Bahadır Özgür[1] – İsmet Akça[2]
Söyleşi: Nuray Sancar
Son zamanlarda siyasi iktidar birtakım savaş araçlarının Türkiye’de üretiliyor olmasıyla övünüyor. Bu cihazlar önüne milli ön takısı takılarak anılıyor. Seçim döneminde ve Cumhuriyet’in yüzüncü yıldönümünde milli gemilerle, uçaklarla gösteriler yapıldı. Türkiye’de gelişen bir savaş sanayii var ve bu her fırsatta halka hatırlatılıyor. Bu milli savaş sanayiinin hikayesi nedir?
İsmet Akça: Aslında her ulus devletin daha kuruluşundan itibaren milli bir sanayi hedefi vardır ve askeri sanayi bunun bir parçasıdır. Dolayısıyla Cumhuriyet’in erken dönemlerinden itibaren de bu hedef vardı. Türkiye’de daha akın bir zamandan başlarsak asıl dönem noktası 70’lerdir. 1974 Kıbrıs Harekâtından sonra uygulanan ambargo bir NATO ülkesi ve ABD müttefiki olan Türkiye’yi bir “milli harp sanayii” kurma konusunda tetikledi. Fakat 70’lerde kapitalizmin krizi ve Türkiye’deki sermaye birikiminin seviyesi buna çok olanak sağlamadı. Önce Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıfları kuruldu. Onların bünyesinde de Aselsan, Havelsan, Tusaş, İşbir gibi şirketlerin temelleri atıldı. Bu vakıflar 1987 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı (TSKGV) adı altında birleştiler. Yine aynı dönemde 1985’te Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (1989’da Savunma Sanayii Müsteşarlığı’na dönüştü) ve ona bağlı olarak Savunma Sanayii Destekleme Fonu oluşturuldu.
Bunun önemi neydi peki?
Bunun önemi şu: Savunma Sanayii Destekleme Fonu üzerinden bütçe dışından silah sanayiine, silah sanayi projelerine, alımlarına yatırım yapacak bir ayrı kaynak oluşturuldu. Fonun meblağını yıllar boyunca takip ettiğimizde bunun giderek arttığını görüyoruz. Çeşitli vergilerden alınan yüzdeler, at yarışlarından, milli piyangodan, diğer şans oyunlarından, akaryakıttan alınan dolaylı vergiler, gelir vergilerinden kesintiler fonun kaynağını oluşturuyor. Kamu kaynakları bütçe dışı bir havuzda toplanmış oluyor.
İkincisi bu kaynak Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin de dışında duruyor. Bu fonda biriken mali kaynak Türk Silahlı Kuvvetlerini Modernizasyon projeleri için kaynak oluşturuyor. 1985’te 10 yıllık toplam 12 milyar dolar olarak ilan edilen modernizasyon projesinde 1996 yılında bir revizyona gidiliyor ve 30 yıl için 150 milyar dolar olarak ilan ediliyor. Türkiye sermayesinin o dönemde büyük yatırımlar yapabilecek kadar güçlü bir ölçeği yok. Dolayısıyla daha sonra göreceğimiz bir iştahı da yok.
Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı üzerinden sadece silah sanayisine yatırım yapacak olan şirketler kuruluyor. Bunlar Aselsan, Havelsan, Roketsan, Tusaş, TAİ gibi, sektörün dev şirketleri ki hala öyleler. Bunlar adeta yarı kamu yarı özel şirketler. 15 Temmuz’dan sonra çıkarılan KHK düzenlemelerine kadar TSKGV’yi, dolayısıyla bu şirketleri esas olarak Genelkurmay kontrol ediyor ve yönlendiriyor.
1990’ların başında Kürt sorununun militarizasyonu ile birlikte özel bir askeri stratejiye geçiliyor. TSK’nın “düşük yoğunluklu savaş” stratejisi çerçevesinde hem organizasyonel hem de teçhizat (helikopterden gece görüş dürbünlerine kadar) açısından yeniden yapılandırılması gerekiyor. Bu durum da 1990’lı yıllara damgasını vuran finansal krizlere rağmen askeri harcamalarda kesintisiz bir artış yaratan faktörlerden biri.
