Mustafa Yalçıner
- yılında Cumhuriyet karşısında değişik eksenlere yaslanan farklı tutumlar alındı ve üzerine çok şey söylenip tartışıldı.
Söylenenler ve tartışma elbette bitmeyecek.
Nedeni açık. Gerek bizzat cumhuriyetin kendisi, sınıf temeli ve dayanaklarıyla birlikte bir değişim sürecinden geçti, geçiyor; gerekse cumhuriyet üzerine tutum ortaya koyanlarla tartışmacılar ideolojik pozisyonlarının yanı sıra güncel politik konum ve ihtiyaçlarıyla farklı sınıf aidiyetleri ve çıkarlarına sahipler.
Geçen sayıda düzen eleştirisi yapmakta olan “sol”un Cumhuriyet ve Kemalizm’e yaklaşımı üzerinde durmuştuk. Peki, düzenin içinden nasıl yaklaşılıyor 100. yılında Cumhuriyete?
Cumhuriyetin ilan tarihi 29 Ekim’e yaklaşılırken ve 100. yıldönümünde düzen, iktidar ve burjuva muhalefeti olarak ikiye bölündü ve net olarak görülebilen iki farklı tutum sergiledi.
Erdoğan-AKP ve Cumhuriyet
İlki ortaklarıyla birlikte AKP hükümetinin, başlıca Erdoğan’ın tutumudur. AKP ve Erdoğan 100. yılına ve Cumhuriyete değer vermez tutumuyla, adetten olan 100. yıl kutlamaları için bir hazırlık yapmadığı gibi, Filistin’e yönelik zulmü gerekçe göstererek yas ilan etti ve kutlamaların iptalini gündeme getirerek, bir gün öncesine bizzat devlet tarafından örgütlenen Filistin’i sahiplenme ve İsrail’i tel’in mitingi koydu.
Bu tutum, burjuva muhalefet tarafından eleştirilmekle kalmadı, suçlandı. Üstelik muhalefetin suçlamalarıyla kalınmadı; halkın geniş kitlelerinin sokaklarda sahiplendiği ve 100 yaşına basan Cumhuriyetin halkta bir karşılığı olduğu bir kez daha görüldü. Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret edenlerin sayısı bir milyonu aşarak rekor kırdı, iktidarın Cumhuriyeti ve 100. yılını önemsemeyen tutumuna rağmen kutlamalar küçümsenmeyecek kalabalıklarla gerçekleşti. Bunda, CHP belediyelerinin önayak olarak konserlerle devasa bayraklı yürüyüşler türünden kutlamalar düzenlemesinin kuşkusuz payı vardı. İllerdeki kutlamalara, valileri ve askeri erkanıyla devlet de bigane kalamadı ve katılmazlık edemedi. İktidar gerçekte hiç Cumhuriyet kutlaması düzenlememe tutumunda değildi, buna cesaret edememiş, 100. Yıl kutlamalarının sönük geçmesini istemişti. Cumhuriyetin 100. yıldönümüne yaraşır bir hazırlığının olmadığı ve önceden kutlamalar konusuna kafa yorulmadığı açıkça belliydi: Provalar için kapatılacağı ilan edilen yollarla örneğin Boğaz Köprüsünün kapatılmasından son gün vazgeçildi. Hiç hesapta yokken, 29 Ekim gece yarısı ertesi gün okulların tatil olduğu ilan edildi.
Bir yandan AKP ile üzerinde birleşebileceği ortak değerler aradığını, bir yandan da AKP tarafından ele geçirilmiş olsa bile devlet düşkünlüğünü kanıtlayarak, burjuva muhalefet, özellikle CHP ve medyadaki uzantıları AKP ve Erdoğan’ı Cumhuriyetin 100. yılını kutlamasız geçiştirmeye çalışmakla aralıksız eleştirdi; Erdoğan komutasında düzenlenecek bir kutlamadan ne umuyorsa, onu devlet kutlaması düzenlemeye çağırmaktan geri durmadı. Oysa tek adam yönetiminin gerçekte bir başka kutlama için hazırlandığı görüldü. Erdoğan yönetimi, Cumhuriyetin 100. yılını değil, ama sloganlaştırdığı “Türkiye Yüzyılı” adıyla, onun yıldönümünde kendi 20 yıllık iktidarını kutladı. Erdoğan, Cumhuriyetin ve örneğin Sümerbank, Etibank, Kula Mensucat, şeker fabrikalarının… kurulması türünden başardıkları üzerinde hiç durmadı, bu ve benzeri konularda tek söz bile etmeyerek Cumhuriyeti ve kuruluşunu hiç önemsemediğini açıkça ortaya koydu. Üstelik nasıl etsindi, tümünü özelleştirmiş, satıp savmıştı. 20 yıllık iktidarının “başarıları” üzerinde durdu, onları anlatıp sergiledi.
Boğaz’da, donanma, kısa mesafelerde inip kalkabilen F-35’ler için tasarlanan, ama Türkiye projeden dışlanınca SİHA ve helikopter gemisi olduğu söylenerek övünülen TCG Anadolu’nun peşi sıra 100 savaş gemisiyle resmi geçit yaptı. Erdoğan “öyle olmaz, böyle olur” demek istiyor gibiydi. “Türkiye Yüzyılı” kutlaması, henüz adı takılmamıştı ama, Erdoğan’ın “yeni Cumhuriyeti”nin kutlamasıydı.
Erdoğan-AKP’nin “Cumhuriyetin 100. Yılı”nı değil ama “Türkiye Yüzyılı”nı kutlamasının nedeni, tabii ki Erdoğan’ın Sümerbank ve Etibank gibi Cumhuriyetin inşa ettiği fabrikaları hiç pahasına satmış olması değildi. Erdoğan, açıktan Cumhuriyet karşıtı tutumunu herkesin gözüne sokarak bir kez daha ortaya koydu. Bunu, 100. yıl kutlaması yerine kendi “Türkiye Yüzyılı” kutlamasını geçirmesi ve siyasal İslam dışında tüm burjuva akımların yücelttiği “Gazi Mustafa Kemal” sözcüklerini ağzına sadece bir iki kez almasının yanında seçtiği kutlama mekanıyla da yaptı. Kutlama mekanı, Vahdettin Köşküydü.
O Vahdettin ki, son Osmanlı padişahıdır ve Cumhuriyetin ilanından birkaç gün önce bir İngiliz zırhlısına binip ülkeden kaçmış ve zaten Cumhuriyetin ilanından üç gün sonra da Saltanat kaldırılmıştır. Ülkeden kaçışı zorunluluktandır; İstanbul’u işgal eden İngilizlere teslim olmakla kalmamış, Saraya bağlı kuvvetler Kurtuluş Savaşının karşısında yer alarak Kuvayı Milliye ve Ankara Hükümetine bağlı kuvvetlere karşı bir dizi ayaklanma örgütleyip teşvik etmiş ve Kurtuluş Savaşına silahla karşı koymuştur. Tipik bir vatan hainidir Vahdettin. Ve Erdoğan kendisini yeterince güçlü hissettiğinden 100. Yıl kutlamasını dönüştürdüğü Türkiye Yüzyılı kutlamasını, açık bir mesaj olarak, onun adı verilen köşkte düzenlemekten kaçınmamıştır.
