’te Rusya lideri Putin’in Türkiye’yi ve bir ay sonra Ocak 2005’te bu kez Erdoğan’ın Rusya’yı ziyaret etmesi, iki ülke arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin gelişme dinamiklerinin anlaşılması bakımından dikkat çekicidir-ki, 2000’de yıllık 4,5 milyar dolar olan iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2005’te 15 milyar dolara çıkmıştı.[11]

Almanya uzun yıllar Türkiye’nin ihracat ve ithalatında birinci sıradaki yerini korurken, 2006’dan sonra Türkiye’nin ithalatında birinciliği Rusya almaya başlamıştır. 2006’da Türkiye’nin Rusya’ya ihracatı 3,20 ve Rusya’dan ithalatı 17,80 milyar dolar olarak gerçekleşirken bu rakamlar 2007’de İhracat 4,70 ve ithalat 23,50 olmuş, 2008’de ise bugüne kadarki en yüksek seviyeye çıkarak ihracat 6,50 ve ithalat 30,37 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır. 2008’de 38 milyar dolar seviyesine çıkan iki ülke arasındaki ihracat ve ithalat toplamı, 2008 krizinin etkisiyle 2009’da toplam 23 milyar seviyesine gerilemiş ve Türkiye’nin 2015’te Suriye sınırında bir Rus uçağını düşürmesiyle yaşanan krizin hemen öncesinde 2014’te 31 milyar dolar seviyesine çıkmıştır.[12] Bu dönem boyunca Rusya’dan ithalatın Rusya’ya yapılan ihracatın yaklaşık 5 katı olması, Türkiye’nin enerji alanında Rusya’ya olan bağımlılığını ve Rusya’nın yaşanan siyasi krizlere rağmen neden Türkiye ile ticari ilişkilerini bozmak istemediği açıklamaktadır. Yine 2007-2016 yılları arasında Rusya kaynaklı doğrudan yabancı yatırımların Türkiye ekonomisine yönelik toplam doğrudan yabancı yatırımlar içindeki payı %2,8 iken, Türkiye kaynaklı doğrudan yabancı yatırımların Rusya’ya yapılan toplam doğrudan yabancı yatırımların sadece yüzde 0,3’ünü oluşturması, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerdeki eşitsizliğin bir başka boyutunu ortaya koymaktadır.[13]

ABD emperyalizmi ve Türkiye tarafından desteklenen Gürcistan’daki Saakaşvili yönetimiyle Rusya arasında savaşın yaşandığı 2008’de Türkiye ve Rusya arasındaki ekonomik ilişkilerin en yüksek seviyeye çıkması, siyasi anlaşmazlıkların ekonomik ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisini sınırlamaya yönelik ‘kompartımanlaştırma’ siyasetinin çarpıcı bir örneğini oluşturmaktadır.

Gürcistan’da 2003’te seçimlere hile karıştırıldığı iddiasıyla düzenlenen gösterilerden sonra Şevarnadze yönetimden çekilmiş ve Saakaşvili, ABD Başkanı Bush ile birlikte “zafer”ini ilan etmişti. ABD için Karadeniz’e kıyısı olan Gürcistan, Rusya ve İran’ı devre dışı bırakarak Orta Asya’daki enerji kaynaklarının Karadeniz’e ulaştırılması bakımından stratejik bir önem taşıyordu. Bu nedenle ABD, Azerbaycan petrolünün Gürcistan ve Türkiye üzerinden pazarlanmasını amaçlayan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattının kurulmasını desteklemiş ve 2003’te temelleri atılan bu boru hattının açılışı da 2006’da yapılmıştı. Türkiye için BTC boru hattı enerji geçiş ülkesi pozisyonunu güçlendirmesi, enerjide Rusya’ya bağımlılığını azaltması ve Azerbaycan ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi anlamını taşıyordu.

NATO’nun 2008’deki Bükreş Zirvesi’nde, ABD Başkanı Bush’un Gürcistan’ın üye olmasına güçlü bir şekilde destek verileceği açıklaması, Saakaşvili’yi Güney Osetya ve Abhazya’da denetimi sağlama yönünde teşvik etmiş ancak Rusya’nın askeri müdahalesi karşısında Gürcistan geri adım atmak zorunda kalmıştı. Bu müdahalenin ardından Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıyan Putin yönetimi, Karadeniz’deki etkinliğini ve siyasi gücünü arttırmıştı. Türkiye’deki AKP-Erdoğan yönetimi, Karadeniz’deki pozisyonunu güçlendirmesinden rahatsızlık duymasına rağmen Rusya’ya karşı etkili bir tutum almayı göze alamamış, dahası bu siyasi sorunu ekonomik ilişkilere yansıtmamaya çalışmıştır.