Türkiye silah alımı bakımından büyük oranda dışa bağımlı bir ülke ama bunun yanı sıra kendisi de bazı girişimlerde bulunuyor. Bu nasıl ve niye gündeme geldi?
Nasıl hesaplandığı çok belli değil ama Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaçlarının yerli üretimle karşılanma oranı 2000’lerin başına kadar yüzde 25. Yüzde 75’i ise ABD, Almanya, Fransa, İspanya, İsveç, Kanada ve diğer Avrupa ülkelerinden veya ortak projelerle karşılanıyor. Bunlar dünya silah pazarını kontrol eden ülkeler. En büyük pasta tabii ABD’nin. 2000’lerin başına kadar süren bu dönemde, Savunma Sanayii Müsteşarlığı kaynaklarıyla yapılan projeler, TSKGV şirketlerinin angaje olduğu ortaklıklarla yapılan projeler söz konusu. Örneğin F16’ların belli parçalarını üretmek gibi. Adı geçen ülkeler teknoloji aktarımı yapmıyor ama daha basit parçaların üretimini Türkiye’ye bırakıyor. Bir tür montajcılık talep ediyor. Bu süreçte offset anlaşmaları, patent anlaşmaları derken Türkiye silah sanayisinin gelişimi de gerçekleşiyor.
2004’e gelindiğinde bu durumun yerli savaş sanayisini geliştirmediğine dair bir değerlendirme ve ona eşlik den bir strateji değişimi gündeme geliyor. 2004’te bir yasal düzenlemeyle artık başka bir eğilim ortaya çıkıyor. Silahlanmada dışa bağımlılığı % 50’lere çekmek üzere, ortak üretime dayalı tedarik anlaşmalarına dayalı modelin terk edilmesi ve yerli silah üretimine ağırlık verilen bir modele geçiş kararı alınıyor. Böylece, ulusal şirketlerin ana yüklenici olduğu yeni “savunma sanayii projeleri” başlatılıyor.
Bu eğilim değişikliğine yol açan iktisadi ve siyasal koşulları biraz daha açmakta yarar var?
Bahadır Özgür: 80’lerden itibaren şöyle bir tablo var: Devletin kurduğu büyük şirketlerin yanı sıra Koç, Nurol, BMC gibi özel şirketlerin devreye girdiği görülüyor. Bunlar kamu kurumlarıyla işbirliği yaparak büyüdüler. Bu şirketler, yabancı silah tekelleriyle de patent ve iş birliği anlaşmaları yaptılar. 90’lar ise hem militaristleşmede hem de askeri sanayide ciddi değişimlerin olduğu yıllar. Bunun da başlıca sebeplerinden birisi Kürt sorunu elbette. Milli güvenlik anlayışına göre, tehdit olarak Kuzey Irak ve Suriye’nin belirlenmesi askeri sanayide de buna uyumlu bir değişimi beraberinde getirdi. Hatırlayalım; Diyarbakır’da Newroz gösterilerine karşı kullanılan panzerler nedeniyle Almanya ambargo tehdidinde bulundu. Batılı ülkelerle silah anlaşmalarında, çıkarlar çerçevesinde, Türkiye’ye belli kısıtlamalar konulabiliyordu.
90’lardaki değişimin ikinci ve küresel boyutu ise Sovyetler ve ‘Doğu Bloku’ dağıldıktan sonra NATO’nun yeniden yapılanma süreci. Türkiye dahil olduğu Batı Blokunun ihtiyaçları çerçevesinde payına düşen iş bölümüne uygun bir rotaya girdi. NATO, sınırlarının en doğusunda yer alan Türkiye’den zaten ordusunun güçlü olmasını bekliyor. Özellikle kara gücünü yenilemesi isteniyordu. Hava gücü bakımından zaten NATO’ya bağımlı ve onun güvenlik şemsiyesi altında. Dolayısıyla sermaye asıl olarak kara kuvvetlerinin güçlendirilmesine yöneldi.
