GİRİŞ
Toplumsal zenginliğin kaynakları ve artışı modern ekonomi politiğin doğuşundan itibaren en temel ilgi alanlarından birisi olmuştur. Değer, artı-değer, kâr ya da rantın kaynağı; hangi tür çalışma ile yeni bir değer yaratılabileceği; hangi sınıfların ekonomik olarak üretken olup olmadığı gibi konular tartışılmıştır.
Literatürde bu tartışma, en azından merkantilistlerin artı-değeri dış ticaret fazlası ile açıklamalarından sonra üretken ve üretken olmayan emek ayrımı temelinde sürdürülmüştür. Fizyokratlar tarımsal emeği üretken kabul etmiş, kalanları kısır sınıflar olarak tanımlamıştır. Klasik ekonomi politiğin kurucusu Adam Smith üretken ve üretken olmayan emeği net bir biçimde ayırmış, kapitalist için kâr üreten imalat emeğine sempatisini, feodal aristokrasinin malikanelerinde istihdam edilen -üretken olmayan- hizmet emeğine ise antipatisini açıkça ifade etmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında neo-klasik iktisadın ortaya çıkışıyla değer ve artı-değer tartışması yerini verimlilik tartışmasına bırakmıştır. Neo-klasik iktisat bu çerçevede değeri ve artı-değeri üretim sürecine katılan çeşitli faktörlerin sağladığı faydaya indirgemiş, piyasada gelir getiren her türlü emek ve faaliyeti üretken olarak kabul etmiştir.
Ortaya çıkışının üzerinden yaklaşık yüz elli yıl geçmesine ve yeni unsurlar eklenmesine rağmen neo-klasik yaklaşımın varsayımları günümüz egemen “ana akım” ortodoks iktisat anlayışının temelini oluşturmaktadır. Sadece ana akım değil, eleştirel heterodoks iktisadın çeşitli okulları da üretken ve üretken olmayan emek ayrımının işlevsizleştiğini ileri sürmektedir. Bu yaklaşımlara göre, finansal alanının göreceli genişlemesi, dijital teknolojilerin yaygınlaşması gibi çağdaş kapitalizmde ortaya çıkan kimi yeni olgular ayrımın geçersizleşmesi ya da önemini kaybetmesine neden olmuştur.
Karl Marx’ın üretken emek yaklaşımı klasik ekonomi politiğin birikimi ve mirası üzerinde yükselmiştir. Kapitalist üretim ilişkilerini tarihselliği içerisinde ele alan Marx, klasik ekonomi politikçilerin bilimsel mirasından yararlanırken aynı zamanda onlardan ayrılmıştır. Marx’ın bu ele alış tarzı, çağdaş kapitalizmin geçmişten devraldıklarının yanı sıra yeni olgularını açıklamada önemini ve güncelliğini korumaktadır.
Bununla birlikte uzun yıllar Marx’ın hangi faaliyeti üretken ve üretken olmayan olarak tanımladığı konusunda bir karmaşa sürüp gitmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kamuda ve hizmet sektöründe istihdamın hızla genişlemesi, büro işlerinin istihdam içinde artan oranı, bu tür iş ve meslek gruplarının faaliyetlerinin üretken olup olmadığı yönünde tartışmaları alevlendirmişti.[1]
Bütün bu karmaşada dönemin iktisadi, siyasal ve sosyal koşullarının yanı sıra Marx’ın üretken ve üretken olmayan emek ayrımını kapsamlı bir biçimde ele aldığı ve Kapital dördüncü cildi olarak tasarladığı, sonradan Artı-Değer Teorileri adını alan el yazmalarının Rusça ve İngilizce çevirilerinin oldukça geç bir tarihte yapılması da etkili oldu. Rusça baskının tamamı ancak 1964, İngilizcesi ise 1971 yılında tamamlandı. Bununla birlikte Marx’ın Kapital’deki ve başka yerlerdeki farklı pasajlarına referansla çeşitli hatalı yaklaşımlar sıklıkla dile getirilmektedir.
Bu makalede üretken ve üretken emek ayrımının ortaya çıkışı, gelişimi, temel hareket noktaları ve egemen iktisat literatüründe reddine varan süreç özellikle on sekiz, on dokuz ve yirminci yüzyılın başlarındaki tartışmalar bağlamında incelenecektir.[2] Ekonomi politiğin gelişimi sürecindeki ilerlemelere dikkat çekilirken, Marx’ın katkısı, yöntemsel ayrılışı ve güncelliği koruması üzerinde ayrıca durulacaktır.
MERKANTİLİSTLER VE DIŞ TİCARET
Merkantilizm, 16. yüzyılın ikinci yarısında emekleme dönemini yaşayan kapitalizmin tüm Batı Avrupa’ya yayılmasını sağlayan, ancak 17. yüzyılda gerçek muhtevasına kavuşarak yoğun şekilde uygulamaya konulan iktisadi politikaları kapsayan bir kavramdır. İlk defa zenginlik ve kâr hedefini açıkça dile getiren ve onu devletin gücü ile meşrulaştıran uygulamalara kaynaklık etmiştir. Bir ekonomi politikası olarak merkantilizm, sömürgecilikle gelen ticari kâr ve zenginleşmenin devamı için gerekli olan koşulların sağlanması işlevini görmüştür.[3]
Deniz aşırı bölgelerin keşfi ve sömürgeleştirilmesi 16. yüzyıldan itibaren ticaret hacminde hızlı bir genişlemeyi sağlamıştır. Yürüttüğü ticari faaliyet sonucu tüccarlar, tarımsal üretim ve ilkel ev sanayi üzerinde kontrol sağlamış, hızla zenginleşmiştir. Aynı dönemde gelişen meta üretimi ile klasik feodal yapıdaki sorunlar artmış, devlet maliyesi aristokratik lüks, savaş ve doğal afetlerin maliyetini karşılayamaz hale gelmiştir. Bu nedenle giderek merkezileşen ve ulusal devlet formuna yaklaşan monarşiler, baskılanan kamu maliyesini ayakta tutmak için tüccarların kazancı ve faaliyetlerini devlet güvencesine almıştır.[4] Ticari çıkarların savunulması merkantilist düşüncede merkezi bir rol oynamıştır. Thomas Mun gibi önemli temsilcileri, aynı zamanda İngiliz Doğu Hint Kumpanyası gibi sömürgeci ticari şirketlerin yöneticileridir.[5]
Merkantilist dönemde ekonomi politikasının odaklandığı temel problem şudur: Devletin zenginliği nasıl sağlanır? Başka bir biçimde şöyle ifade edilebilir: “Zenginliğin yani değerin kaynağı nedir ve bu nasıl arttırılabilir?” Bu soruya verilen yanıt, “altın ve gümüş stoklarının arttırılması” biçimindedir. Eğer ülkenin altın madeni yoksa bunu sağlamanın en iyi yolu dış ticarettir.[6]
Merkantilist metinlerde dış ticaretten elde edilen gelirin tek artı-değer biçimi olarak kabul edildiği, bu nedenle hem birikim hem de devlet gelirinin tek kaynağı olarak ele alındığı görülebilir. Örneğin Davenant iç ticaretin bir ulusu zenginleştirmediğini, sadece bir elden diğerine aktardığını, oysa dış ticaretin ülkenin zenginliğine net bir katkı yaptığını söylüyordu. “Ülke zenginliğine net bir ek” derken Davenant artı-değerin büyümesini kastediyordu; tıpkı fizyokratların tarımın üretkenliğini imalatın “kısırlığı” ile karşı karşıya koyarken yaptığı gibi.[7]
Merkantil sistemde artı-değer yalnızca görelidir; birinin kazandığını öteki yitirir.[8] Devirden doğan kâr aslında zenginliğin farklı gruplar arasında yeniden bölüşülmesidir; yeni bir değer yaratımı söz konusu değildir. Saf haliyle ticaretin değer yaratmayacağı, üstelik değerin bir stok olamayacağı gerçeği tarihsel olgularla, merkantilist politikaları uygulayıp ellerinde değersiz bir yığınla kalan İspanya ve Portekiz İmparatorluklarının deneyimlerinde doğrulanmıştır. Sorun, değerli madene değerini veren şeyin ne olduğudur.