Gerçekten de bu dönem boyunca Rusya ve Türkiye birçok siyasi konuda karşı karşıya gelmelerine ve gerilim yaşamalarına rağmen Kasım 2015’teki uçak krizine kadar bu ilişkilerin ekonomik ilişkiler üzerindeki etkisi sınırlı kalmıştır.

NATO’nun 2011’de Malatya Kürecik üssüne “füze savunma sistemi” ve 2012’de de Suriye sınırına “Patroit savunma sistemi” kurulması kararını alması, Rusya ve Türkiye arasında gerilim yaratmıştı.

Rusya, 2011’de NATO’nun Libya müdahalesine karşı çıkmış, Erdoğan yönetimi ise Türkiye’yi Libya’ya müdahale eden NATO güçlerinin komuta merkezi yapmıştı.

Libya’da Kaddafi yönetiminin NATO destekli İslamcı güçler tarafında devrilmesinin ardında Rusya’nın Ortadoğu’da İran’dan sonraki en önemli müttefiki olan Suriye’ye karşı müdahalenin öncülüğünü Türkiye’deki Erdoğan iktidarı yapmıştı.

Rusya, Mısır’da Erdoğan yönetiminin siyasi akraba olarak görüp desteklediği İhvancı (Müslüman Kardeşler) Mursi’yi 2013’de gerçekleştirdiği darbe ile deviren Sisi’yi desteklemiş ve iki ülke burada da karşı karşıya gelmişti.

2014’te Ukrayna’da Rusya tarafından desteklenen Yanukoviç’in batılı emperyalistler tarafından kışkırtılan gösteriler sonucunda devrilmesinin ardından nüfusunun yüzde 60’ının Rus, yüzde 24’ünün Ukraynalı ve yüzde 10’unun Tatar olduğu Kırım’da parlamento Rusya’ya katılım için bir referandum düzenleme kararı almış ve 16 Mart’ta yapılan referandumun ardından 21 Mart’ta Kırım Rusya’ya bağlanmıştı. Erdoğan yönetimi, Kırım Tatarlarıyla tarihsel olarak da ilişkisine vurgu yaparak Kırım’ın ilhakını tanımadığını ilan etse de Rusya’nın bu hamlesi Karadeniz’deki egemenlik mücadelesi bakımından belirleyici olmuş ve hakimiyetin büyük oranda Rusya’nın eline geçmesini sağlamıştır.

İki ülkenin bu alanlarda karşı karşıya geldiği dönemdeki ekonomik tablo ise şöyleydi:

Enerji ihtiyacını yerli üretimle karşılama oranı 1990’da yüzde 48,1 iken bu oran 2010’da yüzde 29,2’ye gerileyen Türkiye’nin doğalgaz tüketimi 1992’de 4,5 milyar metreküp iken 2012’de 46,3 milyar metreküpe çıkmış ve bunun bir sonucu olarak Türkiye, doğalgaz tüketiminde Çin’den sonra dünyanın en hızlı büyüyen pazarı haline gelmiştir.[14] Bu dönemde Türkiye, doğalgaz ihtiyacının yüzde 59,8’ini Rusya’dan karşılamıştır (İran yüzde 19, Azerbaycan yüzde 9, Cezayir yüzde 9 ve Nijerya yüzde 3). Aynı dönemde Türkiye 19,5 milyon ton petrol ithal etmiş ve Rusya 2,1 milyon ton ile Türkiye’nin en büyük dördüncü (İran, Irak ve S. Arabistan’dan sonra) petrol tedarikçisi olmuştur.[15] Türkiye’nin toplam enerji ihtiyacının yüzde 35’ini doğalgaz ve yüzde 27’sini de petrolden karşıladığı hesaba katıldığında enerji alanında Rusya’ya olan bağımlılık daha görünür hale gelmektedir.

