Arif Koşar

Demokratik Modernite Dergisi’nin “Kuramsal Marksizm’in tıkanıklıkları ve çözüm arayışları” konulu sayısında, “kapitalist modernitenin ‘sol’ destekçisi”, “ekonomik indirgemeci”, “determinist”, “devletçi”, “pozitivist” olduğu ileri sürülen Marksizm, çeşitli açılardan değerlendirme konusu yapıldı.

Teori ve Eylem’in bir önceki sayısında[1], Demokratik Modernite’nin Marksizm’e ilişkin daha genel diyebileceğimiz, esasen onun tarihsel materyalist yöntemini konu edinen “ekonomizm”, “ekonomik indirgemecilik”, “zihin”, “zihniyet” ve çeşitli düşünsel unsurların göz ardı edilmesi gibi iddiaları ele almıştık. Marksizm’e yönelik “ekonomik indirgemecilik” ithamının gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığı, Marx’ın “kaba materyalizm” eleştirisi, tarihsel çalışmaları ve Engels’in tarihsel materyalizm üzerine uyarılarından yola çıkılarak vurgulanmıştı.

Ekonomik indirgemeciliğe” karşı mücadele adı altında kapitalist üretim ve sömürü ilişkilerinin etkin rolünü göz ardı eden, “devletçi zihniyete” birincil rol verip iktidar ile bin yıllar öncesinden gelen “doğal toplum” değerleri arasındaki mücadeleyi merkezine alan genel konseptiyle Demokratik Modernite Dergisi; bir çok “başlığı” yeniden yorumlamıştır. Devlet, toplumsal hareketler, din, kültür, ahlak, ideoloji, pozitivizm, bilim ve tarihe ilişkin tartışmalar, “doğal toplum” ve “devletçi uygarlık” çelişkisi üzerinden okunmaya çalışılmıştır.

Kürt ulusal hareketinin politik mücadele ve ihtiyaçları temelinde teorileştiren bu okuma; sık sık polemik yaptığı Marksizm’in merkezi bir kavramı olarak “sınıf” ve “sınıf mücadelesi”ni de karşısına almıştır. Demokratik Modernite’nin bahsi geçen sayısında Haydar Ergül’ün “Sınıf Değil Komünalite”, Turan Uysal ve Ramazan Besili’nın “Sermaye Birikiminin Esas Kaynağı Artı Değer mi?” başlıklı yazıları doğrudan sınıflara ilişkin bir tartışma yürütürken; başta Abdullah Öcalan’ın “Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat” makalesi ve diğer yazılar yer yer “sınıf”lara ilişkin açık bir tutum almakta, toplamda ise ortak bir “sınıf yaklaşımı” taşımaktadır.

Bu makalede, Demokratik Modernite dergisinin bazen açıkça ifade edilen bazen de bir yaklaşım olarak değerlendirmelere sinen sınıf kavrayışı ele alınacaktır.

“TAVİZCİ” YA DA “AYRICALIKLI” İŞÇİ

Demokratik Modernite’nin ilk yazısı olan Öcalan’ın “Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat” makalesinde; işçi sınıfına ilişkin çeşitli tezler dile getirilmektedir: “İşletme yöneticileri ve usta işçilerin, toplumun en ayrıcalıklı kesimi haline geldiği” ifadesi ile sadece “usta işçiler” hakkında bir değerlendirme yapılıyor gibi görünürken; birden bu tür ayrıcalıkların işçi kavramını giderek önemsiz kıldığı tespitine geçiş yapılır. “Sermaye tekelleri[nin] ‘çok hisseli ortaklık’ projeleriyle işçi kavramını iyice anlamsızlaştır”dığı ifade edilir. “İşçinin giderek toplumu sermaye tekeline bağlayan kayış rolüne indirgendiğini görmek önemlidir.” Buna göre; “klasik özel kapitalizm” her zaman “tavizci işçi”ye dayanmıştır. “Tavizci işçi” “toplum karşıtı” ve “ekonomi olarak tanımlanması mümkün olmayan” kapitalist “örgütlenmeye eklenmiştir”, onun bir uzantısıdır.[2]Sanayi ve işçi sınıfı birlikteliği (…) eşitlik, özgürlük ve demokratikleşme açısından tekelci devlet kapsamındadır. İkisi birlikte anti-toplumculuğa çok daha yakın bir duruş sergilerler.[3]

Öncelikle olası bir karşılıklığı önlemek için şu not düşülmelidir: Demokratik Modernite’ye göre “tavizci işçi”, işçi sınıfının görece daha iyi koşullara sahip olan “ayrıcalıklı” bir bölümü değil; ücretli işçileri yani işçi sınıfının tamamını karakterize eden figürdür.[4] Dolayısıyla “tavizci” ya da “sermayenin uzantısı” olma tespiti; sermaye ve işçi sınıfını iktidar ilişkilerinin bir parçası olarak değerlendiren genel analizin bir sonucudur. Bu bölümde; bu genel analizin temeli değil ama güç aldığı unsurlardan birisi olarak “ayrıcalıklı” ve “tavizci” işçi sınıfı algısına değinilecektir.

İşçi sınıfının elde ettiği haklarla “ayrıcalıklı” bir sınıf olduğu, bu nedenle kapitalist hegemonyanın bir parçası haline geldiği fikri iki tarihsel gelenekle ilişkili olarak ele alınabilir:

İlki; daha 1930’lardan başlayarak Frankfurt Okulu teorisyenlerinin kültür endüstrisine yaptıkları vurgu ile “işçi sınıfının devrimci” rolünü yönelik itirazlarıdır. Bu itirazlar; okulun önemli isimlerinden Herbert Marcuse’un, işçi sınıfının “refah devleti” ve “tüketim toplumu” tarafından “içselleştirildiği”; siyahlar, cinsel baskılara konu olanlar ve özellikle öğrencilerin toplumsal değişimin temel gücü haline geldiği fikri ile mantıksal sonucuna taşındı.[5] Bu yaklaşım, daha sonra; işçi sınıfının ayrıcalıklı bir azınlık olarak tanımlanması ile “yeni toplumsal hareket” kuramcıları tarafından “sanayi sonrası toplum” teorileri içinde yeniden dile getirildi. Kadın, gençlik, çevre, barış, eşcinsel vb. toplumsal hareketlerin yükselişi, işçi sınıfının ampirik verilere dayanmaksızın küçülmesinin bir göstergesi kabul edildi. “Hizmet toplumu”, “bilgi toplumu” ve diğer postkapitalist toplum kuramları da işçi sınıfını, sanayi işçileri ile sınırlı ve “ayrıcalıklı” bir kategori olarak değerlendirdi.

İkincisi; ikinci dünya savaşı sonrası ağırlık kazanan, özellikle sosyal demokrat partiler tarafından temsil edilen Keynesyen sınıflar arası işbirliği teorisidir. Buna göre; işçi sınıfı, sermaye ile yaptığı uzlaşma sonucu adım adım haklarını kazanmakta, “refah devletinin olanaklarından yararlanmakta”, “tüketim toplumundan pay almaktadır”. Dolayısıyla eski, yoksul ve sömürülen işçi sınıfı geçmişte kalmış; “refah devleti”nin temel bir dayanağı haline gelmiştir.

Öncelikle; işçi sınıfını sanayi işçileri ile sınırlayan sektörel yaklaşım -ki bu tipik yaklaşımın en önemli temsilcisi Nicos Poulantzas’tır[6]– sınıf tanımının mantığı ve gerçekliği ile çelişmektedir. Bu algının yerleşmesinde, dönemin Avrokomünist partilerinin belirleyici etkisinden bahsedilebilir. Poulantzas’ın yaklaşımı, işçi sınıfını toplumun küçük/marjinal bir azınlığını olarak gördüğü ve post-kapitalist yazarlarla “orta sınıf toplumu” imajını paylaştığı için eleştirilmiştir. Örneğin Erik Olin Wright, 1969’da ABD’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarını Poulantzas’ın işçi sınıfı tanımı uyarınca tasnif etti. Buna göre; nüfusun yüzde 20’sinden daha azı işçi sınıfı, yüzde 70’i kadarı da küçük burjuvaziden oluşmaktadır. Böylece Wright, Poulantzas’ı, işçi sınıfını toplumun küçük ve etkisiz bir azınlığına indirgemekle eleştirdi.[7] Bugün de içinde yaşadığımız kapitalizmi “orta sınıf toplumu” olarak tanımlayanlar; işçi sınıfını bu biçimde tanımlamaktadır. Oysa işçi sınıfı sadece sanayi sektörü ile sınırlayan bu yaklaşımın Marksizm’le ilgisi yoktur. İşçi sınıfı, üretim sürecinde sermaye ile girdiği sömürü ilişkisi temelinde oluşmaktadır. Emekçiyi, işçi haline getiren üretim araçlarından ayrılması ve emek gücünü sermayeye satmak zorunda kalmasıdır.[8]

Yeninden “ayrıcalıklı” işçiler tartışması üzerinden Demokratik Modernite’ye dönecek olursak; Öcalan makalesinde şunları söylemektedir:

Kapitalizmle mücadele üzerine yoğunlaştığımda aklıma hep karı koca ilişkisi gelir. Kocasının ortama göre karısına normal bir yaşam sunması   durumunda bu kadını kocasına karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, dolgun bir ücret vermesi halinde işçiyi de efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o kadar zordur. Özgürleşmeyi bir yana bırakın, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendi karşısında takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla kendini güvencede sayar.[9]

Dolgun ücretli”, iş güvencesine ve geniş sosyal haklara sahip “işçi sınıfı” imgesinin, yanlış bir analize dayansa da Batı Avrupa’da 1960’ların sonunda nesnel bir karşılığı vardı, ancak bugün değil. Yanlış bir analiz, çünkü, işçi sınıfının “refah devleti” kapitalizmi tarafından “satın alındığını” iddia eden postkapitalist kuramcılar, bu hakların ağır ve yoğun mücadeleler sonucu kazandığını göz ardı etmişlerdir. Bu ülkelerde sendikal örgütlülük düzeyi oldukça yüksek olduğu gibi, işçi sınıfı bir sınıf olarak haklarını koruma konusunda oldukça ileri bir seviyede idi. Göreceli yüksek ücret, iş güvencesi, yıllık izinler, işyerinde söz hakkı, işçi sağlığı önlemleri konusunda elde edilen haklar, mücadele ile kazanıldığı ve mücadele edilmediğinde fiilen ortadan kalktığı göz ardı edildiğinde, işçi sınıfı kapitalizmin “ayrıcalıklı”, “satın alınan”, Demokratik Modernite’de ifade edildiği biçimiyle “basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendi karşısında takla atan işçi”si olarak görüldü.

