Yusuf Akdağ

 

Teori ve Eylem’in bir önceki sayısında, günümüz emperyalizminin başlıca özellikleri ve anti emperyalist mücadele sorununu irdeleyen makaleler yayımlandı. Okurlar, bu makalelerde, “emperyalizmin 21. yüzyılda nitelik değişikliğine uğradığını” ileri süren teori ve tezlerin yanlışlığının gösterilmeye çalışıldığını ve günümüzde emperyalizme karşı mücadelenin önemi üzerinde durulduğunu görmüşlerdir. Bu makale, bir devamı da içermek üzere kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin Marksist-Leninist analizine ve bu analizin çıkarımlarına karşı bilimsel-teknik gelişmeler ve yüksek teknoloji gerekçeli itirazları, belirli sınırlar içinde ele almayı hedefliyor.

 

‘GİRİŞ’ YA DA BİR ÖN AÇIKLAMA

Güncel sosyal ve iktisadi analizlerin önemli bir kısmında teknoloji kavramına, tüm gizlerin kapısını açan kilit işlevi yüklenmiştir. Bu analizlerde bilime ve bilimsel icatlara bir tür özerklik; teknolojiye, insan türünden bağışık ve her şeye yeterli mükemmellik atfedilir. “Bilgi çağı” ve “bilgi toplumu” kavramları merkezli yüzlerce makale, onlarca kitap bulunabilir. “Bilgi ve enformasyon toplumu” ve “bilişim teknolojileri” söylemi akademik çevrelerde aktüel kullanıma sahiptir. Bilgi teknolojileri alanındaki gelişmelerin “yeni bir çağın başlamasına ve yeni bir toplum tipinin kuruluşuna kaynaklık ettiği” düşüncesi, “y ve z kuşağı” gençlik kesimleri başta olmak üzere, uluslararası alanda yaygın kabul görüyor.

Bilim ve teknikteki gelişmelerin 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başında ulaştığı düzeyin sanayi üretimini, dolayısıyla da mavi yakalı emekgücünü eski önem ve konumundan yoksun kılarak giderek önemsizleştirdiği iddiasını paylaşan ideologlarla onların tezlerini kanıtlanmış doğrular olarak yineleyen akademisyenler, Marx’ın 19. yüzyılda, toplumsal gelişmenin tarihsel sürecine dair analizinin ve çıkarımlarının bu yeni durumda geçersiz hale geldiğini ileri sürmektedirler.

Bilim ve teknikteki gelişmeler, Marx ve Engels’in kuramına karşı retçi teorilerin hemen tüm versiyonlarında, “geçersizleştirici etken” olarak istismar edilegelmiştir. Marx ve Engels, bilim ve teknikteki gelişmelerin ve bilimsel buluşların üretimde kullanılışının kapitalist üretim için önemine işaret etmelerine; işbölümü ve emek verimliliği ile teknolojik gelişmeler arasındaki ilişki, Marx’ın Kapital analizlerinde ayrıntılı şekilde irdelenmesine; önce Marx ve Engels ve sonra Lenin, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması ve bağlı olarak tekellerin doğuşuna dikkat çekerek kapitalizmin tarihsel gelişme seyri ve eğilimi üzerinde durmalarına, ve tüm bu temel önemdeki gelişme dinamikleri, unsurları ve yine bizzat bu gelişmenin ürünü olan öz engeller, “Emperyalizm Kapitalizmin En yüksek Aşaması” eserinde bir kez daha gösterilmiş olmasına karşın, retçi teorisyenler bilimsel-teknik gelişmeleri, Marksizme karşı istismar malzemesi olarak kullanmaya devam etmişlerdir.

Sanayi Sonrası Toplum”; “bilgi ve enformasyon toplumu”; “ağ toplumu” gibi ana başlıklar taşıyan ve bilimsel gelişmelerin çoğu kez tek yanlı indirgenmesiyle kanıtlanmış gösterilen bu “yeni toplum” teorilerinde, hizmetler işkolundaki genişleme, sanayiden “sanayi sonrası”na; bilgi ve enformasyon teknolojisindeki gelişme, kapitalizmin enformatikleşmesine; bilgisayar ve internet kullanımının yaygınlaşması, belirleyici yapısal ilişkinin “küresel ağ sistemi”ne dönüşümüne; ve ‘toplam’da burjuva toplumu ve kapitalist sistemin yapısal değişimden geçmiş olmasına kanıt gösterilir. Bu sistemde gerçek olmakla kalmayıp geçerli etkinlik gösterenler yalnızca teknik araçlar, elektromanyetik dalgalar, uydular, kablolu-kablosuz ağ sistemleri vb.dir.[1] Somut birey insan olarak işçiler ise, nicel durumlarından bağımsız olarak “var olan toplumun” (yani kapitalizmin) –ki onun yapısal değişimden geçtiği ileri sürülür– içinde, “onun ihtiyaçlarını ve özlemlerini paylaşan bir sınıf” durumuna gelmişlerdir!

Buna göre, bilgi üretimi, işlenmesi ve yayılımı bu yeni kapitalizmin asıl özelliğidir ve “küresel ağlar etrafında örgütlenmiş ve karşılıklı bağımlılık ilişkileri içindeki bir dünya”da, toplum, enformatikleşmiş yeni bir topluma evrilmiştir! “Küresel ağlar” içindeki bu “enformasyonel”- “post endüstriyel” toplumda, artı-değer üretimi ve yaratıcısı üretken emekçi, teknoloji tarafından işlevsiz konuma itilmiş; toplumsal grup ve bireyler birbirlerine yabancılaşmış ve bu da kimlik anlayışını doğurmuştur!

Teknolojist teori(ler), yazılım programlarını, elektronik devreleri, iletişim araçlarını, araştırma-geliştirme, programlama-denetleme “çalışanı” kalifiye emekçilerle makine ve montaj bandının hızına yetişmek için nefes nefese kalan ve fakat tek düze hareketlere mahkûm vasıfsız işçilerin yerine ikame etmede aceleci ve tereddütsüzdürler! Ne yüksek teknoloji kullanım olanağının az sayıda emperyalist kapitalist devlet ve büyük tekelci grupların denetimi altında olması[2], ne Afrika’nın yoksul, aç ve susuz yüz milyonlarının durumu ne de örneğin yüksek teknoloji geliştirme çalışmaları söz konusu olduğunda hemen akla gelen Hindistan’ın, teknoloji kullanımı olanağından en az yararlanan ülkelerden biri olması, onları, “küresel ağ sistemi”ne bağlanan “bilgi ve enformasyon toplumu” tarifi ve tanımı yapmaktan alıkoyuyor.

Bilimsel-teknolojik gelişmeler (“bilişim teknolojileri”) dolayısıyla yeni bir “bilgi toplumuna geçiş yapıldığı” savı, üretici güçlerin en dinamik ve canlı ögesi emekgücünün üretim sürecindeki rolüne temel önemde yapısal bir itiraz getirir. Buna göre, genel olarak işçilerin, özel olarak sanayi işçilerinin üretim sürecindeki rolü değişime uğramış, üretici güç karakteri büyük oranda ya ortadan kalkmış ya da kalkma sürecine girmiştir!

Bu kurguda, bilim ve teknikteki gelişmeler ve teknoloji kullanımı ile sermayenin genişleyen yeniden üretimi arasındaki ilişki karartılmış; bilimsel buluşların ancak tekelci çıkarlar gerektirdiği ölçüde uygulamaya konması ve yüksek teknoloji ürünü araçların en çok ve en başta güçlü emperyalist devletler ve uluslararası tekeller tarafından kullanılması gerçeği göz ardı edilmiş; insan unsuru, sosyal ilişkilerinden soyundurularak teknolojik araç ve aygıtların mekanik eklentisine indirgenmiştir.

Bütün bunları işleyen çok sayıda kitap ve makale bulunuyor. D. Bell, A. Toffler, M. Castells ve onların görüşlerini Türkçeye kopyalayarak çoğaltan çok sayıda yerli yazar, biraz daha eskilerde ise Frankfurt Okulu’nun Marcuse ve Habermas gibi isimleri var. Buna karşın biz burada, bu konu genişliğini ve yazar bolluğunu tüm yönleriyle değil, bilim ve teknikteki gelişmelerin toplumu dönüştürmekle kalmayıp emekgücü kullanımını gereksizleştiren bir gelişme aşamasını da olanaklı hale getirdiğini ileri süren bu teoriyi, farklı varyasyonlarının ortak genel argümanlarıyla sınırlı bir alanda kalarak, yalnızca bazı yönleriyle irdelemeye çalışacağız.

Bu makale, Herbert Marcuse ve Jurgen Habermas’ın bilim ve teknikteki gelişmeleri gerekçe edinerek Marksizme yönelttikleri eleştirileri konu alıyor. Mümkün olur ise eğer, sonraki sayı(lar)da, bilgi, enformasyon ve ağ kavramları merkezli teorilerin, birçok yazar ve akademisyen tarafından en başarılı temsilcisi olarak Kabul edilen Manuel Castells’in “Ağ Toplumu” teorisi üzerinde duracağız.

