|  Arif Koşar

 

Giriş

Ana akım liberal ekonomistlere göre son yıllardaki yüksek enflasyon, hayat pahalılığı ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin artışı AKP iktidarının izlediği “irrasyonel” ekonomi politikalarıyla ilgili. Erdoğan’ın “ideolojik” motivasyonlarla düşük faizde ısrar etmesi, otoriterleşen siyasal yönetim, kurumların “bağımsızlığı”nın kalmaması ülkenin uluslararası güvenilirliğine zarar veriyor, bu da hem yabancı sermaye girişini kısıtlıyor hem de borçlanma maliyetlerini artırıyordu. Dolayısıyla hızla eski normale dönülmeliydi.

Cumhur İttifakı’nın Cumhurbaşkanı Adayı Erdoğan ikinci turda oyların çoğunluğunu almayı başardı. Muhalif liberal ekonomistler ekonominin iyice kötüye gideceğini düşünürken, Hazine ve Maliye Bakanı olarak Mehmet Şimşek’in atanması onlar için küçük de olsa bir umut oldu. Çünkü, Şimşek, ana akım iktisadın temel ilkelerine bağlı, uluslararası finansal piyasalarda saygınlığı olan ve rasyonel politikalara inanan bir isimdi. Şimşek’in genel yaklaşımının Erdoğan’ın son süreçte girdiği ekonomik rota ile uyuşmadığı söylenebilir. Erdoğan’ın sıkıştığı ve ısrarcı olduğu “Nas” politikasından vazgeçtiği, en azından belirli geri çekilmeleri kabul ettiği de düşünülebilir. Çünkü, Erdoğan da ekonominin iyice sıkıştığını, döviz ihtiyacının had safhaya çıktığını ve bağımlı bir ekonomide bu durumun sürdürülebilir olmadığını gördü. Bunların doğru olup olmadığını ilerleyen günlerde göreceğiz. Ancak, sorun şu ki, muhalefetin ve iktidarın savunageldiği, Şimşek ile Erdoğan arasındaki kimi farklılıklara da denk düşen iki hat, emekçiler açısından “kırk katır mı kırk satır mı?” durumundan pek de farklı değildir.

Şimdi biraz seçim öncesine giderek tabloya daha yakından bakalım.

AKP’li elitlere göre, ağırlaşan yaşam koşulları iktidarla değil olsa olsa bütün dünyayı etkileyen, savaşla ilişkili enflasyon/maliyet artışı ve dış güçlerin operasyonlarıyla ilgiliydi.

Her açıklama, genellikle, az ya da çok gerçeklik payı içerir. Gerçekten de yüksek enflasyon dünya genelinde aktüel bir sorun. Ancak, ABD, Almanya, Fransa’daki yüksek enflasyon %10 civarlarında iken Türkiye’de kimi zaman yüzde yüze yaklaştı. Dolayısıyla farklı bir şeylerin olduğu açık. Öte yandan karşıt görüşün vurguladığı gibi, AKP’nin izlediği ekonomi politikası ve dış politikadaki çıkışları yabancı sermayeyi “caydırdı”, döviz girişi azaldı, bu da ekonominin dengesini bozucu etkilere neden oldu. Ama sorun şu ki, muhalefet, iktidarın uzun yıllar beslendiği yabancı sermaye bağımlılığını değil bu bağımlılığın tatmin edilmemesini eleştirmekle sınırlı bir perspektife sahip.

Bahsi geçen olguların Türkiye ekonomisinin büyüme, cari açık, ödemeler dengesi, yabancı sermaye girişi gibi göstergeleri üzerinde etkili olduğu, doğrudan ya da dolaylı olarak emekçi sınıfların yaşam koşullarını etkilediği doğru. Bununla birlikte, emekçi sınıfların yaşam koşullarındaki olağanüstü kötüleşmenin çok daha köklü ve daha uzun vadeli nedenleri var. Bunların tespiti, sadece sorunun daha iyi anlaşılması değil çözümü ve iyileştirici önlemlerin belirlenmesi, bunlar için mücadelenin organize edilmesi açısından da kritik önemde.