Elbette, işçi sınıfının, sendikal bilincin sınırları içerisinde verdiği mücadele sonucu elde ettiği kimi haklar; onun kapitalizm içinde “uzlaşmacı” bir tutumla yetinmesine neden olabilir. Ancak bu sınıfın nesnel varlığıyla değil, politik mücadelesi ve sınıf bilinci ile ilgilidir. Politik sınıf bilincini edinmiş işçi sınıfı; bu hakları kapitalizmin sunduğu bir olanak değil, mücadelenin kazanımı olarak gördüğü gibi; bu kısıtlı hakların ötesinde, sömürüsüz bir toplumu kurmak için kendi iktidarını kurma gereğinin farkındadır.[10] Dolayısıyla işçilerin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşan “sosyal devletçi” uzlaşmacılığa sıkışması; özü itibarıyla “tavizci” olduklarını değil; devrimci işçi sınıfı mücadelesinde politik parti ve bununla bağlantılı olarak sınıf bilincinin önemini göstermektedir.

İşçi sınıfının, sendikal bir bilinçle bu hakları bir “uzlaşma” eğilimine dönüştürme ihtimali olsa da kapitalizmin genel eğilimi; düşen kar oranları ve rekabetin baskısı ile ücretlerin düşürülmesi ve hakların geriletilmesidir. Bugünse, “tavizci işçi” algısına zemin hazırlayan ekonomik ve sosyal haklardan bahsetmek oldukça zorlaşmıştır. Son 40 yıldır dünya genelinde neoliberal politikalarla reel ücretler düşmekte, esnek çalışma uygulamaları yaygınlaşmakta, iş güvencesi kaldırılmaktadır. Türkiye’de de dünyadaki eğilime paralel olarak; taşeronlaştırma, sözleşmeli işçilik, yakın zamanda kanunlaşan Özel İstihdam Bürolarıyla kiralık işçilik gibi güvencesiz istihdam biçimleri, toplam istihdamın önemli bir kısmını oluşturuyor. Kıdem tazminatının fona devredilmesi, işe giriş-çıkış maliyetlerinin azaltılması, “yatırım ortamının iyileştirilmesi” gibi önlem ve planlar; işçi sınıfının tamamını güvencesizlik girdabına sürüklüyor.

Dolayısıyla işçi sınıfının “güvenceli”, “dolgun ücretli” ve “ayrıcalıklı” bir kesim olduğu fikri, 1970’lerde hatalı analize dayanan zeminini dahi kaybetmiştir. Bugün köyün kapitalistleşmesi, köyden kente göç ve proleterleşme süreçleri ile işçi sınıfı genişlemekte, çalışma ve yaşam koşulları kötüleşmekte, “ayrıcalık” sayılan haklarını yitirmektedir. O nedenle, “dolgun ücret” alan, elde ettiği ayrıcalıklarla patronu karşısında “takla atan” bir işçi sınıfından bahsetmek, günümüzde, özellikle de son 40 yılda, savunanı ve karşı çıkanı ile herkesin üzerinde mutabık kaldığı neoliberal dönüşüm ve bu dönüşümün istihdam ilişkileri üzerindeki etkisini dikkate almamak anlamına gelir. Bu, toplumsal değişimin en temel gerçeklerinin yok sayılmasıdır. İşçi sınıfı; “ayrıcalıklı” değil, yoksulluğun, işsizliğin, eşitsizliğin, iş cinayetlerinin, hak gasplarının, baskı ve sömürünün bizzat muhatabıdır. Tam da bu nedenle, işyerlerinde irili ufaklı sendikalaşma ve hak alma mücadeleleri eksik olmamakta; sınıf mücadelesi görünen ve görünmeyen biçimleriyle devam etmektedir.

Demokratik Modernite’de dile getirilen bir başka sorunlu görüş de, işçi sınıfının, hatta genel olarak sınıfların, “sınırları hiçbir zaman kesin çizilemeyen ve her gün geçişler yaşayabilen[11] toplumsal kategoriler olduğu, bu nedenle de birbirinden ayrılmasının zor olduğu, giderek birbirine karıştığı fikridir. Hatta, “Gelişmiş endüstri katmanları, tekelci ticari ve finansal kesimler, yani sermaye tekelleri ‘çok hisseli ortaklık’ projeleriyle işçi kavramını iyice anlamsızlaştırmışlardır.[12]

Yapıldığı sınırlı ülke ve bölgelerde de bu tür hisse dağıtımları, işçilerin şirketin sahipleri olduğu anlamına gelmeyen, karar hakkı olmayan, genellikle hak gaspları ve tavizlerle gündeme gelen uygulamalardır. ABD’de 2010 yılında, 10 milyon çalışana sahip 11 bin 500 işletmede (2006 yılında ABD’deki işletme sayısı 26 milyondu) Personel Hisse Senedi Sahipliği Planı uygulanıyordu. Bu tür planlardaki hisse senetleri, işçilerin şirketi kontrol edebilmesini imkansız kılan oy sınırlamalarına sahiptir. Bu planlar, işçilere ya bir emeklilik programı şeklinde ya da ücretlerinin düşürülmesi karşılığında dayatılan düzenlemelerdir. Örneğin, United Airlines çalışanları, şirket 1994’te zora düştüğünde, bu tür bir Personel Hisse Senedi Sahipliği Planı dayatmasıyla karşı karşıya kaldı. Temmuz 1998’de, bu program kapsamındaki 19 bin rezervasyon elemanı, kapı görevlisi ve bilet satıcısı, “sahip oldukları” hisselere pek de aldırmadan bir işçi gibi davranmaya devam etti ve Uluslararası Teknisyenler Birliği sendikasına katılma kararı aldı. Şirket 2002’de iflas ettiğinde, Hisse Senedi Sahipliği uygulaması doğal olarak sona erdi ve işçiler yeniden yapılanmada bu uygulamadan hiçbir şey kazanamadı.[13]

Çeşitli mekanizmalar ve göstergeler üzerinden sınıflar arası ayrımın silikleştiği iddiası; sadece 1990’ların postmodernizminin değil İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan sosyolojisi, liberal tüketim toplumu ideolojisi ve günümüz egemen sosyal bilim anlayışının temel yaklaşımıdır. Özellikle “tüketim” çılgınlığı, marka tutkusu, ortak “tarz” ve “moda”lara bakarak farklı sınıflardan gelen insanların “tüketim”cilikte birleştiği ya da egemen kültürün ortak etkisi altında bulundukları; böylece sınıf ayrımlarının “anlamsızlaştığı” iddiası; sınıfsal eşitsizliklerin gizlenmesi için kullanılan ideolojik bir tezdir.

Anlamsızlaşması” iddiası bir yana sınıflar, toplumsal değişimleri anlamada temeldir. Küçük mülk sahiplerinin ellerindeki üretim araçlarını giderek kaybettiği, ücretli olarak çalışmak zorunda kaldığı devasa bir proleterleşme dalgası yaşanmaktadır. Telefon modelleri benziyor ya da benzer kot pantolonlar[14] giyiyorlar diye emek gücünü satan ve sömürülen milyonlarca insan ile, bu milyonların ürettiklerine el koyan küçük tekelci bir azınlık arasındaki farkın silindiği ya da azaldığı tasavvuru; gerçekliğin oldukça çarpıtılmış bir hali olabilir.

İngiliz Yardım Kuruluşu Oxfam’ın 2015 yılı raporuna göre; 62 “süper zengin”in toplam serveti, dünya nüfusunun yarısından yani 3 milyar insanınkinden daha fazla. Bir yıl önce, dünya nüfusunun en fakir olan yarısının serveti, 80 “süper zenginin” servetine denk geliyordu. Dünyanın en yoksul yüzde 50’sinin nüfusu 2010 ile 2015 yılları arasında 400 milyon artmasına rağmen serveti yüzde 41 (1 trilyon dolar) oranında azaldı. Oxfam, 2016 yılında dünyanın yüzde 1’lik nüfusuna denk gelen 70 milyon kişinin dünyanın geri kalan yüzde 99’undan (Yaklaşık 7 milyar insan) daha fazla servete sahip olacağını açıkladı.[15]

Bu sınıfsal uçurum koşullarında; işçilerin, kolayca zengin olup kapitalist sınıf saflarına, Öcalan’ın ifade ettiği gibi “her gün geçişler” yapması, bu açıdan da işçi sınıfı ile burjuvazi arasında “sınırların hiçbir zaman kesin” olarak “çizilememesi” gibi bir durum söz konusu değildir. Elbette sınıflar, içindeki üyelerinin bulunduğu kapalı kutular değildir. Ancak işçi sınıfından küçük de olsa kapitalist olmaya geçiş; sınıf ayrımını ve çizgisini silikleştirmek bir yana, çok istisnai boyutlardadır.