 

MARCUSE VE HABERMAS’IN TEKNOLOJİ GEREKÇELİ ANTİ-MARKSİZMİ

Bilgisayar ve enformasyon teknolojilerinin yeni bir toplum (bilgi ve enformasyon toplumu ya da sanayi sonrası toplum) oluşumuna yol açtığını ileri süren güncel teknolojist tez ve teoriler, 1950’li-’60’lı yıllarda ilk versiyonları piyasaya sürülen görüşlerin kapsamca geliştirilmiş, takviye edilmiş yeni versiyonlarını oluşturur. Frankfurt Okulu’nun ‘kültürcü’ teorisyenleri, özellikle de Fransa ’68’indeki tutumuyla adını duyuran Herbert Marcuse ve Okul öğretililerinin son sıra temsilcilerinden biri olan Jurgen Habermas, daha 1960’lı yılların başında, kapitalizmin bilim ve teknikteki gelişmeler dolayısıyla geçirdiği değişim ve “dönüşümü” dayanak edinerek Marx’ın kuramına karşı bir tür “eleştirel restorasyon” teorisi geliştirmeye koyulmuşlar, geliştirdikleri tezlerle işçi sınıfı devrimine karşı güvensizlik ve kuşku oluşturup yayma kampanyasına bir ucundan güç vermişlerdi.

 

Marcuse’ün Eklektik Kurguları!

Herbert Marcuse, Marksizm’e karşı felsefi-iktisadi görüşlerini, “Marksçı kuramın taşlaştırılması”na ve kaba sol belagat hastalığına karşı kuramı geliştirme gibi ilk bakışta reddedilemeyecek argümanların arkasına gizleyerek, kapitalist toplumun devrimle aşılması ve yeni toplumsal sistem kurulması olanağına kuşku düşürecek bir görüş açısıyla teorileştirmiştir. Ekonomik felsefi görüşlerinin başlıca özelliği eklektik olmaları; bağlantılı yönlerinden birinin ötekini boşluğa düşürmesidir.

Marcuse, ileri düzeyde gelişmiş kapitalizm koşullarında, yaşam standartlarının yükselişinden, tüketim aracıyla emekçilerin uyumlulaştırılmasından, mavi yakalı emekçilerin işlerinin teknik bakımdan kolaylaşmasından ve sistem kaynaklı stabilizasyondan söz ederek, çelişkilerin diyalektik bağlamını ve yol açacağı değişimi –aksi yöndeki kimi yorumlarına rağmen– yadsır. Ona göre, ileri düzeyde gelişmiş kapitalist ülkeler, “sosyalist bir toplum kurulması için” gerekli gelişim düzeyine teknik açıdan “uzun süreden beri ulaşmış durumda” olmalarına rağmen, bu gelişim düzeyindeki kapitalizmin (o bunu ‘tüketim toplumu’ parantezine alır) görece daha yüksek yaşam standardı aracıyla “halkın desteğini sağlayarak ve sosyalizmin gerekçelerini itibardan düşürerek” varlığını sürdürürler.[3]

Marcuse, bu durumu kapitalizmin “yeni emperyalist, global yeniden yapılanması”yla ilişkilendirir ve işçi sınıfının büyük bir kısmı “burjuva toplumun bir sınıfı durumuna geldiği için, (…), kapitalist gelişmenin en yüksek basamağı en düşük devrimci potansiyele tekabül eder” diye yazar.[4]

Marcuse’ü bu yargıya vardıran başlıca etken, kendi ifadesiyle, ileri kapitalizmin işçilere sağladığı olanakların büyüklüğüdür! O, bu yargıya, birkaç rantiye devletin, bağımlı ülkelerin kaynaklarını yağmalaması ve içeride işgücüne yönelik sömürüyle sağlanan artının işçi aristokrasisini beslemede kullanılarak mücadelenin saptırılması ve engellenmesi potansiyelini abarttığı için değil, kapitalizmi, teknik gelişmelere bağlı olarak yapısal değişimden geçmiş gördüğü için ulaşmıştır.[5]

Marksist kuramdaki proletarya, devrim, yoksullaşma vb. gibi kavramları da söz konusu ederek Marcuse, “yeni kapitalizm”in devrim olanağına karşı güç ve olanaklarını sıralarken, konjonktürel durum belirlemesi sınırlarında kalmaz, aksine bu güç ve olanakları stratejik düzeyde kalıcı gösteren bir yoruma tabi tutar. Devrimi zayıf bir olasılık olarak gören ve hatta, böylesi altüst oluş mümkün olsa bile sonrasını belirsiz sayan bir görüş açısıdır bu. “Yeni kapitalizm”in gücünü abartıp çelişkilerini önemsiz gösteren yazarın eklektizmi, ağır basan yönüyle devrimin olanaksızlığına işaret eder.

Marcuse’e göre, sermaye-emek ilişkilerinin 18. ve 19. yüzyıllardaki durumunda ortaya çıkan kitle tabanı, “tekelci sermayenin büyük şehirlerinde artık görülmemekte (ve kapitalist sürece yeni girmiş bulunan ülkelerde de yavaş yavaş değişmekte) ve tarihsel tabanın, üretim tarzının dinamiğiyle büyüyüp dönüşmesiyle birlikte” yeni bir taban oluşmaktadır.

Ekonomik ve politik yoğunlaşmanın en son basamağında ekonominin bütün sektörlerindeki tekil kapitalist girişimlerin “bir bütün olarak sermayenin (Gesamtkapital) gereklerine bağımlı hale getiril”diğini belirten Marcuse, bunun da tekelci rekabet altında, ve sermayenin büyüyen organik bileşimi dolayımında kâr oranı ve devlet yönetimi üzerinde etkide bulunduğunu; bunun sonucunda da “önceden bağımsız bir sınıf olan orta sınıfın giderek daha geniş bir bölümü”nün, “üretim araçlarının kontrolünden uzak bir şekilde” sermayenin doğrudan kölesi haline geldiğini belirterek sömürünün “mavi yakalı işçi sınıfının çok ötesinde genişletilmiş” olduğunu ve “dev bir maaşlı işçiler ordusu”nun oluştuğunu da söyler.[6]

Marcuse, Marx’ın, üretim sektörü dışındaki, diyelim hizmet vb. alanlardaki artı-değer sömürüsüne dikkat çeken açıklamalarına da işaret eder ve ‘kolektif iş sürecinin’ yol açtığı değişimle birlikte metaların doğrudan üretimine katılan kol ve kafa emekçilerinin, mühendis, yönetici, teknisyen vb.nin “üretici işçi kavramı”nca kapsanır ve sermaye tarafından “doğrudan doğruya sömürülür” hale geldiğini; tüm bunların sermayenin kendini çoğaltmasında rol oynadığını belirten sözlerini aktardıktan; “ileri kapitalizmin iç dinamiğinde” ‘üretici emek’ ve ‘üretici işçi’ kavramı ile “işçi sınıfının kendisi”nin de genişlediğini, bu değişimin de “bütün kapitalist dünyayı” etkilediğini belirttikten sonra, sözü yeniden “en gerekli bir devrim”in bile en olanaksız haline gelivermesi olasılığına getirir.[7]

Herbert Marcuse, bir yandan devrimin zemini ve sosyal dayanaklarına, genişleyip güçlenme kaydıyla işaret ederken, diğer yandan “kendisi de genişleyen işçi sınıfı”nın burjuvalaştığını ileri sürer. Onun yorumunda öncellik, devrimin yadsınmasına yol açan etkenler sıralamasındadır. Ona göre, kapitalizm devrimin potansiyel kitle tabanını genişletmiş ve “sosyalizmin asgari amaçlarından çok radikal amaçlarını canlandırmış” olsa da, “işçi sınıfının büyük bir kesiminde devrimci olmayan -hayır karşıdevrimci- bilincin yaygınlığı”, devrimci değişimin engelidir! Marcuse, bunun için en önemli sebep olarak, işçi sınıfının toplumsal durumundaki değişimi işaret eder. “İşçi sınıfının büyük bir kesiminin kapitalist toplumla bütünleşmesi yüzeysel bir görüngü değildir; kökleri altyapının kendisinde, tekelci kapitalizmin politik ekonomisinin içindedir: büyük şehir işçi sınıfına artık kâr sayesinde sağlanan yararlar, yeni sömürgeci sömürü, askeri bütçe ve devasa devlet ödenekleri. Bu sınıfın zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyi olduğunu söylemek belki kaba bir ifade olacaktır, ama bu aynı zamanda doğrudur da.[8]

Emperyalist ülkeler başta olmak üzere burjuvazinin, kapitalist sömürüden yararlanarak işçi hareketi içinde azınlık bir tabakayı satın alma olanağına sahip olması; bu olanağı, işçi hareketini bölme, geri çekme ve kontrol altında tutma amacıyla değerlendirmesi, bir olgudur. ABD gibi emperyalist ülkeler burjuvazisi, bu olanağı etkili tarzda kullanmaktadır. Ancak, bu durum, işçi sınıfının büyük kesimleriyle burjuvalaştığı iddialarını doğrulamaz. İşçi aristokrasisi, işçilerin azınlık üst tabakasından ibarettir.

Devrimin nesnel ve öznel etkenleri; devrim olasılığı ve zorunluluğu arasındaki ilişki ve uyumsuzluğa işaret ederek “tüketim toplumu”nun (altı Marcuse tarafından çizilmiştir) kapitalizmin son basamağı olup olmayacağı sorusunu soran ve bu soruya olumlu yanıt vermek için “çok az kanıt” olduğunu belirten Marcuse, “kapitalizmin en yüksek aşamasında en gerekli bir devrim bile en olanaksızı haline geliverir” demektedir.[9] Ona göre, “sermaye, bütün insan varlığını (aklını ve duygularını), sistemin hedefleri yanında değer ve vaatlerini, ideolojik cennetini de üretmeye ve yeniden üretmeye yarayacak bir yönetilme nesnesine çevirirken; artık metropollerde yaşayanların çoğunluğu için yoksulluk yaratmak yerine onların maddi ihtiyaçlarının tatminini yönlendirmektedir.[10]

Marcuse, dikkate değer bir tutumla, sermaye içi çelişkilerden söz etmez ya da pek önemsemezken, işçi ve emekçilerin iç çelişkileriyle bağlı güçsüzlüklerini birçok kez dile getirir. Olguların ve gelişmelerin burjuvazi yararına yorumu, onun genel eğilimidir. İleri kapitalizmin güç ve olanaklarına biçtiği rol, devrimin nesnel koşullarındaki olgunlaşmaya rağmen, onu “en olanaksız” olanı öne çıkarmaya yöneltir.

