Levent Tüzel

 

Her depremden sonra bütün kanallarda yayınlanan haritada ülkenin kuzey sahilleriyle aynı doğrultuda, Doğu Anadolu’da kuzeyden güneye dikey olarak seyreden; Ege’de ise bir elin parmakları gibi denize dik olarak çatallanan fay hatlarının hangisinin kırılacağı, hangi felaketin beklediği konuşuluyor. Bilim insanları durmadan uyarıp olası depremler hakkında halkı bilgilendirirken iktidardakiler hiçbir önlem almıyor.  “Deprem ülkesi Türkiye’de depremle yaşamak gerekir” sonucundan başka bir sonuç çıkmıyor. Böylece mücadele edilmeyen felaketler nüfusun kaderi haline geliyor, getiriliyor.

Türkiye’de şimdiye kadar birçok deprem yaşandı. Yakın tarihte olanlar arasında 1999 Marmara, 2002 Afyon, 2003 Bingöl, 2010 Elazığ, 2011 Van, 2020 Elazığ, 2020 İzmir depremlerinin yol açtığı yaralar hala açık duruyor ve o zamandan bu zamana bir adım atılmış değil. 10 ili etkileyen Maraş depremiyle birlikte İstanbul’da büyük yıkıma yol açacağı söylenen ‘asıl’ depremin yaklaştığına dair bilim insanlarının söylediklerinden başka bir şey de halka sunulmuş değil.

Maraş depremi insanları gece yarısı yakaladı. AFAD yetkililerinin sabah erken saatlerinde ön raporlarını İçişleri Bakanlığı’na sundukları ortaya çıktı. Bunun üzerine Bakan, 4. Dereceden afet çağrısı yaparak uluslar arası destek ve yardım talebinde bulundu. Bu tablo ve gelişmeler devlet yetkililerinin afetin büyüklüğü ve yaygınlığının ölçüsünden hemen haberdar olduklarını gösteriyor. Ancak devlet her nasılsa deprem sahasına 72 saatte ulaşamadı ve 13,5 milyon kişinin yaşadığı 10 kentte insanlar enkaz altında günlerce kendi kaderlerine terk edildi.

Bölgede sağ kalanlar enkazdaki arama kurtarma çalışmalarına kendi kendilerine başlamış, adeta parmaklarıyla kazarak kurtarabildiğini kurtarmaya çalışmıştır. Kızılay, AFAD gibi, afet dönemlerinde sahada bulunması gereken kurumların ekipleri de gereken dakikliği gösterememiş; açıkçası herkes talimat bekler pozisyonda kalmıştır.

Devlet, basında tartışıldığı biçimiyle felaket bölgesinde büyük bir boşluk bırakmış oldu. Bu boşluğu, depremi sosyal medya ve televizyonlardan öğrenir öğrenmez ya bağlı olduğu örgütlü yapıların gösterdiği refleksle ya kendiliğinden ya da konunun kendiliğinden teşvik edici ve örgütleyici gücünden dolayı ülkenin birçok yanından bölgeye akın eden insanlar doldurdu. Bunlar arama kurtarma çalışmalarına hemen başladılar. Kampanyalar düzenlenerek temel ihtiyaç malzemelerini depremzedelere ulaştırmaya çalıştılar.

Cumhurbaşkanı 72 saat sonra ortaya çıktığında yaptığı ilk iş daha cenazelerini toprağa vermemiş olan, enkaz başında bekleyen, ayazda açıkta bekleşen ve yaşam mücadelesi vermeye çalışan depremzedelere devletin 10 bin lira vereceğini ve felaketin bir kader planı olduğunu açıklamak oldu.

Her şeyi parayla ölçen, insanın acılarını bile metalaştıran sermaye düzeninin siyasetçisi 10 bin lira ile yaşanan felaketin hafifleyeceğini, çöküntünün ve kayıpların telafi edilebileceğini düşünecek kadar halktan kopuktur. Daha önce de iş cinayetleri, insanlık suçları, diğer afetler karşısında söylediği şeyi tekrarlayarak bu ülkenin insanlarına kaderinize razı gelin, şikayet etmeyin demiştir.