Diğer yandan sınıf atlamaya dair bu “Amerikan rüyası”nın ciddi bir tartışmada ileri sürülmesinin temelinde; sınıfların, üretim ilişkileri değil, kültür ya da bilinç temelinde tanımlanması gibi bir yöntem sorunu da vardır: “Sınırları hiçbir zaman kesin çizilemeyen ve her gün geçişler yaşayabilen sınıflarda asıl olan yaşadıkları bilinç durumudur, içinde yaşadıkları kültürdür. Kendi uygarlığını tanımayan ve oluşturamayan sınıf zaten yokluk durumundadır.[16]

Buna göre; eğer bir işçinin bilinci, işçi olmanın gerektirdiği gibi sınıfsal bir mücadele konumu almasını sağlamıyorsa; öyleyse işçi sınıfının “sınırları hiçbir zaman kesin” olarak “çizilemez”; “zaten yokluk durumundadır.” Sınıfların analizinde, asıl olan “bilinç durumu” ise dünyadaki mevcut sınıfsal çelişki ve uçurumların, sınıf bilincinin zayıflığına atıfla kolayca göz ardı edilmesi; hatta onun “zaten yokluk durumunda” kabul edilmesi de makuldür. Ancak, sınıflar, bilinç durumuna indirgenemeyecek bir toplumsal gerçekliktir. Bilinç sorunu; ideoloji, ideolojik hegemonya, meta fetişizmi, kapitalist kültürel ilişkiler, burjuva aile kurumu, eğitim vb. birçok konu ile birlikte değerlendirilmelidir. Buna rağmen şu kadarı söylenebilir ki; sınıfsal ilişkilerin otomatik/determinist bir biçimde bilinci belirlemiyor oluşundan yola çıkarak, sınıfların varlığı ve etkin rolünün gözardı edilmesi haklı kılınamaz.

SERMAYE BİRİKİMİNİN KAYNAĞI TİCARET Mİ?

Öcalan ve Demokratik Modernite dergisinin kapitalizm değerlendirmesinde, Braudel’in düşünceleri oldukça etkilidir[17]. Braudel, kapitalizmin “ekonomik bir ilişki”, bir “üretim biçimi” olarak tanımlanmasına karşı çıkmakta; onu anti-ekonomik, anti-toplumsal tekelci fiyat belirlemelerine dayalı bir “iktidar biçimi” olarak görmektedir. Dolayısıyla sermaye gibi; işçi sınıfı da anti-toplumsal, anti-ekonomik bir sınıftır. Arka planına bu tespitleri alan Demokratik Modernite yazarları Turan Uysal ve Ramazan Besili, “Sermaye Birikiminin Esas Kaynağı Artı Değer mi?” başlıklı ortak makalelerinde, işçi sınıfı ile sermaye birikimi ve emek ile değişim-değeri ve fiyat arasındaki ilişki kopartıyor.

Makalenin temel sorunsalı başlıkta da ifade edildiği gibi; sermaye birikiminin kaynağı. Henüz girişte Marksizme ilişkin şu tespitler yapılıyor:

K. Marx’ın büyümesini işçi emeğinin sömürüsü üzerinden gerçekleştirdiğini iddia ettiği bu egemen kesimi [sermayeyi- a.k.] ekonominin bir bileşeni olarak değerlendirmesi bir ironi olsa gerektir. Artı değer sömürüsünü böyle bir tanımlama üzerinden çözümlemeye çalışan Marksizmin bu anlamda ciddi eksiklikler barındırdığını belirtmek gerekir.[18]

Yazarlar, Marx’ın sermayeyi kapitalist ekonominin bir bileşeni olarak tanımlamasına şaşırmış, bunu “ironik” bulmuştur. Oysa; ne Adam Smith, David Ricardo gibi ekonomi politiğin kurucu isimleri, ne günümüz anaakım neoliberal iktisatçıları, ne de farklı disiplinlerdeki sosyal bilimcilerin farklı, hatta karşıt görüşlerine rağmen sermayenin, üretim süreci ve genel olarak ekonominin bir bileşeni olmadığı gibi bir fikirleri olmamıştır. Dolayısıyla Demokratik Modernite yazarlarının, özel olarak sermayenin kapitalist ekonominin bir parçası olduğunu belirtmek gibi totolojik bir vurguyu yapma ihtiyacı bile duymayan Marx’ı, bu genel fikir nedeniyle “ironik” bulmaları, bunu da bir eksiklik olarak görmeleri, gerçekten ironiktir.

Braudel’den feyz alan ve Öcalan’a referansla dile getirilen bu görüşe göre; sermaye ekonominin bileşeni değildir. Ekonomi; bin yıllarca öncesinde varolmuş, ama sınıflı-devletli uygarlığın egemenliğiyle birlikte toplumun derinliklerine gömülmüş, sermaye gibi tahakkümcü kesimlerin müdahil olamayacağı, tertemiz, kutsal, doğal bir alandır. Ekonomiyi, kapitalizm, sermaye gibi olgularla kirletmek büyük bir hatadır. “Anti-ekonomik örgütlenmenin doruğu olan kapitalizmi de bir üretim biçimi olarak tanımlamak bizi hiçbir zaman hakikate ulaştırmayacaktır.[19]

Sermaye birikiminin kaynağını bulma yolunda tarihsel süreci ele almak isteyen yazarlar; ilkel sınıflı toplumdan sınıflı topluma geçişin, “kötü kalpli” “kurnaz adam”ın “üretimin tüketilmeyen bölümüne el koyması[20] ile ortaya çıktığına inanarak analizlerine başlarlar.[21] Buna göre; ilk sınıflı toplumlarda “sermaye birikimi ile şiddet” “içiçe”dir. Yayılmacılık “toplu kırımlarla” gerçekleştirilir; “savaş makinesi gibi hareket eden İmparatorluk”lar tarihteki ilk “küresel tüccar girişimi”dir. “Ele geçirilen yerler hızla kolonileştirilip haraca bağlanır.” Sınırlar genişledikçe bölgeler arası ticaret de gelişir.[22]

Demokratik Modernite yazarları, oldukça kabalaştırılmış bu tarihsel anlatıdan, makalelerinin konusu olan sermaye birikimi tartışması için şu sonucu çıkartır: “Devlet eliyle yapılan ticaretten sağlanan kazanç insan emeğinden elde edilen kârdan kat kat daha fazlaydı. Bunlar birbirleriyle mukayese bile edilemez.[23]

Ancak sermaye birikimin kaynağına ilişkin hala bir yanıt verilmiş değildir. Çünkü “devlet eliyle yapılan ticaret” servet birikiminin kaynağı gibi gözükse de, bu ticarette, herhalde, metaların değişilmesi gerekir! Karşılıklı olarak takas edilen ya da para aracılığıyla değişilen metalar olmadan “devlet eliyle yapılan bir ticaret” mümkün olmasa gerek! İşte devlet eliyle yapılan ticaretin, bir meta üretimi sürecinin üzerinde yükseldiği görülmez ise ticaret de, Demokratik Modernite yazarlarının yaptığı gibi kendinden menkul bir birikimin kaynağı olarak görülür. Oysa; ticareti yapılanlar, özgür ve özgür olmayan emeğin üretimine dayanan metalardır. Birikim, bu emek ürünü metaların ticareti ile sağlanmaktadır.

Yazarlara göre; emek değer teorisi “pozitivist bilimciliğin ağır etkisini” taşımakta, kapitalizme gereğinden fazla “önemli bir paye biçmekte”, zoraki bir ölçü olarak “basit emek”i öne sürmektedir. Buna göre; emek değer teorisi geçerli değildir. Hatta “‘bir elmanın neden iki armut değerinde olduğu’ sorusuna asla kesin bir yanıt verilemez.[24]

Burada, emek değer teorisine ilişkin tarihsel ve temel tartışmaları tekrar etmekten sakınılarak şu kadarı söylenebilir ki; bu soruya sadece Marx değil, Marx öncesi ekonomi-politikçiler de kesin bir yanıt vermişlerdir. Adam Smith’e göre; “Örneğin bir avcı toplumunda bir kunduzun öldürülmesi, bir geyiği öldürmek için gereken emeğin iki katı emeğe mal oluyorsa, doğal olarak bir kunduz, iki geyikle mübadele edilecek yani iki geyik değerinde olacaktır.[25] Bir metanın üretilmesi, diğerinin üretilmesinden daha fazla emek istiyorsa ya da daha zahmetli ise; bu metanın diğerinden değerli olması olağandır.

Ticarete konu olan iki metanın karşılaştırılması için, en azından ortak bir özelliğinin olması gerekir. “Elma” ve “armut” ya da “kunduz” ile “buğday”ın karşılaştırılan ortak özelliği, bir emek sürecinin sonucu olarak üretilmiş olmaları, dolayısıyla üretimleri için toplumsal olarak gerekli emek zamanıdır.[26] İlk insan topluluklarından bugüne toplumlar, yaşamsal gereksinimlerini karşılamak üzere zorunlu olarak üretmiş; karşılıklı üretim ilişkilerine girmiştir. Ticaretten önce üretim olmuş; üretimsiz bir ticaret mümkün olmamıştır.

Kapitalist üretim ve dolaşım ilişkileri içinde meta üretimi ve bu metaların piyasada değer kazanması, değerin fiyata dönüşmesi, artı-değerin üretilmesi, kâr, rant ve faiz olarak bölünmesi, ortalama kâr oranı vb. ayrıntılı bir “değer” tartışmasının bileşenleri olabilirdi. Ancak; bu tartışma Demokratik Modernite dergisinin tezleri açısından gerekli değil. Çünkü; Uysal ve Besili, değerin nasıl üretildiği sorununa girmeden, sermaye birikimi için “görünür” bir kaynak arayışındadır.

Yazarlara göre; banka sermayesi ile sanayi sermayesinin oluşturduğu tekelci sistem, “reel ekonomiyi ikinci plana iterek, para-döviz döviz oyunlarından oluşan ‘sanal’ ekonomiye yöneldi”. Geçmişin “tek artık değer yaratıcısı olan işçi” sınıfı, “işini kaybedip işsizler ordusuna katılmış oldu”. Emek yoğun sanayi, yerini “ileri teknolojiye dayalı sanayiye bıraktı”. Böylece işçi sınıfı artı-değerin kaynağı olmaktan çıktı. Sermaye birikiminin kaynağı artık “yüksek oranda spekülasyondu”, “para-döviz oyunlarından oluşan ‘sanal’ ekonomi” idi.[27] Tüm ilişkiler ticarete, değişime tahvil olmuş; böylece emek; değerin ve birikimin kaynağı olma işlevini yitirmiştir. Bir adım daha atıldığında; işçi sınıfı artı-değerin üretimini gerçekleştirmek bir yana, patronla birlikte “temelde gaspçı konumunda”ydı.[28]

Demokratik Modernite yazarları, kapitalist sermaye birikiminin belirleyici bir unsuru olarak işçi sınıfının ürettiği artı-değere el konulmasını; kapitalizm ve sömürü analizinden tamamen çıkartmışlardır. Bu yaklaşımla; toplumu saran, kuşatan ve tahakküm altına alan sermayenin birikim sürecinde önemli bir rol oynamayan, hatta artı-değer üretmeyen işçi sınıfının, doğal olarak gerek yaşamda gerek de sosyal bilimlerde dikkate alınması gerekli değildir.