Erdoğan’ın Kurtuluş Savaşı ve ona başkomutanlık yapmış Mustafa Kemal karşısındaki tutumu, gücü ve ittifakları çerçevesinde izlediği taktik tutumlar olarak değişkenlik gösteregeldi. İktidarı öncesinde gerçek düşüncesi farklı olmakla birlikte takiye yaptı ve renk vermedi. İlk iktidar yıllarında da böyle davrandı. Sonra, Gülenle ittifak döneminde Ergenekon davaları açarak dönemin “Kemalist” iddialı generalleri dahil muhaliflerine saldırırken, M. Kemal’den, yanına İsmet İnönü’yü de katarak “iki ayyaş” olarak söz etti. Ardından önce yine Kemalistlik taslayanlar ve sonra “Atatürk milliyetçisi” olduğunu ileri süren MHP ile ittifak zorunda kaldığında bir adım geri atarak, söylemini yumuşattı. Şimdi yine MHP ile ittifak zorunluluğuna rağmen Vahdettin vurgusu yapmaktan geri durmuyor.
Erdoğan sadece Vahdettinci değil, ama Abdülhamitçidir de. Onu “Ulu han, Abdülhamid Han” olarak anar. M. Kemal ve Kurtuluş Savaşı karşıtı/düşmanı bir çevrede büyüyüp serpilmiş; Necip Fazıl Kısakürek’i “üstad”, Kadir Mısırlıoğlu ile bir dönem TBMM Başkanlığı da yapan eski MTTB başkanı İsmail Kahraman’ı “ağabey”, sık sık şiirlerini okuduğu kendine özgü İslamcı Sezai Karakoç’u büyük şair ve düşünür bilmiştir. 28 Şubat’ın ardından “hocası” Necmettin Erbakan’ı terk etmekte sıkınca görmeyerek kendi hedefine ilerlemiş, düşünsel ve politik gıdasını her daim şeriatçı İslami hareketten almıştır. Taktik tutumlar bir yana, siyasal İslam, Sultanlığı lağvederek Cumhuriyet ilanının, tarikatların yasaklanmasının, Arap harfleri yerine Latin alfabesinin kabulünün başını çeken M. Kemal’e düşmanca duygular beslemiş ve buna uygun politik tutumlar sahibi olmuş, önüne ilk fırsatta şeriat ilanını koymuştur.
Kurtuluş Savaşı, ürünü olarak kurulan Cumhuriyet ve oluşturulan ulus devlet, tümü, belirli bir anti-emperyalizmle ulusa ve ulusallığa dayalıdır. Erdoğan ve siyasal İslam ise, “yerli-milli” propagandasına bakılmasın, ümmetçidir. Ulusa ve ulusallığa değil, yüce bildiği ümmete ve ümmetçiliğe dayanır. M. Kemal’in ne milliyetçilik ne de devletçilik ilkeleri ona göredir. Üstelik gösterdiği “muasır medeniyete ulaşma” hedefine TCG Anadolu “uçak gemisi” ve başta SİHA’lar olmak üzere geliştirdiği savaş sanayisiyle Türkiye’yi kendisinin ulaştırdığını iddia etse bile, M. Kemal’in batıcılığı ve gösterdiği “Batılılaşma” hedefiyle de anlaşmazlık halindedir. Gözü doğuda, “İslam Alemi”ndedir! Örnekse M. Kemal ve ilk dönemlerinde Cumhuriyet, ağızlar sütten yandığı için yoğurdun üflenerek yenmesi misali savaşlardan duyduğu ürküntüyle, başlangıçta Musul ve Kerkük’ü zorlamış ve uygun koşullarda Hatay’ı ilhak etmiş olsa bile, zorunluluktan “yurtta sulh cihanda sulh”u dış politikasının temeli yapmışken, Erdoğan şüphesiz farklı koşullarda, önce “yeşil kuşak” ve eş başkanlığını üstlendiği “BOP” çerçevesinde batılı emperyalistlerin ileri müfrezesi olarak ve sonra emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanıp kendi özel çıkarlarını elde etmeye yönelerek, sonuçsuz kalmakla birlikte, özellikle Ortadoğu’da yayılmacılığı dış politika edinmiştir.
Tüm bu nedenlerle Erdoğan’ın Cumhuriyet ve 100. yıl kutlamalarına yakınlık duymayıp yerine Vahdettin köşkünde Türkiye Yüzyılı kutlamasını geçirmesinde anlaşılmayacak ve hele şaşılacak şey yoktur. Erdoğan ve AKP’sinin Cumhuriyete ve M. Kemal’e yakınlık duyması için bir neden yoktur. Tersine, rekabet duygusuyla yüklü ve rövanşist eğilimde olduğu tartışmasızdır.
Erdoğan’ın tek adam yönetiminin dincilikten ibaret olmayıp tekelci burjuvazinin sınıf iktidarının bir biçimi olduğu şüphesizdir. Burjuvazinin diktatörlüğü olarak tekellerin egemenliğinin Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilanıyla kuruluşuna girişilen burjuvazinin egemenliğinin çoktandır vardığı yer olduğu da su götürmez ve Erdoğan’ın tek adam yönetimi, onun güncelliğidir. Ancak yine de hem sınıfsal hem de ideolojik ve politik farklılıklarıyla Erdoğan’la M. Kemal ve kuruluş ve ilk gelişme dönemlerinin Cumhuriyetiyle günümüz Cumhuriyeti birbirlerine fazlasıyla uzaktır. Uzaktır, ancak, bu uzaklık, TKP ve Sol Partinin ileri sürdüğü “1923 Cumhuriyetinin sonu” ve “Cumhuriyet’in tasfiye edilerek yıkılması” anlamına gelmiyor. Cumhuriyet, şüphesiz kuruluşundan bugüne farklılaştı, ama sonuna gelinmediği ve –en azından henüz– yıkılmadığı da bir gerçek. Ne yeniden saltanat ilan edildi ne de monarşiye geçildi, sadece 1923’te açılan yoldan bugüne gelindi. Geçerli olan, hala burjuva egemenliği ve devletinin bir biçimi olarak Cumhuriyettir.
Tekeller ve 100. Yılında Cumhuriyet
Cumhuriyetin 100. Yılını sadece CHP ve günümüzde –yasamayla yargıyı da önemli ölçüde kendisine bağlayarak– cumhuriyetin yürütme koltuklarına kurulmuş olan AKP ve Erdoğan kendi kavlince kutlamakla kalmadı. Bankalar başta olmak üzere mali sermaye ve tekeller kutlamalarla ilgili olarak kendilerini herkesin gözünün ta içine kadar soktular. Birkaç gün öncesinden başlayan sonu gelmez reklamlar azalarak uzunca bir süre sürdü.