Bu nedenlerin bir kısmı, özellikle son çeyrek yüzyılda, iktisadi ilişkiler ve çalışma hayatını yeniden düzenleyen sözde reformlarla bağlantılıdır.

 

Yoksullaştıran ekonomik büyüme

Cumhur İttifakı, Millet İttifakı’nın en az yarısı ve ana akım liberal iktisatçıların neredeyse tümü için ilk iki AKP hükümeti sırasında izlenen ekonomi politika başarılı ve iktisadın “bilimsel” ilkelerine gayet uygun.

Aslına bakılırsa, AKP’nin ilk dönemlerinde “AKP’ye ait” denebilecek herhangi bir ekonomik program söz konusu değildi. 2001 krizinin ardından, sonrasında CHP Milletvekili olan Kemal Derviş aracılığıyla ve IMF ile işbirliği içinde bir istikrar programı belirlenmişti: Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı. AKP, ilk dönemlerinde bu programa neredeyse harfi harfine uydu.

Bu, tam anlamıyla emek düşmanı bir programdı. Emekçi sınıfların gelir ve hak kayıpları açısından özellikle dikkat çekilebilecek başlıkları ise şunlardı:

  1. Merkez Bankası yeniden yapılandırıldı. Bankanın temel amacı “fiyat istikrarını sağlamak” olarak belirlendi. Kurumsal yapısı “bağımsız” hale getirildi. Bunun anlamı şuydu: Merkez Bankası para politikası aracılığıyla her yıl için enflasyon hedefi belirledi. Bu hedef, fiilen asgari ücreti ve genel olarak ücretleri enflasyon “hedefi” ile sınırladı. Kamu emekçileri ve emekli maaşları düşük tutuldu. “Popülist” vaatler engellendi.
  2. Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi bu dönemde büyük bir hız kazandı. TÜPRAŞ, Petkim, TEKEL, SEKA, Telekom, şeker fabrikalarının bir kısmı özelleştirilerek sermayeye devredildi, bir kısmı ise kapatıldı. Kamu işletmelerinde çalışan işçi sayısı hızla azaldı. Böylece işçi sınıfının en güvenceli, sendikalı ve görece yüksek ücret alan bölüğü tasfiye edilmiş oldu.
  3. Kamu bütçesi “mali disiplin” ilkesi etrafında şekillendirildi. Sermayeye yapılan teşviklerle kamu gelirleri azaldıkça, buna uygun bir biçimde kamu harcamaları da kısılmalıydı. Bunun ilk sonuçlarından birisi eğitim, sağlık, emeklilik, yerel hizmetler gibi kamusal hizmet alanlarının sınırlanması oldu. Kamusal hizmetlerin niteliği düşürüldü ve piyasaya açıldı. Eğitim ve sağlık alanında binlerce özel işletme kuruldu. Özel emeklilik şirketleri zorunlu BES vb. dayatmalarla teşvik edildi. Bu durum, geçmişte ücretsiz olan çok sayıda kamu hizmetinin tasfiyesine, emekçi sınıfların giderek satın almak zorunda kaldıkları metalara dönüşmesine neden oldu.
  4. Bir diğer kritik “reform” işgücü piyasasındaki “katılık”ların kaldırılması ve esnekleşmeydi. AKP’nin ilk icraatlarından biri olan ve 2003 yılında onaylanan 4857 sayılı İş Kanunu ile çalışma süreleri, istihdam biçimleri, çalışma mekanı esnekleştirildi. O zamandan bu yana taşeron, sözleşmeli ve güvencesiz çalışma tüm çalışma hayatında egemen hale geldi.
  5. Bütün bu politikaların uygulanabilmesinin temel koşulu işçi sınıfının direnişinin kırılmasıydı. Bu da, hem mevcut sendikaların ele geçirilmesi, satın alınması ve bürokratikleşmesiyle, hem de yeni sendikal örgütlenme girişimlerinin iktidar tarafından doğrudan baskı altına alınmasıyla gerçekleştirildi. Grev yasakları, örgütlenme önüne çekilen setler, işten atmalar ve uzayan yetki davalarıyla sendikalar işlevsiz hale getirildi, işçi sınıfının örgütlülüğü önemli ölçüde geriletildi. Toplu sözleşmeli işçi oranı azaldı.
  6. İşsizlik oranı neredeyse çeyrek yüzyıl boyunca çift haneli rakamlarda kaldı. Bu sadece milyonlarca işsizi yoksulluğa mahkum etmekle kalmadı, işçi sınıfının çalışan bölüğü üzerinde de daha düşük ücret ve ağır koşullarda çalışmanın dayatılmasını kolaylaştırdı. Aynı şeyi, ülkenin dört bir yanına çok sayıda niteliksiz üniversite açarak eğitimli işgücü için de yaptılar.
  7. Tarımsal destekler azaltıldı. Kimi ürünlerde kotalar getirildi, ithalatın önü açıldı. Artan maliyetler, azalan destek ve ithalat girdabındaki geniş köylü yığınları üretemez hale geldi. Toprağını kaybetti ya da terk etti. Kente ucuz işgücü olarak göçmek zorunda kaldı.