Peki, değerin kaynağının işçi sınıfının üretken faaliyeti değil de; spekülasyon ve ticaret olduğu iddiasını nasıl değerlendirmeli?

Spekülasyon… Yani, piyasada “tekelci” güçle, manipülasyonlarla ya da piyasanın kuralları içerisindeki “akıllı” müdahalelerle yapılan “vurgunlarla” gerçekten de büyük servetler elde edilebilir ve edilmektedir. Sadece ticari aracılık faaliyetleriyle de yine büyük servetler kazanılmaktadır. Görünen o ki; spekülasyon ve ticaret; sermaye birikimi açısından etkili araçlardır. Ancak; bu, hala sermaye birikimi ve üretilen artı-değerin kaynağı konusunda bize bir şey söylememektedir.

Sorun çözülmeden ortaya yerde durmaktadır: iki tarafın ticari faaliyeti sonucunda yeni bir “artık” yaratılmış mıdır? Örneğin 50 TL’lik bir elbiseyi satıcı müşterisine 70 TL’ye sattığında; mağaza sahibi haksız bir fazla kazanç elde etmiş olur. Ancak bir değer yaratılmış olmaz. Başlangıçta satıcının 50 TL’lik elbisesi, müşterinin de 70 TL parası varken; ticaretin sonunda; satıcının 70 TL’si ve müşterinin 50 TL’lik bir elbisesi vardır. Toplam değer; ticari faaliyet sonunda değişmemiştir ve değişmez. Engels’in ifadesiyle;

Bu artı-değer, ne alıcının metaları değerinin altında satın almasından gelebilir, ne de satıcının onları değerinin üstünden satmasından. Çünkü her iki durumda da herkes sırayla bir satıcı, bir de alıcı olduğuna göre, her bireyin kazanç ve yitikleri birbirini ödünler.[29]

Borsa, para-döviz, tahvil ve türev piyasalardaki spekülatif faaliyetler de benzer bir mantıkla işler. Birisinin haksız kârı, diğerinin zararıdır; ancak taraflardaki toplam değer aynıdır.

Demokratik Modernite; işçi sınıfının kapitalist toplumdaki kritik ve belirleyici rolünü göz ardı etmek için; sermaye birikiminde emekten çok ticarete ağırlık vermeye isteklidir. Oysa sermaye birikimi zaten ticareti varsayar. Üretim sürecine yatırılan para biçimindeki sermaye, üretim araçları ve emek gücünün faaliyetiyle hammaddeden yeni bir meta üreterek meta-sermayeye dönüşür. Bu meta sermaye piyasada satılarak (ticaretle) yeniden, ancak bu sefer başlangıçtaki para-sermayeden (P) daha büyük bir para-sermayeye (P’) dönüşür. Bu aradaki fark (P’-P) ticarette değil, üretim sürecinde, emek gücünün kendi değerinden daha fazlasını metaya eklemesi ile ortaya çıkar.

İki metanın değişimi olarak soyutlanabilecek ticaret ile artı-değer üretilemez. Çünkü iki metanın değişimi sonucu elde edilen yine iki metadır. Satıcı alıcıyı ya da alıcı satıcıyı kandırmış olabilir; taraflardan birinin kazancı diğerinin zararıdır; ancak toplam aynıdır.

Ayrıca; Demokratik Modernite’nin değerlendirmesinin aksine; Kürt burjuvazisi, Kürt işçilerinin emeğinin değer yaratmadığı fikrinde değildir. Tersine; Kürdistan’daki fabrikalarda, işyerlerinde görüldüğü üzere düşük ücret ve ağır-yoğun çalışma koşulları ile daha fazla artı-değer elde etmek üzere büyük bir baskı söz konusudur. Tam da bu nedenle Kürt işadamları ve onların örgütleri; Türkiye’nin “doğu”sunun ucuz işgücü cenneti yapılmasını öngören “Çinlileştirme” planını coşku ile karşılamıştır.

“KAPİTALİSTİN UZANTISI OLARAK İŞÇİ”

Demokratik Modernite’nin ilk makalesinin ayrıldığı Öcalan’a göre, “köle ve serf nasıl ağırlıklı olarak efendi ve beyin uzantıları durumundaysa, tavizkar işçi de her zaman patronun uzantısıdır.[30] Bu, işçi sınıfının politik bilinciyle ilgili olmaktan çok onun içsel bir özelliğidir, her koşulda geçerlidir. Kapitalizm devlet ve iktidarla kaynaşmış, güçlü ideolojik araçları kullanan “geniş bir şebekedir” ve “son dönemde tavizci işçi kesimi de bu örgütlenmeye eklenmiştir.[31]Patron-işçi ikiliği toplumsal doğanın temel demokratik eylemi olan ekonominin tekelci hırsızları”dır.[32]

İşçinin patronun uzantısı” olması iddiasının üzerinde durmakta fayda var; çünkü bu yaklaşımın Demokratik Modernite’nin işçi sınıfına ilişkin genel çizgisini yansıttığı söylenebilir.

İşçinin, kapitalist kültür endüstrisinin hegemonyasının altındaki durumuna umutsuzca işaret eden Theodor Adorno ve Max Horkheimer’dan Marcuse’a kadar işçi sınıfının devrimci rolünü giderek yitirdiği fikri, sosyal bilimlerde uzunca bir süre tartışıldı. Bunun daha uç bir yorumu; neoliberal hegemonyanın giderek etkili olduğu 1970’lerde; “iş” ya da “çalışma ideolojisi”nin işçi sınıfı ile sermayeyi birbirine bağladığı, işçi sınıfının ondan kopmasının giderek zorlaştığı tezi ile ileri sürüldü. Buna göre; kapitalizm koşullarında işçi, sermayenin bir uzantısı durumuna indirgenmiştir. Bu, sadece kapitalist için üretim yapılması nedeniyle değil; kapitalizmin “çalışma” ideolojisinin tüm toplumu ve işçi sınıfını “esir” alması nedeniyledir. Andre Gorz, bu tespitlere dayanarak, toplumsal değişimin de işçi olmaktan çıkmış, bir bakıma “işi reddetmiş” işsizler tarafından gerçekleştirilebileceğini varsaymıştır. Demokratik Modernite de bu postendüstriyel kuramlardan yoğun bir biçimde etkilenmiştir.

İtalyan otonomcu geleneği ise, başka bir güzergahtan benzer bir noktaya varmıştır. Althusserci diyalektik karşıtı rüzgarın etkisiyle; işçi sınıfının sermaye ile diyalektik ilişkisi içerisinde tanımlanamayacağı, onun sermayeden bağımsız, “otonom” bir biçimde tanımlanması gerektiğini ileri sürdüler. Böylece işçi sınıfının gücü; üretiminde, “çalışması”nda değil “işin reddi” temelinde “otonom” olarak var olabilme yeteneğindedir. Çalışmayı reddetmediği koşullarda işçi sınıfı, sermayenin “diyalektik birliği”, onun bir “uzantısı” olmaktan öteye gidemeyecektir. Bir Demokratik Modernite yazarının ifadesiyle; “proletarya” burjuvazinin ikizi”dir.[33]

Böylece işçi sınıfı kimliği üzerinden mücadele etmek, sermayenin varlığını savunmak olarak tanımlandı. Otonomcu kuramın en önemli temsilcilerinden Antonio Negri, varsaydığı bu “diyalektik mantığa” karşı “alternatif” bir Grundrisse okuması yaptığı Marx Ötesi Marx kitabında[34], işçi sınıfının, “sermayenin diyalektik mantığı”na karşı “ayrılma mantığı”nı savunması gerektiğini söyledi. Yani “işçi sınıfı” kimliği reddedilmeli, işçi olmaktan çıkılarak “kendini değerli kılma” güzergahında yeni yaşam alanları oluşturulmalıdır.

Bu diyalektik karşıtlığında; kimi yönleri Hegel’den kaynaklı[35] “kaderci” bir diyalektik yorumun etkisi vardır. Ya da aristokrasinin tarih anlayışı karşısında burjuvazinin, misal Augustin Thierry’nin uzlaşmacı “diyalektik” yorumu da bunda etkilidir.[36] Ancak Marksist diyalektik yöntem; otonomcuların ifade ettiği ve Demokratik Modernite yazarlarının da başka bir yoldan benzer bir sonuca vardığı gibi “diyalektik birlik”le sınırlı değildir.

Kapitalist toplum içerisinde işçi sınıfı ile burjuvazi gerçekten güçlü bir biçimde ilişkisellik içindedir. Modern bir olgu ve kavram olarak işçi sınıfının varlık koşulu, emekçilerin üretim araçlarından ayrılması ve sermayeye emek gücünü satmak zorunda kalmasıdır. Sermaye ile girdiği bu “ticari” ilişkinin sonucu; üretim sürecinde emek gücünün tüketilmesidir. Dolayısıyla, sıradan bir insan, sermaye ile girdiği ve emek gücünün satılması üzerine kurulu bu ilişki ile işçi haline gelir, bir sınıf ilişkiselliğine dahil olur. Sermaye de sahip olduğu üretim araçlarını, emek gücü ile buluşturmadığı sürece herhangi bir şey üretemez. Üretim aracı sahibini kapitalist yapan; onun işçi ile girdiği ilişkidir. Dolayısıyla işçi sınıfı ile sermaye arasında “varoluşsal” bir ilişki vardır. Ancak bu ilişki; sadece “birlik” değil bir sömürü, uzlaşmaz karşıtlık ve mücadele ilişkisidir.