İlk konu da tank meselesiydi. ABD, Irak’ta kullanıldığı Abrahams tanklarını önerdi ve bunun modernizasyonunu da üstlenmesini istedi. Türkiye ise geçmiş deneyimlerden dolayı bu türden bir bağımlılığı bitirme niyetindeydi. Reddetti. Öyle bir yönelim, zırhlı ihtiyacınızın yıllar boyu bağımlı kalması demek. İki alanda bir yeniden yapılanma planı hazırlandı. Tank ve gemi.
Kısaca, NATO’nun tehdit algısını yenilemesi ve bu kapsamda Türkiye’ye biçilen rol, bunun yanında Türkiye’nin kendi güvenlik paradigmasındaki değişimler ile birlikte daha 90’lı yılların ortasından itibaren askeri sanayide yeni dönem başlamış oldu. Bu bakımdan yerlilik-millilik söyleminin tarihi daha eskiye kadar götürülebilir. Yani AKP öncesine…
İsmet Akça: Şunu da eklemek isterim. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla sadece NATO’nun tehdit mekanizması değişmiyor, savaşların biçimi de değişiyor. Konvansiyonel tipte ve devletlerarası savaşın sona ermese de paranteze alındığı, bölgesel ve devletler içi savaşların ortaya çıktığı, giderek vekalet savaşlarının belirleyici hale geldiği bir süreç de başlıyor. Bu, bütün askeri yapıların, bunu da göz önünde bulundurarak değiştiği bir dönem. Daha küçük, esnek birliklerin oluşumunun da başlangıcı olan bir dönem. Bu tam da Türkiye’nin Kürt sorununun militarizasyonunda uyguladığı “düşük yoğunluklu savaş” stratejisinde kullandığı bir model.
Türkiye bir yandan kara ve deniz kuvvetlerini güçlendirmek diğer yandan da PKK ile savaşında kullanacağı ekipmanları üretme ihtiyacı duyuyor. Teknolojik alt yapı da buna uygun değiştiriliyor zaman içinde. NATO konseptinden bir kayış yok ama PKK ile savaşta kullandığı yöntem ve araçlar ambargolarda olduğu gibi yer yer gerilimlere de yol açıyor.
Ambargolar bu kadar belirleyici oldu mu sahiden?
Bahadır Özgür: Ambargo kısıtlayan, ketleyen bir şey olarak anlaşılıyor ama Türkiye bunu bir dinamiğe çevirdi. Hem silah sanayisine devlet yatırımlarını tetikledi, hem de ideolojik ve kültürel bir sistem kurarak nüfus üzerinde bir etki kurmaya çalıştı. Ambargoların tersten bir tepki yarattığı koşuda yerli milli söylemi toplumu kuşatan bir ideolojik güç haline getirildi.
Yerli milli savaş sanayii için harcanan kaynakların dağılımı ve hedefleri neler oldu?
İsmet Akça: Savunma Sanayii Müsteşarlığının verilerine göre yerli savaş sanayiinin TSK’nın karşılama oranı olan yüzde 25, 2000’lere gelindiğinde, yine müsteşarlığa göre 2008’de sektörün toplam cirosu içinde özel şirketlerin payı yüzde 36, TSKGV şirketlerinin yüzde 33, kamu şirketlerinin ise yüzde 31 oldu.
2004’ten itibaren bu durum değişmeye başladı. Büyük küresel şirketlerle yapılan anlaşmalar doğrultusunda adım atmanın artık yeterli gelmediği, kısıtlayıcı olduğu söylenmeye başladı. Savaş sanayisinin merkez ülkeleriyle yapılan tedarik anlaşmalarıyla sınırlanmaktansa yerli üretime ağırlık vermek ve dışa bağımlılığı yüzde 50’lere çekmek gibi bir hedef belirlendi. Kaynakların yerli silah sanayiine aktarılması için projeler üretildi.
TGSV’nin Genel Kurmay tarafından denetlendiğini söylemiştiniz, OYAK bu işin neresindeydi?