Gerçekte bir plan vardı ama bu, kader planı değildi. Birçok depremzede devletin varlığını hissetmemekten dolayı hem kırgın hem öfkeliydi. Bu ruh hali medyadaki tartışmalara, ana muhalefet bloğunun eleştirilerine de sindiği ölçüde deprem bölgesinde devletin yokluğu bir ön kabul haline geldi.

Oysa devlet tam da ortada görünmeyerek orada vardı. Üstelik iktidar boş durmamış deprem süreci ve sonrası için kendi yol haritasını da çizmişti. Her şeyden önce, bu deprem sürecinde, tek adam yönetimin her şeyin kontrolünü elinde tutabileceği şekilde konumlanması önemliydi. Daha sonra birkaç müteahhit, alt düzey parti yöneticisi, birkaç bürokratın sorumlu gösterilip gözaltı-tutuklanma sürecinden geçirilmesiyle halk rahatlatılmaya çalışılacak ve bu felaketin açtığı pazar ve piyasa imkanı olabilecek en hızlı bir biçimde kullanılacaktı.

Dolayısıyla devletin yokluğundan değil tam da siyasi ve ticari hesapların içinde belirerek vardı. Son zamanlardaki sıralı depremlerde, sel felaketinde, orman yangınlarında ve nihayet pandemide şikâyet edilen devlet yokluğu, devletin sorumluluğu altında olan hizmetlerden elini çekmesi, sağlık, eğitim, yol, su, elektrik gibi kamusal hizmetlerin çoktan özelleştirilmiş olmasıyla ilişkilidir. Depremde KYK’nın elindeki yurtların kamusal varlığına bile tahammül edemeyen iktidar, fırsattan yararlanarak, depremzedeleri yerleştirme gerekçesiyle bu yurtların statüsüyle de oynamıştır. Geçen yıl yaşanan orman yangınlarında Orman Bakanı TTK’nın elindeki uçakları istemediği için binlerce dönüm ormanlık arazi kül olmuştu. Deprem veya pandemide vatandaşa IBAN numarası gönderilmesi de unutulmadı. Zaten daha önce adı ticari işlere, iktidarla yakın yöneticileri aracılığıyla para trafiğinin aparatına, istasyonuna dönüştürülen Kızılay’ın Maraş depremi sırasında kendi çadırlarını Ahbap’a parayla sattığı da ortaya çıktı. Devlet ve kurumları deprem bölgesinde yok değildi, bu haliyle vardı.

Devletin deprem başta olmak üzere felaketler sırasında var olma biçimini de onun temel hizmetlere, sosyal haklara, kamuya ait varlıklara, halkın kolektif birikimine yaklaşımı belirlemiştir.

Çünkü devlet halkın üstünde, ‘sınıfsız imtiyazsız’ ve kimilerinin iddia ettiği gibi ‘millet iradesinin örgütlü hali’ olarak değil kapitalizmde sosyal hayatı ve ilişkileri tekelci sermayenin çıkarlarına göre organize etmeye çalışan yönetici bir mekanizma olarak vardır. Onu sınırlayacak, belirli bir denetim altında tutacak halk inisiyatifi ve gücü yoksa bu çıkarların gerçekleştirilmesinde devletler pervasızdır.  Halk bu devlet için neredeyse itaati beklenen teb’adır.

Sadece bizde değil dünyanın birçok yerinde kapitalist devletler doğal felaketlerin yönetiminde aynı sınıf içgüdüsüyle hareket ettiler. Pandemide ve depremlerde birçok yerde milyonlarca insanın ölmesi kapitalizmin doymak bilmez kâr hırsının eseridir. Ancak nerede işçi sınıfı ve emekçilerin etki ve baskı gücü varsa orada devletler ortada görünmemezlik edemezler. Sendikaların ve emek örgütlerinin güçlü, tarihsel sınıf mücadelesinin birikimleri hala mevcut ise o ülkelerde felaket zamanlarında gösterilen refleks bu kadar halk düşmanı olamaz.