Her ilişki gibi işçi sınıfı ile sermaye ilişkisinin diyalektik olması, bu ilişkinin tarihsel olmasını da içerir. Çünkü işçi sınıfı ile kapitalist arasındaki ilişkinin genelleşmesi, ancak tarihin belirli bir döneminde ve belirli tarihsel koşullarda gerçekleşmiştir. Bu koşulların ortadan kalkması ile işçi sınıfı ile sermaye arasındaki ilişkisellik de ortadan kalkabilecektir.

Diyalektiğin kabaca “işçi sınıfının kapitalistin uzantısı” haline gelmesi, yani “birlik” ve “karşıtlığın soğrulması” olarak anlaşılması[37], böylece onun yerine “işçileşmeme”nin önerilmesi; diyalektiğin indirgemeci bir yorumudur. Sömürü ve mücadeleyi öngören karşıtların birliği, bu birliğin sürgit devam etmesini anlamına gelmez. Çelişkili birliğin içinde pozitif yanı işçi sınıfı, negatif yanı da bu birliği “dayatan” burjuvazi temsil eder. Bu karşıtlıklar devam edebileceği gibi, mücadelenin gelişimi ile ortadan kaldırılabilir. İşçi sınıfı, sermayenin üretim araçları üzerindeki egemenliğini kırdığı, kapitalist üretim ilişkilerini parçalayarak kolektif ilişkileri inşa ettiği koşullarda zorunlu birlik de ortadan kaldırılmış olur. Bu, belirli tarihsel koşullarda ortaya çıkmış bir diyalektik birlik ve karşıtlığın aşılarak yeni bir sentezin, yeni bir karşıtlığın doğuşudur. Yeni ilişkisellikte artık işçi sınıfı ile sermaye söz konusu değildir. Sermaye ve onunla ilişkiselliği çerçevesinde varolmuş işçi sınıfı da ortadan kalkmıştır. Artık üreticiler işçi sınıfı değil, sermaye tahakkümünü tanımayan özgür üreticilerdir.

İŞÇİ MÜCADELESİ KÖLELİK MÜCADELESİ MİDİR?

Demokratik Modernite’nin işçi sınıfını “patronunun uzantısı” olarak gören yaklaşımının mantıksal sonucu işçi mücadelesinin, “köle olarak kalma mücadelesi” olarak tanımlanmasıdır. Buna göre; işçiler, sınıf kimliğini savunmamalı, tersine işi ve ücretli çalışmayı reddederek, “demokratik özerk” yaşam alanları kurmalıdır:

Kapitalizme karşı büyük isyanlar böyle işçiler haline gelmemek için verilmiştir. Bu isyanlar işçileşmenin değil, işçileşmemenin mücadelesidir. Yanlış bir tanıtımla, ‘Yaşasın işçi mücadelesi’ demek, ‘Yaşasın kölelik’ demek özdeştir. Doğru olan ve yaşamın da desteklediği şey ücretli mahkumiyete karşı çıkmaktır.[38]

Negri ve Hardt gibi otonomcular ya da Türkiyeli okura özellikle “İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek” isimli kitabıyla ismini duyuran John Holloway; işçi sınıfının kapitalizm içinde bir gerçeklik olduğu, işçi sınıfı kimliğinde ısrar edilerek kapitalizmin aşılamayacağı, Öcalan’ın ifade ettiği gibi “işçi mücadelesi”nin “köleliliği” koruma mücadelesi olduğunu düşünmektedir. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iktisadi, sosyal ve siyasal hak mücadelesinin kapitalizmin sınırları içerisinde kaldığından hareketle, kapitalizmin kabulü anlamına geldiğini varsaymışlardır. İşçi sınıfı kimliğini “savunma”nın da, “modernist”, “özcü” bir yaklaşımla onu donuklaştırdığı, böylece onun işçi olarak kalmasında ısrar edildiği kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre; Marksizm’in “işçi sınıfı”nı merkezine alması; işçinin işçi olarak kalması, bazı haklar kazanılsa da sömürünün devamı ve “sınıf”ın olumlanması demektir ki, “işçi sınıfı” savunulması değil terk edilmesi gereken bir “kimlik”tir. Baudrillard’a göre; proletaryayı bir sınıf olarak kabul etmek, onu hala örnek alınabilecek tek model olmayı sürdüren burjuva sınıfı düzeninin tanımına mahkûm etmek demektir.[39]

Negri ve Hardt, işçi kimliğine dayanmanın “modernite” karşısında “anti-modernite” ile tanımlanabilecek özcü bir karşı çıkış olduğunu, ancak kimliklere dayanmayan bir “alter-modernite” yaklaşımı ile kimliklere sıkışmanın engellenebileceğini ifade eder.[40] Dolayısıyla “işçi sınıfı” ile tanımlanan bir özne, bu kimliği benimsediğinde sermaye ile girdiği diyalektik ilişkinin sınırlarını benimsemiş olacaktır. Ve işçi sınıfı kimliğine yaslanan bir politik mücadele, bu nedenle kapitalizmin sınırlarını aşamayacaktır. Önemli olan işçi olmak değil işçi olmaktan kaçış, işçi kimliğinden uzaklaşmak; Demokratik Modernite’deki vurgu ile “işçileşmeme mücadelesidir”.[41]

Elbette, otonomcular ya da Demokratik Modernite “işçi olmama” derken dükkan açıp küçük burjuva olmayı ya da sermayedar olmayı kastetmiyor[42]. “Çalışmanın reddi” ile kapitalist toplumunun tamamen yıkılmasını beklemeden işçinin “kendini değerli kılma”sı, komünal ilişki ağları kurması vb. alternatif yaşam tarzlarını geliştirilmesini öneriyor. Yani işçiler, eğer patronlar için çalışmayı reddederlerse, kapitalist sömürünün gerçekleşmesi imkansız olacak ve kapitalizm çökecektir. Peki, bu toplu halde yapılamazsa… O zaman da; işi reddedenler kendi küçük alternatif toplumlarını/gruplarını kuracaklardır.[43]

Peki, otonomcuların ve Demokratik Modernite’nin iddia ettiği gibi “işçi mücadelesi kölelik mücadelesi” midir? İşçilerin ekonomik ya da demokratik haklar için ve bir sınıf olarak olarak verdikleri mücadeleler gerçekten de kapitalizmi ve sermaye ilişkisini varsayan, onu aşması mümkün olmayan mücadeleler midir?

İşçi sınıfının sendikal düzeyde verdiği ücret, çalışma koşulları, sosyal haklar, sendikal özgürlükler vb. mücadeleleri, henüz kapitalist toplumsal ilişkileri hedefe koymayan, bu ilişkiler içerisinde işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen mücadelelerdir. Ancak, toplumsal sınıfların karşılıklı hamlelerine dayalı sınıf mücadeleleridir. Çünkü işçiler, ücretlerinin yükseltilmesini isterken, sermaye “diyalektik birlik” içinde ücretlerin yükseltilmesine razı olmayacak, tersine ücretlerin reel olarak düşürülmesi, kârın arttırılması, diğer rakiplerin önüne geçebilmek için iş yoğunluğunun yükseltilmesi vb. için çabalayacaktır. Dolayısıyla işçi sınıfının, henüz kapitalizmin sınırlarını aşmayan iktisadi ve siyasi talepleri, karşılıksız kalmadığı gibi, burjuvazinin sert bir cevabı ya da günümüzde olduğu gibi neoliberal karşı saldırı dalgası ile yüz yüze gelmektedir. Bu mücadele içerisinde, otonomcuların iddia ettiği gibi işçi sınıfı henüz kapitalizmin sınırlarında talepler dile getiriyor olsa da, eğer taleplerinde ısrarcı olurlarsa otonomcuların iddiasını aşan şekilde sermaye ile sert mücadelelere girmektedirler. Taleplerinin sermaye ve iktidarlar tarafından karşılanmaması, karşılansa da kapitalist sömürünün bu taleplerin yaşama geçmesi karşısında her zaman bir engel olarak kalması, işçi sınıfının kendi deneyimleri temelinde siyasal gelişiminin zeminini sağlamaktadır.[44] Mücadele, özellikle de kitlesel mücadeleler, on yıllarca sürede edinilecek deneyimin çok daha kısa sürece kazanıldığı, sınıf bilincinin hızla geliştiği dönemlerdir. Bu nedenle, işçi sınıfının ekonomik talepleri, henüz kapitalizmin sınırları içerisinde olsa da, onun aşılması, sınıf birliği ve bilinci için gerekli zemini sağlamaktadır.

Öyleyse… Birincisi; işçi sınıfının henüz kapitalizm sınırları içerisindeki talepleri ile kapitalizmin sınırlarını aşacak talepleri arasında duvar yoktur; basit talepler mücadele içerisinde ilerleyebilir, işçi sınıfı sermayeye karşı birliğini sağladıkça kapitalizmi zorlayacak talepler ileri sürebilir. İkincisi; politik partisiyle birlikte devrimci işçi sınıfı, bizzat bir sınıf olarak; sermayenin tasfiyesi ve bizzat tüm yönetime işçilere devri talebini dile getirebilir. Örneğin, Rusya’da 1917 Haziran’ında çeşitli işçi Sovyetlerinin “Tüm iktidar Sovyetlere” kararı ve çağrıları, işçi sınıfının kapitalizmi aşan talep ve mücadelesinin örneklerinden birisidir. İşçilerin, yer yer isyanları, bizzat yönetime el koyma girişimleri ve kendi kendilerini yönetme talepleri kapitalizmin sınırlarının işçi sınıfı mücadelesine dayanılarak aşılabileceğinin göstergelerindendir. Keza Paris Komünü işçi sınıfının kendi kaderini eline alarak kapitalizmi aşabilmesinin örneklerinden birisidir. Dolayısıyla işçi sınıfı mücadelesi “kölelik” değil, aksine kapitalist üretim ilişkilerini yıkıp komünist ilişkileri inşa etmesiyle maddi temellerine kavuşan; işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturduğu insanlığın sömürüden, kölelikten kurtuluş ve özgürleşme mücadeledir.