Merkantil sistem mutlak artı-değer biçimini yadsıdığı için onların eleştiricisi fizyokratlar, mutlak artı-değeri, yani “net ürünü” açıklamanın yollarını aramıştır. Net ürün onların kafasında henüz kullanım-değeri olarak yer ettiği için toprak ve tarımsal emek onun tek yaratıcısıdır.[9]
FİZYOKRATLAR VE DOĞANIN ARMAĞANI
Fizyokrat teori, feodal toplum içinde egemen olmaya başlayan kapitalist toplumun teorik ifadelerinden birisidir. Ancak sistemin feodal kabuğu henüz güçlüdür. Tam da bu nedenle fizyokrat sistem sanayi, ticaret ve denizciliğin ağır bastığı İngiltere’de değil tarımın ağır bastığı Fransa’da doğmuştur.[10]
Fizyokratlar da merkantilistler gibi servetin (artı-değerin) kaynağını aramış, fakat onlardan farklı olarak mübadeleden değil üretimden doğduğunu ileri sürmüştür.[11] Yalnızca artı-değer ürettiğini düşündükleri emeği üretken emek olarak tanımlarken doğru bir ilkeye işaret etmişlerdir. Hammaddenin ve öteki malzemelerin değeri verili ve emek gücünün değeri sabit[12] olduğunda, artı-değer emekçinin tükettiğinden daha fazlasını üretmesiyle mümkün olmaktadır. İncelemeyi dolaşım alanından üretim alanına taşımışlar, böylece kapitalist üretimi, çözümlemenin temelini atmışlardır.[13] Fizyokrat teorinin kurucu isimlerinden Francois Quesnay merkantil sistemi şöyle eleştirmiştir:
“Her alış bir satıştır ve her satış bir alış. (…) Fiyatlar her zaman, alımdan ve satımdan önce gelir. Eğer satıcıların ve alıcıların rekabeti fiyatlarda herhangi bir değişiklik yapmazsa, varlığı ticaretten bağımsız başka nedenlerden dolayıdır. (…) Her zaman varsayılan şudur ki, o (değişim) her iki taraf (…) için de kârlıdır; çünkü varlığın sağladığı zevkleri, karşılıklı olarak yalnızca değişim yoluyla elde ederler. Ama her zaman, yalnızca belli bir değerdeki varlık, eşit değerdeki bir başka varlıkla değişilir; sonuç olarak herhangi bir gerçek zenginlik artışı (…) söz konusu değildir.”[14]
İki metanın değişiminden artı-değer yaratıldığı yanılsamasını eleştiren fizyokratlar; buna rağmen içinde bulundukları kapitalist gelişim düzeyi tarafından sınırlanmışlardı. Çözülme sürecinde olsa da lonca sisteminin ayrıcalıklarının devam ettiği, henüz çocukluk çağında olan ücretli emeğe dayalı endüstri ve küçük ölçekli üretime dayanan bir toplumda toprak rantı tek doğal artık biçimi olarak görülmüştü. Emek üretkenliği hala çok düşüktü ve tek bir kapitalist tarafından çalıştırılan işçi sayısı nadiren fazlaydı. Buna bağlı olarak endüstriye yatırım yaparak büyük bir kârın elde edilmesini düşünmek güçtü.[15]
Emek gücünün değeri ile onun yarattığı değer arasındaki fark, yani artı-değer, üretimin tüm dalları arasında en açık ve en yadsınamaz biçimde tarımda görülür. Tarım işçisinin yarattığı kullanım değeri miktarı[16] tükettiği kullanım değerinden büyüktür. Böylece geride bir kullanım değeri fazlası kalmaktadır. Eğer emekçi sadece kendisinin ihtiyacı kadar kullanım değeri üretseydi, geriye hiçbir şey kalmayacaktı.[17] Fizyokratların diğer üretim alanları ile tarımı ayırdıkları nokta budur: toprağın üretkenliği, emekçinin tükettiğinden daha fazla üretmesine olanak sağlamaktadır. Bu çerçevede artı-değer “doğanın bir armağanı” olarak görülmektedir. Tarımsal emek, doğanın potansiyelini gerçekleştirmesini sağlayan bir araç işlevi görmektedir.[18]
Diğer yandan fizyokrasi; feodal toprak sahibi ve köylüyü giderek kapitalist ve emekçi olarak görmüş, bu nedenle artı-ürünü emekçinin üretimi olarak kabul etmiştir. Artı-değeri doğanın/toprağın armağanı ve emekçinin ürettiği bir fazlalık olarak görme durumu çelişkili bir biçimde yan yana varlığını sürdürmüştür. Fizyokrat düşünürlerden Turgot bir yandan bu çelişkiyi yaşarken diğer yandan aşmaya çalışmıştır:
“Çiftçinin emeği gereksinimlerinden daha fazlasını üretir üretmez, doğanın ona emeğinin ötesinde saf bir armağan olarak verdiği fazlalıkla, toplumun diğer üyelerinin emeğini satın alabilir. İkincisi, ona emeğini satanlar sadece yaşamlarını kazanabilir, ancak çiftçi geçiminin ötesinde satın almadığı ve sattığı bağımsız ve kullanılabilir bir zenginlik kazanır. Bu nedenle, emeğini satanlar, döngüsüyle toplumun tüm emeğini hareketlendiren zenginliğin biricik kaynağıdır. Çünkü, emeği ücretinin üzerinde üreten yalnızca onlardır.”[19]
Turgot tarım emekçisinin “ücretinin ötesinde” bir fazlalık ürettiğini tespit etmiştir. Bu fazlalığı elle tutulur bir ürün olduğu için, ek bir değer olarak görmektedir. Henüz değeri insan emeğinin belirli bir toplumsal varoluş tarzı olarak değil, maddi şeylerin (tarımsal ürün) değişik türleri olarak kavramaktadır. Ona göre, üretimin tüm dalları arasında artı-değer yadsınamaz bir biçimde sadece tarımda üretilmektedir. Tarımsal emek tek üretken emek biçimidir. Sanayi işçisi kendi geçim nesnelerinin değerinden fazlasını üretemez, maddi tözü artıramaz, sadece biçimini değiştirir.[20] Fizyokrat düşünür Ferninando Paoletti’nin açıklıkla ifade ettiği gibi;
“Maddenin çoğalması sanayide hiçbir zaman olmadı, olanaklı da değildir. Sanayi maddeye yalnızca biçim verir, onu yalnızca dönüştürür; sonuç olarak sanayi hiçbir şey yaratmaz. Ama buna itiraz edilebilir, sanayinin maddeye biçim verdiği, dolayısıyla üretken olduğu, bunun madde üretimi değilse bile, gene de bir biçim üretimi olduğu ileri sürülebilir. Pekala, buna karşı çıkmayacağım. Ama bu bir zenginlik yaratmak değildir; tam tersine bir harcamadan başka bir şey değildir. (…) Ekonomi politik, zenginliği oluşturan maddeleri ve ürünleri, yalnızca tarımda görülen maddi ve gerçek üretimin çoğalttığını varsayar ve araştırma konusu yapar.”[21]
Fizyokratlar, değeri, metanın üretimi için gerekli emek zamanı ile değil somut bir ürün ile eşitlemişlerdir. Buna göre, tohumun ürüne dönüşmesi fiziksel bir büyüme sağlarken, sanayi üretimi hammaddenin biçimini değiştirmekten ibarettir. Bu nedenle fizyokratlar için toplumun tek üretken sınıfı tarımda çalışan emekçilerdir.[22] Zanaatkarlar, sanayi işçileri, tüccarlar ve sermaye kısır sınıflar olarak tanımlanmıştır.[23]
Fizyokratların değerin kaynağı ve üretken emeğe ilişkin görüşlerini hem merkantilistlerden ayıran hem de onların özgünlüğünü oluşturan iki noktaya dikkat çekilebilir:
İlki; değerin kaynağını değişim alanında değil üretim alanında, ancak içinde yaşadıkları dönemin de etkisiyle sadece tarımsal üretim ve tarımsal emekte görmüşlerdir.
İkincisi; değeri yalnızca somut, elle tutulabilir bir ürün ya da kullanım değeri olarak varsaymışlardır.
Tarımcıların yoksullaşması ve imalatçıların hızla zenginleşmesi, ücretli emeğe dayalı atölye ve manifaktürlerin yaygınlaşması sonucunda, sermaye birikimi ve değerin kaynağının ticarette değil üretimde (giderek de sanayi üretiminde) olduğu daha açık bir biçimde görülmüştür.