Pandemi döneminde sağlık sisteminin özelleştirilmiş olması nedeniyle sağlık hizmetleri tıkanmaya ve insanlar bu yüzden ölmeye başladıklarında dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan ABD’de sosyal politikaların lehine hiçbir geri adım atılmadı. Seller, kasırgalar, depremler, başta bu ülkede olmak üzere birçok yerde gerektiğinde yeni demografik planların yapılması, kârlı kentsel dönüşümler için arazinin boşaltılması, yerel kamusal hizmetlerin ve sosyal kazanımların tahribi için kullanıldı. Önemli merkezler yoksullardan ve göçmenlerden temizlendi; burası yeni bir arazi piyasası haline getirildi ve lüks konutlar inşa edildi ve yepyeni ve ancak zenginlerin yaşayabileceği semtler oluşturuldu. Buna da soylulaştırma adı verildi.

 

Dayanışmadan siyasete

Depremzedeleri kendi haline bırakan tek adam yönetimi bu felaketi kendi iktidarını sağlamlaştırmanın bir olanağı olarak da kullanmaya çalışıyor. Yurt çapında düzenlenen kampanyalar, emek ve demokrasi güçlerinin yaptığı insan takviyesi talimatsız kuş uçmasına izin vermeyen iktidar açısından tehdit edici bir faaliyet olarak görüldü. Kampanyaların, yardım toplamaların, depremzedeye gösterilen şefkat ve ilginin, bütün ülkeye yayılan acıda ortaklığın vb. iktidarın şimdiye kadar ekmeğini yediği dini ve kültürel kutuplaşma faylarını da gevşeterek iktidarın halka ne kadar yabancılaştığının altını çizmesi ‘dayanışma’ faaliyetini ister istemez siyasallaştırdı.

OHAL’in ilan edilmesi bu faaliyeti kontrol altına almak içindi. Böylece iktidar, kontrolünü kaybetmeden, halktan halka dayanışmanın yaratacağı potansiyeli dağıtmak ve felaketi de fırsata dönüştürmek istedi. Depremden hemen sonra 3 aylık OHAL ilanı açıklandı. OHAL’e gerekçe olarak elbette bu dayanışma gösterilmedi. Önce bir takım üniformalı tiplerin kovaladığı yağmacılar, linç grupları, dövülen insanlar görüldü ve bölgenin güvensiz bir hal aldığı havası yaratıldı. OHAL bir asayiş ihtiyacı doğduğu gerekçesiyle getirildi. Hemen belirtmek gerekir ki bu sahnelenmiş asayiş sorununu çözmek için sahaya çıkan üniformalıların SADAT mensupları veya Suriye’de savaşan çetelerden olduğu da iddia edilmektedir. Kanıtlanmamış olsa da bu iddiaların gerçekliği durumunda bu türden paramiliter grupların kent olaylarına müdahale kapasitesinin sınanması için deprem zemininin kullanılması şaşırtıcı değildir. İktidar deprem bölgesinde bile halk muhalefetiyle nasıl mücadele edileceğinin provasını, tatbikatını yapmaktan çekinmemiş; bir taşla çok fırsat vurmuştur.

Bu arada Cumhurbaşkanı “fitne fücur” dediği “siyasi muhaliflerin depremi istismar etmesini” de önlemekten bahsetti. Zaten bir istismar olacaksa onu da biz yaparız diyen bir iktidarın depreme yönelik bütün ilgisi istismardan ibaret oldu.  Sosyal medyanın etkisini kırmak amacıyla, enkaz altındakilerin haberleşmesinin de engellenmesine aldırmayarak bant daraltmasına gidildi. Çok kısa sürede yoğun bir protesto dalgası ile bu uygulamayı kaldırmak zorunda kalsalar da ellerindeki yandaş medyayı kullanarak ya da hakikati yazan, gösteren gazetecileri tehdit ederek deprem gerçekliğini görünmez kılmaya çalıştılar. Ancak bu bastırma ve karartma planının da çok tutmadığı görüldü.