İsmet Akça: OYAK’ı hiç karıştırmayalım. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından askeri rejim altında çıkarılan bir yasa ile 3 Ocak 1961’de kurulan OYAK savaş sanayiine hiçbir şekilde girmedi. Bu işler TSGKV üzerinden yürütüldü. Bu iki kurum, diğer ülkelerde pek örneği görülmeyecek biçimde çok net bir şekilde ayrılmıştır. OYAK askeri sanayiye hiç girmezken, TSKGV ise sadece askeri sanayi alanında faaliyet gösterir.
Bahadır Özgür: OYAK askeri sanayi içinde büyük bir oyuncu sanılıyor, oysa değil. OYAK bir finans kapital. Yabancı otomotiv şirketleriyle ortaklıkları var, bankası var, gayrimenkul, enerji, sigorta vb. Yatırımları var. Almanya, Fransa ve İngiltere sermayeleriyle iç içe ortaklıkları bulunuyor. Ayrıca askeri bürokrasiye ekonomik çıkar sağlamak gibi de önemli bir işlevi bulunuyor.
Daha önce sermaye birikimi bakımından yapılamayan savaş sanayi hamlesi için gerekli birikim bu süreçte sağlanmış mıydı? Sağladıysa nasıl?
Bahadır Özgür: Aslında 2004’e gelmeden önce daha 90’lardan itibaren süreç adım adım gelişti. Yerli milli bir savaş sanayisi oluşturmak için ulusal ve uluslararası koşulları biraz konuştuk. Ama daha genel bir çerçevede bakarsak 90’lardan itibaren Türkiye kapitalizminin altyapı ihtiyaçlarını yenileyecek kapsamlı projeler, planlar hazırlanmıştı. Ekonomik krizler ve siyasal çalkantılar bunun hayata geçirilmesini birazcık geciktirdi. Mesela lojistik ağlarının tamamlandığını görüyoruz. Dünyada küresel sermayenin ihtiyaçlarına da uyumlu şekilde havalimanları, deniz limanları, otoyollar, demiryolları vb. yapıldı. Bunun bir parçası da askeri sanayiydi işte.
Diğer bütün projeler gibi savaş sanayinin en önemli ayağı özelleştirmeler oldu. Bankalar, Petrokimya tesisleri, iletişim vb. bir dizi büyük özelleştirme ile yerli-yabancı sermayeye aktarıldı. Bu dönem aslında savaş sanayisinin de özelleştirilmeye başlandığı bir dönemdir. 2000’lere gelindiğinde devletin öncülük yapacağı kamu-özel iş birliği modeli uygulanmaya başladığında, özel sermaye birikimi devlet desteğini de alarak hızlandı. Bu elbette bir paylaşım kavgasını, rekabeti de beraberinde getirdi. AKP’nin kendine bağlı sermaye kesimlerine, siyasal zümrelere pay kapma hırsı, geleneksel büyük sermaye ile gerilimli ilişkiler yarattı.
Sermaye grupları arasındaki gerilimleri çeşitli alanlarda gördük. Özellikle Erdoğan’ın devlet kaynaklarıyla palazlanmakla suçladığı TÜSİAD’a çıkıştığı, MÜSİAD’da örgütlü belirli bir ‘yandaş’ sermaye grubunu kayırır göründüğü söylemleri akla geliyor. Savaş sanayisi alanında ortaya çıkan gerilimlerin gerekçesi nedir?
İsmet Akça: MÜSİAD’ın çapı 1990’larda bu alana girecek kadar büyük değildi. Ayrıca siyasal bakımdan da sorunları vardı. 28 Şubat döneminde MÜSİAD’a bağlı şirketlerin o zamanki silah sanayii sektörüne girmek istediği fakat Milli Güvenlik Kurulu ve ordunun merkezinde olduğu güvenlik yapılanması içinde ona engel olunduğu biliniyor. İslamcı sermayenin bu alana girmesinde bir blokaj uygulandı. 28 Şubat döneminde MÜSİAD Başkanı Ali Bayramoğlu ‘savunma sanayiine girmemiz engelleniyor’ diyerek bu durumu dile getirmişti. Ortada öyle ya da böyle büyüyen bir pasta var ve bu pasta irili ufaklı tüm şirketler tarafından iştah kabartıyor ama MÜSİAD sermayesi bundan payını alamıyordu ve şikayetçiydi.