Ayrıca; işçi sınıfının mücadelesi, “işçi olarak kalma” mücadelesi değildir. Koşullarını iyileştirme mücadelesi ile “işçi olmaktan çıkma” mücadelesi iç içedir. İşçi sınıfı mücadelesi aynı zamanda; işçi sınıfı olmaktan çıkma, “işçi sınıfı” olmayı bir anlamda “reddetme” mücadelesidir. Çünkü; sermaye ile ilişkisini reddetme, sermayesiz bir hayat kurma, kendi kendini yönetme çabasını içerir. Her toplumsal olgu, ki tarihseldir, aynı zamanda kendi geleceğini tohum olarak bünyesinde taşır. İşçi sınıfı mücadelesi, kendi bağrında “işçi olmaktan çıkma”yı kapsar; kurtuluş ve özgürlüğü hedefler. Ancak işçi sınıfının gerçek anlamda işçi olmaktan çıkışı, otonomcuların iddiasının aksine “işi reddedip” İtalya’daki “toplum merkezleri” deneyimi gibi anarşizan arkadaş grubu komünleri kurmakla değil, kapitalist toplumsal formasyonun ve burjuvazinin üretim araçları ve işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. İtiraz edilen işçi sınıfının “işçi olmaktan çıkma” hedefi değil; bu hedefin kapitalizmin tasfiyesinden ayrılarak; kapitalizm ve kapitalist devletin devam ettiği koşullarda kooperatifçi yaşam alanlarına indirgenmesidir.

“SINIFSIZLAŞMA” İDDİASI

Otonomcular, otonomcu feministler[45] ve postkapitalist kuramcılar tarafından farklı hatlarda sürdürülen ve “sol”da kalmaya gayret eden “çalışma ideolojisi” merkezli literatür genel olarak “işin reddi”nde birleşir. İşin ya da çalışmanın reddi ile kapitalizmin işleyemez hale geleceğini, “sınıfsızlaşma” pratiğinin işletileceğini, böylece kapitalizm ve kapitalist devletin varlığı koşullarında alternatif/özerk “komünal” toplumsal örgütlenmelerin “geleceğe bırakılmaksızın” bugünden kurulabileceğini savunurlar. Demokratik Modernite’nin ilgisini çeken, tam da bu siyasal güzergahtır.

Öcalan ve Demokratik Modernite yazarları, konu işçi sınıfına geldiğinde; “işçinin kapitaliste bağımlılığını” ve “işin reddi” fikrini; kapitalizm koşullarındaki özerk topluluklar kurmayı öngören “demokratik özerklik” tezi ile birleşebildiği kadarıyla dile getirmişlerdir. Çünkü, Demokratik Modernite için sınıflar, eğer özel olarak konu edilmemişse zaten dikkate alınmamalıdır; çünkü temel olan sınıflar ve sınıflar mücadelesi değil toplum ve iktidar karşıtlığıdır.[46] Kritik olan; toplumsal sınıfların ampirik ya da kavramsal bir analizi, “çalışma ideolojisi”nin etkisi vb.’den çok; “demokratik özerklik” ya da “demokratik konfederalizm” ile ifade edilen “özel mülkiyetin devam ettiği” bir “özerk” topluluk kurma sonucuna varabilmektir.[47] Bahsi geçen literatürden alınan “sınıfsızlaşma” iddiası ve “özerk topluluklar” kurma “taktiği”nin Kürt sorununun çözümü için önerilen “özerklik” tasarısı ile uyumlulaştırılmak üzere yeniden sentezlenemesidir.

Bu “senteze” varmak üzere; Öcalan “işçi mücadelesi” ve “sınıfsızlaşma” hakkında şunları söylemektedir:

Öcalan’a göre; “Marksist ekonomi-politik de dahil, modernitenin ekonomi anlayışı, sınıfsal bakış açısından kurtulamamıştır.” Ve “politik mücadelenin başarısı”, “sınıfsal yaklaşımda” değil kendini “sınıfsızlaştırmasına” bağlıdır. Çünkü; “kendini en az sınıflaştıran toplum”, misal “özerk” Kürt toplulukları bunu yaptığında, “en iyi toplumdur.[48]

Bu açıdan “sınıfsızlık” iddiası “Demokratik Özerklik” tezi ile ilgilidir ve başlı başına bir tartışma konusudur. Burada, makalenin sınırlarına ve konusuna uygun bir biçimde, “Demokratik Özerklik” tartışmasına girmeden sadece genel yaklaşım ifade edilebilir.

İtalya’da 1970’li yıllarda otonomcu hareketten ilham alan; 1990’lı yıllardan itibaren özellikle Latin Amerika’daki “yerli özerkliği” hareketlerine, Meksika Chipas’taki Zapatista mücadelesine ve alternatif küreselleşme hareketlerinin “sosyal merkez” ve “işgal evleri” deneyimlerine atıfla savunulan “postmodern” öznenin alternatif yaşam alanları stratejisi; Kürt ulusal hareketinde de karşılık bulmuştur. O kadar ki; Abdullah Öcalan kendi öznesini Negri ve Hardt’ın postmodern öznesi olan “çokluk”a benzetmektedir. Marx’ın “sınıf tahlillerini yeterli bulmadığını” belirten Öcalan, Negri ve Hardt’ın “Çokluk” kavramını önemli bulduğunu belirtirken çokluğun içine ulusal hareketin ihtiyaç duyduğu bütün kesimleri dahil etmekte sakınca görmemiştir. Gerçekten de Negri ve Hardt, çokluğu tıpkı Öcalan gibi, sınıflar değil iktidar ve toplum çelişkisi üzerinden tanımlamış; çokluğu iktidar dışında kalanların bileşimi olarak yorumlamıştır.[49]

Bu literatüre girmeden kısaca ifade edilecek olunursa; Öcalan ve Demokratik Modernite dergisi; bu geleneğin “sınıfsızlık” iddiasının daha gerisine düşmüştür. Çünkü otonomcu gelenek; kapitalizm koşullarında işçi sınıfının ya da çokluğun işi reddedip, İtalya’daki “toplum merkezleri” ya da Zapatista deneyimleri gibi kendi kendine yeten “kolektifler” kurmayı önerirken anarşizan bir reformizmle maluldür, kapitalizmin tasfiyesi için mücadele söz konusu değildir. Öcalan ise, bu “komün”lerin içine bizzat özel mülkiyet ve piyasayı da eklemektedir. Özel mülkiyet ve piyasanın devam ettiği koşullarda; dolayısıyla sermayenin üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyetinin sürdüğü koşullarda bir “sınıfsızlık” ileri sürmektedir ki, bu mümkün değildir. Kurulması hedeflenen komünde, Öcalan’ın kapitalist saymayı kabul etmediği “orta boy sanayici, tüccar ve tarımcı” da bulunacaktır.[50] Bir yanda sanayi, tarım ve ticaret burjuvazisi ile sömürülen işçi sınıfı ve köylülüğün, diğer yanda grup/kooperatif mülkiyetinin bir arada bulunduğu “demokratik özerk” “komünlerin” bir sınıfsızlaşma pratiği olması mümkün değildir. İçinde bulunduğu durum ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte Rojava’da, bu mantıkla “orta boy” patronlardan oluşan “Sanayici Komünü”; komün ve “sınıfsızlık” arasında teoride kurulan ilişkinin pratikteki küçük bir yansımasıdır. Dolayısıyla Demokratik Modernite ve Öcalan’ın kapitalizm ve kapitalist devletin varlığını sürdürdüğü koşullarda önerdiği, özel mülkiyet ve piyasaya dayalı “demokratik özerk” “komünal” toplum tezindeki “sınıfsızlık” gökkubbedeki hoş bir sedadan ibarettir.

ULUSAL HAREKET VE SINIFLAR

Her ezilen ulus hareketi gibi Kürt ulusal hareketinin ufku; ulusal baskı ve eşitsizliğe karşı ulus dahilindeki tüm sınıfların “uzlaştırılmasına”/birliğine dayanmaktadır. Bu, kapitalist üretim ilişkilerinin devamını öngörüyorsa, ki sınıflar arası uzlaşmanın başka türlüsü mümkün değildir, burjuva-ulusal perspektifli bir uzlaşma arayışıdır.[51]

Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK), 8-9 Kasım 2014 tarihlerinde Van’da düzenlediği Demokratik Ekonomi Konferansındaki tartışmalar, sınıfsal uzlaşma arayışının net biçimde ifade edildiği platformlardan birisiydi. Konferans; genel bir “kapitalizm eleştirisi” ve “halk yararı” vurgusuna rağmen; Kürt burjuvazisinin taleplerini de dikkate almaktaydı. DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek; “Kürdistan’ın demokratik ekolojik paradigmayı benimseyen her sermaye yatırımına açık” olduğunu ifade etmiş ve Kürt sermayedarları Kürdistan’a yatırıma davet etmişti. Toprak ağalığı konusunda da, ulusal harekete destek veren “ağaları” uzaklaştırmama kaygısı güdüldüğü söylenebilir. 6-7 Nisan 2013 tarihinde Viranşehir’de Mevsimlik Tarım İşçileri Kurultayında alınan “toprak reformu” kararı “tarım reformu” şeklinde revize edilmiş; “Hazine arazileri ile büyük toprak sahiplerinin topraklarının bir kısmının topraksız köylüye dağıtılması” kararı “hazine arazilerinin topraksız köylüye dağıtılması” şeklini almış, böylece büyük toprak sahiplerinin toprakları kapsam dışı bırakmıştı.[52] Konferansta; sermayeyi temsilen Van, Urfa ve Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası başkanları art arda söz alarak kendi sınıflarının taleplerini; sendikalar ve işçi temsilcileri de kendi karşı talepleri dile getirmişlerdi.