Deprem karşısındaki tutumu iktidarla emekçiler arasındaki gerilimi ve güvensizliği derinleştirdi. Her yanı dökülen, mevzi kaybeden ve kaybettikçe de saldırganlaşan iktidar önce seçimlerin ertelenmesinin tartışılmasını kışkırttı, sonra seçmenden “bir yıl daha” istedi. 10 bin lirayı dağıttı ve yeni konutların temellerinin atılacağı vaadinde bulundu.

Tüm toplum canhıraş bir şekilde deprem yaralarını sarmak için seferber olmuşken; madenciler kilometrelerce öteden gelip uzun uğraşlar sonucu enkazdan canlı çıkartmaya çabalarken, fabrikalardaki işçiler sendikalarına bir aylık aidatlarının bağış olarak gönderilmesi çağrısı yaparken, patronlardan bölgeye gitmek için izin almaya çabalarken, Gaziantep’te patronlar deprem altında yaşam savaşı veren, ortada yardım için koşturan işçileri çalışmaya, mesaiye zorlayıp izin vermediler. Ölümler, kayıplar, travmalar gibi sorunların kapitalizm açısından hiçbir anlamı yoktu çünkü. Daima çarkların dönmesi, işçilerin hiçbir şey olmamış gibi çalışması, daha çok kâr elde edilmesi gerekiyordu ve patronlar bunun için her kozu ve yaptırımı kullandılar. Ancak nihayet, tepkilerin yükselmesi üzerine deprem bölgesindeki işten atmaların yasaklanmasıyla ilgili bir ’kararname’yi çıkarmak durumunda kaldılar.

 

Deprem suçları

Depremin bu kadar büyük bir yıkımla sonuçlanması kentsel dönüşüm adı altında kentsel arazinin yağmalanmasına izin veren, inşaat sektörünün önde gelen müteahhitlerini besleyen iktidarın sorumluluğu altındadır. Depremde birçok kamu binası da yıkıldı. AKP iktidarı döneminde yapılan yollar çöktü, havaalanları kullanılamaz hale geldi. Devletten yüksek destek alarak, vergi indirimlerinden yararlanarak ama en kötü malzemeyi kullanıp plansız, etüdsüz inşaatlar yapan iktidar yakını sermayedar müteahhitler halkın birikimini yağmalarken devlet hep orada, arkalarındaydı. Deprem toplanma alanlarına bina dikilirken, kentsel arazinin kıymete binmiş alanlarındaki emekçiler kent dışına sürülürken de devlet hep oradaydı. Bu gerçekler görülmezse iktidarın, düzeni kurtarmak için birkaç müteahhidi günah keçisi ilan etmesiyle sorun çözülmüş sanılır. Veya ana muhalefet partisinin yaptığı gibi liyakatsiz yöneticiler suçlanır. Halbuki 21 yıllık iktidarın alameti farikası olmuş inşaat sektöründe servet biriktiren, halkın kanını emen sömürücüler sadece iktidardan nemalanan liyakatsizler değildi. Çöküntüsünün altında bin kişinin kaldığı Rönesans rezidansını yapan kişilerden biri mimarlar odası başkanlığı yapmış, eğitimli biri diğeri de inşaat mühendisiydi. Sistemin işleyişine uyum sağlamak en büyük liyakattir ve mevcut düzenin aradığı liyakat da budur.

Bu liyakat türünün ödülü arada bir çıkarılan imar aflarıyla konutların mezara dönüşmesine göz yummak oldu. Usulsüz binalar, izinsiz kat çıkmalar, malzemeden çalınan binalar affa uğratıldı. Örneğin İstanbul nüfusu oranında büyük bir konut sorununun yaşandığı bir şehir. Kiralar aldı başını gidiyor. Yoksul emekçiler başlarını sokacak bir yer bulmakta zorlanıyor. Hal böyleyken AKP döneminde 6 kez tekrarlanan imar affı sayesinde büyük bir siyasi rant elde edildi bunun sonucunda milyonlarca emekçi depremi yüksek kiralar ödedikleri çürük binalarda kalarak bekliyor. Deprem bölgesindeki 14 milyon yapıdan yaklaşık 300 bininin bu af kapsamına alındığı saptandı. Yeni bir seçime doğru giderken iktidar 7. Af teklifini hazırlamışken deprem nedeniyle şimdilik rafa kaldırıldı. Unutulmaması gereken bir konu da imar aflarının ana muhalefet partisi milletvekilleri tarafından da desteklenmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu partinin liyakat sorununu seçim propagandasının önceliklerinden biri olarak göstermesinin de altı boştur. İmar affı ucubesi olduktan sonra müteahhidin liyakati o kadar olacaktır.