Sömürünün genişleyen tabanında “çalışan halk kitlesi” içinde, üretim sürecindeki konumların hiyerarşisiyle bağlı bir çatışmanın devamlı yaşandığını ve yaşanacağını belirten yazar, örneğin -diyor-, “yüksek ödenekli teknisyenler, eksperler ve her türlü uzmanlarla teknolojinin bu katılımından dolayı zor durumda bulunan işçiler arasındaki çatışma; örgütlü emek ile ulusal ve ırksal azınlıklardan oluşan alt proleterler arasındaki çatışma” bu türdendir. Buna rağmen, ama diyor, “sömürünün halkın büyük bir kesimine yayılması (yüksek yaşam standardı ile birlikte) tüketim toplumunun öbür yüzünde yatan gerçekliktir; bu gerçeklik bireylerin ardında halk tabanının çok farklı ve çatışan sınıflarını birbirine kaynaştıran birleştirici bir güçtür.[11]

Kendi ifadesiyle çelişkili birlik durumuna dikkat çekerken Marcuse, ileri düzeydeki kapitalizm koşullarında (gelişmiş kapitalist ülkelerde -ve giderek diğerlerinde de- diye ekler) bir taraftan yüksek yaşam standartlarının varlığı ve istemlerin daha ileri düzeyden karşılanması olanağına; diğer yandan kapitalizmin doyuramayacağı “aşkın ihtiyaçları besleme”sine değinir. Kapitalizmin “artan yoksullaşma” ile birlikte geliştiğini ve bu yoksullaşmanın devrimin etkeni işlevi gördüğünü, “hala” kaydıyla kabullenmekle birlikte Marcuse, yoksulluğun Marksist analizde “asıl olarak mahrumiyet, doyurulmamış hayati ihtiyaçlar, yani her şeyden önce maddi ihtiyaçlar”ı işaret ettiğini, ancak bu anlam ve kapsamıyla “gelişmiş endüstriyel ülkelerdeki işçi sınıflarının koşullarını açıklamada” yetersiz kaldığını ileri sürer. Ona göre yoksulluk kavramı aynı nedenle, “göreli mahrumiyet olarak” yeniden yorumlanmıştır! Yazar park ve plajlar için mücadeleyi, yeni cinsel ahlakı, kadın özgürlüğü gibi sorunları bu yeni yorum kapsamında gösterir. Devrimin tarihsel yeri –der Marcuse–, “temel ihtiyaçların tatmininin kapitalist devletle sosyalist devlet toplumunu aşan ihtiyaçlar yarattığı bir gelişim düzeyindedir.[12]

Göreli mahrumiyet” ile maddi nesnel gereksinimler arasındaki bağın göreli olan yararına bu reformcu yorumu, Marksizm’in “yeni kapitalizm koşulları”yla bağlı olarak gündeme gelen taleplere kapalı gösterilmesi manevrasıyla güçlendirilmek istenirken, Marksist analizin diyalektik materyalist bağlamı da karartılır. Marcuse için işsizlik, çalışma süresi, ücret sorunları vb., karşılanmayan talepler özelliğini kaybetmiştir.

Marcuse, her ne kadar, yer yer geriye dönüşle “Marksçı kuram bugün de geçerli ve doğrudur” anlamında sözler etse de, Marksizmin temel teorik belirlemeleriyle karşıt bir teori geliştirir. İşçi sınıfının büyük kesimleriyle kapitalizm ile bütünleştiği iddiasıyla, devrimin olmazlığını teorize eder. Ona göre, “kapitalist gelişmenin doruğunda”, –bunu tekelci devlet kapitalizmi şeklinde kapitalizmin yeni aşaması olarak niteler– devrimci potansiyel az da olsa, hala varlık gösterse de, işçi sınıfı, mevcut durumda toplumun “mutlak olumsuzlanması” olmaktan çıkmış, mevcut  toplumun (kapitalist toplum) “ihtiyaçlarını ve özlemlerini paylaşan bir sınıf” haline gelmiştir.

Marksçı kuramda işçi sınıfını potansiyel olarak devrimci kılan üç nitelikten” söz ederek (üretim sürecini durdurabilecek konumda olma, nüfusun çoğunluğunu oluşturma, kendi varoluşunda insan olmanın olumsuzlanması); bu üç nitelikten “yalnızca birincisi”nin, “Amerikan işçi sınıfının proletaryanın çağcıl mirasçısı olarak adlandırılabilecek kesimine, mavi-yakalı emekçilere uygulanabilir” olduğunu söyleyen Marcuse, “Marksçı kavrayış bu üç niteliğin birliğini savunur; nüfusun çoğunluğunu oluşturan proletarya, tatmini kapitalist olanaklarla gerçekleştirilemeyecek ihtiyaçları olması yüzünden devrimcidir. Başka bir deyişle, kapitalist üretim tarzında sömürülen sınıf olduğu için değil, bu sınıfın ihtiyaçları ve özlemi bu üretim tarzının ortadan kaldırılmasını talep ettiği için devrimin potansiyel öznesi işçi sınıfıdır. Bundan çıkan şudur: eğer işçi sınıfı artık varolan toplumun bu şekilde ‘mutlak olumsuzlanması’ değilse, bu toplumun içinde, onun ihtiyaçlarını ve özlemlerini paylaşan bir sınıf olduysa, ne şekilde olursa olsun iktidarın yalnızca işçi sınıfına devredilmesi sosyalizme geçişin niteliksel olarak farklı bir toplum oluşturacağını garantilemez” demektedir.[13]

İşçi sınıfını sömürü olgusuyla değil de, karşılanmayan taleplerle ilişkili tanımlamak, sömürüyü perdeleyen, sermayeyi artı-değer sömürüsüyle tanımlı olmaktan çıkaran bir görüştür. Marcuse, proletaryanın kurtuluş sorununu sömürünün ortadan kaldırılmasıyla ilişkili olmaktan çıkarıp karşılanamayan istem ve özlemlere indirgeyerek burjuvaziye bir tutamaç uzatır. İşçi sınıfını burjuvaziyle aynı özlem ve ihtiyaçlarda ortaklaştıran Marcuse, “yeni emperyalizmi”, –Marcuse bunu tekelci devlet kapitalizmi, ileri kapitalizm, ileri kapitalist ülkeler şeklinde de ifade eder– artı-değer sömürüsü bağlamından kopararak, kapitalizmin kendini sürdürmesini emekçilerin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamamasına indirger. Kapitalizmi teknikteki gelişmeler ve “yüksek refah düzeyi” korumasına alır ve başlıca sınıf karşıtının yıkıcı eyleminden, bu sınıfın üretimde ve toplumsal ilişkiler alanındaki devrimci konumunu belirsizleştirerek azat eder! Gerekçesi, gelişmesinin ileri düzeyindeki kapitalizmin, teknik bilimsel olanaklardan da güç alarak işçilere sağladığı “refah”tır![14]

Bu gelişme –diyor Marcuse– başlangıçtaki sınıf kavrayışını değiştiriyor ve mavi yakalı emekçi sınıflarla çalışan halkın diğer kesimleri arasındaki keskin karşıtlığı belirsizleştiriyorsa da bu, kapitalizmin kuramında kavramsallaştırılması gereken kapitalizmin gerçekliğinde meydana gelen değişiklikler yüzündendir.[15]

Marcuse, nesnel toplumsal çelişkilerin işlevli olmaya devam ettiğini söylemesine rağmen, yaşam koşullarındaki geçici nispi iyileşmeleri kalıcı ve kapitalistlerle işçileri aynı özleme sahip olmakta birleşmiş göstererek, bu nesnel çelişkileri işlevsizleştirir! Oysa, iddialarını gündeme getirdiği dönemde de ileri kapitalizm işsizlik, yoksulluk, açlık, sosyal hak yoksunluğu, savaş ve kriz(ler) üretmektedir. Milyoner ve milyarderler bir tarafta (zenginlik ve servet birikimi), toplumun büyük çoğunluğunu kuşatan yoksulluk diğer tarafta birikmeye devam etmekte; dünyanın ezilen halkları emperyalizme karşı başkaldırılara yönelmektedir. Marcuse buna rağmen, devletin ekonomiye müdahalesi ve işçi aristokrasisinin ayrıcalıklı durumunu ve kitleler üzerindeki burjuva ideolojik-politik etkiyi veri alarak, “ileri kapitalizm”in kendi yadsınmasını doğurmadığı iddiasını teorileştirir.