Böylece fizyokratlara yönelik ilk köklü eleştiri 1771 yılında, sanayicilerin zenginleşmesine işaret eden Verri’den gelmiştir:
“Bu da kanıtlıyor ki, zanaatçı, elde ettiği fiyatta, yalnızca tüketiminin giderlerini geriye yerine koymakla kalmıyor, ama onun üstünde belli bir miktar daha sağlıyor ve bu fazla, yıllık üretim boyunca yaratılmış yeni değer miktarıdır. … Dolayısıyla yeni yaratılan değer, hammaddelerin ve bu maddelerin işlenmesi sırasında gerekli tüketim giderlerinin başlangıçtaki değerinin üstünde üretilen tarımsal ya da sınai ürünlerin fiyatının bu parçasıdır. Tarımda tohum ve tarımcının tüketimi, imalatta hammadde ve sanayi işçisinin tüketimi gibi, çıkarılmalıdır; ve her yıl, yeni yaratılan değerin miktarı, kalan toplama tam olarak eşittir.”[24]
Klasik ekonomi politik dönemi başlatan eser olarak değerlendirilen Adam Smith’in 1776’da yayınlanan Ulusların Zenginliğinin Mahiyeti ve Nedenleri Üzerine Bir Araştırma kitabında kullanılan soyutlama emek değeridir. Smith, iki şey arasındaki değişimin oranını belirleyen asıl büyüklüğün onların üretilmesi için harcanan emek zamanı olduğunu ifade ettiğinde emek değer teorisi için önemli bir adım atmıştı. Ancak Smith’te değer teorisi açısından hala çelişkili yanlar vardı. O, değeri bazen metanın üretilmesi için gerekli emek zamanı ile kimi zaman da emek gücünün fiyatı ile tanımlamıştı. Smith eseri boyunca iki tanım arasında gidip gelmişti. Bu da, onun emek değer teorisi açısından ciddi sorunlara yol açmıştı.[25]
Ancak bu karmaşa onun genel olarak artı değeri işçinin metaya kattığı değer olarak tanımlamasını etkilememiştir. Değerin metanın üretiminde harcanmış emek zamanı ile belirlendiği ilkesine sadık kalmıştır:
“Böylece, işçilerin gereçlere katmış olduğu değer, bu durumda, iki kısma dönüşür. Bir kısmı ile onların işçiliği, öteki ile işçileri çalıştıranın, peşin verdiği gereçler ile ücretlerden oluşan mal mevcudunun tümü üzerinden, kârı ödenir.”[26]
Adam Smith, böylece kapitalistin kârını işçinin kendi ücretinin ötesinde sarf ettiği emekten türetmektedir. Artı-değerin somut biçimleri olan kâr ve rantın işçinin emeğinin sonucu olduğunu açıkça belirtmiştir:
“Toprak özel mülk olur olmaz, mal sahibi, işçinin orada yetiştirebildiği veya devşirebildiği mahsulün hemen hepsinden pay ister. Toprak üzerinde kullanılan emeğin ürününden ilk kırpılan, mülk sahibinin rantıdır. Toprağı işleyen adamın, hasadı kaldırıncaya dek elinde pek geçinecek şeyi olmaz. Nafakasını, ona genellikle bir efendi, yani kendisini çalıştıran çiftçi, mal mevcudundan peşin olarak verir. İşçinin emek ürününe ortak olmadıkça yahut mal mevcudu eline bir kârla geri gelmedikçe, çiftçi, işçiyi kullanmakta bir menfaat görmez. Bu kâr, toprakta kullanılan emeğin ürünü üzerinden ikinci bir kırpma oluşturur.”[27]
Burada Smith, rantı ve kârı açıkça işçi tarafından ham maddeye katılan emekten kesinti olarak tanımlamaktadır. Bu kesinti, işçinin ücretinin üstünde malzemeye kattığı emek miktarından oluşur; yani artı-emektir, emeğinin ödenmemiş bölümüdür. Demek ki, kâr ve rant ya da sermaye ve toprak, hiçbir zaman bir değer kaynağı olamaz, değerin kaynağı emektir.[28]
Artı-değeri emeğin maddeleşmesinin ürünü olarak gören Smith, bu konuda ekonomi politik açısından kritik bir ayrımı ortaya koyma başarısını göstermiştir: üretken ve üretken olmayan emek. Ancak Smith, öncü keşfine rağmen bu konuda fizyokrat kuramın etkisinden tam olarak kurtulabilmiş değildir. Onda iki tür üretken emek tanımı vardır. İlki;
“Bir çeşit emek vardır ki, harcandığı nesnenin değerine değer katar. Bir başkası vardır, öyle bir etkisi olmaz. Birinciye, bir değer hasıl ettiği için, üretken emek; ötekine, üretken-olmayan emek denilebilir. Nitekim genel olarak, bir sanayi işçisinin emeği, üstünde çalıştığı gerecin değerine, kendi geçiminin ve ustasının kârının değerince değer katar. Tersine; sıradan bir hizmetçinin emeği, hiçbir şeyin değerine değer eklemez. (…) Bir adam, bir sürü sanayi işçisi çalıştırarak zengin olur; bir sürü hizmetçi tutmakla yoksul düşer.”[29]
Üretken emeğe ilişkin yaptığı bu ilk tanımda Smith; temel bir ayrım üzerinde durmuştur: Sermaye ile değişilen emek (üretken) ve gelir ile değişilen emek (üretken olmayan). Ücretini bir kapitalistten alıp onun sermayesini arttırmak üzere meta üreten emeğin bu faaliyeti sonucunda, kapitalistin sermayesi artar. Ancak aynı kapitalistten ücret alan ve onun ev içindeki işlerini yapan emek sermaye ile değişilmemiştir. Yine kapitalistten ücretini alır, ancak bu sefer onun için meta üretmek ve sermayesini genişletmek için değil, onun gelirinden ve kişisel hizmetini karşılamak üzere ücretini almıştır. Böylece ilk tür emek kapitalistin sermayesini geliştirir ve yeni bir değer yaratır; ikinci tür emek kişisel hizmeti karşılığında sermayenin gelirinin bir kısmını ücret olarak alır ve yeni bir değer yaratmaz. İşini büyütüp daha fazla işçi çalıştıran kapitalist servetini genişletirken, evini büyütüp daha fazla hizmetçi çalıştıran kişi servetini küçültür. Smith’in üretken emek tanımında kritik nokta, üretken emeğin doğrudan sermaye birikimini sağlamasıdır.[30]
Smith’in ilk tanımı budur. İkinci tanımı ise:
“Yalnız; sanayi işçisinin emeği, o emek harcandıktan sonra, hiç değilse bir zaman sürüp giden belirli bir nesne ya da satılabilir bir mal üzerinde kökleşip maddeleşir. O sanki, depolanıp ambara konulmuş, gerekirse bir başka zamanda kullanılabilecek, şu kadar bir emektir. O nesne veya –hepsi bir kapıya çıkar– o nesnenin bedeli, gerekirse, onu ilkin üretmiş olan emek kadar bir emeği ileride harekete geçirebilir. Tersine; sıradan hizmetçinin emeği, herhangi bir nesne ya da satılır bir mal üzerinden kökleşip maddeleşmez. Onun hizmetleri, genel olarak, yapılır yapılmaz kaybolur gider; geride, sonradan karşılığına o miktar hizmet elde edilebilecek bir iz veya değer bıraktıkları olmaz.”[31]
Smith, böylece emeği somut, elle tutulabilir bir metada maddeleştiği koşullarda üretken, bu gerçekleşmediği durumda ise üretken olmayan olarak tanımlamıştır. Smith’in emeğini gelir ile değiştiren hizmetçileri üretken olmayan emek kategorisinde tanımlamasında bir yanlışlık yoktur. Ancak doğru bir örnekten yanlış bir genellemeye ulaşarak her türlü hizmet emeğini, içinde bulunduğu kapitalist ilişkilerden soyutlayarak, somut bir metada maddeleşmediği gerekçesiyle üretken olmayan emek olarak nitelendirmektedir. Smith, fizyokratların “doğanın armağanı” olarak gördüğü fiziksel fazlanın sadece tarımda değil diğer sektörlerde de olduğunu savunarak onları eleştirmiştir. Ancak onun ikinci tanımı, fizyokrat kuramın artı-değeri somut bir ürün (kullanım değeri) ile eşitleyen yaklaşımından Smith’in de kurtulamadığını göstermektedir.[32] Bunun nedenlerinden birisi, Smith’in çağında neredeyse hiçbir hizmet piyasasının bulunmamasıdır. Keman ile müziği ayıran şey, bir keman piyasasının olması ancak henüz bir müzik piyasasının olmamasıdır.[33] Oysa kapitalist bir patronun sermayesini arttırmak üzere çalıştığında, bir hizmetçi de, müzisyen de üretken emekçidir.
Burjuva ekonomi politiğin zirve noktası olarak tanımlanan David Ricardo, başkaca noktalarda ondan ayrılmakla birlikte Smith’in üretken emek anlayışını olduğu gibi benimsemiştir. O da Smith gibi, sermaye ile değişilen emeği üretken, gelir ile değişilen emeği üretken olmayan olarak tanımlamıştır.[34]
Thomas Robert Maltus, Smith’in ayrımını kararlı bir biçimde savunmuştur. Sermaye kârlarının kaynağını anlamak, böylece sermayeyi sürdüren ve yerine koyan emeği, böyle bir niteliği olmayan emekten ayırmak gerekliydi.[35] Ancak Maltus, önemli faydalar sağlayan kimi meslekler için uygun görmeyerek, Smith’in üretken olmayan emek tanımı yerine “kişisel hizmetler” ifadesini kullanmıştır.[36]
John Stuart Mill, emeği olduğu gibi, tüketimi de üretken ve üretken olmayan olarak ayırmıştır. O da Smith gibi, herhangi bir nesnede sabitleşmeyen emeği üretken olmayan emek olarak tanımlamış, toplumsal zenginliğin dışında ele almıştır.[37]
Böylece Smith ve genel olarak Smith’in ayrımını savunan klasik ekonomi politiğin üretken emek anlayışının üç temel özelliğine dikkat çekilebilir:
İlki, fizyokratların yaptığı gibi artı-değeri dolaşım alanında değil, üretim alanındaki faaliyetin sonucu olarak görmüştür. Fizyokratların onu tarımsal emekle sınırlayan yaklaşımını aşarak, sanayi emeğini dahil etmiştir. Fizyokrat teorinin artı-değeri çelişkili bir biçimde doğanın armağanı olarak tanımlamasını reddedip onu metanın üretiminde harcanan emeğin bir sonucu olarak görmüştür.
İkincisi, üretken emeği sermaye ile değişilen, üretken olmayan emeği de gelir ile değişilen emek olarak tanımlayarak, kapitalist ekonomi politiğin tahlilinde çok önemli bir adım atmıştır.
Üçüncüsü, bu başarısına rağmen artı-değeri emeğin somut bazı biçimleri (tarımsal ve sanayi) ve sonuçları kapsamında değerlendirmiştir. Somut meta üretmeyen hizmet emeğini, içinde bulunduğu ilişkiler ve sermaye ile değişilip değişilmediğine bakmaksızın üretken olmayan emek kabul etmiş, fizyokrat çerçevenin sınırlarını tam olarak aşamamıştır.
NEOKLASİK İKTİSAT YA DA ÖNCÜLLERİ
Klasik ekonomi politiğin ardından liberal öğretinin çeşitli okullarında üretken ve üretken olmayan emek ayrımına pek yer verilmemiştir. Bu geçiş sürecinde klasik okul içindeki kimi iktisatçılar klasik okul ile neo-klasik okul arasında bir bakıma köprü işlevi görmüştür.