AKP iktidarının suç listesi oldukça kabarıktır ve Cumhuriyet tarihinin en kapsamlılarındandır. 1999 Marmara depreminden sonra afetle mücadele ve afet alanlarının onarılması gerekçesiyle geçici olarak çıkarılan, sonradan kalıcı hale getirilen özel iletişim vergisinde toplanan 720 milyar lira deprem için harcanmamıştır. Sonradan itiraf edilmiştir ki bu paralar hedefi dışında duble yol yapımında kullanılmış bu yolları yapan yandaş müteahhit çeteye akıtılmıştır.

AKP iktidarının yağmacı bir kalkınma modeli olarak gelişen kamu-özel ortaklığı sistemini besleyen en önemli kaynak da halktan toplanan vergiler ve fon ödentileridir. Dolayısıyla bu fonların hiçbirinin halka dönüşü olmamıştır. Tersine kaynaklar sermayedarlara ikram edilmiştir. Deprem paralarının akıbeti de budur.

İktidarın en bereketli sömürü, yağma ve kar alanlardan biridir inşaat sektörü. Büyük bir kamu kaynakları yağmasının, talanın, rant ve sermaye birikiminin en hareketli ve esnek alanlarından biri olan bu sektörde hem kamu özel ortaklıklarıyla yapılan kamu binaları, yol, köprü, raylı sistem taşımacılığı, havaalanı ve diğerleri sayesinde ve aracılığıyla büyük bir servet transferi inşaat tekellerine yapıldı.

Fakat yap-satçılık ve vurgunculuk o kadar pervasızca gerçekleşti ki, denetimden uzak, kontrolsüz inşaatların çoğu sonuçta ağır travmalar yarattı. Çorlu tren kazası, Karadeniz sahil yolunun yağmurda işlevsiz kalması, yolların ve havaalanlarının hava değişimlerinde kilitlenebilmesi vb. sorunlar ve felaketler hep daha fazla kâr hırsının sonucudurlar.

Maraş depreminde bölge illerindeki hastanelerin, kamu binalarının, belediyelerin, havaalanı pistlerinin hasarlanması, kullanılmaz hale gelmesi sorgulandığında burada da bir rant şebekesinin devrede olduğu görülür ve yasal koruyucularının siyasi iktidar olduğu açıktır. Binalarda uygulanmak üzere 2001 yılında Yapı Denetim Kanunu çıkarılmış 2019’da yenilenmiştir. Bu kanunda 2011’de yapılan bir değişiklikle önce 19 pilot ilde sonra tüm Türkiye’de TOKİ ve kamu binalarının bu denetimden muaf tutulması gündeme gelmiştir.

Bir diğer yasal mevzuat felaketi Mayıs 2012’de çıkartılan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi” kanunu ve uygulamalarıdır. Bu kanunla depremde yıkılma riski taşıyan binaların yerine sağlam binalar yapmak adına yoksul emekçiler borçlandırıldı, yaşam alanları ellerinden alındı, inşaat tekellerine yeni kâr alanları açıldı. Bütün bunlar olurken emekçilerin, kolluk kuvvetleri tarafından uygulanan şiddet eşliğinde yerlerinden zorla atılmasının görüntüleri medyada bol bol yer aldı.