Özetle, övgüyle bahsedilen AKP’nin ilk dönemlerinde, ekonomik büyümeden emekçilerin pay alamaması ya da oldukça düşük bir pay almasının nedeni, ana akım muhaliflerin bugün de savunageldikleri neoliberal politik hat ve dönüşümdü. Bu dönem, literatürde haklı olarak “istihdamsız” ya da “yoksullaştıran büyüme” olarak tanımlandı.

 

2013 kavşağı

Ekonomik büyümeye rağmen yoksulluk ve işsizliğin artışı iç içe geçen sosyo-ekonomik ve neoliberal dönüşümle ilgiliydi. Bununla birlikte, AKP bu dönemde, bir tür sahte refah görünümü sağlamayı başardı ve bu, AKP’nin büyük talihi olarak nitelendirilebilecek uygun uluslararası koşullarla ilgiliydi.

Bu refah iki nedenle sahteydi: “Refah” görünümünü sağlayan ve TL’yi değerli kılan bol ve ucuz döviz akışıydı. İkincisi, kolay borçlanmaya dayalıydı ve bunun da bir sınırı vardı.

2000 yılında ABD merkezli dot.com krizinin ardından ABD Merkez Bankası parasal gelişme politikasına geçmiş ve tüm dünyaya adeta dolar yağdırmıştı. Bu yıllarda bağımlı ülkelere döviz biçiminde yabancı sermaye girişi hızla arttı. Türkiye, 2013 sonuna kadar, bu dolar bolluğu sayesinde TL’yi değerli tutabilmiş, ithal malları daha kolay tüketmiş, düşük faizli kredi avantajından yararlanmıştı. Bu da üretim ve tüketimi artıran bir etken olmuştu.

Mekanizma şöyle işlemişti: Türkiye’deki faiz, düşük olsa da, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki faizlere nazaran yüksekti ve bu, ülkeye yoğun bir sermaye girişi sağladı. Bol döviz ve düşük faiz borçlanma olanaklarını genişletti, yatırım ve tüketimi hızlandırdı, ekonomik büyüme de nispeten hızlı seyretti. Bu süreçte, büyüme, doğal olarak sermayenin büyümesiydi. Neoliberal dönüşümle birlikte ilerlediği için emekçiler bu büyümeden yararlanmak bir yana, çalışma ve yaşam koşulları önemli ölçüde geriledi. Öte yandan TL değerli olduğu için ithal ürünlere emekçilerin ulaşması bir ölçüde kolaylaşmıştı. Yine düşük faizle borçlanma olanakları sayesinde, emekçilerin harcamalarını finanse etmesi gelir artışı olmaksızın sağlanabilmişti. Ancak, borçlanmaya, aşırı değerli TL’ye ve döviz bolluğuna dayalı bu “refah” görünümünün sonsuza kadar sürmesi mümkün değildi.