İstisnasız hemen her banka, mudi kaybetmemek için olmalı, biri diğerinden geri kalmamacasına, art arda TV ve sair yayınların reklam kuşaklarını boydan boya işgal etti. AKP-Erdoğan’dan az farkla, M. Kemal’e, sarı saçlarıyla mavi gözleri ve konuşmalarına, geçmiş siyah-beyaz görüntülerle yeni renkli kurmaca görselliklerden birbirine geçişlerle kolajlar yaparak yer verdiler. M. Kemal, Cumhuriyet ve 100. Yılına odaklanmış göründüler, reklamların kurguları böyleydi. Bu yönüyle AKP-Erdoğan’dan daha görmüş geçirmiş ve olgun görüntü verdiler. “Bırakın Cumhuriyetle 100. Yılını canım, asıl olan Türkiye Yüzyılı ve bizim yaptıklarımız” içerikli silah sanayii, gemilerle vb. yüzyılın son yirmi yılına yapılan vurguyla “görmemişin oğlu olmuş…” havasında değillerdi. Reklam reklamdı ama, tekellerinin yalnızca adlarına yer verseler bile, gerçekte tümü kendi reklamlarıydı. “100. Yılda biz”, şu tekel, bu banka demeye geliyordu tümü. Üstelik önemli bir bölümünde sadece adlarına yer vermekle kalmayıp M. Kemal kadar kendileriyle ürünlerinin tanıtımına yer ve zaman ayıran hiç de az değildi ve bu yönüyle AKP-Erdoğan’a yaklaştılar.
Hakları değil mi?
Cumhuriyetle kurulan burjuvazinin egemenliği ve sömürücü sınıfı olduğu kapitalizmin önemli bir sektörü reklamcılık. Tekellerin, özel olarak mali tekeller olan bankaların reklam yapmaları kadar, M. Kemal ve 100. yılıyla Cumhuriyeti reklamlarına konu etmelerine kapitalizm koşullarında herhalde kimse bir şey diyemez. Suç değil, cezası yok! Ve hakaret etmedi, övdüler.
M. Kemal ve Cumhuriyeti reklam yoluyla kendi çıkarlarına alet ettikleri şüphesiz. Ne kadarı övgü ne kadarı çıkar ve M. Kemal’le Cumhuriyet üzerinden müşteri cezbederek kârlarını artırma –bunu tartma olanağı yok kapitalizmde. Üstelik kapitalizmin mantığına aykırı bir şey yok yaptıklarında. Eskiden belki küçük ölçekli olarak ağrı kesici “Gripin” vb. reklamı yapılıyordu, kapitalizm gelişip tekelleştikçe işler büyüdü. Şimdi M. Kemal’le Cumhuriyet de reklam nesnesi olabiliyor!
Öte yandan kapitalizm, Türkiye’de M. Kemal ve Cumhuriyetle tarih sahnesine çıkmadı. 1800’lere dayanıyor geçmişi. 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında Osmanlı’da hem sanayi ve hem de tarımda fazla büyük olmayan kapitalist işletmeler ortaya çıktı.
Gerçi liman kentlerinde Levanten adıyla yabancı kapitalizmle işbirliği yaparak yabancı menşeli malların ithaline ve ülkenin daha çok tarımsal ürünleriyle maden filizlerinin ihracına aracılık yapan komprador nitelikli bir ticaret burjuvazisi palazlanmıştı. Çoğu “gayrı-Müslim”di ve pek azı Türktü. Yabancı kapitalizmin işbirlikçisiydiler. Merkez Bankası işlevini de üstlenen Osmanlı Bankası bir yabancı kuruluştu. 1856’da doğrudan İngiliz sermayesiyle kurulmuş, 1863’te Fransızlar da ortak olmuştu. Sanayi alanında da, İngiliz-İsviçre ortaklığıyla Kartal’da konserve, Beykoz’da İngiliz sermayeli kağıt ve Bomonti’de bira, Küçükçekmece’de kibrit (Osmanlı Kibritleri Anonim Şirketi) Paşabahçe’de Fransız sermayeli mum, Yedikule’de İngiliz-Fransız ortaklı iplik, Beykoz’da İtalyan sermayeli cam fabrikaları gibi yabancı yatırımlar bulunuyordu.
Yanı sıra devlet işletmeleri vardı Osmanlı’da. Herhalde ilk modern denebilecek fabrika makine ve su gücüyle çalışan Beykoz Çuha fabrikasıydı ve 1805’te kurulmuştu. Yine Beykoz’da kağıt, 1830’ların başında aynı bölgede tabakhane ve ayakkabı, 1827’de Eyüp’te iplik eğirme fabrikalarıyla 1835’de Haliç’te kurulan feshane ilk örneklerdir. 1842’den itibaren Yedikule-Küçükçekmece sahil bölgesi hafif ve tarımsal sanayi yatırımlarıyla neredeyse bir sanayi bölgesine dönüşmüştür. 1843’te feshaneye yün dokuma fabrikası eklenmiş; aynı yıl Zeytinburnu’nda, bir yıl sonra Beşiktaş’ta demir döküm, 1848’de Veliefendi’de basma, 1884’te Paşabahçe’de şişe ve cam fabrikası kurulmuştur.
1851’de Boğaz’da ulaşımı sağlamak üzere kurulan Şirketi Hayriye ise ilk anonim şirkettir. İki bin hissesinden 830’u Sultan Abdülmecid (100), Valide Sultan (50), Sadrazam Reşit Paşa’dan (30) başlayarak aralarında Şeyhülislamın da olduğu saraylılar, vekiller, valiler gibi devlet memurlarının, geri kalanları banker ve sarraflar türünden servet sahiplerinin elindedir. Dersaadet Tramvay Şirketi, 1869’da, 40 yıllık işletme imtiyazını bir Rum kapitalistin almasının ardından yerli-yabancı sermayeli bir anonim şirket olarak kurulmuş, vagonlar raylarda atlarla çekilerek işletilmiş, 1939’da hükümetçe satın alınmıştır.
Sözü edilen yabancı sermayeli ve kimi anonim şirket durumundaki devlet yatırımlarının hemen tümü İstanbul’dayken, yine 19. yüzyıl boyunca Anadolu’nun çeşitli kentlerinde oldukça yaygın olarak tuğla, kiremit atölyeleri türünden işletmelerle özellikle Marmara, Ege ve Çukurova’da tarımsal işletmeler bulunmaktadır.
Yine de liman kentlerinde yabancı sermayeyle işbirliği halinde dış ticarette aracı rolünü üstlenen komprador burjuvazi (Levantenler) ile yabancı sermaye ve devlet yatırımları ve daha gelişkin olmakla birlikte İmparatorluktan kopan Selanik merkezli batı Trakya ve Bulgaristan bir yana, Anadolu’da kapitalizm ağırlıklı olarak ticaret kapitalizmi niteliğiyle gelişmiştir. Kurtuluş Savaşının arifesinde, ticaret, çözülmeye başlamakla birlikte önemi ve ağırlığını korumakta olan feodal üretime bağlanmış tefecilikten tamamen ayrışmamıştır; ticaret burjuvazisi, önemli ölçüde tefeci-tüccar niteliklidir. Sanayi burjuvazisiyle birlikte, kapitalist ilişkilerin asıl ağırlığını üstlenmiş olan ticaret burjuvazisi, Saray çevresinde yer almayan ve işgale karşı çıkan toprak ağalarıyla ittifak kurarak Kurtuluş Savaşı’na önderlik etmiştir.