Yine büyük tartışmalara neden olan ve bütün itirazlara rağmen yapılması kararlaştırılan Türkiye’nin ilk nükleer santralinin (Akkuyu) ihalesinin Rus devlet şirketi Rosatom’a verilmesi de enerji alanında Rusya’ya bağımlığı arttıracak bir diğer girişim olmuştur. Sözleşmesi 12 Mayıs 2010’da imzalanan ve 20 milyar dolara mal olması beklenen Akkuyu Nükleer Santrali, 1.200 megavat’lık dört reaktörden meydana gelmekte ve 2010 itibarıyla Türkiye’nin elektrik ihtiyaçlarının %10’una yakınını üretmesi beklenmektedir. Santralin ihalesinde Rosatom’a liman tesisi inşa etme, teknik ömrü 60 yıl olarak tahmin edilen santrali 25 yıl boyunca işletme, 15 yıl boyunca reaktörler tarafından üretilen elektriğin %70’inin 12,35 sent/kWh’lik bir ortalama fiyat üzerinden satın alma gibi önemli ekonomik imtiyazlar tanınmıştır.

Rusya’nın Türkiye’ye ihracatını doğalgaz, petrol ve petrol ürünleri, kömür, çeşitli metaller ve metal ürünleri oluşturmaktadır. Türkiye’deki Rus şirketleri arasında Akpet’i satın alan petrol tekeli Lukoil ve İskenderun’da Türkiye’nin en büyük çelik fabrikasını kuran Magnitogorsk Metal (MMK) öne çıkmaktadır-ki, MMK’nın Hatay-Dörtyol’da liman işletmesi de bulunuyor.

Türkiye’nin Rusya’ya yaptığı ihracatta makine ve ekipman (yüzde 23), gıda ürünleri (yüzde 22), tekstil (yüzde 20) ve beyaz eşya (yüzde 10) öne çıkmakta, son yıllarda otomotiv sektörü hızlı bir gelişme göstermektedir. Türkiye Müteahhitler Birliği’nin verdiği rakamlara göre, 1984’ten 2016’ya kadar Rusya’da 64,8 milyar dolar değerinde proje gerçekleştirildi ve 2016 itibarıyla 9,9 milyar dolarlık yeni sözleşme yapıldı. Gelişen ilişkiler Türkiye’nin en önemli gelir kalemlerinden biri olan turizm alanında da kendini göstermiş ve 2000 yılında 700 bin olan Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı 2014’te 4,5 milyona yükselmiş ve Rusya, Almanya’dan sonra Türkiye’ye en fazla turist gönderen ülke olmuştur.[16] Rusya’da yatırım yapan Türk şirketleri arasında ise, inşaat alanında Rönesans, Enka, AE Arma, Ant Yapı, Limak ve İçtaş; beyaz eşyada Vestel ve Beko öne çıkmaktadır.

Bu dönem boyunca siyasi anlaşmazlıkların ekonomik ilişkiler üzerindeki etkisi sınırlı kalmışken Türkiye’nin 24 Kasım 2015’te Suriye sınırında Rusya’ya ait Su-24 tipi bir savaş uçağını düşürmesi, ekonomik ilişkilerde Türkiye’nin aleyhine ciddi kırılmalar yaratmıştır.

Kırım’ın ilhakı sonrasında Karadeniz’de egemenliğini sağlayan Rusya’nın bir diğer önemli hamlesi, Doğu Akdeniz’deki müttefiki Suriye’ye askeri olarak destek vermek oldu. Rusya’nın Eylül 2015’te Suriye’ye yaptığı askeri yığınak, 2011’den beri devam eden savaşta dengelerin Esad rejimi lehine dönmesini sağlamış ve Rusya, Suriye’nin Tartus kentindeki deniz üssünün yanına Lazkiye’de hava üssü (Hmeymim) kurarak Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu güçlendirmişti. Rusya’nın Suriye’ye askeri olarak girmesi, Esad rejimini devirmek isteyen cihatçı çetelerin en büyük destekçisi Türkiye ile doğrudan karşı karşıya geldiği bir durum yaratmış ve bunun bir sonucu olarak da Türkiye, Hatay sınırında Rusya’ya ait bir savaş uçağını düşürmüştü.