2013 yılında, AKP’nin yaklaşık on yıl boyunca yararlandığı döviz bolluğu ve akışının sonuna gelindi. İktidarın yıllardır sürdürdüğü ekonomi politikası çalışmaz hale geldi. Düşük faiz üretimi ve tüketimi teşvik edecekti, ancak Türkiye’de üretimin yapısı gereği döviz biçiminde sermaye girişi olmadığı sürece düşük faiz politikası sürdürülemezdi. AKP’nin faiz indirimi ile ekonomik büyümeyi hızlandırmak istediği her sürecin sonunda büyük faiz artışlarına gidildi. 2014, 2016, 2018 ve 2020 yıllarında yaşanan buydu. Düşük faiz, düşük kur ve düşük enflasyon üçlüsünün birlikte devam etmesi artık mümkün değildi. Böylece emekçiler açısından borçları yeni borçlarla finanse etme olanakları daraldı. Yeni tablo, emekçi sınıfların, çalışma ve yaşam koşullarındaki gerilemeyi çok daha çarpıcı biçimde deneyimlenmesine neden oldu.

 

Hükümetin tercihi

2021 yılında seçim sathı mailine girildiğinde AKP’nin önünde iki seçenek vardı. Birincisi, faizleri yükseltip ülkeye -en azından bir ölçüde- döviz biçiminde sermaye çekmek, böylece döviz kuru ve enflasyonda yükseliş hızını azaltmak. Ancak bu, yatırım ve -konut başta olmak üzere- tüketimi olumsuz etkileyecek, ekonomik büyümeye ket vuracaktı. Büyümede yavaşlamanın muhtemel sonucu ise işsizlik ve yüksek faiz nedeniyle KOBİ iflaslarında artıştı. Hem IMF belgelerinde ifade edilen hem de TÜSİAD ve Millet İttifakı’nın savunduğu bu alternatife göre, kısa vadeli büyüme yerine, “sağlıklı bir ekonomik büyüme” hedeflenmeli, piyasa dengeyi bulana kadar işsizlik gibi bazı maliyetlere katlanılmalıydı. Ayrıca kapsamlı bir kemer sıkma programı hayata geçirilmeliydi.

İkinci alternatif, ekonomik büyümeyi hızlandırmak için düşük faizde ısrar etmekti. Böylece işsizliğin yükselmesi önlenecek, yatırım ve tüketim canlanacaktı. Konut sektöründeki hareketlilik birçok sektörü olumlu etkileyecekti. TL’den kaçışla döviz kuru yükselecek, bu da ihracatçı sermaye gruplarının rekabet gücünü artıracaktı. Seçim tartışmalarının hız kazandığı ve AKP’nin kitleler üzerindeki etkisinin azaldığı koşullarda, hükümetin tercihi ikincisi oldu. Dolayısıyla “düşük faiz” ile simgelenen iktisadi politika, basitçe “ekonomi bilmezlik” değildi. Sınıfsal ve toplumsal karşılığı, kazananı ve kaybedeni olan politik bir tercihti. 6 Haziran 2022’de Ekonomi Bakanı Nureddin Nebati, “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar” diyerek tabloyu tarif etmişti.[1]

İktidar açısından sorun şu ki, ikinci alternatifte amaçlanan hedefleri gerçekleştirmek pek kolay değildi. Yüksek enflasyon koşullarında düşük faizle kredi vermek, bankalar açısından cazip değildi. Uygulama, ağırlıklı olarak kamu bankaları ve yandaş şirketlerle sınırlı kaldı. Bu bile sınırlı oldu ve bankaların kredi faiz oranı, hükümetin belirlediği politika faiz oranının çok üstüne çıktı.

Düşük faizin ilk sonucu dövize yönelik talebin artışı, kurun yükselmesi ve enflasyonun patlaması oldu. Dolar ve Euro bir birkaç ay içerisinde iki katına çıktı. Yıllık enflasyon Ekim 2021’de %19,9 iken Ekim 2022’de %85,5’e çıktı. (bkz. Grafik 1)

 

Grafik 1. TÜFE (Yıllık % Değişim)

Kaynak: TCMB, Tüketici Fiyatları

 

 