Marcuse’ün bir yerde sözünü ettiği sistem çelişkileri bir başka yerde görünmez hale gelir! O, bir yandan, toplumsal karşıtlıkların burjuvazi tarafından manipüle edilmesinin temeldeki gerçekliği; yani çelişkileri ve bu çelişkilerin çözülmesi gerekliliğini ortadan kaldırmadığını söyler, diğer yandan, ileri düzeyde gelişmiş kapitalizm koşullarında, burjuva manipülasyonu nedeniyle, devrimi zafere götürecek pratiği olanaksız gösteren formülasyonlara baş vurur. Ona göre, yaşam standartlarının yüksek düzeyde olduğu yeni toplum koşullarında kitlesel tüketim toplumun tüm kesimlerini “birleştirici” şekilde genişlemiş ve aynı nedenle de “yaşam yükünü hafifleten” mevcut sistemin reddi, işçi ve emekçiler açısından “usdışı”- “irrasyonel” bir görünürlük kazanmıştır. Yazar, yığınların yanılgılarına nesnel dayanaklar oluştururken, sistemi ussal (akli) doğrulamaya koyulur. İşçi sınıfının, kapitalizme karşı ve yeni bir toplum için tarihsel devrimci eyleme geçmesi, onun teorisinde, böylece başarıya ulaşması olanaksız ve akıldışı girişime dönüşür.

İleri kapitalizmin yaşam standartlarını yükselterek kendi yadsınmasını hissedilir şekilde dayatır olmaktan çıktığını ileri sürerken, Marcuse, ABD ve Batı Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin bir devrim durumuyla yüz yüze olmamalarını veri alarak konjonktürel olanı genel teori düzeyine çıkarır. Oysa, ne kapitalist ülkelerin herhangi durumu devrimi gündeme getirecek içsel çelişkilerden azade olmalarını sağlar ne de devrimin nesnel etkenleri, konjonktürel koşullar nedenli olarak kalıcı şekilde ortadan kalkar. Bugün olmayan devrimci durum ve sınıf ayaklanmaları bir başka dönem ve koşullarda pekâlâ mümkündür. Diğer yandan işçi ve emekçiler üzerindeki burjuva etki (ideolojik-politik) değişmezlik göstermez. İşçilerin kendi durumları üzerine düşünme ihtiyacı büsbütün manipüle edilemeyeceği gibi, dayatılan baskı ve denetim, özgürlüklerin ya hiç olmayışı ya da biçimsel ve sınırlı durumda olmaları, sömürülen ve ezilenlerin saflarında karşı düşünce ve tutumların gelişmesine yol açar. Burjuvazinin, baskıya dayalı egemenlik sistemine, satın alınmış rıza aracıyla meşruiyet kazandırma çabası ve burjuva propagandasının kitleler üzerindeki etkisi, görülür, hissedilir sonuçlarıyla veri olmasına rağmen, emek-sermaye çelişkisi başta olmak üzere kapitalist toplumu belirleyen çelişkiler, bir dönem/durumla sınırlanmayacak şekilde işlevli olmaya devam ederek, henüz varlığıyla dayatmamış olanın gündeme gelmesini sağlarlar. Tahakküm ve aldatı, sonsuzca sürdürülemez. Kapitalizm istikrarsızlıklarıyla malul bir sistemdir. İşsizlik, yoksulluk, açlık, savaş ve kriz(ler) bir yana, toplumu derin şekilde ve kuvvetle sarsan çeşitli skandallar dahi manipülasyon etkisini kırma işlevi görebilirler.

Marcuse’ün kurgusunda ise, var olan (mevcut) sistem, reel gerçeklik olarak geçerli-meşruluk kazanır ve fakat devrim, gerçekleşmesi durumunda dahi, sonunun nereye varacağı öngörülemez bir olasılıktan ibaret sayılır.

Marcuse’a göre, kapitalizm temel ihtiyaçları zaten tatmin ettiği için, devrim ancak bu ihtiyaçlara aşkın yeni ihtiyaçların tatmin edilememesi nedeniyle gündemleşebilir. Kapitalizm –diyor Marcuse– sadece hayati olan maddi ihtiyaçların “ötesindeki lüks eşyalar ve hizmetler kitlesini sürekli artırarak” kendisini sürdürebilir. Bu da diyor, “tüketici kitleyi (alış gücü olan kitleyi) bu malları alabilecek şekilde çoğaltmak anlamına gelir.” Bu durumda, “giderilmemiş hayati ihtiyaçların halkın çoğunluğu için yarattığı acı ortadan kalkmıştır; açıkça ortada olan yoksulluk ise halkın belli bir azınlığını (bu büyüyen bir azınlık da olsa) ‘içermektedir.’

Yazarın tarif ettiği dünya “öyle bir dünyadır ki artık bir elitin çok özel bir ayrıcalığı olmaktan çıkmış kitlelerin ulaşabileceği bir dünya haline gelmiştir.[16]

Marcuse, kapitalizmi, herkesi refaha boğan/boğması mümkün bir sistem gösterirken, herkes tarafından sahiplenilmesi gereken bir sistem düzeyine çıkarır.

Bir elitin çok özel bir ayrıcalığı” olmaktan çıktığını söylediği dünya tablosu, oysa ne onun yaşadığı dönemde vardı, ne de günümüzde böylesi bir dünyadan söz edilebilir. Marcuse, 20. yüzyıl kapitalizminin “daha önce bilinmeyen kapasitesi”ne[17]; ‘ileri kapitalizm’in ‘rıza üretme gücü’ ve kitle muhalefetini önleme kudretine dair söylemiyle kapitalizmin temel çelişkilerine örtü çeker. O, bir taraftan işçilere dışarıdan bilinç götürülmesi ve ‘öncü parti örgütlenmesi’ne (buna Rus tipi demektedir) karşı çıkarak işçilerin “kendi içinde” “kendi bilinci”yle dönüşümünden söz ederken, diğer taraftan “ileri kapitalizm”e, işçilerin taleplerini karşılama gerekçeli çelişkilerinin aktif hale gelmesini mutlak engelleyici özellikler atfeder. Değişim-dönüşüm diyalektiği Marcuse’te tek yanlı ve denebilir ki genellikle kapitalizm hesabına işlemektedir.

Marcuse bir yandan kapitalizmin “artık insanların hayatını yönetme, toplumu ve doğayı kendi görüntüsünde biçimleme meşruiyetini yitirmiş” olduğundan, diğer yandan onun 20. yüzyıldaki sorun çözme gücü ve kapasitesinden söz eder. Bu tutumu, bir durumun farklı yönlerinin bütünlük içinde gösterilmesi hassasiyetinden çok, kapitalizmin gücüne secde edişine ilişkindir. Yazar, insan emeğinin, özgürleşmiş insanların varoluşunun ihtiyaçlarının karşılanması için üretim yapması olanağını yadsımayan sözler ettikten ve bir devrim için “kapitalizmin dönüşümünde ve potansiyel devrim bazında temellenen bir çözümleme” ihtiyacından söz ederek Marksizmin “restorasyonu”na giriştikten sonra vardığı yer, 20. yüzyıl kapitalizminin bir devrim olasılığını yadsıyan “yeni özellikleri”dir![18]

Marcuse, genişletilmiş mücadele platformu ve sosyal dayanakları kapsamında kadın hakları savunusu, çevre sorunu duyarlılığı, cinsiyetçi ayrıma karşı tutuma dikkat çeker ya da Marksist kavramların kabaca yinelenmesini eleştirirken haklı gibidir! Ancak, onun teorisine ruh veren işçi ve emekçilerin devrimci güç ve olanakları değildir. Kapitalizmi teknolojik ilerleme dolayısıyla “dönüşmüş” gösterir ve kitlelerin temel ihtiyaçlarını karşılama olanaklarına sahip olması gerekçesiyle devrimin, uzlaşmaz karşıt sınıf ilişkileriyle bağını belirsizleştirir. Öne çıkardığı burjuvazinin güç ve olanaklardır. Temel toplumsal sorunları aktüel ve konjonktürel olanların, söz uygunsa eteklerine dolayarak geriye atmayı, “gerçek durumun dili”ni kullanma, yani somuta bağlanma adına yaratıcı politika olarak gösterir.

Marcuse, toplumsal konum ile bilinç arasındaki ilişkiyi yadsımaz ve sendikal kendiliğinden bilincin sosyalist sınıf bilinci olarak değişiminin gerekliliğinden de söz eder. Ancak ona göre, bu bilinç değişimi, “işçilere giderek”, “davalarını savunarak falan başarılamaz.” Bugünün emperyalist metropollerinde diyor Marcuse, sınıf bilincinin “dışarıdan geliştirilmesi” ve örgütlenme görevini üstlenecek “Leninist öncüler”in (küçük grupların), “kök saldıkları ve daimî bir yoksulluk ve baskı deneyimini yaşayan bir işçi sınıfının” öncülüğünü üstlenmeleri artık geçerli değildir!

Ona göre, işçilerle aydınlar, onların her birinin “kendi temelinde ve kendi bilincinden, dertlerinden ve hedeflerinden yola çıkarak hareket ettiği toplumsal değişim süreci içinde” birleşmelidir. İşçilerin inisiyatifli gelişimini önemser görünen bu öneri ya da tasavvur etme, bilinç sorununda kendiliğindencidir. İşçilerin “kendi temelinde” ve “kendi içinden” geliştirecekleri bilinç savunusu, “sınıfçı bir tutum” görünümü ardında, işçi kitlelerinin burjuva bilinç kuşatmasında kalmalarına hizmet eder.

İşçiler çünkü, deneyimlerin de gösterdiği üzere, “kendi içinden” doğan kendiliğinden bilinç aracıyla burjuvazi ve çeşitli örgütlerinin ideolojik-politik etkisini kırarak siyasal sınıf bilincine sahip işçiler düzeyine çıkamamakta ya da bu ancak çok nadiren ve bireysel bazda mümkün olmaktadır. Bu da işçi kitlelerinin içinde sürdürülecek aydınlatma çalışmasıyla; işçilere ‘dışarıdan’ bilinç “götürülmesi”ni gerekli kılar.

Burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde kurduğu düşünsel egemenliğin ne denli güçlü olduğunu göstermek üzere manipülasyonun teknikle takviye etkisine dikkat çeken ideologun, işçilerin, koşulların eşitsizliğini görerek sömürüldüklerini duyumsamaları dolayısıyla sahip olabilecekleri sendikal bilinci (“sınıfın içinden geliştirilen bilinç”), bilinçlerinin dönüşümü için yeterli sayması, işçi kitlelerine “dışarıdan bilinç götürülmesi”ni bürokratik-dayatmacı müdahale olarak görmesi, nesnel konum-bilinç ilişkisine çarpık bakış açısını işaret eder.

Marcuse, toplumsal örgüt ve örgütlenmeyi, toplumca dayatılan egemenlik koşulları nedeniyle bireyi özgürlüğünden yoksun bırakan bir durum ve gelişme olarak görür. Onun, çalışmayı işçi açısından sömürü ve baskıya dönüştüren ekonomik toplumsal ilişkilere karşı, “ekonomik özgürlük” üzerine ve politik pratikle ile de ilişkilendirdiği görüşleri, doğanın korunması duyarlılığına sahip ve kültürel çöküşe karşı çıkan bireyin özgürlüğü sınırlarında kalır. Küçük burjuva bireyci özgürlük anlayışını besleyen bu eleştiri, getirildiği dönemde (’60’lı yıllar, özellikle de Avrupa ’68’i dönemi ve sonrası), tekil bireylerin, “alternatif yaşam biçimi” gerekçeli ve “sisteme uyumun reddi” görünümlü protestolarını esinlemiş; çeşitli ülkelerde ‘toplumdan kaçış’ ve “sokakta yaşam deneyimi” eğilimlerine güç vermiştir.

Analizini konjonktürel bir dönemin koşullarını veri alarak geliştiren Marcuse, ‘ileri kapitalist ülkeler’de, işçi sınıfı açısından iktidarı ele geçirme durumunun gündemde olmadığını belirttikten sonra, “tarihsel bir alternatif var mıdır?[19] sorusuna yanıtında, teorisine yön ve ‘ruh’ veren anlayışı bir kez daha –ve kendince netleştirmek üzere– verir. Ancak bunu, kendi sorusuna dolaysız yanıt vererek yapmaz. Bunun yerine çeşitli yan unsurlar üzerine (fabrikalarda işçi denetimi, özyönetim organları, sovyetler, komünler vb. gibi) spekülatif yorumlara girişir ve sözü yeniden kapitalizmin iç çelişkilerine getirerek, bu çelişkiler onun çöküşünü hala hazırlamakta olsalar da, “bu çöküşten sonra pekala kapitalist denetim altındaki geniş kaynaklara dayanan faşist bir totaliter aşama”nın da gelebileceğini söyleyerek, ‘topu taca atar!’ Ona göre, “nesnel eğilimler” sosyalizm için bir olanak sayılsalar dahi, burjuva manipülasyon ve ihtiyaçların tatmini olanağı buna engel oluşturmaktadır. Marcuse’ün, formülasyonunda, devrim, üretim ilişkileriyle üretici güçler; emek-sermaye; proletarya-burjuvazi ilişkisi ve çelişkileriyle bağlı bir gelişme sürecinden koparak, ikincil-üçüncül sorunlar kapsamında reformist düzenlemelere indirgenir.

Marcuse’ün teknik bilimsel gelişmeye atfettiği özellikler tek yanlıdır. Teknolojik gelişme ya da ilerleme onun teorisinde, devrimin sosyal-politik güçlerini etkinlik gösteren insan öznesi konumundan çıkaran mutlak belirleyici; burjuvazinin elinde, proletaryaya karşı devasa korkuluğa dönüşür. İşçilerin işi durdurma gücünden söz etmesine karşın, makinelerin işçilerin elinde, burjuvazinin hayat damarlarını kesme aracı olma işlevine, ancak şöyle bir geçerken değinir.

İleri teknolojinin tekelci burjuvazi ve emperyalistlerin elinde hem üretici güç ve meta, hem de tahakküm aracı olması, Marcuse’ü, teknoloji bu evrende “insanlığın özgürlüksüzlüğünün büyük rasyonelleştirilmesini de sağlamakta ve özerk olmanın, yaşamını kendi kendine belirlemenin ‘teknik’ olanaksızlığını da kanıtlamakta”dır diye yazmaya yöneltir. Ona göre, teknolojinin, “yaşamın rahatlıklarını artıran ve çalışma verimliliğini yükselten teknik özelliği nedeniyle” burjuva iktidarı haklılığını korurken, insan, içinde bulunulan aşamada, “kendi aygıtı karşısında her zamankinden daha güçsüz” durumda bulunmakta; ileri kapitalist toplumlarda iktidar, siyasal iktidarın ortadan kalkmasına yol açmadan, sömürücü-baskıcı karakterini yitirme ve ‘rasyonel’ olma ve genişleme eğilimi göstererek kendini “haklılaştır”makta ve kalıcılaştırmaktadır! [20]

Marcuse, teknolojiye “özerk” bir güç kimliği atfeder. Onun yaklaşımında asıl ‘rasyonalite’ teknolojidir. İnsan basitçe araçsallaşmıştır. Bir taraftan genişleyen işçi sınıfından, diğer yandan “mavi yakalı emekçi sınıflar” (sınıflar!) ile “çalışan halkın diğer kesimleri arasındaki keskin karşıtlık”tan söz edip, sonra da bu karşıtlığın kapitalizmin değişen gerçekliği dolayısıyla belirsizleştiğini söyleyerek, güya mücadele potansiyelinin genişlemesine dikkat çeken Marcuse, bütün bu kesimlerin temel ihtiyaçlarının kapitalizm tarafından karşılandığını belirterek, yoksullaşma, açlık ve işsizliğin giderilmesini temel gereksinimler bağlamından çıkarır. Her halükârda dönüp dolaşıp vardığı sonuç aynıdır: temel gereksinmeler karşılanıyor ve kitleler manipüle ediliyor, kapitalizmin buna gücü var ve öyleyse devrim na mümkündür!

Marcuse’ün çok özetle söylediği, devrim için yapılacak bir şeyin kalmadığıdır! Teknolojiye ve burjuvazinin aracı olarak bilim-tekniğine biçtiği rol ile Marcuse, burjuva reformist görüşlere güç veren bir teori kurmuştur. Kapitalizmi çelişkileriyle, rekabete dayalı açmazlarıyla, insan türünü kafese koymasıyla değil, teknik gelişmenin desteğinde herkese refah içinde yaşama olanağı sağlayan, dolayısıyla da yıkımını, tasfiyesini olanak dışına iten bir sistem olarak kurgular. O, bu görüşleriyle işçi sınıfına değil, burjuva politikasına güç vermiştir.

 

Habermas’ın ‘Kırmızı’ Reformizmi

Habermas, aynı “okul[21] tedrisatından geçmiş olması nedeniyle Marcuse’dan ne denli esinlendiği tartışma götürür olmasına ve Marcuse’ün analizine bazı eleştiriler yöneltmesine (bu eleştiri, Marcuse’ün “Marksist” metodolojiyi sürdürmesinedir) karşın, ‘okuldaşı’yla benzer argümanlara başvurarak, Marx’ın kapitalizm analizi ve eleştirisinin “yeni kapitalizme uygulanamayacağını” kanıtlamaya çalışır. Marcuse, iktidarın “kendini salt teknoloji aracılığıyla değil, tersine teknoloji olarak ölümsüzleştirmekte ve genişletmekte” olduğunu; bunun da “bütün kültür alanlarını içine alan, geniş politik erki, büyük meşrulaştırmayı” sağladığını söylüyordu.[22] Burjuvazi, bilim ve teknikteki gelişmeleri kapitalist sömürü için ve emek verimliliğini artırmak üzere kullanıyor, daha az sayıdaki işçiyle gerçekleştirdiği üretimle daha çok kâr elde etmenin yanı sıra kitle manipülasyonu ve iktidarını takviye olanağı da buluyordu.