Kapitalizmin fazla gelişmemiş olmasının yanı sıra, kişisel olarak önderlerin, genellikle I. Emperyalist Savaş’ta yenilen Osmanlı’nın dağılıp terhisi dayatılan ordusunun subayları arasından çıkmasından hareketle ve kuşkusuz Cumhuriyet sonrasındaki yoğun “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” propagandasının etkisi altında ileri sürülen –İzmir İktisat Kongresinde kararlaştırılan teşvik politikaları yoluyla– “burjuvazinin sonradan yaratıldığı” idealist analizinin yanlışlığının altını bir kez daha çizmeliyiz. Anlı şanlı iktisatçılar da dahil birçok kişinin Cumhuriyetin 100. Yılı ile ilgili olarak kaleme aldıkları metinlerde hala yaygın olarak savundukları bu tez sınıflar üstü olduğu kadar gerçeğe de aykırıdır. Hele savaşların ve işin silaha döküldüğü politik çatışmaların kişisel önderlerinin genellikle toplumların en örgütlü ve eğitimli kesimlerinden olan orduları içinden çıkmasının anlaşılmayacak hiçbir yanı yoktur ve üstelik bu Osmanlı/Türkiye’ye özgü de değildir.
General ve üst rütbeli subaylarının öne çıkarak dağılmış Osmanlı ordusunun kalıntılarını toparlayıp Kurtuluş Savaşının gidişatında söz sahibi olması, bu savaşa, ne kişisel olarak bankaların reklamlarında örneğin sarı saçlarıyla mavi gözlerine odaklanılan M. Kemal’in, ne de mensup olduğu ileri sürülen sınıflar üstüleştirilmiş “asker-sivil zümre”nin önderlik etmiş olduğunu gösterir. Öte yandan asker-sivil bürokrasi zaten üstelik, iki sınıfın birbirlerine güç yetiremedikleri geçici denge durumlarında istisnai olarak gündeme gelebilecek Bonapartizm bir yana, aristokrasinin ya da burjuvazinin hizmetindedir. Osmanlının son yıllarında sözü edilen “denge” durumu oluşmamış ve gerek 1908 Devrimi ve İttihat Terakki’nin iktidarı ele geçirmesinde, gerekse Anadolu’nun işgali günlerinde birçoğu Sarayın emrine amade kalırken, bir bölümü işgale karşı burjuvazinin çıkarları doğrultusunda isyanı örgütlemeye yönelerek Kurtuluş Savaşında burjuvazinin “vurucu gücü” olmuştur. İlkinde burjuvazi Saray merkezli aristokrasiyle iktidarı paylaşmış, ikincisindeyse onların ittifak gücü Levantenlerle birlikte Saltanata da son vererek kendi iktidarını kurmuştur. Bir burjuva temsili organı olan ve savaşı da yönetecek parlamentonun savaş içinde oluşturulması, bölgelerini temsil eden vekillerin başta eşraf olmak üzere üst sınıfa mensup olmaları, gücün, Demirci Efe ve Çerkes Ethem gibi başlangıçta direnişi örgütleyen düzensiz güçler bertaraf edilerek, yeniden örgütlenen eski Saraylı düzenin önemli bir güç merkezi durumundaki düzenli ordunun elinde toplanması, Sovyetler Birliği ile zorunlu olarak kurulan ama dikkatle geliştirilen ilişkiler kadar savaş içinde İtalyan ve Fransızlarla yapılan anlaşmalar ve genel olarak emperyalistlerle ilişkilerin tamamen koparılmaması, Cumhuriyet ilanı ve İzmir İktisat Kongresinin örgütlenmesi türünden izlenen politikalarla Kurtuluş Savaşı ve sonrasına damgasını vuran pozitivist ideoloji de, önderliğin zayıf anti-emperyalizmiyle burjuva niteliğini belirtir.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilanı Kemalist hareketin damgasını taşır. Kemalist hareket, fazla gelişmemiş kapitalizm koşullarında örgütlenmiş, ağırlıklı olarak tefeci-tüccar nitelikli ulusal burjuvazinin anti-emperyalist hareketidir. “Ya istiklal ya ölüm” parolasına karşın, gerek bir üst sınıf hareketi olması, gerek ticaret burjuvazisinin henüz feodalizmden bütünüyle kopmamış oluşu, gerekse de bir kısım toprak ağalarıyla ittifakı nedeniyle bu burjuvazi ve hareketinin burjuva dünyasının önde gelenleri olan emperyalistlerle uzlaşmaya tamamen kapalı olmaması dolayısıyla anti-emperyalizmi zayıftır.
Bütün bu nedenlerle, bankalarla genel olarak tekellerin, reklam verme yoluyla ve kendisiyle ürünlerini tanıtmaya ağırlık vererek de olsa Cumhuriyetin 100. Yılına sahip çıkıp kutlaması anlaşılmaz değildir. Tekeller, Cumhuriyetle, günümüzde dizginlerini sıkıca ellerinde tuttukları burjuvazinin iktidarının kuruluşunu kutladı ve kutlamaya kuşkusuz hakları var. Çünkü her şeyden önce, Cumhuriyetle, bugünkü kendi egemenliklerinin temel bir adımı atılmış ve yolu açılmıştı.
Ancak bu, tekellerin, günümüzde 100. Yılını kutladıkları Cumhuriyeti ne ilan eden burjuvaziyle ne o burjuvazinin temsilciliğini yaptığı kapitalizmle ne de M. Kemal ve Kemalizmle bir ilgisi olduğu anlamına gelir.
Kemalist burjuvazi, şüphesiz, günümüzün büyük burjuvazisi gibi tekelci burjuvazi değildi; mali sermayeye değil, sınai ve ticari sermayeye dayanan, henüz tekelleşmemiş, emperyalizmle işbirliği ilişkisi içinde olmayan bir burjuvaziydi. Henüz kapitalizm de ulusal nitelikli sınai ve ticari bir kapitalizmdi, ama tekelci kapitalizm değildi. M. Kemal ve Kemalist hareket cılız olsa bile anti-emperyalistken, günümüzün bankalarıyla sair tekelleri uluslararası burjuvazinin parçasıdır ve işbirlikçi niteliklidir, anti-emperyalizmin yanından bile geçmemişlerdir! Dolayısıyla Cumhuriyet kutlamacılıkları geçmişlerini sahiplenmenin ötesine geçmez ve halkın gözünü boyamaya yöneliktir.
Tam da bu nedenle, günümüzün tekelleri, sahip çıkıyor görünseler de, Kemalizmin özüne, anti-emperyalizmine, devrimci ulusal karakterine ilişkin tek laf bile etmezler. Geriye, sarı saçlarla mavi gözlere, en ileri gittiklerinde Arap harflerinin yerine Latin Alfabesinin geçirilmesi türünden yukarıdan reformlara odaklanma seçeneği kalır. Tekeller de öyle yaptı.
Bahçeli’nin ‘Osmanlı-Cumhuriyet’ sentezi
Bahçeli Türk milliyetçiliğinin mümtaz reislerinden. Üstelik güçlendirici olduğunu düşünerek olmalı, savunduğu şeyin “Atatürk milliyetçiliği” olduğu iddiasında. Bu, Cumhuriyetin 100. Yılına, temel motifi dincilik olan Erdoğan’dan az çok farklı yaklaşmasını zorunlu kıldı. Bahçeli, Erdoğan’la farklılığı ileri sürülen konularda bugüne kadar ölçüsüz kıvraklıklar sergileyerek, talepkâr olduğu durumlarda bile ittifaklarının dokunulmazlığını gözetip korumayı bildi. Bu kez de öyle oldu; Bahçeli, Erdoğan “Türkiye Yüzyılı”na dönüştürdüğü Cumhuriyetin 100. Yılında M. Kemal’in değil kendisinin övgüsünü, üstelik Vahdeddin Köşkünden yaptığında oralı olmadı.