Kendi içindeki sınıfları görmezden gelme ya da “uzlaştırma” çabasındaki “ulusal” bir hareketin; işçi sınıfının “ayrıcalıklı bir sınıf” olduğu, sınıf kavramının giderek “anlamsızlaştığı”, “işçinin kapitalistin uzantısı” olduğu, “işçi mücadelesinin” aslında işçinin kendi “köleliği” için mücadele etmesi anlamına geldiği, sermaye birikiminde emeğin rolünün önemsizleştiği gibi tezleri ileri sürmesi kendisinin üzerinde şekillendiği temeller bakımından anlaşılır bir durumdur. Dolayısıyla Demokratik Modernite dergisinin “işçi sınıfı” konusunda dile getirdiği tezler; sadece ideolojik tespitler olmanın ötesinde; bir ulusal hareketin pratik-politik mücadeledeki sınıfsal tutumunu yansıtmaktadır.

İkincisi; bu tezlerin bu biçimiyle ifade edilmesi; 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Kürt ulusal hareketi ve özellikle de PKK Lideri Öcalan’ın içine girdiği ve “bilimsel sosyalizm” eleştirisine dayanan “ideolojik arayış”ın sonucudur. Anarşist, otonomcu, liberal, küreselleşmeci ve postmodern unsurların devşirilmesine dayanan “yeni” tezler ve “ideolojik üretim”, mücadele içindeki Kürt ulusal hareketinin genel çizgisine, onun ihtiyaç ve taleplerine uydurulmakta, bu çerçevede yeniden süzgeçten geçirilmektedir.

Ancak; Kürdistan’da ulusal mücadelenin yanında, Kürt burjuvazisine karşı yer yer açık direnişle kendini gösteren Kürt işçi sınıfının mücadelesi de vardır. Diyarbakır’da tuğla, mermer ve tekstil işçilerinin, Dersim’de Munzur Su işçilerinin mücadeleleri; işçi mücadelesinin hiç de “burjuvazinin ikizi” ya da “patronun uzantısı” olmadığını göstermektedir. Patronlar da işçilere, “değer üretmeyen bileşenler” değil tam aksine daha yoğun ve daha düşük ücretle çalıştıkça daha fazla artı-değer elde edecekleri ücretli köleler olarak yaklaşmaktadır.

Elbette, bugünkü savaş ve ölüm koşullarında; Kürt işçilerinin kimi taleplerin geri planda kalması, ulusal baskı politikalarına öfke ve tepkinin ulusun geniş bir kesimini mobilize etmesi olağandır. Ancak bu hatırlatmaların yapılmasının sebebi; Kürt halkının demokratik taleplerinin karşılanmaması ve süren baskı politikalarının; Kürt halkının sınıflara bölünmüş olduğu gerçeği ile yanyana olmasıdır. Bu sınıflar, Kürt sorunun çözümü, iktidar ile ilişkiler, baskılar karşısında mobilize olma biçimleri, algıları, yaşam ve karşı çıkış şekilleri açısından farklılıklar gösterebilmektedir. Ulusal baskıya karşı mücadelenin hangi sınıflara dayanılarak şekilleneceğinin de; siyasal gelecek tahayyülleri ve stratejiler üzerinden belirleyici bir etkisinin olacağı açıktır.

Kürt ulusal hareketi, Öcalan ve Demokratik Modernite dergisinin işçi sınıfına ve genel olarak sınıf kavramına yaklaşımı; sıcak bir mücadele içinde olan Kürt siyasi hareketinin güncel çıkar, talep ve ihtiyaçları temelinde şekillenmektedir. Bahsi geçen bütün otonomcu, anarşist ya da liberal referanslar, ulusal hareketin platformu ekseninde seçilmekte, birleştirilmekte, bazen biri bazen diğeri öne çıkartılmakta; özgünlüğünü de ideolojik üretiminden değil mücadelenin ihtiyaçları temelinde bu sentezin şu ya da bu yöne çekilmesinden almaktadır. Bu nedenle işçi sınıfının önemini yitirdiği ve “anlamsızlaştığı” iddiaları, işçi mücadelesinin reddi ve “işçinin kapitalistin uzantısı” olarak yorumlanması; Kürt ulusal hareketin sınıfsal karakteri ve ufku ile ilişkilidir.

KAYNAKLAR

Aslanoğlu, Mehmet (2014) Demokratik Ekonomi Konferansının Ardından, https://www.evrensel.net/haber/97357/demokratik-ekonomi-konferansinin-ardindan, 20.03.2017.

Baudrillard, Jean (1998) Üretimin Aynası ya da Tarihi Materyalist Eleştiri Yanılsaması, Çeviren: Oğuz Adanır, İzmir: Dokuz Eylül Yayınları.

Dalla Costa, Mariarosa ve James, Selma (1973) The Power of Women and the Subversion of the Community, Bristol: Falling Wall.

Engels, Friedrich (2003) Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları.

Ergül, Haydar (2016) “Sınıf Değil Komünalite”, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, sf. 91-97.

Federici, Silvia (1995) “Wages against Housework”, The Politics of Housework içinde, Derleyen: Ellen Malos, Cheltenham: New Clarion, sf. 187-194.

Foucault, Michael (2002) Toplumu Savunmak Gerekir, Çeviren: Şehsuvar Aktaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Gürer, Çetin (2015) Demokratik Özerklik / Bir Yurttaşlık Heterotopyası, İstanbul: Notabene Yayınları.

Marcuse, Herbert (1967) The Question of Revolution, Interview by Günther Busch, New Left Review. I/45, 3-7.

Marx, Karl (2000) Kapital Birinci Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, İstanbul: Sol Yayınları.

Negri, Antonio (2005) Devrimin Zamanı, Çeviren: Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Negri, Antonio (2006) Marx Ötesi Marx: Grundrisse Üzerine Dersler, İstanbul: Otonom Yayıncılık.

Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011) Ortak Zenginlik, Çeviren: Efla-Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

NTV, 62 süper zengin dünyanın geri kalan yarısından daha fazla servete sahip, http://www.ntv.com.tr/dunya/62-super-zengin-dunyanin-geri-kalan-yarisindan-daha-fazla-servete-sahip,ED0YBTn0vk21tcmxtZc8eQ, 14.03.2017, 20.03.2017.

Öcalan, Abdullah (2013) Demokratik Uygarlık Manifestosu 1. Kitap, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları.

Öcalan, Abdullah (2013) Demokratik Uygarlık Manifestosu 2. Kitap, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları.

Öcalan, Abdullah (2013) Demokratik Uygarlık Manifestosu 3. Kitap, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları.

Öcalan, Abdullah (2015) Abdullah Öcalan’ın seyir defteri: Bu lanetli tarihten kopalım!, http://birdirbir.org/abdullah-ocalanin-seyir-defteri-bu-lanetli-tarihten-kopalim/, 20.03.2017.

Öcalan, Abdullah (2016) “Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat”, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, sf. 6-27.

Poulantzas, Nikos (2013) “Toplumsal Sınıflar Üzerine”, Poulantzas Kitabı – Seçme Yazılar içinde, Hazırlayan: James Martin, Çevirenler: Akın Sarı ve Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot Yayınları, sf. 265-308.

Smith, Adam (1985) Ulusların Zenginliği, Çeviren: Ayşe Yunus ve Mehmet Bakırcı, İstanbul: Alan Yayıncılık.

Uysal, Turan ve Besili, Ramazan (2016) “Sermaye birikiminin esas kaynağı artı değer mi?”, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, sf. 139-146.

Wright, Erik Olin (1978) Class, Crisis and the State, Londra: New Left Books.

Zweig, Michael (2012) Amerikan’ın en iyi saklanan sırrı – İşçi sınıfı çoğunluktur, Çeviren: Halil Çelik, İstanbul: H2O Kitap.

[1] Koşar, Arif (2017) “Demokratik Modernite’nin ‘Marksizm Eleştirisi’nin Eleştirisi”, Teori ve Eylem, Sayı: 4, sf. 43-58

[2] Öcalan, Abdullah (2016) “Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat”, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, sf. 6-27, sf. 24

[3] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 23

[4] Başka bir yerde Öcalan, “Patron-işçi eylemi asla ekonomi olamaz. Ben şahsen patron-işçi ikiliğini toplumsal doğanın temel demokratik eylemi olan ekonominin tekelci hırsızları biçiminde değerlendirmek durumundaydım” (Öcalan, Abdullah (2013) Demokratik Uygarlık Manifestosu 3. Kitap, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları, sf. 182) dedikten sonra “tavizci işçi” ile “işçi sınıfı”nı birbirinden ayırdığı yorumuna neden olabilecek şu değerlendirmeyi yapıyor: “Burada işçiden kastım toplumun diğer yoksullarından, özellikle ücretsiz ev kadını ve kızlarından çalınan değerin ufak bir kısmının ücret adı altında kendisine verildiği tavizci işçidir.” (Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu 3. Kitap, sf. 182) “Tavizci işçi”yi diğer “işçiler”den ayırdığını belirtmekle birlikte Öcalan; a- diğer işçiler derken işçileri değil, “ücretsiz ev kadını ve kızları” ile küçük burjuvaziyi de kapsayabilecek bir kategori olan “yoksulları” sayıyor. Dolayısıyla bu kesimlerle zaten “işçi sınıfı”na işaret edilmiyor, b- tavizci işçiyi de “değerin ufak bir kısmının ücret adı altında kendisine verildiği” işçi, yani ücretli işçi, başka bir deyişle “işçi sınıfı”na işaret ederek tanımlıyor. Dolayısıyla “tavizci işçi” ile açıkça ücretli işçiler kastedilirken, zaten işçi olmayan “ev kadınları” “tavizci işçi”den ayrılıyor. Başka bir yerde de Öcalan yine işçi sınıfını bir bütün olarak yozlaşma ve uzlaşmacılıkla tanımlamıştır: “… işçi sınıfı da başlarda, geçiş aşamasında yarı-toplumda iken (çoğunlukla yarı-köylü, zanaatkâr) olumlu öznel, devrimci rol oynamış olabilirler, oynamışlardır. Ama o da kalıcılaştığı, büyüdüğü oranda yozlaşmış, üst sınıflarla uzlaşmış ve işlevsizleşmiştir” (Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu 3. Kitap, sf. 121)

[5] Marcuse, Herbert (1967) The Question of Revolution, Interview by Günther Busch, New Left Review. I/45, 3-7.