Ülkeyi kapitalist bir şirket gibi yönetenler sermayeye sınırsız, engelsiz, denetimsiz hareket alanını bu mevzuatlar, kanunlar ve KHK’ler ile geliştirdiler. Bunu yaparken bu sermaye çevreleriyle kurdukları ‘akrabalık’ ilişkilerinin çeperini geliştirdiler: hısımlık, yandaşlık, partidaşlık, tarikat ilişkileri içindeki bir cemaat olmayı da ihmal etmediler. Devleti yönetenler ile devlet kaynaklarını kullanan ve ihaleyi alanlar arasındaki çevrim böylece zenginliğin ‘aile’ içinde kalmasını sağladı. Bu kader ortaklığının halka ağır bir faturası olduğu da ortada. Doğan ve doğacak çocukların da borçlu olduğu, daha kötü bir ihtimalle hayati tehlike altında oldukları bir dünya.

Ve hala bu düzenin sürmesi için uğraşıyorlar.

 

Yeniden kentsel dönüşüm

Bu sıralarda en çok duyulan sözlerden biri “deprem öldürmez bina öldürür” sözü oldu. Bu sözün doğruluk payı vardır. İçinde yaşanılan konutların büyük çoğunluğu deprem nizamnamesine ve bilimsel ölçülere göre yapılmadığından on binlerce insan depremden sağ çıkamadı.

Bir binanın yerleşim alanının seçiminden denetlenmesine, binayı yapanın sorumluluğunu aşan, oldukça da siyasi bir süreci vardır. Böyle bakıldığında en tepeden en aşağıya kadar zincirleme bir sorumluluk konusudur bu. Dolayısıyla ölümlerin sorumluluğu kapitalist kâr ve rant sistemi ile bunları yönetenlerdir. O halde cinayet mahallinde bunları aramak gerekir.

Durum bu kadar açıkken; daha yer hareketleri durulmadan, artçılar sürerken iktidar, depremzedelere sağlam konutların yapılacağı müjdesi verildi. Deprem alanının dışında yeni kent alanları oluşturulacak ve konutların temelleri atılmaya başlanacaktı. Yerbilimciler, meslek odaları bu aceleye şiddetle karşı çıktılar. Herhangi bir zemin etüdü, mikro ölçeklendirme ve plan yapılmadan inşa edilecek kentlerin yaşanabilir olmayacağını defalarca söylediler. Bu haberler çıktığında borsada demir, çelik, çimento hisseleri hareketlendi…

Deprem öncesinde ve sırasında halk için hiçbir şey yapmayan iktidar bu kârlı işe başlamak için hiç oyalanmadan hazırlıklarına başladı. Oysa bir yerleşim bölgesinin yeniden inşası için plan ve etüdler başta olmak üzere sağlam bir ekibe ihtiyaç vardır. Bu ekip öncelikle kentlerin insanca yaşama uygun bir biçimde düzenlenmesini ve kurulmasını sağlayacak olan bilim insanlarından oluşan bir güç diğeri de halkın kendi öz gücüdür.

Mimar-mühendislerin meslek odaları, bölgede yaşayan nüfusun örgütlü güçleri, sağlık örgütleri, eğitimciler, kent planlamacıları ve halkın tamamının sürece katıldığı demokratik bir inşa süreci oluşturulmadığı sürece yerleşim yerleri insani koşullara sahip olmayacaktır.

Bir kent sadece konutlardan oluşmaz. Alt yapısının sağlam ve zamana dayanıklı olması, işyerleri ve evlerin dengeli dağılması, ulaşımın sorunsuz, eğitim ve sağlık birimlerinin erişilebilir olması, yeşil alan dağılımı, kente kimliğini veren hafıza mekânlarının korunması, kültürel ve sportif etkinlikler için alanlar, kreşler yapılması; işgücünün dışında kalanlar için kolay bir yaşam alanı olması, kentsel hizmetlerin ucuz olması gerekir. Ve nihayet demokratik bir biçimde yönetilmesi için bütün kent halkının örgütlü katılımını şart koşar.

İktidar böyle bir tabloyu doğal olarak hedeflemiyor. O halkın yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayan kentler yapmaktansa depremin ortaya çıkardığı piyasaya yeni metalar sürmek için hazırlanıyor. Yıkılan kentlerin yerine yenisini yaparken nüfus hareketlerini yönetiyor; göçü eylemsizliğiyle teşvik ediyor ve hatta bir yerden bir başka yere gitsinler diye yol da gösteriyor.