100. Yıl ve Cumhuriyet övgüsü yapmaktan kaçınamazdı, ama orta yolu bulmayı da ihmal etmedi. Hem Cumhuriyetin hem de Erdoğan’la ittifakının kadir kıymetini bilmeyi becerdi. “Cumhuriyet ilke ve hedefleriyle, halkın arzu ve amaçlarını taşıma ve temin etme niteliğiyle zorlu eşikleri aşmış, çetin imtihanlardan geçmiş, bilhassa Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle de gücüne güç eklemiştir” diyerek, “çelişme”yi çözdü.
Ancak Bahçeli’nin asıl başarısı, Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki çelişkiyi müstesna ustalıkta bir sentezle çözmesiydi. 24 Ekim tarihli TBMM grup toplantısında “Türkiye Cumhuriyeti ağaç kovuğundan çıkmamış, tesadüfen bulunmamıştır” dedikten sonra “Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun … reddiyesi, karşı cephesi, anti tezi değil, tamı tamamına aynı kaynaktan beslenip, birbirini tamamlayan iki Türk devletidir” diye ekledi. Üstelik, Kurtuluş Savaşı sürecinde Ankara Hükümetine karşı kışkırtılan ayaklanmaları da kapsayarak, Saraya bağlı kuvvetlerle milli kuvvetler arasında çok sayıda silahlı çatışma yaşanmasına karşın, “fes giyip mukadderat ve mukaddesat savunması yapanlarla kalpak giyip Milli Mücadele’yi gerçekleştirenler hiç şüpheniz olmasın ki bir ve aynıdır” demekten de geri kalmadı. “Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı İmparatorluğu arasına çomak sokmak, duvar örmek, bariyer dikmek için fırsat kollayanlar” “gavur tortuları”ydı!
Noktayı “ay yıldızlı al bayrak ne kadar bizimse üç hilal de o kadar bizimdir, kıyamete kadar da bu gerçek asla değişmeyecektir” sözleriyle koydu. MHP’nin de bayrağına koyduğu “üç hilal” burada Osmanlı’yı temsil ediyor ve Bahçeli zaten birbirinin anti-tezi değil tamamlayanı olduklarını söylediği Osmanlı ile Cumhuriyeti birlikte sahipleniyor.
Başarılı olmasa da tam bir sentez! Gerçi Erdoğan’ın baş tacı ettiği Vahdettin’in İngiliz emperyalizmine teslimiyeti ve onların ağzından konuşup M. Kemal ve Ankara Hükümetine silaha dökülen açık düşmanlık gütmesini, vatan hainliğini düşman zırhlısına binip kaçarak bizzat kendisinin ilan etmesini ihmal eden bir sentez, ama içinden çıkılması olanaksız matematiksel açıklamalarıyla kıyaslandığında, yine de bir sentez.
Bu, aslında Erdoğan’ın da yaptığı sentez. O da, 31 Ekim’deki kabine toplantısının ardından yaptığı konuşmada “Türkiye Cumhuriyeti, bizim bu topraklarda kurduğumuz son devletimizdir. Milletimizin maziden atiye uzanan yolculuğu Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan da Türkiye Cumhuriyeti’ne devrolarak bugünlere kadar gelmiştir.” demişti. Osmanlıyla yetinmeyen “16 Türk devleti” vurgusu ve onların üniformalarını giydirdiği temsili askerleri sarayının kapısına dizdiği biliniyor. Milliyetçi Bahçeli de kavimsel köklerini tabii ki sahipleniyor. Gerçekte, bu sürekliliğe CHP dahil hiçbir düzen partisi karşı çıkmıyor.
Ancak konumuz bakımından, tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolmuş diğerleri değil, hatta tartışmanın uzamasından kaçınmak açısından öncesi bir yana, başında Vahdettin olan yıkılış halindeki Osmanlıyla kuruluş halindeki Cumhuriyet arasındaki ilişki önemli.
Öncekiler bir yana, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet arasındaki tarihsel sürekliliği kimse inkar edemez. Osmanlı, örneğin bir hanedan değişikliğiyle Selçuklunun birebir devamı olmadı; Osmanlının kurucuları, Ertuğrul ve oğlu Osman, Selçuklunun uç beyleriydi, ancak Osmanlı aynı zamanda aralarındaki çelişkilerden yararlanıp kimi yöneticileriyle akrabalık ve ittifak ilişkileri kurarak Bizans aleyhine genişleyip ilerledi. 600 yıllık bir süreçte, yükselişini, gerileme ve çöküşü izledi. Çöküşü, tabii ki “ağaç kovuğundan çıkmamış” olan Cumhuriyete toprağın sürülmesi olarak hizmet etti. M. Kemal de öncesiz değil. Cumhuriyete doğmadı. Toprak kayıpları ve çözülüş döneminde, Libya’da, ardından I. Emperyalist Savaşta Ortadoğu’da, Çanakkale’de Osmanlının toprak kayıpları ve çöküşünü önlemek için çaba harcadı. Bir Osmanlı paşasıydı. Savaş Osmanlı’yı parçalayarak sona erer, toprakları işgal edilir ve emperyalistlere boyun eğip işbirliği ve ihaneti çözüm sayan son Sultan Vahdettin tümüne çanak tutarken, M. Kemal, paşa ve daha küçük rütbeli arkadaşlarıyla Osmanlı işbirlikçiliğinden ayrıştı. Artık Osmanlı da, paşası da değildi ve burjuvazinin çıkarlarını yurdunu seven herkesin çıkarıymış gibi göstererek kazanmaya yöneldiği halkı, emperyalizm ve Yunanistan gericiliğine karşı mücadeleye seferber etmeye girişti. Başarılı oldu ve Cumhuriyetle burjuvazinin iktidarını ilan etti.
Bir tarihsel süreklilik tabii ki var, ama aynı zamanda Osmanlıdan kopuş da var ve Bahçeli’nin inkar ettiği, bu kopuş. Cumhuriyet, tarihsel olarak Osmanlı’nın yerini almış olsa bile, şüphesiz Osmanlının reddiyesi ve anti-tezi. Böyle olmasa, iktidar değişikliği açıklanamaz. Osmanlı’da burjuvazinin İttihat Terakki ile bir ucundan ortak olduğu iktidar Saray etrafında birleşmiş komprador burjuvazi ve merkezi feodalitenin iktidarıyken, Cumhuriyetin burjuva devletin kuruluşunun ilanı oluşu ilk kanıttır. Ankara Hükümeti, savaş içinde açıkça ilan edilmese de İstanbul Hükümeti ve arkasındaki emperyalistlere karşı kurulmuştu. Cumhuriyet ilanının hemen ardından gelen Padişahlığın ve az sonra Hilafetin lağvı kopuşun ikinci kanıtıdır. Üçüncüsü, Sultanlık, bir ulusal devlet, bir Türk devleti değil, ama ümmeti esas alan hanedan devletiyken, Cumhuriyetin bir ulusal devlet olması ve ulusun egemenliği olarak ilan edilmesidir. Olağan zamanlarda belki gerçeklerin tersyüz edilmesi aldatıcı olabilir. Ancak işin gelip savaşa dayandığı Kurtuluş Savaşı koşullarında Bahçeli’nin “fes giyip mukaddesat savunması yapanlarla kalpak giyip Milli Mücadele’yi gerçekleştirenler[in] bir ve aynı” olduğu iddiası tutmaz. Mukaddesat savunması yapanların başındaki Halife Sultan Vahdettin emrindekileri emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda kalpaklı milli mücadelecilerin üzerlerine sürmüşken, iki tarafın “bir ve aynı” oldukları iddiasına kargalar bile güler. Dördüncüsü, laikliği benimseyerek tarikatlarla tekkeleri yasaklayan ve eğitimin birliğini ilan eden Cumhuriyet, başında Halifesiyle şeriatı benimsemiş bir din devleti olan Osmanlı’nın şüphesiz anti-tezidir ve bu gerçeğin bir dinsel kelam olan “gavurluk” ile bir ilgisi olamaz. Tersine, aralarında bunca aykırılıklar varken, ikisinin “aynı kaynaktan beslenen ve birbirini tamamlayan iki Türk devleti” olduklarını iddia etmek, her şey bir yana, M. Kemal’le Vahdettin’i aynılaştırmak olmasa bile benzeştirmektir. Bu, oldukça ikna edici bir “Atatürk milliyetçiliği” olur!