Bu, hükümetin bir ölçüde beklediği ve göze aldığı bir sonuçtu. Sürpriz olan bunun çığırından çıkması, döviz kurundaki artışın yüzde yüzü aşması ve adeta kitlesel bir seferberlikle TL’den kaçılması oldu. 20 Aralık 2021’de Kur Korumalı TL Mevduat (KKM) uygulaması ve Merkez Bankası’nın müdahaleleri ile kur artışı bir ölçüde durduruldu. Ancak, üretimin ithalata dayalı niteliği gereği döviz talebi varlığını sürdürüyor. Üretimin sürdürülebilmesi için enerji, hammadde, yarı-mamul madde ve üretim aracı lazım ve bu da ancak dövizle mümkün. Dolayısıyla bir döviz krizi tehlikesi hep kapıda oldu. Öyle ki, bu kriz hızla kapsamlı bir ekonomik krize dönüşebilirdi. KKM ve diğer önlemlerin bunu yavaşlatması mümkün olduysa da yok etmesi elbette mümkün değildi. AKP hükümetinin hedefi de seçime kadar idare edebilmekti. Seçimden sonra zaten böyle devam etmek mümkün değildi.

 

Bölüşüm şoku

Kapitalizmin genel eğilimi sermayenin yoğunlaşması ve üretilen zenginliğin giderek daha az elde toplanmasıdır. Aynı eğilimin bir diğer ifadesi de işçilerin toplam üretimden giderek daha az pay almasıdır.

Ancak, her toplumsal yasa karşıt ya da destekleyici etkenlerle yavaşlatılabilir, geçici de olsa tersine çevrilebilir ya da hızlandırılabilir. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı Avrupa ülkelerinde işçilerin toplam gelirden aldıkları pay 1970’lerin başlarına kadar artmış, reel ücretler verimlilikle paralel biçimde yükselmişti.

Türkiye’de de 1989 Bahar Eylemleri ile emekçi sınıflar toplam gelir içindeki payını artırmayı başarmış, ancak bu kazanım 1994 krizinin ardından yitirilmişti. 2000’li yıllarda işçilerin toplam gelirden aldıkları pay uzunca bir süre sabit kalmış ya da artmış, en azından gerilememişti. Ancak bu da işçilerin gerçek gelirlerindeki artıştan ziyade işçi sayısındaki hızlı yükselişten kaynaklanmaktaydı. 2002 ile 2022 yılları arasında istihdam içinde ücretli çalışanların oranı %49,8’den %70,5’e kadar yükselmişti.

2016’dan başlayarak işçilerin toplam gelirden aldığı pay önce duraksamaya başladı, 2019’dan itibarense radikal bir biçimde düştü. Bu düşüşte, genel eğilimlerin yanı sıra üç temel etkenden bahsetmek mümkün. İlki, yabancı sermaye girişinin çeşitli nedenlerle azalması ile ekonomik büyüme olanaklarının daralması. İkincisi, Mart 2020’de başlayan ve yaklaşık 1,5-2 yıl kadar devam eden Kovid-19 pandemisi. Üçüncüsü, Eylül 2021’de, Erdoğan’ın ısrarla uyguladığı düşük reel faiz politikasıyla döviz kuru ve enflasyondaki hızlı yükseliş.

Grafik 2’den görülebileceği üzere, 2019-2022 yılları arasında -vergiler hariç- net GSYH içinde işgücü ödemelerinin payı %42,3’ten %32,7’ye gerilemiştir. Aynı dönemde sermaye gelirlerinin payı %57,7’den %67,3’e yükselmiştir.

 

Grafik 2. Net işletme artığı ve işgücü ödemelerinin net yurtiçi hasıladaki (vergiler hariç) payı (%, 2016-2022)

Kaynak: TÜİK, GSYH verileri

 

 

Grafik 2 genel eğilimi yansıtmakla birlikte bazı revizyonlarla daha kesin bir sonuca ulaşmak mümkün. İlgili bileşenlerde -en az- üç düzeltme yapılması gerekir.