Bahadır Özgür: Bugün birçok değişimin Erdoğan’ın iradesiyle gerçekleşmiş olduğu sanılıyor, kendisi de öyle iddia ediyor. Ama öyle değil. 90’lardaki dönüşüm Türkiye kapitalizminin dünyadaki değişime de uygun olarak yeniden yapılanmasına ilişkindir aslında.
Şöyle: Türkiye’nin ilk projesi tank üretimiydi. Bir de deniz araçları, mesela Milli Gemi; MİLGEM. Bunların ihalesi daha 2000’lerin ilk yarısında tamamlandı. İkisini de Koç grubu almıştı. Sonra bu ihaleler iptal edildi veya devamı verilmedi. Savaş sanayiinin özelleştirilmesi sırasında, diğer alanlarda da nasıl çıktıysa, tartışmalar ve paylaşım kavgalarının çıktığına tanık oluyoruz. Bankaları yabancılar alıyordu, eli güçlü olan büyük sermaye de kamusal tekelleri aldı. AKP’nin kendi sermaye grupları da buralardan paylar aldılar ama özelleştirme masasından kenarda kıyıda kalmış olanları alabilmişlerdi. Askeri sanayi en büyük paylardan birisiydi. AKP’nin vesayet tartışması açtığı zamanları yani 2008-2009 yıllarındaki Ergenekon, Balyoz davasının olduğu zamanları hatırlayalım, bütün bu politik gelişmelerin altında yatan bir ekonomik temelin de olduğunu görürüz. Bu operasyonların nedenleri arasında askeri sanayinin de nasıl paylaştırılacağını da belirlemek vardı. Milli tank bir gruba verildiğinde, bu, TSK’nın neredeyse elli yıllık envanterinin oraya bağlanması anlamına geliyor. Çünkü bir bant kuruluyor ve orada sadece tank üretilmiyor. Askeri araçlardan itfaiyesine, ambulansına kadar pek çok şey de üretiliyor. Tankı üretip satmaktan ibaret değil süreç, o tankı sürekli üretecek bir üretim bandına ihtiyaç duyuluyor. Bu, büyük ve kar garantili bir pazara yönelecek. Dolayısıyla askeri sanayi alanındaki kavga diğer ihale ve özelleştirme kavgalarından çok daha çetindir.
İsmet Akça: Savunma Sanayii Başkanlığı verilerine göre 2018 yılında yerli üretimin payı yüzde 65’e yükseldi, 2023’teki hedefi yüzde 70 olarak belirlenmişti. Sektörün cirosu 2004’te 1,3 milyar dolar, 2021’de ise 10,1 milyar dolar oldu. 10 kat artmış. Sektör büyüdü ve büyüyor, ciro büyüyor, ihracat artıyor. Fakat teknoloji ürünleri ihraç edilemiyor. Yürütülen proje sayısı 2004’te 84 idi, 2018’de 667’ye, şimdi 800’e çıktı yürütülen proje sayısı ve kamu özel iş birliği ile yürütülüyor bu projeler. Çünkü hala bağımlı bir sektör ve teknoloji ihraç edilemiyor. Buna rağmen sektörde hızlı bir büyüme gerçekleştirildi.
Demek ki devlet bu konuda bir seferberlik ilan etmiş. Projelerden sonra bu seferberlikle hangi noktaya gelindi?
Bahadır Özgür: 2002’de özel şirketlerle 5 milyar dolarlık sözleşme yapıldı. Bugün 65 milyar dolara çıktı (Bkz. Grafik 1 ve Grafik 2). Şöyle kıyaslayın; biz kamu-özel işbirliği projelerinde milyarlarca dolarlık kamu kaynağının özel sermaye gruplarına transfer edildiğini tartışıyoruz. Örnek olarak da otoyolları, havalimanlarını veriyoruz. Oysa en büyük transfer askeri sanayide yapılıyor. Resmi veriler kısıtlı ama sadece ihracat listesine bakarsak, son 5 yılda İHA üreticisi Baykar’ın 1,1 milyar dolarla ilk sıraya sıçrayıp, bu kadar kısa sürede devlet tekellerini bir geçtiğini görürüz.