Rus uçağının düşürülmesinin ardından NATO Türkiye’yi savunmuş, Rusya lideri Putin ise, bu saldırıların ilişkileri çıkmaza sürüklediğini söyleyip Türkiye’den özür beklediklerini açıklamıştı-ki, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov da bir gün sonra (25 Kasım’da) Türkiye’yi yapacağı ziyareti iptal etmişti.

Uçağının düşürülmesinin ardından Rusya, bazı gıda ürünlerinin ithalatının durdurulması ve Türkiye’ye tatil paketi satışlarının durdurulması başta olmak üzere bir dizi ekonomik yaptırım uygulamış ve bu yaptırımlar öncesinde yaklaşım 6 milyar dolar seviyesinde olan Türkiye’nin Rusya’ya ihracatı 1,73 milyar dolara düşmüş, ancak Türkiye’nin enerjideki bağımlılığı nedeniyle ithalatındaki düşüş daha sınırlı kalmıştır (ithalat 15,16 ve toplam 16.89 milyar dolar). Rusya’dan Türkiye’ye gelen turist sayısı da çok büyük bir düşüş yaşayarak 766 bine gerilemişti.[17]

Uçak krizi, siyasi/askeri çatışmanın ekonomik ilişkiler üzerindeki etkisini, yani ‘kompartımanlaştırma’ olarak tanımlanan politikanın sınırlarını göstermekle kalmamış aynı zamanda ekonomik ilişkilerdeki eşitsizliği de gözler önüne sermiştir.

 

2016’dan Günümüze…

2016’dan sonra Erdoğan iktidarı ve Putin yönetimi arasında kurulan yakın ilişkilerin Rusya’nın 15 Temmuz darbe girişimine karşı verdiği destekten sonra kurulduğu düşünülür. Oysa uçak krizi sonrası siyasi ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan ilk hamle Erdoğan’dan gelmiş; 27 Haziran’da Putin’e ‘özür mektubu’ gönderen Erdoğan, pilotun ailesine de üzüntülerini bildirmişti. Özür mektubunun hemen ardından 1 Temmuz’da Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Soçi’de bir görüşme gerçekleştirdi. Dolayısıyla bu mektup ve sonrasında yapılan görüşme, ABD başta batılı emperyalistlerle yaşadığı gerilim nedeniyle Erdoğan’ın darbe girişiminden önce Rusya’yla ilişkileri düzeltme zorunluluğunu hissettiğini göstermektedir.

Batı ile ilişkileri kötü olan Erdoğan, Gülenciler/FETÖ’nün darbe girişimi sonrasında kendisine açık destek sunmayan ABD’yi darbe girişiminin ‘üst aklı’ olmakla suçlayarak Putin’e desteğinden dolayı teşekkür etmişti. Erdoğan, darbe girişiminin üzerinden bir ay bile geçmeden (9 Ağustos) Rusya’ya bir ziyaret gerçekleştirerek Putin ile görüşmüş ve bu görüşmeden sonra Ankara ve Moskova’nın ekonomik konuların yanı sıra Suriye ve Kafkasya sorunlarında da yakın işbirliği kararı aldıkları açıklanmıştı.

Bu işbirliği kararının ilk sonucu Erdoğan iktidarının 24 Ağustos’ta Suriye’de askeri operasyon başlatması oldu. Rusya’nın ‘olur’ vermesi ile yapılabilen ve görünüşte Cerablus’un IŞİD’den alınması için başlatılan Fırat Kalkanı operasyonunun asıl hedefi, Suriye’nin kuzeyinde (Rojava) Kürt kantonlarının (Kobanê ve Afrin kantonları) birleşmelerinin engellenmesiydi.

Esad yönetiminin devrilmesi tehdidini ortadan kaldırdıktan Suriye’de Türkiye ile işbirliği yapmak, Rusya için oldukça kullanışlı bir hamle olarak görünüyordu. Birincisi, iki önemli NATO üyesini; Kürtleri kendisi için tehdit olarak görüp operasyonlar düzenleyen Türkiye ile Suriye’deki pozisyonunu koruyabilmek için Kürtlerle işbirliği yapan ABD’yi karşı karşıya getiriyor; başka bir deyişle Türkiye’yi ABD’nin planlarını bozmak için kullanıyordu. İkinci olarak Türkiye tehdidi, Suriye Kürtlerinin Esad yönetimi ile uzlaşmalarını sağlamak bakımından bir baskı aracı olarak işlev görüyordu. Üçüncüsü de cihatçı çetelerle yakın bir işbirliği halinde olan Erdoğan iktidarı, Halep ve Doğu Guta’dakiler başta olmak üzere bu çetelerin İdlib’e taşınması için de kullanışlı bir araçtı. Bu temelde Rusya, Türkiye ve Esad yönetiminin Suriye’deki bir diğer önemli müttefiki İran arasında Suriye’deki işbirliğini koordine edip devamlılığını sağlamak üzere Kasım 2017’de Astana Formatı oluşturuldu. Özellikle cihatçı çetelerin son kalesi İdlib’de zaman zaman gerilim ve çatışmalar yaşanmasına rağmen Astana Formatı’ndaki işbirliği devam ettiriliyor.