İlki, Türkiye’de kayıt dışı çalışma hâlâ önemli bir sorundur ve işçi sınıfının yaklaşık %13,7’si kayıt dışı çalıştırılmaktadır. Ancak, ulusal hesaplarda kayıt dışı işçilere yapılan ödemeler işgücü ödemeleri başlığında değil net işletme artığı içinde yer almaktadır. Dolayısıyla bu toplam net işletme artığından çıkarılmalı, işgücü ödemelerine dahil edilmelidir.[2]

İkincisi, işgücü ödemeleri içerisinde, üst düzey yönetici olup kapitalist sınıfın (ve bürokrasinin) bileşeni olan, yani emekçi olmayan, “ücretliler”in gelirleri de bulunmaktadır. Bu kesimin gelirleri ücret kapsamında değil artı-değerden alınan pay olarak değerlendirilmeli, dolayısıyla işgücü ödemelerinden çıkartıp net işletme artığı kalemine dahil edilmelidir.[3]

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, küçük köylü, esnaf, zanaatkar, bağımsız profesyonel gibi kendi hesabına çalışanların kazançları net işletme artığına dahil edilmiştir. Bu kategori, kendi üretim araçlarına sahip ve gelirini kendi emeğine dayanarak elde etmektedir. Bu nedenle kapitalist sınıfa dahil değildir. Küçük burjuvazi ya da orta sınıf olarak tanımlanabilir. Sınıfsal bölüşüm ilişkilerini anlamak açısından bunu işverenlerin kâr, faiz, rant gibi gelirlerinden ayırmakta fayda vardır.[4]

Bu düzeltmeler sonucunda, GSYH’nin vergi ve amortisman hariç sınıfsal dağılımını Grafik 3’ten izlemek mümkündür:

 

Grafik 3. Toplumsal sınıfların net yurtiçi hasıladaki (vergiler hariç) payları (%, 2016-2022)

Kaynak: TÜİK’in GSYH verileri, İşgücü İstatistikleri, Kazanç İstatistikleri, Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları İstatistiklerinden hesaplanmıştır.

 

 

Grafik 3’deki göstergelerden AKP iktidarının son 6 yılına ilişkin üç temel sonuç çıkartılabilir. 2019-2022 döneminde,

  • Toplam gelirler içerisinde işçi gelirlerinin payı %43,1’den %31,1’e düştü. Bu azalışın işçi sayısındaki artışa paralel gerçekleşmiş olması, gerçek kayıpların çok daha büyük olduğunu göstermektedir.
  • Kendi hesabına çalışanların gelir payı %13,4’ten %10’a düştü. Üç sene içinde gerçekleşen bu düşüş, sadece kentli orta sınıf ve küçük köylülüğün sayısındaki azalmayla ilgili değildir. Özellikle köylülüğün gelir kaybını yansıtmaktadır.
  • Diğer iki gelir grubundaki azalmaya karşılık sermaye gelirlerinin payı 13,6 puan artarak %45,3’ten %58,9’a çıktı. Bu da pandemi ve sonrasındaki yüksek enflasyon döneminde sermayenin kârını büyük ölçüde arttırdığını göstermektedir. Yüksek enflasyon emekçilerden sermayeye gelir aktarım mekanizması olarak çalışmıştır.

Dolayısıyla, günümüz enflasyonun temel nedeni tüketicilerin yüksek talebi değil. Son üç yılda emekçilerin gelirleri artmak bir yana büyük bir bölüşüm şokuna maruz kaldı, hızla yoksullaştı, dolayısıyla ciddi bir talep artışından söz etmek gerçekçi değil.

Türkiye’de enflasyonun üç temel nedeninden bahsedilebilir:

İlki, tüm dünyayı etkilediği kadarıyla enerji ve gıda fiyatlarındaki yükseliş.

İkincisi, ülkede iğneden ipliğe neredeyse her şey ithalatla bağlantılı olduğu için kurdaki artış doğrudan fiyatlara yansıdı. 2021 kışındaki ilk büyük fiyat artış dalgasının temel nedeni buydu.

Üçüncüsü, son üç yılda şirketlerin toplam gelirden aldıkları payın olağanüstü artışından da görülebileceği üzere, şirketler enflasyonist ortamdan yararlanarak, maliyetlerinin çok ötesinde bir fiyat artışına gittiler ve yüksek kârlar elde ettiler. Enflasyonu sürekli kılan emekçilerin yüksek talebi değil kapitalistlerin yükselen kâr arayışıydı.[5]

 

Nasıl bir çözüm?