Grafik 1. Şirketlerin aldığı proje sayısı
Kaynak: Sasad (Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği) ve SSB (Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı) faaliyet raporlarından Bahadır Özgür tarafından hazırlanmıştır.
Grafik 2. Şirketlerle yapılan sözleşmelerin toplam bedeli
Kaynak: Sasad ve SSB faaliyet raporlarından Bahadır Özgür tarafından hazırlanmıştır.
Grafik 3. Şirketlerin toplam cirosu
Kaynak: Sasad ve SSB faaliyet raporlarından Bahadır Özgür tarafından hazırlanmıştır.
İsmet Akça: Savunma sanayiinin yetenek envanterinde geçen şirketlerin sayısı 2002’de 56 iken 2020’de 2086’ya çıktı. En son olarak ise 2300’e ulaştı. Bir de bunlara bağlı çalışan, esnek üretim yapan firmalar da var aslında. Savunma sanayiinde mark-up fiyatlama yapılır, yani maliyet üzerine kâr koyulur. Alttan yukarıya gelene kadar oligopolistik bir kontrol vardır. Farklı sermaye grupları arasındaki ilişkiyi de değiştirir bu. Oldukça garantili kardır bu ve dağılımı belirli bir mekanizma ile yapılır.
Bahadır 28 Şubat’ta MÜSİAD sermayesinin dışlandığını not etmişti. Günümüzde ise bu sermaye kesiminin de özel imtiyazlar elde ettiği görülüyor. Önceki sorudan devam edersek AKP iktidarı döneminde bu tablo tersine döndü denebilir mi?
İsmet Akça: AKP kendini TÜSİAD diye tarif eden bir sermayeyle ya da MÜSİAD’la tarif etmiyor. Çok daha geniş bir sermaye grubuyla ilişkisi var. Siyaseten biat eden her kesimle çalışıyor. 2010 referandumu öncesinde örneğin TÜSİAD’a ‘ekonomiye gelince memnunsunuz siyasete gelince mi karşısınız, taraf olmayan bertaraf olur’ diye çıkışmıştı. Biat etmediğini düşündüğü sermaye gruplarının üstüne de biniyor tabii. Otokar’a verilen zırhlı araç ve milli gemi ihalelerini Koç’tan bam diye geri aldı, Kalkavanlar’ın şirketine ve BMC’ye verdi. Tabii ki AKP kamu ihalelerini mümkün mertebe daha organik ilişki içinde tutabildiği, büyütmek istediği sermaye gruplarına kaydırıyor. Bu arada Otokar’a da bir şey olmadı; zırhlı araçları ihraç ederek durumu telafi etti. Koç sonuçta çok büyük bir sermaye grubu.
Bahadır Özgür: Şöyle demek hatalı olur. Erdoğan Koç’tan alıp kendi adamına vererek mağduriyet yarattı. Hayır, Koç da sürece uyum sağladı ve onun da önü açıldı. Örneğin Kazakistan ve Katar’a fabrika açtı. En çok zırhlı sattığı yer Afrika. Erdoğan sadece kendi adamlarını kalkındırmış olmuyor yani. Türkiye kapitalizminin toplam pazarını büyütüyor bu kayırmacılık bir bakıma. BMC’nin sattığı yerlerde Koç da satıyor.
İsmet Akça: Şimdi tabloyu şöyle özetleyebiliriz: Savaş sanayiinde üç kademeli bir durum var. Birinci grupta, büyük savunma projelerini yürüten ve savunma ihtiyaçlarının tedarikinde ana yükleniciler olan ASELSAN, TAI, Roketsan, MKEK, HAVELSAN, Otokar ve FNSS gibi büyük şirketler yer almaktadır. Bu grubun için TSKGV’ye bağlı şirketlerin hâlâ önemli bir gücü bulunmaktadır. Bunun yanı sıra MKEK, STM gibi kamu şirketleri ve Otokar, FNSS, Nurol, BMC gibi özel sermaye grupları da bu grup içinde yer almaktadır.