Bu dönemde Rusya ve Türkiye arasında işbirliğinin geliştirildiği bir diğer alan da Kafkasya olmuştur. Eylül 2020’de Ermenistan ve Azerbaycan arasında yaşanan çatışmalarla İkinci Dağlık Karabağ Savaşı başlamış, Ermenistan’daki Paşinyan yönetiminin batılı emperyalistlerle yakınlaşmasından rahatsız olan Rusya, Türkiye’nin bu savaşta Azerbaycan’ı desteklemesine göz yumarak Azerbaycan’ın Ermenistan’ı geriletmesine sessiz kalmıştır. Daha sonra Rusya araya girmiş ve 10 Kasım 2020’de Putin, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ve Ermenistan Başbakanı Paşinyan arasında bir mutabakat protokolü imzalanarak çatışmalar sona erdirilmiştir. Protokole göre; Rusya, Laçin ve Nahçivan koridorlarında ‘Barış Gücü’ bulundurma hakkını alarak bölgenin kontrolü için stratejik önem taşıyan koridorlarda hakimiyetini sağlamıştır. Başka bir deyişle Türkiye ve Azerbaycan’ın “zafer”i, Rusya’nın Ermenistan üzerindeki etkisini arttırmasına ve bölgede kontrolü sağlamasına yaramıştır.

Türkiye ve Rusya arasındaki işbirliği askeri alana da taşınmış, ABD’nin Türkiye’ye Patriot füze savunma sistemlerini satmadığını söyleyen Erdoğan, 2017’de Rusya ile S-400 hava savunma sistemi alımı konusunda anlaşma imzalamıştır. Türkiye’nin NATO sistemine uyumlu olmayan S-400’leri almasının NATO için tehdit yarattığını savunan ABD ve NATO, bu anlaşmanın iptalini istemiş; S-400’lerin parçalarının 2019’da Türkiye’ye gelmesinden sonra ABD, Türkiye’yi F-35 yeni nesil savaş uçağı üretme programından çıkarmıştır. ABD, ayrıca CAATSA (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırım Yoluyla Mücadele Yasası) kapsamında Savunma Sanayi Başkanı İsmail Demir’in başında yer aldığı bazı Türk yetkililere yaptırım kararı da almıştır.

Bu dönemin bir diğer önemli anlaşması, Türkiye’nin enerji alanında Rusya’ya bağımlılığını daha da arttıran Türk Akımı olmuştur. Ekim 2016’da İstanbul’da bir araya gelen Putin ve Erdoğan, biri Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamak ve diğeri de Avrupa pazarına ulaştırılmak üzere 15,75 metreküp hacimli iki boru hattının (toplam 31,5 milyar metreküp) inşaatı konusunda anlaşma imzalamıştır. Anlaşmanın ardından yapımına başlanan ve Rusya’nın Karadeniz kıyılarından Trakya bölgesine uzanan Türk Akımı boru hattı, Ocak 2020’de faaliyete geçmiştir.[18]

Türkiye ve Rusya arasındaki ticari ilişkiler uçak krizinin hemen ardından yeniden toparlanmaya başlamış, 2017’de Türkiye’nin ihracatı 2,73 ve ithalatı da 19,51 milyar dolara ve 2021’e gelindiğinde ise ihracatı 5,5 ve ithalatı da 27,5 milyar dolara çıkmıştır.[19]

Pandemi öncesi son verilere göre (2019) Rusya 7 milyon ziyaretçi ile Almanya’yı da geçerek (5 milyon) Türkiye’ye en fazla turist gönderen ilke haline gelmiştir.[20]

Gelinen yerde 24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi ile başlayan Ukrayna savaşı, emperyalist güçler arasındaki egemenlik/paylaşım mücadelesinin keskinleşmesinin bir sonucu olsa da bu mücadeleyi daha görünür kıldı ve egemenlik mücadelesinin devam ettiği diğer bölgeleri etkiledi.