Habermas, Marcuse’e benzer argümanlara başvurur; bilim ve tekniğin iktidar tarafından tekel altına alınmasıyla iktidar için “bir meşruluk temeli haline gelmiş” olduğunu belirtir ve bu durumu, üretici güçlerin –ve gelişmesinin– “Marx’ın kabul ettiği gibi, her koşulda bir kurtuluş potansiyeli olmuş ve özgürleştirici hareketlere yol açmış” olmadıklarının göstergesi olarak ileri sürer. Ona göre, “üretici güçlerin sürekli artışının iktidarı meşrulaştırıcı işlevleri de üstlenen bilimsel-teknik bir ilerlemeye bağlı oluşundan bu yana”, Marx’ın öngördüğü üzere proletaryanın özgürleştirici sınıf mücadelesi yoluyla sonuç alması artık hiç mümkün değildir! Çünkü diyor Habermas, üretici güçlerin görece artışı “artık eo ipso (kendiliğinden) mevcut iktidar düzeninin meşruluklarını kırılganlaştıran, artan ve özgürleştirici sonuçları olan bir potansiyel” oluşturmuyor! Toplumun “rasyonelleştirilmesi”yle bilim ve teknikteki gelişme arasında doğrusal bir bağ kuran Habermas, bu gelişmenin (bilim-teknik) toplumsal kurumların dönüştürülmesine ve eski meşruiyetlerini yitirmesine yol açtığını ileri sürer. “Teknik üretici güçlerin, amaç-rasyonel eylemin bütün işlevsel-sahasını doğal bilincin kapasitesinin çok üzerinde taklit eden ve insani verimleri ikame eden, öğrenen ve değerlendiren makinelerin yapımını da içeren” bir süreçte bulunulduğunu ileri süren Habermas’a göre, bu değişim nedeniyle açlıktan ve eziyetten kurtuluş, artık “zorunlu olarak kölelikten ve aşağılanmaktan kurtuluşla yakınsamamak”tadır ve çalışma ve etkileşim arasında “otomatik gelişen bir ilişki” yoktur.[23]

Marx’ın üretim ilişkileriyle üretici güçler arasında kurduğu ilişkiyi “mekanikçi tarzda” bir açıklama olarak niteleyen Habermas, bilim ve tekniğin “birinci üretici güç” haline gelmesi nedeniyle Marksist çözümlemenin “geç kapitalist topluma artık kolaylıkla uygulanamayacağı” iddiasındadır. “İletişimsel eylem-araçsal eylem” ikiliğine başvuran ‘filozof’, kapitalizm analizinin çalışma ve etkileşim kavramları merkez alınarak yapılmasını önerir.[24]

Üretici güçlerin gelişmesiyle bireylere yüklenen yükümlülüklerin gitgide gereksiz hale gelmesini sağlayan bir potansiyel taşıdığını belirten Habermas, iktidarın ‘rasyonelliği’nin, üretici güçlerin bilimsel-teknik ilerlemesini kendi meşruluğunun temeli yapan bir sistemi sürdürmesine bağlı olduğunu söyler.[25]

Burjuvaziyle uzlaşının felsefi argümanlarını zenginleştirmeye çalışan reformist ideoloğa göre, işçi sınıfının meşru talepleri, artık “işbirliğinden çekilmekle dayatılamazlar” ve “düşük ayrıcalıklı sınıflar, meşru taleplerinin uzun süre dikkate alınmaması durumunda, en fazla ümitsiz bir yıkım ve öz-yıkımla tepki gösterebilirler.” Buna rağmen, böylesi “bir iç savaşta, ayrıcalıklı guruplarla koalisyonlar gerçekleşmedikçe”, sınıf mücadelesinin devrimci başarı şansı da olmayacaktır![26]

Habermas gerekçe olarak, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren “kapitalistçe en ileri ülkelerde iki gelişme eğilimi”nin belirginleşmeye başlamış olmasını gösterir: “1. Sistemin kararlılığını güvence altına alması gereken müdahaleci devlet etkinliğinin büyümesi ve 2. Araştırma ve teknik arasındaki, bilimleri birinci üretici güç yapmış olan karşılıklı bağımlılık.” Habermas’a göre, bu iki eğilim, “liberal açınmış (gelişme göstermiş, yayılmış-y.a) kapitalizmin kendini gösterdiği bir aradalığı” bozarak, Marx’ın “liberal kapitalizm bakımından haklı olarak kurduğu çerçevedeki politik ekonominin önemli uygulanım koşulları”nın ortadan kalkmasına yol açmıştır!

Marx’ın analizinin, “kendi başına bırakılmış bir kapitalizm”i esas aldığını ileri süren Habermas, “ekonomi sürecinin devlet müdahalesi yoluyla sürekli düzene sokulması”yla belirgin yeni kapitalizmin, Marx’ın analiz ettiği ve çelişkileri dolayımında kendi tasfiyesinin güçlerini yarattığını söylediği kapitalizm ile aynı şey olmadığını ileri sürüyor. “Böyle bir kapitalizmin gerçek gelişmesi” diyor Habermas, “kendine özgü olan iktidardan kurtulmuş ve güç karşısında tarafsız kalmış bir burjuva toplumu düşüncesiyle açıkça çelişkiye düşmektedir.

Ona göre, “sermayenin özel teşebbüsteki kullanım biçimi ancak dolaşımı kararlılaştıran bir sosyal ve ekonomik politikanın devletçe düzeltisiyle” ayakta durabildiği ve “yeniden” politikleştirilen toplumun kurumsal çerçevesi, “üretim ilişkileriyle ve de kapitalist ekonomi ilişkisini güvenceleyen bir özel hukuk düzeni ve burjuva devletinin buna uygun genel düzen güvenceleriyle dolaysız olarak örtüşmemekte” olduğu için, “ekonomik sistemin iktidar sistemi ile ilişkisi değişmiş”; politika da “artık yalnızca bir üst yapı olayı” olmaktan çıkmıştır! “Eğer -diyor Habermas-, toplum artık kendini devletin öncelinde ve temelinde var olan bir alan olarak ‘özerk’ bir biçimde düzenleyerek sürdürmüyorsa -ki kapitalist üretim tarzında asıl yeni olan bu özerklikti- toplum ve devlet de çoktandır Marx’ın teorisinin altyapı ve üstyapı olarak belirlediği bir ilişki içinde bulunmuyorlar demektir.” Vardığı sonuç, iktidar sisteminin artık, “üretim ilişkileri üzerinden dolaysız olarak eleştirilemez” olduğudur![27]

Habermas, yeni bir toplum tipi, yeni bir devlet düzeni ve devlet müdahalesinde yeni bir ekonomik sistem tarif ediyor. Başlıca gerekçesi, teknik ve bilimin “birinci üretici güç” olmasıdır! Marx’ın kuramının temel belirlemelerini “geçersiz kıldığı”nı ileri sürdüğü gelişmeler kapsamında saydığı ikinci etken, devlet etkinliğinin ekonomik sistemin kararlılığına ve büyümesine yönelik olması ve politik iktidarın, ekonomik alandaki hatalı işleyişleri düzenleyici müdahaleleridir. İlkine dair iddialarını temellendirmek üzere, 19. yüzyıl sonundan itibaren “tekniğin bilimselleştirilmesi”ne dikkat çeken ve teknik gelişmenin modern bilimlerin ilerlemesiyle yeni bir özellik kazandığını ve bir tek sistem içinde birleştiklerini ileri süren Habermas, “bu sistem”in devletin ilk planda askeri alandaki araştırmasının emrine verilmesini ve bilgilerin “oradan sivil mallar üretimi alanlarına” akmasını, teknik ve bilimin “birinci üretici güç olması” iddiasına gerekçe olarak gösterir. Bu gelişmelerle birlikte, “böylece -diyor Habermas-, teknik ve bilim, birinci üretici güç olurlar, bu durumda Marx’ın emek-değer teorisinin uygulanma koşulları ortadan kalkar. Bilimsel-teknik ilerleme bağımsız bir artı-değer kaynağı olduğunda ve bunun karşısında Marx’ın gözönüne aldığı biricik artı-değer kaynağı: doğrudan üreticinin işgücü gitgide önemsizleştiğinde, araştırma ve geliştirme yatırımlarındaki sermaye miktarlarını, kalifiye olmayan (basit) işgücü değeri üzerinden hesaplamanın artık bir anlamı yoktur.[28]

Habermas’ın yeni ekonomik sistem tarifinde ikinci belirleyici etken devletin ekonomik rolü, ekonomiye düzenleyici müdahalesidir. O, bu durumu, Marx’ın kuramına karşı, onun artı-değer kuramını ve sınıf mücadelesi teorisini “geçersiz hale getiren” yeni bir gelişme olarak gösterirken, –Marx ve Engels’in daha 1830’lardan başlayarak 1848’de niteliğini açık ettikleri ve 1871 Komün deneyinin dersleri öğreticiliğinde burjuvazinin zora dayalı diktatörlüğünden başka bir şey olmadığını ortaya koydukları– burjuva devletin görünürde “toplum üstü” ve “özerk“ konumlanmış olmasını veri alarak, onu, bu ilk durumunda ekonomi ve toplum üstü göstermekle kalmaz, toplumu ve ekonomiyi de devlete özerk, devletten bağımsız örgütlenmeler olarak gösterir. Habermas’ın buna eklediği, devletin ekonomiye düzenleyici müdahalesiyle, bunun yeni bir tür ekonomik sisteme geçiş olduğudur!