Bu noktada, 24.10.2023 tarihli Sol Haber’de konuyu değerlendiren Fatih Yaşlı’ya kısa bir not düşmemek eksiklik olur. Bahçeli karşısında benzer görüşte olduğumuz Yaşlı’nın, “yeni rejim[in] Mustafa Kemal’i bir Osmanlı paşası gibi göstererek onun radikal devrimciliğini silikleştirmeye, Osmanlı’nın devamı olduğunu öne sürerek Cumhuriyet’in kopuşçu, laik, aydınlanmacı karakterini önemsizleştirmeye çalışmakta” olduğunu ileri sürerek, düşüncelerini savunmak için abartıya ihtiyacı olmamalıydı. M. Kemal’in “bir Osmanlı paşası gibi gösterilmeye çalışıldığı”nın söylenmesi gariptir; çünkü onun ömrünün önemli bir bölümünü bir Osmanlı paşası olarak geçirdiği gerçektir; sadece son yirmi yılını Osmanlı üniformasını çıkarıp atarak sürdürmüştür. Kemalist laiklik tartışmalı bir laiklik[1] olsa da Cumhuriyetin bir kopuş olduğu ve Aydınlanmacı karakteri doğruyken, M. Kemal’in “radikal devrimciliği” iddiası abartıdır ve tarihsel gerçeğe uymaz.[2] Kemalist hareket, örneğin küçük burjuvazinin radikal bir devrimci hareketi değil, ama savaş içinde bile emperyalistlerle belirli uzlaşmalar içine girmekten kaçınmayan üst sınıflara özgü zayıf anti-emperyalizmiyle ulusal devrimci bir harekettir ve örneğin bir toprak devrimi olarak derinleşmek bir yana bu ihtimale karşı tutum almıştır. Cumhuriyetin Osmanlı’dan bir kopuş olduğunu savunmak için gerekli olmayan bu abartılara, Yaşlı, günümüzde “Kemalistlerle ittifak yapma” önerisinin dayanağı olarak ihtiyaç duyuyor olmalıdır.
CHP: 100 Yaşındaki Cumhuriyet terörle mi kuruldu?
CHP Cumhuriyetten bir buçuk ay kadar daha yaşlı. Bu yıl, hem cumhuriyetin hem kendisinin 100. yılını kutladı. Cumhuriyete ve 100. Yıl kutlamalarına herkesten çok sahip çıkması tamamen anlaşılır.[3] Hem yaşıtı hem kurucusu. Cumhuriyetin kurucu cumhurbaşkanı M. Kemal kendisinin de kurucusu ve ilk başkanı. Kendisini, Cumhuriyetle olduğu kadar, Cumhuriyetin ilanına götüren Kurtuluş Savaşı ve Kuvayı Milliye ile de özdeşleştiriyor. Üstelik M. Kemal’i de, deyim yerindeyse putlaştırıyor.
Oysa zamanın aşındırıcılığı da değil dönüştürücülüğü CHP açısından da geçerli. Kuvayı Milliye yok artık. Kuvayı Milliyecilik de. CHP yöneticilerinin aklına, sadece AKP ve MHP gibileriyle milliyetçilik yarışına girdiklerinde geliyor. Altı Ok ile tanımladığı ilkeleri duruyor, ama M. Kemal de öleli 85 yıl oluyor. İlkelerinden geriye kalan ne? Bugün hala savunduğu ok/ilke var mı CHP’nin?
Devletçi mi örneğin CHP? Programında piyasa ekonomisini ve özelleştirmeleri savunduğu biliniyor. Yoksa halkçı mı? CHP öyle görünme çabasındaydı, ama “Altı Ok” çatıldığında da halkçı değildi, üst sınıfın örgütüydü. “Köylü milletin efendisidir” deniyordu, ama aşarın kaldırılmasıyla yetinilmişti ve köylü sürünüyordu. Burjuvazinin çıkarları esas alınmıştı. Şimdi ise köylünün efendiliğinden söz edilmiyor, akla geldikçe “emek” lafları edilse bile artık sadece genel olarak burjuvazinin, özel olarak tekellerin çıkarları savunuluyor. Son seçimlere örneğin TÜSİAD’ın çerçevesini çizdiği programla girildi. Ya laiklik? M. Kemal’in laisizmi ile bugünkü CHP’nin laisizmi arasında herhalde bir benzerlik ileri sürülemez. O tarikatları yasaklamıştı. Zamanla değişti CHP; Ecevit bile Fetullah Hoca Efendi dediği tarikatçıya kefil olmaktaydı.
Milliyetçi olmasına milliyetçi CHP. Başkalarıyla milliyetçilik yarışı bile yapıyor. Geçmişle karşılaştırıldığında aynı pozisyonda mı, peki? M. Kemal’in milliyetçiliği de, kendi milletinin üstünlüğünü esas alan bütün milliyetçilikler gibi, Türk milletinin üstünlüğünü ileri sürmüş, Kürt, Arap, Ermeni gibi Türk olmayan milletlere yönelik baskı ve dayatmayı örgütlemişti. Türk milleti dışındaki milletler ezilen milletler kategorisindendi, eşit hak arayışları kanla bastırıldı. Ancak Kemalist milliyetçilik, örneğin Kürt karşıtlığından ibaret değildi, hatta Kurtuluş Savaşına girişilirken bu karşıtlığın üzeri örtülmeye ve Kürtlerin savaşa katkısı sağlanmaya çalışıldı. 1921 Anayasası örneğin 11. Maddesinde “özerkliği” kabul etmişti. Nedeni açıktır; Kürtler yedeklenmeden ve hele bağımsızlık için mücadeleye yönelmeleri durumunda emperyalizme karşı mücadelenin başarıya ulaşılamayacağı düşünülüyordu, ki yanlış değildi. İşgale karşı mücadele ve emperyalist işgale son verilmesi ihtiyacı Kürt karşıtlığını ikinci plana iterek öne çıkmaktaydı. Bir taktik tutum geliştirildiği ve daha savaş sürürken, 1921’de Koçgiri’den başlayarak, patlak vermesi durumunda Kürt arayışlarının bastırılmasından kaçınılmadığı bir gerçektir; ancak yine de işgale karşı mücadele ve anti-emperyalizmin ihtiyaçları baskındı. Dolayısıyla Kemalist milliyetçilik ezilen milletlere yönelik olmaktan ibaret değil ve emperyalizm karşıtlığını da kapsarken, günümüz CHP’sinin milliyetçiliği tek yanlıdır. Bugün CHP açık NATO yandaşıdır; ne yaparız da ülkeye daha fazla yabancı sermaye girişi sağlayabiliriz tutumundadır.