Savaşın başlamasının ardından ABD ve AB, Rusya’ya yönelik ağır yaptırım kararları aldı-ki, Rusya’nın Maliye Bakanı Anton Siluanov, bu yaptırımların bir sonucu olarak Rusya’nın 640 milyar dolarlık altın ve döviz rezervlerinin 300 milyar dolarının dondurulduğunu açıkladı.[21] Rus bankaları uluslararası finans sisteminden çıkartıldı; AB, Rusya’nın enerji kaynakları ve madenlerine yönelik ambargolar uygulandı, Almanya ve Rusya arasındaki Kuzey Akımı-2 boru hattının onay süreci durduruldu. Öte yandan Rusya’ya karşı savaşta ABD ve AB tarafından Ukrayna’ya kesintisiz silah yardımının yanı sıra onlarca milyar dolarlık yardım paketleri açıklandı/açıklanıyor ve ABD, NATO’nun haziran ayında yapılan son Madrid zirvesinden sonra Doğu Avrupa’daki askeri varlığını arttırma yönünde adımlar attı.

Sadece savaştan sonra atılan adımlara bakıldığında bile, savaşın tarafı emperyalist güçlerin (ABD ve AB ile Rusya ve geride durmasına rağmen Rusya’yı destekleyen Çin) bu savaşı kazanmalarının Kafkasya’dan Karadeniz’e, Doğu Avrupa’dan Balkanlara, Doğu Akdeniz’den Ortadoğu’ya ve Asya Pasifik’e kadar egemenlik mücadelesinin devam ettiği diğer alanlardaki pozisyonlarıyla nasıl iç içe geçtiğini görmek mümkündür. Son NATO zirvesine Asya-Pasifik ülkeleri Japonya, Avustralya, Güney Kore ve Yeni Zelanda’nın katılması ve bu zirvede Çin’in de hedef alınması bu bakımdan açıklayıcıdır.

Erdoğan yönetimi; Ukrayna’yı askeri olarak destekliyor ama batılı emperyalistlerin bütün dayatmalarına rağmen Rusya’ya yönelik yaptırım kararlarına uymuyor. Egemenlik mücadelesinin sürdüğü bütün alanlar bakımından stratejik bir konumda bulunan önemli bir bölge ülkesi olarak Türkiye’nin bu tutumunun Putin yönetimini fazlasıyla memnun ettiği açıktır. Ambargo kararlarını uygulamaması, Rusya’nın mal alım ve satımında Türkiye’yi transit ülke olarak kullanmasını ve ambargonun etkisini sınırlamasını sağlıyor. Bu durumdan hoşnut olmayan batılı emperyalistler son dönemlerde Türkiye üzerindeki baskılarını arttırmaya çalışıyorlar.

Ülkedeki uzunca bir süredir devam eden ekonomik sorunlar nedeniyle kitle desteği zayıflayan ve batılı emperyalistlerden istediği ekonomik desteği alamayan Erdoğan iktidarı, Türkiye’nin ambargo karşısında Rusya’nın transit ülkesi haline gelmesini, kaynak akışı ve ekonomiyi canlandırmak için bir fırsat olarak görüyor. Bu yılın ilk 8 ayında 28 milyar dolar ile ülke tarihinin en yüksek kaynağı belirsiz para girişinin yaşanması ve Maliye Bakanı Nebati’nin bunu İngiltere’nin Financial Times gazetesine yaptığı açıklamada “Yaptırımlar nedeniyle Rus finansal sistemini kullanamayan Rusya vatandaşlarının nakit para harcaması” ile açıklaması da bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.[22] Putin’in “Avrupa için Türkiye’de büyük bir gaz merkezi kurulması” önerisi ve bu öneriye hemen kabul eden Erdoğan’ın bu merkezin Trakya’da kurulması için çalışmaların başlatılması talimatını vermesi, Türkiye’nin Rusya için taşıdığı önemi gösteren bir diğer gelişme olmuştur.