Ona göre, “Kapitalist toplum, anılan iki gelişme eğilimi yüzünden öylesine değişmiştir ki, Marxist teorinin iki anahtar kategorisi, yani sınıf mücadelesi ve ideoloji, artık öyle kolaylıkla uygulanamazlar.”(!) “Açık sınıfsal uzlaşmaz çelişkinin yarattığı sisteme yönelik tehlikelere bir tepkiden doğmuş olan devletçe düzenlenen kapitalizm -diyor Habermas-, sınıf çatışmasını yatıştırır. Geç kapitalizmin sistemi, ücrete bağımlı kitlelerin sadakatini güvenceleyen bir tazminat politikasıyla, yani bir çatışmadan kaçınma politikasıyla öylesine belirlenmiştir ki, sermayenin özel ekonomide kullanımıyla eskisi gibi toplumun yapısına döşenmiş olan çatışma, görece olarak en büyük olasılıkla gizli kalan çatışmadır. Bu çatışma gerçi yine üretim tarzına bağlı olan ama artık sınıf çatışmaları biçimini alamayan öteki çatışmaların gerisinde kalır… Devletin etkinlik alanının periferisinde yatan gereksinimler, örtük tutulan merkezi çatışmadan uzaklaştırıldıkları için ve bu yüzden tehlikeleri önlemede öncelikli görülmedikleri için çatışma yüklüdürler. …” “Üretim tarzının sürdürülmesinde yatan ilgiler toplum sisteminde artık sınıf çıkarları olarak ‘tek bir anlamda sınırlandırılamazlar.Çünkü sistemin tehlikeye düşmesinin önlenmesine yönelik iktidar sistemi tam da bir sınıf öznesinin bir diğerinin karşısına teşhis edilebilir bir grup olarak çıkması biçiminde uygulandığı kadarıyla ‘iktidarı’ (doğrudan politik veya ekonomik olarak sağlanan toplumsal iktidar anlamında) dışlar.[29]

Habermas, kapitalist iktisadi-toplumsal sistemin temel karakteristik özellikleriyle birlikte burjuva devletin işlevi ve sınıfsal yapısının da değiştiği iddiasıyla devlet, toplum ve sınıf gerçekliğini ve bunlar arası ilişkileri olduklarından farklı göstererek, sistemi krizlere, çatışmalara ve yıkıma sürükleyen çelişkilere örtü çeker. Ya da başka biçimde söylenirse, o, burjuva devlet iktidarının egemen burjuvazi yararına ekonomik-politik manevralarını, emekçileri ücret-sosyal hak vb. gibi tavizlerle ve “ülke ve millet çıkarı”nı ortak payda gösteren sınıf uzlaşması söylemiyle sadakate yöneltme taktiklerini ve bilim ve teknik gelişmeleri bunun bir aracı olarak kullanmasını esas alan bir teorik inşaya girişmiş ve nesnel gerçeklikleri belirli tek yanlı özellik ve etkileriyle kendi kurgusuna dayanak edinmeye yönelmiştir.

Habermas’ın kapitalist toplum analizinde sınıflar ve sınıf çelişkileri görünmez olmuştur! O, devlet iktidarının, sınıf mücadelesinin çatışma boyutlarına varmasını engelleme taktiklerini, onlara her durumda etkili olma işlevi de biçerek kuramına dayanak edinirken, üretim ilişkileri zemininde kaçınılmazlıkla ortaya çıkan sınıf çelişkileri ve çatışmalarını gizlemeye çalışır. Devlet iktidarının kapitalist ekonomi ve sermayenin genişleyen yeniden üretim süreciyle organik bağı, onun “geç kapitalizm” olarak nitelediği tekelci kapitalizm öncesi dönem açısından ve devletin “görece özerk” ve “toplum üstü” görünümü dolayısıyla belirsizleşmiştir. Burjuva ve kapitalist devlet oysa, Habermas’ın göstermek istediğinin aksine, burjuvazinin feodal soyluluğa karşı zaferinden itibaren, işçi sınıfına ve ezilen toplumsal kesimlere karşı sınıf egemenliği aygıtı işleviyle toplumsal ilişkilerin ve kuşkusuz zeminini oluşturan ekonomik ilişkilerin düzenlenmesinin aracı olmuştur. Burjuva devletin ekonomik ilişkilerin yeniden ve yeniden düzenlemesindeki rolünü daha dolaysız ve gerektiğinde şiddet araçlarını devreye sokarak ya da Keynesyen yöntemlerle yerine getirmesi, Habermas’ın ileri sürdüğünün aksine ne yenidir ne de altyapı-üstyapı ayrımını ortadan kaldıran yeni bir özelliğidir. Ekonomiye ve ekonomik kategorilere kendiliğinden özerk yapısallık atfeden liberal reformist ideologun, liberal kapitalizm -“yeni kapitalizm” ilişkilendirmesinde sermayenin genişleyen yeniden üretimi ve artı-değer kavramları, dolayısıyla da artı-değer üreten canlı emekgücünün makine ile ilişkisi belirsizleşir. Habermas, bilim ve tekniği “bağımsız değişken” olarak gösterir.

Burjuva devlet iktidarının “açık sınıfsal uzlaşmaz çelişkinin yarattığı sisteme yönelik” riskleri “elimine edecek” veya bastırıp etkisizleştirecek politikalar izlemesi oysa, devletin işlevi ve egemen sınıfsal çıkarlarla bağlılığı gereğidir. Açık çatışma, sömürülüp ezilenlerin kendilerini sömüren ve baskıyla sindirmeye çalışan sınıf ve zor cihazını yıkmaya yönelik eylemini gündeme getirebilir olma olasılığıyla her zaman göze alınamasa da, eninde sonunda kaçınılamayan ve yüzlerce örneğinde yaşanan bir durumdur. Bu çatışmayı gündeme getirecek temel etkenler, uzlaşı politikasına rağmen varlığını sürdürür. Devlet iktidarının ekonomiye müdahaleleri ve emekçileri yedekleme hedefli taviz politikaları, burjuva çıkarları doğrultusunda etkide bulunmakla birlikte, bu etki, emek-sermaye çelişkisini ve farklılıkları ve ilişkinlikleriyle altyapı-üstyapı bağlamını ortadan kaldırmaz. Aksine bu müdahale, burjuvazi onun kendi sınıf aleti olarak görülmesini önlemeye yönelik manevralara baş vursa dahi, devletin sömürücü sınıfla bağını daha açık hale getirir. Bundan kaçınılamaz, ekonomik çelişkiler, çoğu kez kitlelerce de gözlenebilen sosyal-siyasal görünürlükleriyle işlevli olurlar. Ve devlet iktidarı, ‘ister-istemez’, “bir sınıf öznesinin bir diğerinin karşısına teşhis edilebilir bir grup olarak çıkması biçiminde”, arzı-endam eder!

Ekonomi-politikçi Habermas, felsefeci Habermas’ı, sınıf uzlaşmacı görüşünü teorileştirme çabasıyla yanlışa sürükler. “İlk üretici güç”e dair yaklaşımıyla o, üretken emekçi olarak işçi insanı, kullandığı alet dolayısıyla yadsır.  Bilim ve tekniğe ilk üretici güç olma onurunu veren Habermas, işçi sınıfının üretici etkinliğini, Marx’ın kuramını sözüm ona çürütme adına bile değil, ondan da daha pratik bir kaygıyla, işçi ve emekçileri, burjuvaziye ve devlet cihazına karşı mücadelesine yer olmadığına “ikna etmek” üzere, yok sayar. Oysa basit el aletlerinden teknik-bilimsel araçlara dek tüm geliştirilmiş araç ve ürünlerin insan eli ve zihninin ürünü olması bir yana, makinelerin-günümüzde bilgisayar, robot vb. kullanımını, üretici güç olarak emekçinin toplumsal üretici güç olma konumundan çıkmasına ya da buradan güç alan devrimci misyonunun son bulmasına delalet etmez. Habermas, Marx’ın, üretici güçlerin gelişmesinin “(kendiliğinden) mevcut iktidar düzeninin meşruluklarını kırılganlaştıran, artan ve özgürleştirici sonuçları olan bir potansiyel” oluşturduğunu ileri sürdüğünü ima ederken de, Marx’ın sınıf mücadelesine ilişkin görüşünü oportünistçe tahrif eder ve hemen tüm kapitalist ülkelerde iktisadi karakteriyle (ücret, işgünü, sosyal güvenlik talepleri) mücadelesinin sürdüğü, bu mücadelenin onun kendi coğrafi alanında da devam ettiği bir dönemde, bilimsel teknik araçları kullanan burjuvaziye karşı mücadele edilemezliğin teorisini kurmaya çalışır.

Sınıf çelişkilerinin “hala alt-kültürel gelenekler biçiminde ve yalnızca yaşam düzeyinde ve yaşama alışkanlıklarında değil, politik anlayışlarda da bunlara uygun düşen farklılıklar biçiminde varlıklarını sürdürmeye” devam ettiğini söylemesine rağmen, onun için asıl belirleyici etken ve güç, “devletçe düzenlenen kapitalizm”in politik iktidarıdır! Onun, sisteme yönelik tehlikelerden koruma hedefiyle “gizli sınıfsal sınırları aşan bir çıkarı” üstlenerek yönetimi sürdürdüğünü söyler. Burjuvaziyle uzlaşı teorisine kurgul bir zemin oluşturmak için Habermas, işçi hareketinin sistem karşıtı politik mücadeleye evrilmesini önlemeye yönelik burjuva devlet iktidarının müdahalesini, proletarya-burjuvazi çelişkisi ve çatışmasıyla bağını muğlaklaştırıp belirsizleştiren bir yöntem izler.

Habermas’a göre, farklılıklar ve çatışma potansiyeli ortadan kalkmamış olsa da, “meşru bir biçimde” savunulan talepler, “işbirliğinden çekilmekle dayatılamazlar.” “Düşük ayrıcalıklı sınıflar, meşru taleplerinin uzun süre dikkate alınmaması durumunda, en fazla ümitsiz bir yıkım ve öz-yıkımla tepki gösterebilirler.” Aksi durumlarda devrimci başarı şansı yoktur! Bundandır ki –diyor o–, bu talepler yalnızca “ikaz edici karakterleri”yle –yani uzlaşı temelinde– gündeme alınmalıdırlar!