Jean-Bastiste Say, Smith’in üretken olmayan emek tanımını reddetmiş, bu kategoriye giren mesleklerin önemli toplumsal faydalar sağladığını dile getirmiştir. Bu nedenle Say, üretken olmayan emeği “maddi olmayan ürünleri üreten emek” olarak adlandırmıştır. Bu tutumuna rağmen Say, Smith’e olan itirazıyla ters düşecek bir biçimde, “üretken olmayan” emekçilerin faydalarına rağmen ulusal serveti doğrudan artırmadıklarını kabul etmiştir.[38]
Senior’a göre, sermayenin üretimine doğrudan ya da dolaylı olarak katkıda bulunan tüm emek, Smith’in ayrımının aksine üretken emektir. Hükümetin sağladığı güvenlik hizmeti olmadan ne küçük bir köylü üretim yapabilir ne de sermaye birikimi sağlanabilir.[39]
Senior’a göre, her türlü emek olduğu gibi sermaye de üretkendir. Emek ve sermaye faktörlerinin ücret ve kâr şeklindeki gelirlerinin haklılığını kanıtlamak için Senior, değer analizine Smith’in “bir şeyi elde etmenin reel maliyetinin onu elde etmek için gereken mücadele ve sıkıntı olduğu” fikri ile başlamıştır. Üretim sürecinde kullanılan emek ve sermaye faktörlerinin her ikisi de mücadele etmekte ve sıkıntı çekmektedir. Senior’a göre kâr, tüketimden vazgeçmenin, parayı harcama imkanı varken tasarruf etmenin, yatırıma dönüştürmenin ve bu esnada çekilen sıkıntıların (imsakın) bir karşılığıdır.[40] Senior’un gerek imsak, gerekse de sermayenin işine yarayan tüm hizmetleri kapitalist anlamda üretken sayan yaklaşımı neo-klasik iktisat önemli için bir öncül olarak görülebilir.
Jevons, Menger ve Walras’ın içinde bulunduğu Avusturya Okulu 1870’lerde Senior’un imsak teorisine referans vererek, “marjinalist devrim” denilen marjinal analizi geliştirmiş, böylece neo-klasik iktisadın temellerini atmıştır. Jevons’a göre, metanın değeri bireylere göre değişiklik gösteren nihai ya da “marjinal” faydaya bağlıdır.[41] Üretim maliyeti arzı belirler, arz faydanın nihai düzeyini belirler, son olarak faydanın nihai -marjinal- düzeyi değeri belirler. Walras ise, marjinal faydanın, değeri belirlediği kabulünden yola çıkarak, maksimum toplam faydanın ancak tam rekabet koşullarında sağlanabileceğini gösteren soyut bir sistem kurmuştur.[42]
Marshall fayda temelli öznel analizi devam ettirirken, değerde reel maliyetlerin de hesaba katılması gerektiğini ileri sürdü. Marshall, Avusturya okulunun üretim sürecindeki reel maliyetleri vazgeçilen faydaya indirgemesini şiddetle eleştirdi.[43] Ancak bu eleştirisine rağmen Marshall reel maliyetleri yine zahmet ve fedakarlık temelinde, bu zahmet ve fedakarlığın parasal karşılığı olarak tanımlayarak, öznel değer analizinin sınırlarında kaldı.[44]
Jevons, Menger, Walras ve Marshall’ın kabul ettiği ve çokça eleştirilere konu olan sayısal fayda analizi, bir süre sonra yerini sırasal faydaya bıraktı ve günümüz ortodoks iktisat kitaplarındaki analizlerde karşımıza çıkan kayıtsızlık eğrileri ile temsil edildi. Böylece “fayda” kavramı görünüşte eleştirilmekle birlikte, onun temel varsayımları “tercih” biçiminde sürdürüldü. Tüketici tercihlerini analiz eden araştırmalar, tüketicinin maksimum faydayı elde etmek üzere tek tek ürünlerin marjinal faydalarını sıralamasına dayanıyordu.[45]
Değerin, reel bazı unsurları da katarak, öznel bir fayda ve sıkıntı biçimindeki anti-faydaya indirgenmesi, tüm emek ve sermaye biçimlerinin üretken kabul edilmesi mantıksal sonucunu doğurmuştur. Neo-klasik kurama göre, her üretim faktörü metanın üretimine yaptığı katkı/fayda ya da çektiği sıkıntı oranında karşılığını almaktadır. Emek gücünün ücret alması gibi, kapitalistin de sermayesini üretime yatırarak vazgeçtiği fayda karşılığında kâr elde etmesi doğaldır.[46]
Bu yaklaşımda toplumsal yeniden üretimin farklı aşamalarındaki emeğin farklı türleri dikkate alınmaz. Üretim, dağıtım/değişim, toplumsal idame ve kişisel tüketimin tamamı, toplumsal yeniden üretim süreci içerisindeki gerekli halkalardır. Ancak gereklilikleri benzer etkilere sahip oldukları anlamına gelmez. Nitekim bütün iktisat teorileri üretim ve tüketimin zıt etkilere sahip olduğunu, ilkinin servet yaratırken diğerinin serveti tükettiğini kabul etmiştir. Tartışma ticari dağıtım ve toplumsal idame alanında ortaya çıkmıştır. Gerek klasik gerekse de Marksist iktisat, bu iki alanı, kişisel tüketimden farklı biçimde, toplumsal tüketim olarak görmüştür. Neo-klasik iktisat ise, bu iki alanın da üretimin biçimleri olduğunu savunmuştur. Dağıtımın en az üretim kadar gerekli olduğundan yola çıkılarak piyasada yürütülebilen her türlü faaliyet üretim, her türlü emek de üretken varsayılmıştır.[47]
Sermayenin birikimi, yani el konulan artı-değerin yeniden sermayeye (başka bir deyişle yatırıma) dönüştürülmesi kapitalist üretim tarzı ve tek tek kapitalistler için kaçınılamayacak bir zorunluluktur. Sermaye, kendisi için artı-değer üretebilecek belli bir emek kategorisi ile kesintisiz olarak değişilmek zorundadır. Bu nedenle emek kategorisini belirlemenin birikim sürecini anlamak açısından özel bir önemi vardır.[48]
Marx, üretken emeği, en genel anlamda şöyle tanımlamıştır:
“Sermayenin sermaye olarak (ve kapitalistin kapitalist olarak) üretmek istediği, ne bireysel tüketim için doğrudan bir kullanım-değeridir, ne de önce paraya ve ondan sonra kullanım-değerine dönüştürülecek bir metadır. Sermayenin amacı zenginlik birikimi, değerin değerlenmesi, artmasıdır; dolayısıyla, eski değerin korunması ve artı-değer yaratılmasıdır. Ve sermaye, kapitalist üretim sürecinin bu özgül ürününü yalnızca emekle değişime girerek başarır; bu nedenledir ki, bu emeğe üretken emek denir.”[49]
“Kapitalist üretim sürecinin özgül ürünü” olan artı-değer yalnızca “sermayenin emekle değişimi”, başka bir deyişle emek gücünün sermayenin hizmetinde çalıştırılması ile ortaya çıkar. Öyleyse, bu özgün ürün, aynı zamanda özgün bir ilişkinin, sermaye ile emek gücü arasındaki üretim ilişkisinin sonucudur.
Günümüzde, üretimde ve toplumsal yaşamın diğer alanlarında tipik iktisadi ilişki biçimi olsa da sermaye ile işçi arasındaki üretim ilişkisinin genel bir nitelik kazanması ancak 18. yüzyılın sonlarında, makinenin icadı ve fabrika sisteminin yaygınlaşmasıyla olmuştur.[50] Marx için kapitalizm, burjuva ekonomi politiğin aksine doğal bir düzen değil tarihsel bir oluşumdur ve bu oluşum daimi bir değişim/hareket halindedir. “Marksist iktisadın diğer bütün kavramları gibi, ‘üretkenlik’ kavramının da tarihsel ve toplumsal bir karakteri vardır”.[51] Üretken emek de “tarihsel olarak gelip geçici, yani mutlak değil göreli” olarak kavranmalıdır.[52] Bu nedenle Marx’ta üretken emek konusu ele alındığında, herhangi bir üretimden değil kapitalist üretim ilişkileri bağlamındaki üretkenlikten bahsedildiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu tarihsel yaklaşım, Marx’ın genel olarak üretken emek ile kapitalist için üretken emeği ayırmasındaki çıkış noktalarından birisidir.