Böylesi bir tabloda üstelik Türkiye’de genel seçimlere aylar kalmışken ve burjuva muhalefetin oluşturduğu 6’lı masa batılı emperyalistlerle daha uyumlu çalışacaklarını ve Ukrayna savaşında Ukrayna’yı destekleme yönünde daha açık tutum alacaklarını açıklamışken Putin yönetiminin neden anlaşmazlıkları paranteze alıp Erdoğan’ı desteklediği anlaşılır olmaktadır. En son Erdoğan ve BM Genel Sekreteri Guterres’in arabuluculuğu üzerinden Ukrayna ve Rusya’nın tahıl ve gübresinin pazarlanması için bir ‘tahıl koridoru’ açılması anlaşması yapıldıktan sonra, Rusya’nın ürünlerine karşı ambargonun sürdürülmesi ve bu koridorun sabotajlar için kullanılması nedeniyle anlaşmayı askıya alan Putin’in, Erdoğan’ın elini güçlendirmek için bu anlaşmaya geri dönmesi de bu kapsamda atılmış bir adım olarak değerlendirilmelidir.

 

Sonuç yerine

Türkiye ve Rusya arasında gelişen çok yönlü işbirliği üzerinden yapılan kimi analizler bu durumu “karşılıklı bağımlılık” olarak tanımlıyor. Oysa bu ilişkilere yakından bakıldığında emperyalist bir güç olarak Rusya’nın önemli bir bölge ülkesi olan Türkiye ile kurduğu ilişkinin ‘eşitsiz’ bir ilişki olduğu ve Türkiye’nin Rusya’ya bağımlılığını arttırıcı sonuçlar doğurduğu görülecektir. Elbette bu eşitsizlik Rusya’nın Türkiye’den kolay vazgeçebileceği anlamına gelmemektedir. Çünkü yakın dönemde kurulan ilişkiler, Türkiye’nin Rusya için önemli bir pazar olduğu kadar bölgesel egemenlik mücadelesinde işbirliği yapabileceği bir aktör olduğunu da göstermiştir.

Öte yandan Rusya ile kurulan ilişkiler, Türkiye’nin batılı emperyalistlerin savaş örgütü NATO’nun üyesi olduğu ve yine toplam ticaretinin yüzde 50’e yakınını AB ülkeleri (ve yüzde 10’a yakınını ABD ve İngiltere) ile yaptığı gerçeğini değiştirmiyor.[23] Bu durum Türkiye tekelci burjuvazisinin ve onların siyasi temsilcilerinin bugünkü koşullarda batılı emperyalistlerle kurdukları askeri ve ticari ilişkileri değiştirme ya da bunlardan vazgeçme şansının ne kadar az olduğunu ortaya koymakta ve dolayısıyla Rusya ile kurulan ilişkilerin de sınırlarını belirlemektedir.

Sonuç olarak, bu tablonun bize gösterdiği gerçek şudur: Erdoğan iktidarının emperyalistler arasındaki çelişkileri kullanma ya da zaman zaman ABD emperyalizmine meydan okuma biçiminde propaganda edilen politikası, Türkiye’yi her iki emperyalist gücün müdahalesine açık hale getirerek ekonomik ve siyasi açmazlarını derinleştirmektedir. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halklarının kurtuluşu şu ya da bu emperyalist güce umut bağlamaktan değil; işbirlikçi burjuva gericiliğe ve onun emperyalistlerle bağımlılık ilişkilerine karşı anti-emperyalist, bağımsız, demokratik bir gelecek için mücadeleden geçmektedir.

 

[1] Johnson,1964 tarihli mektubunda Türkiye’yi Kıbrıs’ta Amerikan silahlarını kullanamayacağı konusunda uyarmıştır.

[2] Birgün (2020) “Lavrov: Türkiye’yi hiçbir zaman müttefikimiz olarak sınıflandırmadık”, https://www.birgun.net/haber/lavrov-turkiye-yi-hicbir-zaman-muttefikimiz-olarak-siniflandirmadik-319161

[3] Tokgöz, E. (2011) “Dünden Bugüne Türkiye-Rusya Ekonomik İlişkilerinde Üç Büyük Dönem”, Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, sf. 6-14.

[4] Yapar Saçık, S. (2013) “Türkiye’de Bavul Ticaretinin Dış Ticaret İçerisindeki Yeri ve Büyüme-Bavul Ticareti İlişkisi”, Gaziantep University Journal of Social Sciences, Sayı 12, sf. 807-815.