Ona göre, bu gelişmelerle birlikte açıklık kazanan (!), “üretici güçlerin görece artışının artık eo ipso (kendiliğinden) mevcut iktidar düzeninin meşruluklarını kırılganlaştıran, artan ve özgürleştirici sonuçları olan bir potansiyel oluşturmamasıdır.” Çünkü –diyor Habermas–, “tekel altına alınmış bilimsel ve teknik ilerlemenin kendisi, bir meşruluk temeli haline gelmiştir. Bu yeni meşruluk biçimi açıkça eski ideoloji biçimini yitirmiştir…” Ve Habermas sonunda vargısını açıklar: “Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ilişkinin yerine çalışma ve etkileşim arasındaki daha soyut ilişkinin geçirilmesi gerekir.” Önerisi, sınıflar arası çelişki ve çatışmaların bu kavramlar aracıyla anlam yitimine uğratılmasını içerir. Herkes bir biçimde çalışacak ve her şey bir biçimde etkileşim içinde olacaktır. Ancak bu etkileşim yıkıcı herhangi sonuçtan bağışık şekilde sistemin devamına hizmet edecektir! Üretici güçlerin “başlangıçtan itibaren toplumsal gelişmenin motoru” olduklarını kabullenen Habermas, –fakat der–, “Marx’ın kabul ettiği gibi, her koşulda bir kurtuluş potansiyeli olmuş ve özgürleştirici hareketlere yol açmış görünmüyorlar, hele artık, üretici güçlerin sürekli artışının iktidarı meşrulaştırıcı işlevleri de üstlenen bilimsel-teknik bir ilerlemeye bağlı oluşundan bu yana hiç değil.[30]

Toplumsal gelişmeyi bilimsel teknik gelişmeye; onu da burjuva iktidarı meşrulaştırıcı işleve indirgeyen mekanik bakış açısıyla Habermas, gelişmeyi özgürleştirici mücadeleye ve toplumsal kurtuluşa kapalı ve fakat burjuvazi yararına işleyen tek yanlı bir devreye çevirir.

***

Bilim ve tekniğin toplumsal gelişmenin dinamikleri arasında yer aldığı ve sisteme bir tür koruma sağladığı doğrudur. Burjuva devlet iktidarı ve burjuva hükümetleri, geliştirilen tekniği ve bilimsel buluşları, genel olarak kitleleri, özel olarak emekçi kesimleri sermaye çıkarlarına bağlı tutmak üzere ve rıza üretimi araçları olarak kullanır. “Kamu hizmetleri” söylemli manipülasyon bunu hedefler. İleri teknoloji ve kitle iletişim araçları burjuva iktidarını meşrulaştırmak için kullanılır. Ancak bu gelişmenin sadece bir yönüdür. Diğer tarafta ise, manipülatif söylem ve propagandayı dayanaktan yoksun kılan kriz, açlık, yoksulluk, işsizlik ve savaşların yanı sıra ileri teknik araçların iktidar sopasına dönüşümü vardır. İktidar meşrulaştırıcı araçların zapturapt araçları olduğu eninde sonunda görülür. Çarpıtma ve çarpık bilinç geçerliliğini yitirmeye başlar. Teknik gelişmelerin de etkisiyle işsizler ordusuna yeni katılmalar olur, işsizlik bir olgu olarak devam eder, küçük işletmeler ve küçük üretimi yıkıma sürükleyen gelişmeler birbirini izler, zenginlik ve yoksulluk göze batacak şekilde belirginleşir vb.

Marx ve Engels, insanları harekete geçiren asıl güdülerin onların eylemini ve düşüncesini belirlediğine dikkat çekmişlerdi. Eylemin şu ya da bu yönde gelişmesi ya da öznesinin çıkarlarıyla aykırılık göstermesi, değişmez değildir. Örnek olsun, işçinin, ürettiği metanın sahibi olmayıp bu ürünün kapitalist piyasadan belirli ödeme koşuluyla sahiplenilmesindeki çelişki, eninde sonunda onu, kendi durumu üzerine düşünmeye ve durumunu değiştirme eylemine girişmeye yöneltecektir. İşçi birey, çalıştığı fabrika, işyeri ve işletmede “kendisi gibi olanlar”la –yani, yaşam gereçlerini sağlamak üzere emekgüçlerini kendiyle aynı koşullarda kapitalistlerine satanlarla– birlikte belirli asgari talepler için hareket etmeye, çalışma koşulları tarafından itilir. Bu ampirik olarak doğrulanabilir ve bunun binlerce örneği gösterilebilir.

Habermas’ın teorisi, işçi sınıfını burjuvazi lehine kapitalizm koşullarında kalmaya ikna teorisidir. Politikası da buradan türer ve o, işçi ve emekçileri mücadeleden uzak durmaya çağırmakla kalmaz, bunun için ikna etmeye de çalışır.

 

 

[1] Touraine ve Urry’den yorumlayarak aktaran Numanoğlu, G. (2008) “Bilgi Çağında Din, Kültür ve Toplum”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 49(1): 253-269, sf. 257-258.

[2] Bu ayrıcalık, bağımlı ülkelerin kaynaklarının yağmasını kolaylaştırıcı işlev görmekte, stratejik silahlar, kimya ilaç, genombilim ve uçak-otomotiv sanayi alanlarında bağımlılık ilişkilerinin sürdürülmesini sağlamaktadır.

[3] Marcuse, H. (1991)[1972] Karşıdevrim ve Başkaldırı, çev. G. Koca ve V. Ersoy, Ara Yayıncılık, Ankara, sf. 9-10.

[4] Marcuse, age, sf. 10-11

[5] Marcuse, “Tek Boyutlu İnsan” adlı eserinde de, “geç kapitalizm” olarak da nitelediği ileri düzeyde gelişmiş kapitalist toplumun, “öngörülebilir bir gelecekteki niteliksel değişimleri” önleyebilecek bir yapı oluşturduğunu, –kapitalizme karşı güçlerin varlığı ve özgürleşme olanağına işaret etmekle birlikte– ileri sürer. (Gülenç, K. (2014) “Teknoloji Çağında Rasyonalite, Deneyim ve Bilgi: Sorunlar ve Eleştiriler”, Kaygı Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, 22: 113-131, sf. 116)

[6] Marcuse, Karşıdevrim ve Başkaldırı, sf. 14-15.

[7] Marcuse, Karşıdevrim ve Başkaldırı, sf. 17

[8] Marcuse, age, sf. 11-12

[9] Marcuse, age, sf. 12

[10] Marcuse, age, sf. 18

[11] Marcuse, age, sf. 19

[12]  Marcuse, age, sf. 21

[13] Marcuse, age, sf. 38-39

[14] Kapitalizmin 20. yüzyıl gelişme düzeyinde üretilen temel tüketim maddelerinin işçi ve emekçilerin yaşamına daha fazla girmesinin etkenlerinden biri olarak sosyalizmin somut alternatif oluşturması ve işçi sınıfıyla emekçilerin yükselen mücadelesinin etkisi altında uygulanan “sosyal devlet” politikalarıyla yaşam düzeyinde belirli bir iyileşmenin görülmesi, Marcuse’ün analizinde bir etken olarak dahi yer almaz. Buna karşın o, emekgücü sömürüsü ve ezilen halkların kaynaklarının yağmasından sağlanan ‘kaymak’ın sömürgeci emperyalistler ve tekelci burjuvazi tarafından pay edilmesini, kırıntılar verilerek işçi aristokrasisinin satın alınmasını kapitalist refah üzerine tezler için malzeme edinir.

[15] Marcuse, age, sf. 39

[16] Marcuse, age, sf. 22

[17] Marcuse, age, sf. 14

[18] Marcuse, age, sf. 35

[19] Marcuce, age, sf. 43

[20] Akataran Habermas, J. (2001) “İdeoloji olarak Teknik ve Bilim”, çev. M. Tüzel, 4. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, sf. 39.

[21] Frankfurt Okulu (ya da Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü), Frankfurt Üniversitesi’ne bağlı olarak 3 Şubat 1923’te Karl Gutenberg’in başkanlığında kurulan ve Marksist araştırmalar yapma iddiası taşıyan bir oluşumdur. Okul bünyesinde bir araya gelen araştırmacılar arasında T. Walter Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, K. Korsch, J. Lukacs gibi teorisyenler bulunmaktadır.

[22] Aktaran Habermas, age, sf. 36

[23] Habermas, age, sf. 31-32

[24]‘Çalışma’ veya amaç-rasyonel eylemden ya araçsal eylemi ya rasyonel seçimi ya da bu ikisinin kombinasyonunu anlıyorum. Araçsal eylem, empirik bilgiye dayanan teknik kurallara uyar. Bu kurallar her defasında gözlenebilir fiziksel veya sosyal olaylar hakkında kesin öngörüler içerirler; bu öngörülerin isabetli veya yanlış olduğu meydana çıkabilir… Amaç rasyonel eylem tanımlanmış hedefleri, verili koşullar altında gerçekleştirir; fakat araçsal eylem gerçekliğin etkin bir denetiminin kıstaslarına uygun olan ya da olmayan araçları organize ederken, stratejik eylem yalnızca, olası davranış seçeneklerinin doğru bir değerlendirilmesine bağlıdır; bu değerlendirme yalnızca değerlerin ve düzenleyici ilkelerin yardımıyla tümdengelimden kaynaklanır.

Öte yandan iletişimsel eylemden, simgelerle sağlanan bir etkileşim anlıyorum. Bu eylem, karışlıklı davranış beklentilerini tanımlayan ve en azından iki eyleyici özne tarafından anlaşılmış ve kabul edilmiş olmaları gereken, zorunlu geçerli normlara uyar. Toplumsal normlar yaptırımlarla güçlendirilmişlerdir. Anlamları gündelik dildeki iletişime yansır. (…)” (Habermas, age, sf. 42)

[25] age, sf. 35)

[26] Habermas, age, sf. 56-61

[27] Habermas, age, sf. 50-51

[28] Habermas, age, sf. 53, abç

[29] Habermas, age, sf. 56-57, abç

[30] Habermas, age, sf. 56-61