Genel olarak üretken emek tarih boyunca var olmuştur. Örneğin ailesi için evinde kazak üreten kişi genel anlamda üretkendir. Ürettiği kazağın aile üyeleri açısından bir kullanım değeri vardır. Ancak bu kazağın kapitalistin kazancını artırma gibi bir işlevi yoktur. Bir tekstil atölyesinde işçiler daha uzun süre çalışarak daha fazla kazak üretirse kapitalist daha fazla artı-değere el koyar, ancak evde daha fazla kazak üretilirse çocuklar daha fazla kazak giyer, herhangi bir artı-değer üretilmez. Bu nedenle evde kazak ören kişinin emeği genel olarak üretken emek olsa da kapitalist açıdan üretken emek değildir. Toplumsal hayatta bu türden milyonlarca faaliyet vardır ve her an bizimle birliktedir. Evde yemek yapmak, arkadaşına ders anlatmak, komşu için market alışverişi yapmak, evi temizlemek, eşya taşımak gibi sayılamayacak kadar yararlı ama kapitalist için üretken olmayan emek faaliyetinden bahsedilebilir. Kapitalizmde sermaye birikimi genel olarak üretken emeğe değil kapitalist için üretken emeğe bağlı olduğundan, burjuva ekonomi politikçiler ve Marx bu tür üretken emekle ilgilenmiş, zenginliğin kaynağını ve yönetimini burada aramıştır.[53]
Üretken emek artı-değer üreten emektir. Hangi emeğin artı-değer ürettiği konusunu Marx, Kapital’in üç cildinde belirli bölümlerin yanı sıra farklı bölümlerde dağınık biçimde ve (Marx’ın Kapital’in dördüncü cildi olarak düşündüğü) Artı-Değer Teorileri’nde, özellikle Adam Smith ve fizyokratlarla polemiğinde derli toplu bir biçimde ifade etmiştir. Kapitalizm ve dolayısıyla üretken emeğin tarihselliğini temel alan yaklaşımını vurguladıktan sonra Marx’ın üretken emek analizinin ayrıntılarına geçebiliriz.
Meta üretimi
İlk olarak, evde örülen kazak örneğinde görüldüğü üzere, üretken emek tartışmaları açısından meta ile sonuçlanmayan emek faaliyeti, kapitalist anlamda üretken bir faaliyet değildir ve bu alanda çalışan emek gücü de üretken değildir.[54]
En yaygın olan iki biçimini hatırlatabiliriz. Kadınlar üzerindeki ataerkil kapitalist tahakküm ile farklı biçimler alan ve geleneksel olarak “ev hanımlığı” olarak tanımlanan işleri yapan kadınlar, gün boyu çok sayıda ev işi yapmalarına rağmen herhangi bir meta üretmezler. Bu nedenle sermaye için üretken emek değillerdir. Bununla birlikte ev işleri ile emek gücünün yeniden üretiminde oynadıkları rol sayesinde sermayenin emek gücü maliyetlerini düşürmesi sağlar ve onun bedava yararlandığı bir kaynak olarak var olurlar.[55]
Yine henüz tam anlamıyla bir meta formunu kazanmamış ve (kaldığı kadarıyla) kamusal hizmet olarak sunulan eğitim, sağlık ve diğer kamu hizmetleri üretken olmayan alanlardır. Satılmadığı sürece “kamu hizmetleri”nde meta üretiminden bahsedilemez ve burada çalışan işçiler de üretken olmayan emek kategorisindedirler. Kamu hizmetleri piyasalaştıkça bu alanlarda da giderek artı-değer üretilmeye başlanır.
Örneğin bir devlet hastanesinde çalışan sağlıkçılar (hemşire, doktor, hasta bakıcı, temizlikçi, aşçı vb.) kapitalist bakımdan üretken değildir.[56] Ancak aynı sağlıkçılar istifa edip yaptıkları aynı işleri bir özel hastanede icra ettikleri taktirde üretken işçiler haline gelirler. Tekrar hatırlatmakta fayda var ki, burada bahsi geçen üretkenlik toplumsal bir fayda ya da üretilen şeyin niteliğiyle ilgili değildir. Hem kamu hastanesinde hem de özel hastanede üretilen aynıdır, sağlık hizmetidir. Özel hastanede bu hizmet meta formuna girer ve işçiler sağlık sektöründeki kapitalist için çalışır. Bu çalışmanın sonucunda kapitalist, işçilerin ürettiği artı-değere el koyar ve bu nedenle bu işçiler üretkendir.
Marx aynı örneği öğretmenler için verirken şunları söyler:
“Başkalarına eğitim veren bir öğretmen üretken bir işçi değildir. Eğer eğitim kurumunun sahibi olan girişimcinin yanında ücretle çalışıyorsa, diğer öğretmenlerle birlikte, emeğini bu girişimcinin parasını artırmak için kullanıyorsa, üretken bir işçidir.”[57]
“Kapitalist üretim sadece metaların üretimi değildir, özünde artı değerin üretimidir… Eğer maddi üretimin dışından bir örnek verecek olursak, okul müdürü üretici bir işçidir, öğrencilerin başkanını pataklamaya ek olarak okul sahibini daha da zengin etmek için de çalışır. Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretme fabrikasına yatırmış olması bu ilişkiyi hiçbir şekilde değiştirmez.”[58]
Ücretli emeğe dayalı üretim
İkinci olarak, bir meta üretiyor olmasına rağmen doğrudan sermaye için meta üretmeyen emekçiler de kapitalist anlamda üretken değildir. Küçük toprak sahibi köylü, yanında hiçbir emekçi çalıştırmadan tarımsal ürün üretebilir. Emekçi bu üretimiyle kendi geçimini sağlar ve dolayısıyla kapitalist için bir artı-değer üretmediğinden sermaye birikimine doğrudan bir katkısı olmaz. Bu nedenle üretken bir emekçi değildir.[59]
Kendi işyerinde meta üreten ya da metanın dağıtımına aracılık eden, bununla birlikte “kendi hesabına çalışan” çok sayıda meslek grubu bulunur. Diş hekimleri, psikologlar, doktorlar, mühendisler, mimarlar, yazılımcılar, terziler, ayakkabı tamircileri, su tesisatçıları, boyacılar, fayansçılar ya da araba tamircileri bir kapitaliste bağlı olarak değil de kendi işyerlerinde “kendi hesabına” çalıştıkları zaman üretken olmayan emekçilerdir. Kendileri için gelir üretirler.[60] Ancak küçük burjuva konumundaki bu emekçiler iflas edip bir kapitaliste bağlı çalıştıklarında artı-değer üretirler ve üretken işçi haline gelirler. Marx şöyle örneklendirir:
“Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli-işçisiyse üretken emektir. (…) Bir kuş gibi şarkı söyleyen şarkıcı üretken olmayan bir işçidir. Ama şarkısını para için sattığı oranda bir ücretli emekçi ya da tüccar olur. Ancak aynı şarkıcı ona para kazanmak için şarkı söyleten bir girişimcinin yanında çalışırsa o zaman üretken bir işçi olur; çünkü o doğrudan doğruya sermaye üretir.”[61]
Sermayenin İstihdam Ettiği Ücretli Emek
Üçüncüsü, üretken emek, sermaye için istihdam edilen emek gücünün faaliyetiyle tanımlanır. Gelirle değişilen emekten farklı olarak, sermaye ile değişilen emektir.
Bu ne anlama gelir?
Emek gücünün bir kısmı sermaye için çalışırken, bir kısmı da “kişisel hizmet” karşılığında ücretli olarak çalışır. Bir evde hizmetçi olarak istihdam edilen işçi, kişisel hizmetleri karşılığında ev sahibinden bir ücret alıyorsa üretken olmayan işçidir. Burada ev sahibinin amacı kâr etmek değil, “ev işleri” hizmetini/metasını satın almaktır. İşçinin ücreti herhangi bir sermayeden değil ev sahibinin gelirinden karşılanır. İş sonucu ev sahibi zenginleşmez, evi temizlenmiş olur, elbiseleri ütülenmiş olur vb. Tuttuğu hizmetçi sayısı arttıkça zenginliği artmaz, aksine daha temiz bir eve ancak daha az bir harcanabilir gelire sahip olur.
Aynı hizmetçi bir temizlik şirketine bağlı olarak aynı ev sahibinin evini temizlerse bu sefer ücretini doğrudan ev sahibi ve onun gelirinden değil temizlik şirketinin (değişen) sermayesinden alır. Şirket ne kadar çok hizmet işçisini çalıştırırsa o kadar çok kâr elde eder. İlkinden farklı olarak hizmetçi, kapitalistle yani sermaye ile bir istihdam ilişkisine girmiştir. Çalışma süresi boyunca önce kendi ücreti kadar bir değer, ardından da kapitalist için artı-değer üretir ve bu nedenle üretken bir işçidir.
Üretim ve Ulaştırmada İstihdam Edilen Emek
Dördüncüsü, sermaye ile değişilen (yani ücreti kapitalist yatırımcı tarafından ödenen) emeğin tamamı da üretken değildir. Toplumsal yeniden üretimin dört uğrağı vardır: Üretim, değişim, toplumsal idame ve bireysel tüketim. Bu alanlardan sadece üretim sürecinde artı-değer üretilir. Değişim ve özellikle devletin üstlendiği toplumsal idame alanlarında istihdam edilen işçiler ve diğer emekçiler yeni bir değer üretmez, üretilmiş değerin yeniden bölüşümünde ve dağıtımında rol oynar. Ücretlerini hali hazırda üretilmiş olan artı-değerden alırlar.