İkinci grupta orta ölçekli projelerde doğrudan ana yüklenici olabilen, ancak çoğunlukla büyük projelerde ana yüklenicilerin alt yüklenicisi olan ve alt sistemleri geliştirerek üretme ve ana yükleniciye teslim etme görevini üstlenen STM, SDT, Savronik, Alp Havacılık, HMS gibi savunma sanayii şirketleri yer alıyor.
Üçüncü kategoride ise küçük savunma ihtiyaçları kapsamında doğrudan TSK’ya veya birinci ve ikinci kategorideki şirketlere parça ve aksam sağlayan şirketler bulunuyor. Bu şirketlerin büyük bir kısmı salt savunma sanayii şirketi olmayıp aynı zamanda ağırlıklı olarak diğer sektörler için de üretim yapan KOBİ’ler. Savunma sanayii pazarının büyümesi üçüncü gruptaki bu şirketlerin savunma sanayinde alt yüklenici olabilme arayışlarını artırmıştır.
Bu sermaye kurumları aşağı doğru, KOBİ’lere doğru yayılıyor ve kümülatif bir büyüme görülüyor. Bütün KOBİ’lerin AKP’li olduğu söylenemez ama aralarında AKP elbette daha güçlü. Bu tablonun görüldüğü bir kırılma da 2015 yılına tarihlenebilir.
Büyük bir taşeronlaşma piramidinden söz ediyorsunuz. Taşeronlaşma zamanımızın bir gerçeği, daha çok emekçilerin ve işçilerin istihdam stratejisi olarak konuşuluyor. Ama görülüyor ki savaş sanayisinde de tekelleşmiş işletmelerle alt sektörler arasında böyle bir ilişki kurulmuş. Bunu biraz daha detaylandırmakta yarar var?
Bahadır Özgür: Evet 2015-2016 bu bakımdan dönüm noktası. Fakat taşeronlaşma zaten hep vardı. Aselsan öyle örgütlendi (Bkz. Grafik 4). Tabii bu taşeronlaşmanın oranı o zaman daha küçüktü. Şöyle bir şey yapıldı: Kamunun elindeki TUSAŞ, TAİ gibi yabancılarla çalışan ve patent alan büyük havacılık şirketleri, projeleri özel şirketlere paylaştırmaya başladı. Ama özellikle bu iş ASELSAN ve MKEK üzerinden yürütülüyor. 2017’den sonra bu aşağı doğru üretim örgütlenmesinin hızlandığını görüyoruz. 2012’de 71 büyük şirket varken, 2016’dan sonra sayı yükseliyor ve 2017’de 119’a, 2018’de 540, 2019’da 600’e ulaşıyor. 2017 ile kıyaslandığında KOBİ sayısındaki artış yüzde 280, büyük şirket sayısındaki artış yüzde 242.
Rakamları somut bir proje üzerinden ete kemiğe büründürelim. Deniz Kuvvetleri’nin “İ” sınıfı olan F-515 TCG İstanbul fırkateyninde yerli üretim oranı yüzde 75. 150’den fazla silah, makine, yaşam ekipmanı ve gemi donanımı; 400’ü aşkın inşa malzemesi, 245 km elektrik kablosu, 2 bin 675 aydınlatma armatürü kullanıldı. Projede doğrudan çalışan şirket sayısı 220. Alt yüklenici sayısı 80. Taşeronun taşeronlarını ise bilemiyoruz.
Grafik 4. Aselsan’ın proje verdiği şirket sayısı
Kaynak: Sasad ve SSB faaliyet raporlarından Bahadır Özgür tarafından hazırlanmıştır.
İsmet Akça: Erdoğan TSKGV’nin kontrolünü eline aldı. İkincisi müsteşarlığın yönetim yapısına müdahale etti. Savunma sanayi başkanlığına çevirerek kontrolüne aldı böylece silah sanayii merkezileşmiş oldu. Ayrıca yeni kamu şirketleri de kuruldu.