Sermayenin özellikle AKP etrafında toparlanmış fraksiyonu bu gidişattan uzun zamandır gayet memnundu. Bankaların kârı artmış, perakende tekelleri süper kârlar elde etmiş, enflasyon bahanesiyle büyük şirketler fiyatları ve kârlarını artmıştı. Ancak, sorun şu ki, bu sürdürülebilir değil. Hükümetin iddiasının aksine azalmak bir yana rekor kıran cari açık yoğun bir döviz ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Hükümet, bunun için şimdiye kadar hevesle desteklediği ihracatçı şirketleri baskılamak zorunda kaldı, döviz gelirlerinin bir kısmını TL’ye çevirmeye zorladı. Başkaca önlemler de aldı ve büyük ihalelerle beslenenler dışındaki yandaş gruplar bile bunlardan memnun değil.

AKP de durumun sürdürülebilir olmadığının farkında. Tam da bu nedenle, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na Mehmet Şimşek getirildi ve işsizliği de artıracak klasik neoliberal kemer sıkma programına dönüş sinyalleri verildi.[6]

Millet İttifakı ve -yandaş olmayan- ana akım ekonomistlerin bu tablo karşısındaki yaklaşımı da zaten iktisadın “kabul görmüş” genel ilkelerine dönüştü. Şimşek’le birlikte burjuva muhalefetin temel itirazı da ellerinden alınmış gözüküyor. Neoliberal ezber uyarınca alınacak ilk önlem faizleri yükseltmek suretiyle ekonomiyi soğutmak. Şimşek, küçük adımlarla da olsa faizi yükseltecek gibi gözüküyor. Zaten tüketici ve ticari kredilerde gerçek faiz oranları Merkez Bankası’nın belirlediği politika faiz oranı %8,5’in çok üstüne ve %35-40 bandında. Halkın -tüketicinin- çeşitli tüketim maddelerine yönelik yüksek talebinin enflasyonun temel nedeni olduğunu varsayan ve gerçek hayatla pek de ilgisi bulunmayan bu anlayış gerçekten de tüketimin daha da azalmasına ve böylece enflasyonda belirli bir düşüşe yol açabilir. Faizin yükselmesi ve tüketimin düşmesi arasındaki bağlantı iki şekilde. İlki, geliri harcamak yerine faize yatırma eğiliminin artması, ikincisi yatırımların azalması ve böylece işsizlikteki artışla toplam talebi düşürmek. Dolayısıyla, bu ilk önlem ve çevresinde gelişecek politika seti mevcut işsizliği daha da arttırarak talebi düşürme hesabı içinde. Bu da açık bir acı reçete.

Bu, enflasyon karşısındaki klasik neoliberal çözüm önerisidir. Enflasyonu, emekçi sınıfları daha da yoksullaştırıp işsizliği artırarak çözmeyi öngörür. AKP’nin seçim öncesi enflasyonist ve yoksullaştırıcı politikası karşısında bir tür “kırk satır” önerisidir ve neredeyse ilki kadar emek düşmanıdır.

Dolayısıyla “enflasyonla mücadele”nin temel mottosu, açıkça ifade edilmemiş bir işsizlik artışı olacaktır.

Emekçi sınıflar açısından enflasyon “kırt katır”ı ile işsizlik “kırk satır”ı arasında tercihin ötesine geçen bir dönüşüme ihtiyaç olduğu açık. Ne Millet İttifakı’nın önerisiyle benzeşen Şimşek revizyonu ne de Erdoğancı hat emekçiler açısından rahatlatıcı niteliğe sahip değil.

Büyük bir bölüşüm şokuna maruz kalan emekçi sınıfların en azından nefes alabilmesi için, enflasyonun, şirket kârları baskılanarak ve gerekirse fiyat kontrolleri ile denetim altına alınması gerekir. Emekçilerin ücretleri enflasyon oranının üzerinde arttırılmalı ve insanca yaşayacak seviyeye getirilmelidir. Bölüşüm şoku ancak böyle telafi edilebilir.