Marx, sermayenin genel hareketini şöyle formüle eder:
P à M à Üretim süreci à M’ à P’
yani,
Para à Meta à Üretim süreci à Meta’ à Para’
Kapitalist, elindeki para sermaye ile üretim için gerekli olan üretim araçları ve hammaddeyi satın alır, emek gücünü belirli bir süreliğine kiralar. Böylece para sermaye (P) meta sermayeye (M) dönüşür. Bu, özünde parayla bir şey satın almaktır, basit meta değişimidir. Paranın satıcıya, metanın da kapitaliste geçmesi ile herhangi bir artı-değer üretilmez. Kapitalistin hizmetine girmiş olan emek gücü ile üretim araçları ve hammadde kullanılarak yeni bir meta üretilir (M’). Üretilen meta, üretim sürecindeki hammaddeden farklı bir üründür. Bu süreçte emek gücü, emek faaliyeti ile makine ve hammaddelerin değerinin ürüne aktarılmasını sağlar, kendisine ücret olarak ödenecek değerin (gerekli emek süreci) yanı sıra kapitalistin el koyacağı bir artı-değer (artı-emek süreci) üretir. Artı-değer üretilen metada (M’) içerilir. Artı-değer kapitalistin elindeki metaların (üretim aracı, hammadde ve emek gücü) ürün biçimindeki metaya dönüştüğü üretim sürecinde (M à M’) üretilir. Sonuç olarak kapitalistin elinde, üretim maliyetini karşılayacak değerin yanı sıra bir de artı-değeri içeren meta yığını (M’) vardır. Bu meta yığınını satarak (M’-P’) kapitalist, artı-değeri de kapsayan değere sahip olur ve sermayenin yeni döngüsünü başlatabilir. Ancak metaları satması ile kapitalistin para biçiminde (P’) artı-değere el koymuş olması, artı-değerin bu satışın sonucu olduğu gibi bir yanılgıya yol açar. Oysa tıpkı kapitalistin hammadde ve üretim araçlarını alması gibi (P-M), metalarını satması basit bir ticari değişim işlemidir (M’-P’), herhangi bir artı-değer üretilmez. Ancak kritik bir işlev yerine getirilir: üretilmiş bulunan artı-değer gerçekleşir, yani para biçiminde (P’nin içinde) kapitalistin eline geçer.[62] Marx’ın belirttiği gibi, “İki dolaşım süreci, meta biçiminden para biçimine, para biçiminden meta biçimine dönüşümü kapsar. … Dolaşım sırasında sermaye, üretken sermaye işlevini yerine getirmez ve bu nedenle de ne meta ne de artı-değer üretir.”[63]
Marx’ın dolaşım ile kastettiği şey metanın paraya dönüşüm sürecidir ve bunu dolaşım gibi görülen ama üretim sürecinin uzantısı olan diğer faaliyetlerden ayırır:
“Ticari sermaye, demek ki, -depolama, taşıma, ulaştırma, toptan ve perakende dağıtım gibi kendisiyle bağlantılı olabilecek bütün heterojen işlevlerden sıyrılmış ve asıl işlevi satmak için satın alma işiyle sınırlandırılmış durumda- ne değer ne de artı-değer yaratır, ama bunların gerçekleştirilmelerinde ve böylece aynı zamanda metaların fiili değişimlerinde, yani elden ele geçmesinde, toplumsal metabolizmada aracı olarak hareket eder.”[64]
Dolaşım alanında artı-değer üretilmeyip, üretim sürecinde elde edilen artı-değerden pay alındığı için aynı durum ticari kapitalistin hizmetinde çalışan işçiler içinde geçerlidir:
“Sanayi sermayesi ile tüccar sermayesi, dolayısıyla sanayici kapitalist ile tüccar arasında bulunan aynı ayrımı, onunla doğrudan doğruya sanayi kapitalisti tarafından çalıştırılan ücretli işçi arasında da ayrım yapmak zorundayız. Tüccar, sırf bir dolaşım aracı olarak ne değer ne de artı-değer üretmediğine göre (…) tüccar tarafından bu aynı işlevlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de onun için doğrudan doğruya artı-değer üretmeyecekleri sonucu çıkar.”[65]
Bu bağlamda üretilmiş mal ya da hizmet biçimindeki metaların satışında (değişim alanı) yani mağazalarda çalışan işçiler üretken değildir. Bunlara finans alanında çalışan işçileri de dahil etmek gerekir.
Öyleyse, Marx’a göre, üretken emek sanayi, dağıtım-ulaştırma[66], depolama ve hizmet üretiminde kapitalist tarafından çalıştırılan işçilerin emek faaliyetini kapsar. Bu işçilerin mesleği, ürettikleri ürün, yaptıkları işin koşulları gibi teknik değişkenler emeğin üretkenliği açısından önemsizdir, belirleyici olan emek gücü ile sermaye arasındaki -sömürüyü içsel olarak barındıran- üretim ilişkisinin kurulmuş olmasıdır. Dolayısıyla Marx’ın farklı yerlerde örneklerini verdiği gibi fabrika işçisi, temizlikçi, garson, şarkıcı, öğretmen, mühendis, doktor, madenci, akademisyen, yazar vb. sermaye ile üretim ilişkisine girdiğinde artı-değer üretir. Marx’ın ifadesiyle:
“Emeğin ve dolayısıyla ürününün, maddi özellikleri, kendi içinde, bu üretken emek ve üretken-olmayan emek ayrımı bakımından hiçbir anlam taşımamaktadır. Örneğin bir aşçıyla bir garsonun emeği, otel sahibi için sermayeye dönüştürüldüğü ölçüde, onlar üretken emektirler. Ama aynı kişiler, ben onların hizmetinden bir sermaye yaratmadığım, ama gelirimi onlara harcadığım ölçüde, hizmetkarlar olarak üretken-olmayan emekçilerdir.”[67]
Bütün bu söylenenlerden anlaşılacağı gibi Marx’ın artı-değer üretimini ya da üretken emeği sadece sanayi emeği ile sınırlandırdığı düşüncesi -ki oldukça yaygın bir görüştür- Marx hakkındaki yanlış bilgilerden biridir. Bu argüman burjuva ekonomi politiğin kabullerinden biridir ve Marx’ın kapsamlı eleştirisine konu olmuştur. Artı-değer üretimi ve bu anlamda üretkenlik fiziki bir metayla değil kapitalist üretim tarzının temelini oluşturan üretim sürecindeki sömürü ilişkisiyle alakalıdır ve bu açıdan sınıfsal çelişkiyi bağrında taşıyan toplumsal ilişkilerin bir ürünüdür.
Sonuç olarak iktisadi düşünce tarihi açısından Marx’ın üretken emek anlayışının üç temel özelliğine dikkat çekilebilir:
İlki, Marx da fizyokrat teori ve burjuva ekonomi politiğin geleneğini devam ettirerek artı-değeri dolaşım, toplumsal idame ya da tüketim değil üretim alanındaki emek faaliyetinin sonucu olarak görmüştür.
İkincisi, üretken emeği sermaye ile değişilen emek olarak tanımlayan Adam Smith’in ve burjuva ekonomi politiğin ayrımını kabul etmiş ve sürdürmüştür.
Üçüncüsü, fizyokrat teori ve burjuva ekonomi politikte farklı biçimlerde varlığını sürdüren artı-değeri somut bir mala, nesneye, dolayısıyla kullanım değerine indirgeyen yaklaşımından ayrılmıştır. Böylece, üretilen artı-değer, emek değer teorisi bağlamında tutarlı bir biçimde açıklanmış, şu ya da bu sektörde üretilen fiziki meta olmaktan çıkmış, emek gücü ile sermaye arasındaki bir sömürü ilişkisi olarak, ilişkiselliği ve tarihselliği içerisinde ele alınmıştır.
Artı-değerin hangi alanda üretildiği konusu, kurucuları ve öncesinden başlayarak ekonomi politiğin en önemli sorunlarından birisi olmuştur. Çünkü, sınıflı toplumlarda egemen sınıfların gönencinin güvencesi ve iktisadi sistemin temeli artı-değerin üretimi ve ona el konulmasına bağlıdır.
Fizyokrat teori ve klasik iktisat artı-değerin analizini dolaşımdan üretim sürecine taşıyarak, kapitalizmin analizi için kritik bir adım atmıştır. Ancak fizyokratlar doğanın bir armağanı olarak gördükleri artı-değeri tarımsal emek ve somut ürünle sınırlamıştır. Smith başta olmak üzere klasik ekonomi politik ise, artı-değerin üretimini emeğin somut biçiminin (tarımsal emek) ötesinde sermaye ile değişilen emek olarak tarif etmiş, bu üretken emek tanımı ile kapitalizmin analizinde başka bir önemli adım atmıştır. Ancak, Smith, fizyokrat yaklaşımın etkisinden tam olarak kurtulamamış, üretken emeğe ikinci bir tanım getirerek, onu sadece maddi/somut bir meta üreten sınai emekle sınırlamıştır. Kapitalizmin daha ileri aşamalarında hızla gelişen hizmet üretiminin kapitalistleşmesini öngörecek ve içerecek bir yaklaşım geliştirmeyi başaramamıştır.
Marx’ın yaklaşımı, klasik ekonomi politiğin tarihsel birikimi üzerinde şekillenmiştir. Ancak, Marx’ın kapitalizm tahlili ve üretken emeğe yaklaşımı, sadece klasik ekonomi politiğin emek değer teorisinin çelişkilerinden arındırılması olarak görülemez. Onu tutarsızlıklarından arındıran Marx, mantıksal sonucuna vardırarak, bu temel üzerinde artı-değer teorisini geliştirmiştir. Ancak bu basitçe bir tamamlama ya da sonucuna vardırma değildir. Söz konusu olan, çelişki ve çatışmalarıyla tarihsellik ve bütünselliği/ilişkiselliği, analizinin merkezine alan yöntemsel bir kopuştur.
Bu kapsamda Marx, kapitalizmi ve kapitalist için üretken emeği, doğal bir düzenin unsurları olarak değil, içinde şekillendiği ve hareket halindeki, değişime ve dönüşüme açık bir tarihsellik olarak ele almıştır. Fizyokrat teori ve klasik iktisadın üretken emeği tarımsal emekle ya da somut bir meta üreten sınai emekle tanımlayan analizinin tek yanlılığını aşmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinde emeğin somut biçimlerinin ötesine geçen niteliğini keşfetmiş, artı-değeri, sermaye ve emek gücü arasındaki değişimin sonucu olan üretim ilişkileri temelinde tanımlamıştır.