Eh, Cumhuriyetçiliğini sürdürdüğü söylenebilir. 100. Yıl kutlamaları için epey çalıştı.
Devrimci mi CHP? Ne gezer. On yıllardır bir düzen partisi. Emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyle Osmanlı merkezi feodalizmini, siyasal örgütlenmesi olarak Sultanlıkla Halifeliği yıkarak, eski düzenin yerine yeni bir düzen kurmaya girişen CHP’den eser bile yok artık.
CHP’nin geçmişiyle bugünü arasında fark burada düğümleniyor. Ne Türkiye ne Türkiye’nin düzeni ve kapitalizmi eskisine benziyor.
Kemalist hareket ve kurduğu CHP, cılız olsa bile anti-emperyalist bir tutumla emperyalistlerle Yunan gericiliğinin işgaline karşı mücadeleyi örgütledi, bu mücadelede işgalcilere köleliği benimseyen Sultan ve Osmanlı merkezi feodalizmiyle de çatıştı. İç ve dış düşmanlarla bir hesaplaşma olarak Kurtuluş Savaşının başarıyla sonuçlanmasının iki sonucu oldu. İşgal sona erdirilerek bağımsızlık kazanıldı ve Osmanlı Sultanlığının yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Böylece yabancı çizmelerin ülke topraklarını çiğnemesine son verilirken bir burjuva modern devlet kuruluyordu. Milli devrimle gerçekleşen, bir iktidar ve düzen değişikliğidir ki, kuruluş günlerinde CHP’nin devrimciliği buradan gelmedir. Sultanın egemenliğinde simgelenen, Levantenleriyle birlikte merkezi Osmanlı feodal düzeninden burjuvazinin egemenliğine ve ulusal kapitalizmin inşasına geçiş. Cumhuriyetle bir iktidar yıkıldı ve yenisi kurularak düzenin değiştirilmesi süreci başladı.
Ya Cumhuriyetin 100. Yılını kutlayan bugünkü CHP hangi düzeni ve bu amaçla hangi sınıf iktidarını değiştirmeye talip? Bir düzen değişikliği istediği yok; talebi, AKP ve ortaklarının işbaşından uzaklaştırılması ve köhnemiş parlamentarizmin restorasyonuyla sınırlı. Çoktan kendi geçmişinden tamamen koparak, tekellerin egemenliğine ve emperyalizme bağımlılık ilişkilerine uyum sağladı.
Cumhuriyetin önünü açıp olanaklı hale getirdiği ulusal kapitalizmin gelişmesinin çoktan sonuna gelindi. Daha Kurtuluş Savaşı içinde kurulmaya başlanan, özellikle II. Dünya Savaşının ardından güçlendirilip sıkılaştırılan emperyalistlerle işbirliği ve bağımlılık ilişkileri, öteden beri ülkeye sızmaya başlayan mali sermayenin ağlarını ve etkisini yaymasıyla eşgüdümlüydü. 1952’de Türkiye’nin NATO’ya üye olması askeri bağımlılığın taşlarını döşerken, siyasal bağımlılığı da pekiştirdi. Marshall yardımlarıyla başlayarak, gelişen tek yanlı dış ticaret, sermaye ihracı, kredi ve borçlarla ağlarını yayan mali sermaye, giderek emperyalist yayılma için daha elverişli hale gelen siyasal-stratejik koşullarda emperyalistlerle iş yapmaya çoktan yatkın ve istekli olan işbirlikçiler edinmekte gecikmedi, onlarla ilişkilerini hızla güçlendirdi. Emperyalistlerle ilişkiler ülkede kapitalizmin gelişmesini hızlandırarak, başlangıçta daha çok meta üretimi ve ticaretin yaygınlaşmasına yol açar, giderek montaja dayalı sanayinin gelişmesini teşvik ederken, ulusal burjuvazi içinden emperyalizmle birleşerek işbirlikçileşen burjuva kesimler yeni bir sınıf oluşumunu temsil etmekteydi. Emperyalist sermaye tekelci ilişkileriyle birlikte geldi. Bu tekelleşme sürecinin ürünü büyük burjuvazi artık tekelci burjuvaziydi ve kısa sürede burjuva egemenliğinin doruklarına yerleşti. Düzen farklılaştı; efendileri emperyalistler olan tekellerle büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu bir “yeni” düzen hüküm sürmeye başladı. Ve CHP, kurulduğu dönemle ilk gençliğindeki ulusal burjuvazi ve toprak ağalarının egemen olduğu düzenin değil, egemenleri tekellerle büyük toprak sahipleri olan bugünkü düzenin partisi ve savunucusu artık!
Günümüz CHP’si çoktandır anti-emperyalist olmadığı gibi, geçmişte kuruluşuna giriştiği –ulusal kapitalizme dayanan– düzenden farklı olan işbirlikçi tekellerin egemen olduğu düzeni benimseyen, devrimcilikle hiç ilişkisi kalmamış bir parti.
Bugünkü CHP’nin, kuruluş ve gençlik yıllarının cılız anti-emperyalizmi ve milli devrimci niteliğiyle ilgisi kalmayışının somut bir kanıtı, Kılıçdaroğlu başkanlığında sağa kaydığı eleştirisi yaparak, CHP’yi sola çekip “fabrika ayarlarına” döndüreceğini ileri süren yeni başkan Özgür Özel’in İsrail saldırganlığıyla Hamas karşısındaki tutumu.
Henüz adayken, başkan seçildiği son CHP Kurultayındaki konuşmasında Özgür Özel, “Bir terör örgütü olan Hamas’ın bir gece yarısı attığı füzelerle yaptığı katliam, bunu araçsallaştıran İsrail’in devlet terörüne dönüştü. Biz CHP olarak İsrail’in devlet terörüne asla seyirci kalamayız” dedi.
Gazze’de halkın büyük bir desteğine sahip olan Hamas’ın İsrailli sivillere yönelik, kimi terör denilebilecek eylemlere başvurduğu açık. Ancak, buradan yola çıkarak Hamas’ın ve genel olarak Filistin direnişinin terörle eşitlenmesi, İsrail’in devlet terörü ve Filistin’deki işgal gerçeğinin üstünün örtülmesine hizmet etmektedir.
Öncelikle Filistin’de zulüm ve İsrail saldırganlığı “çatışmaların olmadığı” 7 Ekim’de başlamadı. İsrail Filistin halkına sürekli saldırıyor. Geçtiğimiz Eylül’de Cenin’deki mülteci kampına saldırıp katliam yapan İsrail bir işgal gücü ve saldırılarıyla zulmünü aralıksız sürdürüyor.
“Sivillere saldırıldı” gerekçesiyle binlercesi çocuk, on binden fazla sivil Filistinliyi, hastane, okul, cami, kilise demeden sığındıkları yerlerde hava bombardımanıyla topluca katleden İsrail’in soykırım boyutuna ulaşan saldırganlığı herhalde hiçbir gerekçeyle açıklanamaz ve onaylanamaz.