Şimdi sırasını bekleyen şehir İstanbul. Kalabalık nüfusuyla İstanbul olası depremde Maraş depreminden çok daha büyük bir felaketle yüzleşecek. İktidarın 22 yıllık bilançosu İstanbul’da adım atacak yer kalmaması, yeşil alanların yok edilmesi, deprem toplanma alanlarının yokluğu ve elbette halk düşmanı hak tasfiyeleri nedeniyle kamusal hizmetlerin güdükleşmesi nedeniyle kayıpların daha da yoğunlaşması bilinmeyen bir gerçek değil.

 

Yaşamak için örgütlenmek

Bu son depremde iktidar; halkın devletin elinde biriken kaynaklarını, deneyimini, parasını ve fonlarını zor zamanında ona geri dönmesini sağlayan mekanizmaları felç ettiğinden felaketin sonuçları katlandı. Ancak bu süreç yeni bir deneyimin oluşmasına da katkıda bulundu. Bu deneyim yeni bir seçim dönemine girerken mevcut tek adam rejiminden kurtulma olanaklarını ne pahasına olursa olsun yaratmak ve geliştirmek gerekliliği ile ilgili değildir sadece.

Bu süreç hem deprem bölgesinde hem de diğer yerlerde halkın kendisinden başka bir kurtarıcısının, başka bir velinimetinin olmadığını göstermiş bütün ortak acıların altından birlikte ve örgütlü olarak kalkmanın mümkün olduğunu en basit biçimleriyle göstermiştir.

Bir ilçede kapı kapı dolaşarak toplanan yardım malzemelerini elden ele araçlara yükleyen, bunların ulaştığı deprem bölgesinde elden ele depremzedeye ulaştıran sayısız insan depremzedelerle birlikte oluşturulan yaşam alanının kurulması, asayişinin sağlanması ve kolektif bir yaşamın düzenini oluşturmanın ortak deneyimine sahip oldular. Havuz medyasında düzenlenen kampanyada kaçar milyon lira bağış yaptıklarını halkın gözüne sokan, halkın gücü yettiğince yaptığı yardımları bu yüzbinler ve milyonlarca liralık bağış altında ezen burjuvalara rağmen esas olan halk dayanışması oldu. AKP’nin 16 Temmuz ruhu çıkarmaya çalıştığı halk etkinliği kendi mücadele ruhunu biledi, keskinleştirdi.

Bunun sonuçları en kısa zamanda görülecektir ve görülmeye de başladı. Halkın yönetim süreçlerine katılması, denetimi ve inisiyatifi yerel ve merkezi düzeylerde kendi kaderini tayin için söz hakkı istediği yeni bir toplumsal düzen bu çürümüş düzenin içinden canlı bir talep olarak doğmakta.

Halkın ve ülkenin kaynaklarının özelleştirmelerle çıkar çevrelerine, rant zenginlerine aktarılmasına karşılık kamu kaynaklarının halkın ihtiyaçları için değerlendirilmesi talebi ısrar kazanıyor. Halk bu iktidarın İstanbul depremine hazırlanmak gibi bir derdi olmadığını da iyice anlamış durumda. Bu bir yandan korkuya yol açarken diğer yandan öfkeyi ve tepkiyi de biriktiriyor.

Yeni bir seçime giderken iktidar felakete dönüşen son deprem katliamı ile halkın güvenini, rızasını ziyadesiyle kaybetmiştir. Bunun da farkında olarak zaman kazanmak istemekte, uzatmaları oynamak ve seçimleri erteleme hesapları yapmaktadır. Ancak halk bu oyunların da farkındadır.

Kırılan faylar sadece binaları yıkmadı, kural ve yasa tanımayan, halk düşmanı tek adam rejiminin de kolonlarını sallamaya başladı. Bunun yerine nasıl bir düzenin kurulacağını halkın örgütlü mücadelesi belirleyecek.

Deprem döneminde biriktirdiği deneyimi ve omuz omuza vermenin gücünü bir sermaye iktidarının gidip yenisinin gelmesine takviye olarak aktarmadığı sürece kazanan örgütlü emekçiler olacaktır.