Marx’ın diyalektik yöntemi ve özel olarak da üretken emek yaklaşımı günümüz dünyasındaki iktisadi ve siyasi gelişmeleri, güncel kapitalizmin genel eğilim ve yönelimlerini anlamak açısından büyük bir olanak sağlamaktadır.
Birikim zorunluluğu ve yayılmacı doğası ile sermayenin, yüzlerce yıldır piyasa dışında kalmayı başarmış alanlara girmesi ve onları kapitalist temelde dönüştürmesi işçi sınıfının farklı mesleki katmanlar ve toplumsal sınıflardan gelen katılımlarla genişlemesine neden olmaktadır. Böylece bir yandan yeni sanayi, hizmet ve (sanayi ya da hizmet üretimi ile bağlantılı) bilgi üretim alanlarının açılması ile üretken emek kategorisi genişlemekte, ancak pazarlama, satış, finans, emlakçılık vb. alanların genişlemesiyle üretken olmayan işçi nüfusu da artmaktadır. Son 20 yıldır devasa teknolojik gelişmelere rağmen süren verimlilik krizi, düşen kâr oranları, finansal faaliyetlerdeki artış, piyasa dışı alanların metalaştırılması ve özelleştirilmesi yönündeki yoğun baskı ve diğer güncel iktisadi gelişmelerin anlaşılmasında Marx’ın üretken emek kategorisi önemini korumaktadır.
Altıok, M. (2011) “Üretken ve üretken olmayan emek ayrımı üzerine bir değerlendirme: Adam Smith’in ‘emeği’ mi Karl Marx’ın ‘değeri’ mi?”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 12(1): 107-127
Bocutoğlu, E. (2012) “İktisat Teorisinde Emeğin Öyküsü: Değerin Kaynağı Olan Emekten Marjinal Faydanın Türevi Olan Emeğe Yolculuk”, HAK-İŞ Toplum Bilimleri Dergisi, 1(1): 127-150
Clark, J. B. (1965) The Distribution of Wealth, MacMillan, New York
Çaklı, S. (2006) “Klasik Okulda Üretken Emek-Üretken Olmayan Emek Ayrımı”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12: 41-60
Dobb, M. (2007) Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler: Geçiş Tartışmaları, çev. F. Akar, Belge Yayınları, İstanbul
Engels, F. (2003) Anti-Dühring, çev. K. Somer, Sol Yayınları, Ankara
Gençoğlu, A. Y. (2013) “Ticari Kapitalizmden Sanayi Kapitalizmine: Merkantilizm, Liberalizm ve Marksizm”, Toplum Bilimleri Dergisi, 7(14): 79-94
Howel, P. (1975) “Once Again on Productive and Unproductive Labour”, Revolutionary Communist, https://www.marxists.org/subject/economy/authors/howell/produnprod.htm, Erişim tarihi: 10 Mart 2021
Hunt, E. K. (2005) İktisadi Düşünce Tarihi, çev. M. Günay, Dost Yayınları, Ankara
Jevons, W. S. (1965) The Theory of Political Economy, MacMillian, London (internet edition)
Karahanoğulları, Y. (2008) “Üretken Emek”, Başkaya, F. ve A. Ördek (der.), Ekonomik Kurumlar ve Kavramlar Sözlüğü: Eleştirel Bir Giriş içinde, Yordam Kitap, İstanbul, 1257-1270
Karahanoğulları, Y. (2009) Marx’ın Değeri Ölçülebilir mi?: 1988-2006 Türkiye’si İçin Ampirik Bir İnceleme, Yordam Kitap, İstanbul
Karakoç, O. (1990) “Üretken Emek-Üretken Olmayan Emek Ayrımı Üzerine: A. Smith ve K. Marx”, Yayınlanmamış Seminer Çalışması, İstanbul
Kazgan, G. (1993) İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitabevi, İstanbul
Maltus, T. R. (1968) Principles of Political Economy, Augtus M. Kelley, New York
Marshall, A. (1938) Principles of Economics: An Introductory Volume, London: MacMillian.
Marx, K. (1998) Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, çev. Y. Fincancı, Sol Yayınları, Ankara
Marx, K. (1999a) Grundrisse: Birinci Cilt, çev. A. Gelen, Sol Yayınları, Ankara
Marx, K. (1999b) Felsefenin Sefaleti, çev. A. Kardam, Sol Yayınları, Ankara
Marx, K. (2000) Kapital: Birinci Cilt, çev. A. Bilgi, Sol Yayınları, Ankara
Marx, K. (2003) Kapital: Üçüncü Cilt, çev. A. Bilgi, Sol Yayınları, Ankara
Marx, K. (2004) Kapital: İkinci Cilt, çev. A. Bilgi, Eriş Yayınları, Ankara, https://www.marxists.org/turkce/m-e/kapital/kapital2.pdf
Marx, K. (2008) Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, çev. M. Topal, Ceylan Yayınları, İstanbul.
Meek, R. L. (2009) Emek Değer Teorileri, çev. U. S. Akalın, Kalkedon Yayınları, İstanbul
Menger, C. (1950) Principles of Economics, çev. J. Dingwall and B. F. Hoselitz, The Free, New York
Mill, J. S. (1976) Principles of Political Economy, Augtus M. Kelley, Fairfield
Pasinetti, L. L. (2003) “Critique of the Neoclassical Theory of Growth and Distribution”, www.unicatt.it/docenti/pasinetti/ PDF_files/Treccani.pdf, Erişim tarihi: 10 Mart 2020
Say, J. B. (1964) A Treatise on Political Economy or the Production, Distribution and Consumption of Wealth, çev. C. R. Prinsep, A. M. Kelley, New York
Senior, N. W. (1951) An Outline of the Science of Political Economy, George Allen and Unwin, Londra
Shaikh, A. ve E. A. Tonak (2012) Milletlerin Zenginliğinin Ölçülmesi: Ulusal Hesapların Ekonomi Politiği, çev. H. Arslan, Yordam Kitap, İstanbul.
Smith, A. (2011) Milletlerin Zenginliği, çev. H. Derin, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul
Turanlı, R. (2000) İktisadi Düşünce Tarihi, Bilim Teknik Yayınları, İstanbul
Turgot, A. R. J. (1898) Reflections on The Formation and the Distribution of Riches, Macmillan, New York
Walras, L. (1954) Elements of Pure Economics or the Theory of Social Wealth, çev. W. Jaffe, London: George Allen and Unwin.
Yılmaz, G. (2006) “Hizmet Emeği ve Marxist Değer Teorisi”. Yılmaz, D., F. Akyüz, F. Ercan, K. R. Yılmaz, T. Tören, Ü. Akçay (der.), Kapitalizmi Anlamak: Yapıcılar Türkü Söylüyor-I içinde, Dipnot Kitap, Ankara.
[1] Bu dönemde üretken emek tartışması büyüyen toplumsal “katmanların” sınıfsal analizi ile bağlantılıydı. “Neo-Marksist” olarak tanımlanan düşünürler işçi sınıfını, tek üretken kategori olarak düşündükleri sınai emekle tanımlıyordu. Devletin üst düzey bürokrasisi ile kamu emekçileri ayırt edilmeden ve üretken olmadıkları gerekçesiyle yeni küçük burjuvazi olarak tanımlanıyordu. Buna yine büro işçileri ve sayıları milyonları bulan üniversite mezunu emekçiler eklendiğinde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki istihdamın büyük bir kısmı (%70 ila %80’i) yeni ve eski küçük burjuvazi olarak nitelendirilmişti. Böylece burjuva “orta sınıf toplumu” iddiası “sol” bir yorumla kabul edilmişti. Bu yaklaşımdan Avro-komünistlerin çıkardığı kritik görev (daralan) işçi sınıfı ile genişleyen orta sınıflar arasındaki ittifakın sağlanmasıydı.
[2] Yirminci ve yirmi birinci yüzyıldaki tartışmalar ise daha kapsamlı olup ayrı bir makalenin konusu yapılacaktır.
[3] Gençoğlu, A. Y. (2013) “Ticari Kapitalizmden Sanayi Kapitalizmine: Merkantilizm, Liberalizm ve Marksizm”, Toplum Bilimleri Dergisi, 7(14): 79-94, sf. 81
[4] Toprak fiyatlarındaki düşüş, savaş ve ekonomik bunalımlar sonucu zor duruma düşen İngiliz feodal toprak sahipleri ve krallar, birçok kez tüccarlardan borç almak zorunda kalmışlardır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Dobb, M. (2007) Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler: Geçiş Tartışmaları, çev. F. Akar, Belge Yayınları, İstanbul, sf. 168-179
[5] Kazgan, G. (1993) İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitabevi, İstanbul, sf. 29
[6] Karahanoğulları, Y. (2009) Marx’ın Değeri Ölçülebilir mi?: 1988-2006 Türkiye’si İçin Ampirik Bir İnceleme, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 34
[7] Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, sf. 189
[8] Engels, F. (2003) Anti-Dühring, çev. K. Somer, Sol Yayınları, Ankara, sf. 297
[9] Marx, K. (1998) Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, çev. Y. Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 59
[10] Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 43
[11] Kazgan, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, sf. 56
[12] Fizyokrat teori, kapitalist üretimi çözümlemek ve fazla değeri analiz etmek üzere emek gücünün değerini sabit/verili bir büyüklük olarak belirlemiştir. Bu nedenle asgari ücret fizyokrat teorinin temel direğini oluşturmuştur (Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 38)
[13] Marx’ın ifadesiyle “Burjuva ufkunun sınırları içinde, sermayenin çözümlemesini yapmış olma onuru esas olarak fizyokratlarındır, onları modern ekonomi politiğin gerçek babası yapan da budur.” (Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 39)
[14] Quesnay’den aktaran Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 358
[15] Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, sf. 180
[16] Değişim değerinden farklı olarak kullanım değeri, metanın kullanım bakımından yararlılığını gösteren ve ancak tüketim sürecinde gerçekleşen değerdir.