Özel’in Filistin sorununu Hamas’a daraltıp onu hedef alarak terör örgütü sayan ve İsrail saldırılarına “Hamas’ın bir gece yarısı roket saldırılarının” yol açtığını ileri süren konuşmalarının Cumhuriyetin 100. Yılıyla ilgisine gelirsek.
İsrail, 1948’deki kuruluşundan başlayarak işgal ettiği toprakları, yurtlarından sürdüğü Filistinlileri kendi ülkelerinde mülteci konumuna düşürerek, savaşlar ve yeni yerleşimciler yerleştirerek sürekli olarak genişletti. Bugün Filistin halkının elinde birbirinden tecrit edilmiş dağınık topraklar kaldı ve on binlercesi mülteci kamplarında yaşıyor. İsrail topraklarını işgal ettiği Filistin halkının ne kendi kaderini tayin etme hakkını ve hatta ne de yaşam hakkını tanıyor! Ve Filistin halkı Batı Şeria’da her gün saldırı altında yaşamaya çalışırken, en son tanık olduğumuz, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı da ilk değil. Her yıl birkaç kez saldırıyor Gazze’ye. İsrail, arkasına batılı emperyalistlerin, özellikle Ortadoğu’daki “ileri karakolu” olduğu ABD’nin bugün açıkça tanık olunan sınırsız desteğini alarak, Filistin halkına zulüm ve ölüm kusuyor.
Özel’in yanıtlaması gereken soru şu: Toprakları işgal edilmiş bir halkın direnmeye ve işgalciye karşı savaşmaya hakkı var mı yok mu? İşgale karşı savaşmak meşru bir hak mı değil mi? Hele emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi yürütmek halkların görevi değil mi?
Hamas’ın dinciliğinin ardına sığınmaya çalışmak beyhudedir. İsrail’e yönelik Filistinlilerin son baskını, İsrail’in işine öyle geldiği için “Hamas saldırısı” olarak yansıtılıyor; oysa 7 Ekim, dinci olmayanlar da içinde olmak üzere toplam 11 Filistin Kurtuluş Örgütünün ortak eylemiydi.
Erdoğan’ın Hamas’a yönelik destek açıklamasıyla, Türkiye halkının siyasal İslam ve Erdoğan’dan çekmiş olduklarının ardına sığınmaya çalışmak da beyhudedir. Müslüman Kardeşlerin Türkiye şubesi olan AKP’nin başı Erdoğan, Hamas’ı, Müslüman Kardeşlerin Filistin Şubesi olduğu için, din kardeşi olarak destekliyor.
Biz, Hamas’ın dinciliğini ne savunuyor ne de destekliyoruz. Buradan aşırılıkların da türeyeceğini ve türediğini kabul ederiz, ediyoruz. Dincilik, siyasal İslam ne Türkiye ne de Filistin halkını kurtuluşa götürebilir. Tersine başına bela açar. Bu, tartışmasız.
Ancak bu doğrulardan hareketle, emperyalizm ve işbirlikçisi işgalci saldırgan İsrail Siyonizmine karşı mücadelenin “terör”, işgale karşı mücadele edenlerin “terörist” olarak karalanması, karalamacıları iflah etmez!
Gelelim can alıcı noktaya. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin Türkiye’yi işgal etmelerinin karşına dikilerek silaha sarılan ve kurtuluş savaşını örgütleyen Türkiye halkı ve dönemin önderi M. Kemal neden “terörist” olmuyor da, Hamas ve İsrail işgaline karşı savaşan, İsrail’e yönelik son baskında yer alan diğer Filistin Kurtuluş örgütleri “terörist” oluyor? Neden bizimki Kurtuluş Savaşı, ama Filistin’inki “terörizm”?
M. Kemal ve Kuvayı Milliye işgale karşı savaşa atıldıklarında Osmanlı kurulu düzenini savunmuyorlardı. Ona karşı da mücadele yürüttüler ve sonunda yıktılar. Filistin Kurtuluş Örgütleri, niçin İsrail’in kurduğu düzene boyun eğmeyip ulusal hakları için mücadele ederek savaştığında Kurtuluş Örgütü değil “terörist”, savaşları da Kurtuluş Savaşı değil terör eylemi sayılıyor? Yoksa Kurtuluş Savaşı da “terör eylemi” ve M. Kemal de “terörist” miydi?!
Emperyalizme bağımlı kapitalist düzenin bir örgütü olması ve bu düzeni savunması CHP ve yeni başkanının temel açmazıdır. Altı okundaki devrimcilik lafta kaldığı gibi, devrimci olan emperyalizme ve işgale karşı her tutum ve eylem artık gözünde “terör” ve “terörizmdir”!
Öncelikle Amerikan emperyalizmi, peşlerine işbirlikçilerini de takarak, “uluslararası toplum” dedikleri kurulu uluslararası dünya düzenine zarar veren tutum ve eylemleri “terör” ve savunucularını “terörist” ilan etti. Bu tutumu bugün Ö. Özel ve bütün düzen yandaşları benimsiyor. AKP ve MHP türünden düzen partilerinden farklı olarak M. Kemal’i ve Kurtuluş Savaşını savunma iddiasındaki CHP ve yeni başkanı Özel, zamanında emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından –o dönem henüz “terör” ve “terörizm” ile suçlama modası olmadığından– M. Kemal’in de eşkıyalıkla suçlandığını hatırlamıyor ya da bilmiyor olamaz!
Böyle giderse, anti-emperyalizm ve devrimcilikle zaten ilgisi kalmamışken, yalana dayalı burjuva politikası gereği verdiği görüntünün de yaldızları dökülmekte ve bu noktaya sürüklenen CHP’nin ülkenin işgaline karşı anti-emperyalist bir mücadele vermiş kurucusu M. Kemal’i lafta bile sahiplenmeye hakkı kalmamaktadır.
[1] Bkz. Yalçıner, M. (2022) “Kemalist Laisizm ve TKP”, Teori ve Eylem, Sayı: 58, sf. 43.
[2] Bkz. Yalçıner, M. (2023) “100. Yılda Kemalizm ve Cumhuriyete Soldan Bakış”, Teori ve Eylem, Sayı: 61, sf. 3.
[3] Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” kutlaması olarak düzenlediği bir yana bırakılırsa, kendiliğinden kutlamalar ve çoğu yerde halkın geniş katılım gösterdiği CHP’nin düzenlediği kutlamalar dışında bilgisine ulaşabildiğimiz örgütlenmiş tek kutlama, TKP’nin üç büyük ilde düzenlediği Cumhuriyet kutlamaları. TKP, 27 Eylül’de yaptığı kutlama yürüyüşlerine çağrıda, başka selamlamaların yanında “Selamladığımız Mustafa Kemal ve arkadaşlarının iradesidir” (“100. Yılda Büyük Halk Buluşması, Halk için Cumhuriyet, Cumhuriyet için Sosyalizm”) ifadesine de yer verdi. Herhalde M. Kemal’in anti-emperyalizmiyle laik Cumhuriyetçi iradesine atıfta bulunmak istedi; ancak Kemalist hareketle ilgili kafa karışıklığı bu iradenin aynı zamanda burjuvazinin iradesi oluşunu önemsizleştirmiş görünüyor!