[6] Poulantzas, Nikos (2013) “Toplumsal Sınıflar Üzerine”, Poulantzas Kitabı – Seçme Yazılar içinde, Hazırlayan: James Martin, Çevirenler: Akın Sarı ve Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot Yayınları, sf. 265-308, sf. 270

[7] Wright, Erik Olin (1978) Class, Crisis and the State, Londra: New Left Books, sf. 55

[8] Marx, bunu Kapital’in birinci cildinde şöyle anlatır: “Demek oluyor ki, üreticiyi ücretli-işçi haline getiren tarihsel hareket, bir yandan bunların kölelikten ve loncaların koydukları bağlardan kurtulmaları olarak görünüyor; (…) ama öte yandan, bu yeni özgürleşmiş kimseler, sahip oldukları bütün üretim araçları ile, eski feodal düzenlemelerin sağladığı her türlü güvenceler elinden alındıktan sonra ancak kendi kendisinin satıcısı haline geliyorlar.” Marx, Karl (2000) Kapital Birinci Cilt, Çeviren: Alaattin Bilgi, İstanbul: Sol Yayınları, sf. 679

[9] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 10

[10] Elbette bu, işçi sınıfının, politik partileşmesi ve mücadelesiyle ilgilidir.

[11] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 21

[12] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 24

[13] Zweig, Michael (2012) Amerikan’ın en iyi saklanan sırrı – İşçi sınıfı çoğunluktur, Çeviren: Halil Çelik, İstanbul: H2O Kitap, sf. 33-34

[14] Bu benzerlik de elbette görünüşten ibarettir. Özellikle giyim konusunda, farklı sınıf ve gelir gruplarının tüketim kalıpları ve düzeyleri arasında büyük uçurumlar bulunmaktadır.

[15] 62 süper zengin dünyanın geri kalan yarısından daha fazla servete sahip, http://www.ntv.com.tr/dunya/62-super-zengin-dunyanin-geri-kalan-yarisindan-daha-fazla-servete-sahip,ED0YBTn0vk21tcmxtZc8eQ, 14.03.2017, 20.03.2017

[16] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 21

[17] Öcalan, Abdullah (2013) Demokratik Uygarlık Manifestosu Birinci Kitap, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları, sf. 54

[18] Uysal, Turan ve Besili, Ramazan (2016) “Sermaye birikiminin esas kaynağı artı değer mi?”, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, sf. 139-146, sf. 139

[19] Uysal ve Besili, Sermaye birikiminin esas kaynağı artı değer mi?, sf. 139

[20] Uysal ve Besili, Sermaye birikiminin esas kaynağı artı değer mi?, sf. 140

[21] Öcalan’a göre; “güçlü ve kurnaz adam” “sosyal bilimlerde köşe taşı yapılması gereken kavramlardan biridir.” Bu kurnaz adam ilkel komünal toplumlardan sınıflı toplumlara geçişin esbab-ı mücibesi olarak ele alınıp sunulduğunda, tarihsel dönüşümler “tilki kurnazlığı”, “hainlik”, “maskeli yüzler”, “ortama göre renk alma” gibi davranışların sonucu olarak yorumlanmıştır. Bu davranışların hangi iktisadi ve sosyo-tarihsel koşullarda ortaya çıktığı ise belirsizdir: “‘Güçlü ve kurnaz adam’ kadının ev ekonomisine bir hırsız gibi girdi. Sadece talanla yetinmedi. Daha da vahimi, kadını daimi tecavüzü altında tutarak, kutsal aile ocağını kırk haramiler yatağına dönüştürdü. Ne yaptığını bilen bir hainin ruh halini hiçbir zaman terk etmedi. İlk sermaye birikimlerinin tohumları iki mekânda atıldı: Birincisi, ev ekonomisinin yakınlarından bizzat evi işgal etme; ikincisi, devletin meşrulaşmış resmi tekeline karşı özel tekel halinde kırk haramilerin üs merkezlerinde veya yakınlarında mekân tutma. ‘Güçlü ve kurnaz adam’ toplumun ve devletin gözetiminden çekindiği için, erkenden hileli ve maskeli yüzle mekânlar arasında gezindi. Pusuda yattı. Fırsat bulduğunda aslan kesilerek avının üzerine atladı. Bazen tilki kurnazlığıyla avını yakaladı. Bukalemun gibi her ortama göre renk almaktan geri kalmadı. Marjinal noktalarda ticaret uzmanı kesildi. Uygarlıkların erişemediği kent ve kırsal alan onun sıkı gözetimindedir. Toplumun yarıldığı noktalara yerleşmede ustadır. Denge rolünü oynayarak iki tarafı da soymasını bilir. Kısa ticaretten az, uzun yol ticaretinden ise azami kazanç elde edeceğinin çok iyi farkındadır. Kârlı alanları âdeta koku alırcasına tanıması ve yönelmesi mesleğinin temel kurallarındandır.” Öcalan, Abdullah (2013) Demokratik Uygarlık Manifestosu 2. Kitap, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları, sf. 74

[22] Uysal ve Besili, Sermaye birikiminin esas kaynağı artı değer mi?, sf. 141

[23] Uysal ve Besili, Sermaye birikiminin esas kaynağı artı değer mi?, sf. 141

[24] Uysal ve Besili, Sermaye birikiminin esas kaynağı artı değer mi?, sf. 143

[25] Smith, Adam (1985) Ulusların Zenginliği, Çeviren: Ayşe Yunus ve Mehmet Bakırcı, İstanbul: Alan Yayıncılık, sf. 50

[26] Marx, Karl (2000) Kapital Birinci Cİlt, Çeviren: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, sf. 51

[27] Uysal ve Besili, Sermaye birikiminin esas kaynağı artı değer mi?, sf. 143

[28] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 27

[29] Engels, Friedrich (2003) Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları, sf. 297

[30] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 26

[31] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 24

[32] Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu 3. Kitap, sf. 182

[33] Ergül, Haydar (2016) “Sınıf Değil Komünalite”, Demokratik Modernite Dergisi, Sayı: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, sf. 91-97, sf. 93

[34] Negri, Antonio (2006) Marx Ötesi Marx: Grundrisse Üzerine Dersler, İstanbul: Otonom Yayıncılık.

[35] Bir yönüyle Hegel’den kaynaklı. Çünkü, Hegel diyalektiğinde tinin hareketi, bir nevi “kaderine” yani Prusya devletinin varlığı ile amacına ulaşıyordu.

[36] Foucault, Michael (2002) Toplumu Savunmak Gerekir, Çeviren: Şehsuvar Aktaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, sf. 242-243

[37] Negri, Antonio (2005) Devrimin Zamanı, Çeviren: Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, sf. 278

[38] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 23

[39] Baudrillard, Jean (1998) Üretimin Aynası ya da Tarihi Materyalist Eleştiri Yanılsaması, Çeviren: Oğuz Adanır, İzmir: Dokuz Eylül Yayınları, sf. 143

[40] Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011) Ortak Zenginlik, Çeviren: Efla-Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, sf. 116-117

[41] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 23

[42] Ancak işçilerin bu tür kaçış güzergahlarını da işçileşmeye karşı mücadele olarak değerlendiriyorlar.

[43] Bu otonomcu strateji ayrı bir eleştiri ve tartışma konusudur, konuyu dağıtmamak için girilmeyecektir. Ancak Öcalan ve Demokratik Modernite yazarlarına, Bookchin’den de esinlenen bu fikrin sempatik gelmesinin asıl sebebi “devletçi-sosyalizm modellerinin aşılması”ndan değil gayet pratik amaçlarla birleşebilmesindedir. Kürt sorununun çözümü için; Kürt halkının kendi dili ve kültürünü özgürce kullanabileceği, kapitalizmle uyumlu ve egemenlerin de belirli bir konsensüsle rıza gösterebileceği otonom/özerk yaşam alanlarını kurma stratejisine gösterdiği uyumdur.

[44] Elbette, işçi sınıfının siyasal bilinci ve politik mücadelesi; kendi siyasal deneyimleri temelinde politik partisi ile ilişkisine bağlıdır.

[45] Federici, ev içi emeği “çalışma” olarak adlandırırken onu “çalışmayı reddetmeye doğru ilk adım” olarak görüyordu. Bkz. Federici, Silvia (1995) “Wages against Housework”, The Politics of Housework içinde, Derleyen: Ellen Malos, Cheltenham: New Clarion, sf. 187-194, sf. 191. Dalla Costa’ya göre de “çalışmamak için mücadele” hayati önemdedir. Bkz. Dalla Costa, Mariarosa ve James, Selma (1973) The Power of Women and the Subversion of the Community, Bristol: Falling Wall, sf. 47.

[46] Gürer, Çetin (2015) Demokratik Özerklik / Bir Yurttaşlık Heterotopyası, İstanbul: Notabene Yayınları, sf. 161

[47] Tabi bu “sınıfsızlık” iddiası; daha çok otonomcuların dileği olarak kalmakta, Demokratik Modernite’ye geldiğinde tekelcilik karşıtı bir özel mülkiyet savunusu ile ihtimali bile dışarıda bırakılmaktadır.

[48] Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat, sf. 26-27

[49] Öcalan, Abdullah (2015) Abdullah Öcalan’ın seyir defteri: Bu lanetli tarihten kopalım!, http://birdirbir.org/abdullah-ocalanin-seyir-defteri-bu-lanetli-tarihten-kopalim/, 20.03.2017.

[50] Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu Üçüncü Kitap, sf. 98

[51] Zaten Kürt sorunu da burjuva-demokratik karakterli bir sorundur. Bu nedenle; Kürt ulusal hareketi Türkiye’deki gerici tekelci burjuva iktidarı karşısında demokratik ve ilerici bir mevzide durabilmektedir.

[52] Aslanoğlu, Mehmet (2014) Demokratik Ekonomi Konferansının Ardından, https://www.evrensel.net/haber/97357/demokratik-ekonomi-konferansinin-ardindan, 20.03.2017.