[17] Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 43-44
[18] Howel, P. (1975) “Once Again on Productive and Unproductive Labour”, Revolutionary Communist, https://www.marxists.org/subject/economy/authors/howell/produnprod.htm, sf. 47, indirilme tarihi: 10 Mart 2020
[19] Turgot, A. R. J. (1898) Reflections on The Formation and the Distribution of Riches, Macmillan, New York, sf. 9
[20] Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 39
[21] Paoletti’den aktaran Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 52
[22] Turanlı, R. (2000) İktisadi Düşünce Tarihi, Bilim Teknik Yayınları, İstanbul, sf. 59
[23] Kazgan, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, sf. 57
[24] Verri’den aktaran Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 60-61
[25] Karahanoğulları, Marx’ın Değeri Ölçülebilir mi?, sf. 40-41
[26] Smith, A. (2011) Milletlerin Zenginliği, çev. H. Derin, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, sf. 52
[27] Smith, Milletlerin Zenginliği, sf. 71.
[28] Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 78.
[29] Smith, Milletlerin Zenginliği, sf. 357-358.
[30] Hunt, E. K. (2005) İktisadi Düşünce Tarihi, çev. M. Günay, Dost Yayınları, Ankara, sf. 94.
[31] Smith, Milletlerin Zenginliği, sf. 358
[32] Karahanoğulları, Y. (2008) “Üretken Emek”, Başkaya, F. ve A. Ördek (der.), Ekonomik Kurumlar ve Kavramlar Sözlüğü: Eleştirel Bir Giriş içinde, Yordam Kitap, İstanbul, 1257-1270, sf. 1263
[33] Karakoç, O. (1990) “Üretken Emek-Üretken Olmayan Emek Ayrımı Üzerine: A. Smith ve K. Marx”, Yayınlanmamış Seminer Çalışması, İstanbul, sf. 7-8
[34] Altıok, M. (2011) “Üretken ve üretken olmayan emek ayrımı üzerine bir değerlendirme: Adam Smith’in ‘emeği’ mi Karl Marx’ın ‘değeri’ mi?”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 12(1): 107-127, sf. 117
[35] Çaklı, S. (2006) “Klasik Okulda Üretken Emek-Üretken Olmayan Emek Ayrımı”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12: 41-60, sf. 55
[36] Maltus, T. R. (1968) Principles of Political Economy, Augtus M. Kelley, New York, sf. 135
[37] Mill, J. S. (1976) Principles of Political Economy, Augtus M. Kelley, Fairfield, sf. 47
[38] Say, J. B. (1964) A Treatise on Political Economy or the Production, Distribution and Consumption of Wealth, çev. C. R. Prinsep, A. M. Kelley, New York, sf. 119-120.
[39] Senior, N. W. (1951) An Outline of the Science of Political Economy, George Allen and Unwin, Londra, sf. 54.
[40] Bocutoğlu, E. (2012) “İktisat Teorisinde Emeğin Öyküsü: Değerin Kaynağı Olan Emekten Marjinal Faydanın Türevi Olan Emeğe Yolculuk”, HAK-İŞ Toplum Bilimleri Dergisi, 1(1): 127-150, sf. 135-136.
[41] Jevons, W. S. (1965) The Theory of Political Economy, MacMillian, London (internet edition), sf. 101
[42] Walras, L. (1954) Elements of Pure Economics or the Theory of Social Wealth, çev. W. Jaffe, London: George Allen and Unwin, sf. 224.
[43] Marshall, A. (1938) Principles of Economics: An Introductory Volume, London: MacMillian, sf. 527-8.
[44] Marshall, Principles of Economics, sf. 338-9.
[45] Meek, R. L. (2009) Emek Değer Teorileri, çev. U. S. Akalın, Kalkedon Yayınları, İstanbul, sf. 324-5
[46] Menger, C. (1950) Principles of Economics, çev. J. Dingwall and B. F. Hoselitz, The Free, New York, sf. 165; Clark, J. B. (1965) The Distribution of Wealth, MacMillan, New York, sf. 21; Pasinetti, L. L. (2003) “Critique of the Neoclassical Theory of Growth and Distribution”, www.unicatt.it/docenti/pasinetti/ PDF_files/Treccani.pdf, indirilme tarihi: 10 Mart 2020
[47] Shaikh, A. ve E. A. Tonak (2012) Milletlerin Zenginliğinin Ölçülmesi: Ulusal Hesapların Ekonomi Politiği, çev. H. Arslan, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 21, 51-52
[48] Yılmaz, G. (2006) “Hizmet Emeği ve Marxist Değer Teorisi”. Yılmaz, D., F. Akyüz, F. Ercan, K. R. Yılmaz, T. Tören, Ü. Akçay (der.), Kapitalizmi Anlamak: Yapıcılar Türkü Söylüyor-I içinde, Dipnot Kitap, Ankara, sf. 292-3
[49] Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 374
[50] Kapitalist üretim; köylü ya da zanaatkar gibi kendi üretim araçlarına sahip olan emekçi yığınların üretim araçlarından kopartılarak işçileşmesi; feodal bağlarından kurtulan işçinin “özgür emekçi” olarak emek gücünü üretim araçlarını kontrol eden sermayenin hizmetine sunmasına dayanmaktadır. Toplumun neredeyse yüzde 90’ının toprağa ve beye bağlı olduğu feodal toplumda işçi ile sermaye arasında üretim ilişkisi oldukça sınırlı idi.
[51] Roubine’den aktaran Karakoç, Üretken Emek-Üretken Olmayan Emek Ayrımı Üzerine, sf. 20
[52] Marx, K. (1999b) Felsefenin Sefaleti, çev. A. Kardam, Sol Yayınları, Ankara, sf. 104-105
[53] Marx, 1997, sf. 484
[54] Sermayenin ve iktidarların toplumsal yaşamın her alanını metalaştırma eğilimi, bir bakıma, bununla ilgilidir.
[55] Sermayenin ev içi ücretsiz kadın emeğinden yararlanması, emek gücü maliyetlerini düşürmesi ve böylece kârını arttırması bir olgudur. Ancak sermaye bu kritik ve bir bakıma dolaylı katkıyı yeterli bulmayıp aynı zamanda kadınların ucuz işçi gücü olarak piyasaya girmesi, esnek çalışma biçimleri ile kapitalist sömürü ağına doğrudan katılmasını da hedeflemektedir. Bu yönde çokça yasal düzenleme yapıldığı gibi pratikte de önemli adımlar atılmıştır.
[56] Günümüzde katkı payı, döner sermaye, kamu-özel ortaklığı, şehir hastaneleri gibi uygulamalarla sürdürülen sağlık alanındaki dönüşüm sonucu “kamu” hastaneleri giderek piyasaya açılmaktadır. Bu dönüşüm ölçüsünde ve sermaye modeline yaklaştıkça buralardaki işçiler de üretken işçiler haline gelmektedir.
[57] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, sf. 112
[58] Marx, Kapital: Birinci Cilt, sf. 484.
[59] Küçük köylülüğü kapitalist tarım tekellerine bağlamak üzere uzun zamandır “sözleşmeli üretim” gibi çeşitli ilişki formları gelişmektedir. Bu da köylülüğün işçileşmesi ve kapitalist anlamda üretken emeğe dönüştürülmesi süreci olarak değerlendirilebilir.
[60] Bu geliri biriktirerek yeni yatırımlara dönüştürmeleri ve başka emekçileri hizmetlerine almaları durumunda kapitaliste dönüşürler. Ancak başka emekçileri istihdam etmedikleri sürece sahip oldukları para sermayeye dönüşmez, gelir biçiminde kalır.
[61] Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 148
[62] Örneğin apartman inşa edildiğinde binanın değeri içerisinde hem üretim maliyetleri hem de artı-değer vardır. Bir dairesi satıldığında inşaat şirketi bu artı-değeri gerçekleştirir ve kasasına koyar. Aynı daire bir yıl içinde on kez el değiştirebilir. Böylece ticaret hacmi 10 kat artar. Ancak bu el değiştirmeler ülke ekonomisinde herhangi bir ek değer yaratmaz, söz konusu olan mevcut üretilmiş değerin el değiştirmesidir ve toplamda herhangi bir değer artışı yoktur.
[63] Marx, K. (2004) Kapital: İkinci Cilt, çev. A. Bilgi, Eriş Yayınları, Ankara, https://www.marxists.org/turkce/m-e/kapital/kapital2.pdf, sf. 113
[64] Marx, Kapital: Üçüncü Cilt, sf. 249
[65] Marx, Kapital: Üçüncü Cilt, sf. 258
[66] Metanın üretiminin bir parçası olarak mekânsal yer değiştirmenin “üretimi”.
[67] Marx, Artı-Değer Teorileri: Birinci Cilt, sf. 148