Bununla birlikte bu talepler hayata geçirildiği koşullarda bile, eğer kapsamlı bir ekonomik dönüşüm programı ile birleşmezse, geçici ve zayıf kalmaya mahkumdur. Örneğin 1989 Bahar Eylemleri sonrasında işçilerin reel ücretlerinde önemli bir artış gerçekleşmiş, nihayetinde bu kazanımlar 1994 krizi ve devalüasyon ile kaybedilmişti. Kısmi talepler ancak işçi sınıfının politik bir güç olarak sahneye çıkması ve programını -en azından- dayatması ile az çok kalıcı hale gelebilir.

Emekçilerin hem çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirecek hem de mevcut işsizlere yeni istihdam alanları yaratacak, bunun için kimi stratejik işletmelerin kamusallaştırılmasını da içeren bir mücadele programına ihtiyaç vardır. Böyle bir programın işçi sınıfı saflarında popülerleşmesi, yaygınlaşması ve savunulması, yani işçi sınıfının kendi çıkarları etrafından adım adım bir politik sınıf olarak örgütlenmesi günümüzün en önemli gündemidir.

 

 

[1] Evrensel (2022) “Ekonomi Bakanı Nebati: Dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyor”, https://www.evrensel.net/haber/463112/ekonomi-bakani-nebati-dar-gelirliler-haric-uretici-firmalar-ihracatcilar-k-r-ediyor

[2] Kayıt dışı işçilere yapılan toplam ödeme şu şekilde hesaplanmıştır: TÜİK İşgücü İstatistiklerindeki kayıt dışı istihdam içinde ücretli, maaşlı ve yevmiyeli olanların sayısı ile ilgili yıldaki yıllık net asgari ücret çarpılmıştır. Kayıt dışı işçiler arasında asgari ücretin altında olduğu gibi üstünde ücret alanlar da vardır. Bu nedenle kayıt dışı çalışanların ortalamada net asgari ücret aldığı varsayılmıştır. İşçi kayıt dışı çalıştırıldığı için sigorta ödemeleri ve brüt ücrete dahilindeki diğer ödemeler hesaba katılmamıştır.

[3] Ücretli çalışan yönetici sayısı ISCO-08 Mesleki Sınıflandırma Standardındaki Yöneticiler kategorisinden hesaplanmıştır. Mesleki gruplara göre kazanç verileri ise oldukça sınırlıdır. TÜİK verileri sadece 2006, 2010 ve 2014 yıllarını kapsamaktadır. Bu nedenle yöneticilerin toplam işgücü ödemeleri, TÜİK verilerinin enflasyon bazında yıllara göre uyarlanması ve -ücretli- yönetici sayısı ile çarpılmasıyla elde edilmiştir. 2022 yılı yönetici sayısı verileri olmasına rağmen, ücretli yönetici sayısı verilerine ulaşılamadığından, 2022 yılı ücretli yönetici sayısı 2021 yılındaki “yönetici”-“ücretli yönetici” oranı kullanılarak hesaplanmıştır.

[4] Kendi hesabına çalışanların yıllık kazançları, TÜİK İşgücü İstatistiklerindeki kendi hesabına çalışan sayısı ile Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları İstatistiklerindeki Kendi Hesabına Çalışanların Yıllık Ortalama Esas İş Gelirleri verilerinin yıllara göre çarpımı sonucunda elde edilmiştir. Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları İstatistikleri 2006 ila 2021 yılı verilerini kapsamaktadır. 2002, 2003, 2004, 2005 yılı ortalama kazancı 2006 yılı verilerinden, 2022 yılı ortalama kazancı 2021 yılı verilerinden enflasyon uyarlamasıyla hesaplanmıştır.

[5] Elbette bütün bunların yanı sıra, emekçilerin enflasyondan kaçınmak için harcama eğiliminin artışı ve ücretlerdeki artış gibi etkenlerin enflasyon üzerinde bir etkide bulunduğu da doğru. Ancak, bunlar temel sebepler değildi.

[6] 2024 yılında yapılacak yerel seçimler nedeniyle kemer sıkma politikalarının hangi ölçüde uygulanabileceği de tartışmalı. Bir yanda ekonominin bu biçimiyle sürdürülemezliği diğer yanda seçimler… Bu ikili açmaz iktidarın masasında duruyor.