[5] Sarıaslan, F. (2019) “Türkiye’nin Rusya Federasyonu ile İlişkilerinde Ekonominin Rolü”, Avrasya İnceleme   Dergisi, vııı/ıı, sf 174-216.

[6] Bağımsız Devletler Topluluğu, eski SSCB’yi oluşturan 15 cumhuriyetin 11’in katılımıyla kurulmuştu. Estonya, Letonya ve Litvanya’nın katılmadığı, Türkmenistan’ın ise onaylamadığı bu topluluktan Gürcistan 2008’de ve Ukrayna’da 2014’te ayrılmış böylece topluluktaki üye sayısı 9’a inmiştir (Rusya Federasyonu, Azerbaycan, Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Özbekistan, Tacikistan).

[7] Sarıaslan, age.

[8] Erşen, E. (2018) “2000’li Yıllarda Türkiye-Rusya İlişkileri, ‘Kompartımanlaştırma’ Stratejisinin Sorunları”, G. Özcan, E. Balta, B. Beşgül (ed.), Kuşku ile Komşuluk içinde, 1. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 149.

[9] Aktürk, age.

[10] Sönmez, A. S. (2010) “Moskova’nın Kutuplaşma Çabaları: Putin Dönemi Rus Dış Politikası”, Avrasya Etüdleri, 37, sf. 37-76.

[11] Anadolu Ajansı (2016). “Türkiye-Rusya ilişkilerinin son 16 yılı”, https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/turkiye-rusya-iliskilerinin-son-16-yili/698807

[12] Koltuk, A. D. (2021) “Türkiye – Rusya İlişkilerinin Son On Yılı (2010- 2020): Rekabet mi, İşbirliği mi?”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, sf. 475-487.

[13] Özel, S.ve B. G. Uçar (2019) “Türkiye-Rusya İlişkilerinin Ekonomik Boyutu raporu”, Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi.

[14] Doster, B. (2014) “Türkiye’nin Enerjide Dışa Bağımlılığının Türkiye- Rusya İlişkilerine

Etkileri”, Uluslararası Enerji ve Güvenlik Kongresi Belgeleri, sf. 599-609.

[15] Özdal, H, H.S. Özertem, K. Has, M. Demirtepe (2013) “Türkiye-Rusya İlişkileri: Rekabetten Çok Yönlü İşbirliğine”, USAK-Avrasya Araştırmaları Merkezi Raporu.

[16] Özel ve Uçar, Türkiye-Rusya İlişkilerinin Ekonomik Boyutu raporu.

[17] Koltuk, Türkiye – Rusya İlişkilerinin Son On Yılı, sf. 475-487.

[18] Merdan, A. S. (2021) “Avrasya Jeopolitiğinde Türkiye’nin Enerji Politikaları: TANAP ve Türk Akımı”, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 17, Yıl 17, Sayı 2, sf. 457-473.

[19] Habertürk (2022) “Rusya’nın dünya ticaretindeki payı ne?”, https://www.haberturk.com/rusya-nin-dunya-ticaretindeki-payi-ne-3356149-ekonomi

[20] Turizm Ajansı (2020) “İşte Türkiye’nin 2019 turist sayısı ve turizm geliri…”, https://www.turizmajansi.com/haber/iste-turkiye-nin-2019-turist-sayisi-ve-turizm-geliri-h35213

[21] Euronews (2022) “Rusya: ‘Yaptırımlar nedeniyle altın ve döviz rezervlerimizin yarısı donduruldu; güvencemiz Çin”, https://tr.euronews.com/2022/03/13/rusya-yapt-r-mlar-nedeniyle-alt-n-ve-doviz-rezervlerimizin-yar-s-donduruldu-guvencemiz-cin

[22] Medyascope Tv (2022) “Financial Times’a konuşan Nureddin Nebati, kaynağı belli olmayan 28 milyar doları ve Rusya’dan talep edilenleri anlattı”, https://medyascope.tv/2022/10/25/financial-timesa-konusan-nureddin-nebati-kaynagi-belli-olmayan-28-milyar-dolari-ve-rusyadan-talep-edilenleri-anlatti/

[23] Özel ve Uçar, Türkiye-Rusya İlişkilerinin Ekonomik Boyutu raporu.