O zaman taşeronluk sistemi piramidinin tepesinde Erdoğan var, her konuda olduğu gibi.
Bahadır Özgür: Evet, savaş sanayisini askeri bürokrasinin kontrol alanından çıkardı Erdoğan. Aşağı doğru taşeronlaşma ağını bu şirketler üzerinden yürüttü. Uydu şirketi, yazılım şirketi, teknoloji yazılım şirketi kuruldu. Ve ayrıca böyle birçok şirket daha var.
Aselsan özel incelenmesi gereken bir kurum. Ana üretim bandı etrafında taşeron şirketler dizilimi otomotivde dört dörtlük işliyordu. Bu sistem aynen askeri sanayiye uyguladı. İstanbul, Eskişehir, İzmir Ankara’da havacılık ve askeri sanayi bölgeleri, kümelenmeleri oluşturuldu. Askeri sanayiyle çalışacak olan KOBİ’lerin bu bölgelere toplanması istendi. Bunların yönetimleri kamu görevlileri ile birlikte şirketlerden oluştu. Böylece Anadolu’ya da yayılmış oldu.
Aselsan Konya’daki OSB’de tencere tava üreten KOBİ’leri bir araya getirip yüzde 51 hissesi Aselsan’a yüzde 49’u küçük şirketler ortaklığına dağılan alt şirket kümelenmeleri oluşturuldu. Küçük şirketler de bölgedeki Sanayi ve Ticaret Odalarının yönetimi altında birleştirildi. Sivas’ta gözlükçüleri bir araya getirerek optik sanayii kurdu. Elindeki patentleri, mühendisliği, know-how’u ve sermayeyi böylece transfer edebilme imkanı buldu. Ana tekel Aselsan know-how’u alt şirketlere aktarıyor onlar da parçaları üretiyorlar. TCG Anadolu 200 ana şirket 600 taşeronla çalışıyor. Ana mekanizmalar üretilmiyor ve bu konuda bağımlı bir yapısı var elbette. Ama binlerce aydınlatma gerecini Elazığ’daki KOBİ’lere transfer etmiş oluyor. Binlerce metre kabloyu Bursa’daki KOBİ’lere aktarıyor. Geminin her parçası böylece ayrı ayrı yerlerde üretiliyor. Ekonomik dalgalanmalar ve krizlerde bu şirketlerin ayakta kalması böyle sağlandı; yani bu taşeronluk sistemiyle.
İsmet Akça: Roketsan’ın 2020’de çalıştığı şirketlerin yüzde 70’i KOBİ’dir. 37 farklı ilde 1710 kadar tedarikçi ile çalışıyor. BMC Kirpi üzerinde 6000 farkı parça var; 1200 farklı şirketle ortaklık kuruldu. Parçaları da 5200 farklı KOBİ’den alıyor. Evet piramit şeklinde bir üretim sistemi.
Bahadır Özgür: Aselsan’ın, MKE’nin, Roketsan’ın bir envanteri var. KOBİ’lerle sürekli temas halindeler fakat bir de onların alt taşeronları var. Onlar da ellerindeki işin alt bölümlerini bir alt taşerona veriyor ve aşağı doğru yayılıyor.
Bursa’da cam üreten bir OSB var ki büyük çoğunluğu askeri sanayiye geçti. Krizde pek çok şeyin yanında iflasların olmamasının nedeni bu aşağı doğru kurulmuş taşeron ağı. Bu taşeron şirketlere sürekli ve garantili bir iş veriyorlar çünkü.
Bahadır Özgür: İthal ikamecilik zamanında büyük sanayi kuruluşları bütün ekonomiye yön verirken bu kadar yoğun bir askeri sanayi örgütlenmesi KOBİ’lerin çıkarlarını askeri sanayi ile bütünleştirdi. Bu örgütlenme; oradaki işçinin, yazılımcının, mühendisin çıkarlarını da birleştiriyor. Ayrıca beyaz yakalıların yoğun olduğu bu sektör bunların sınıf çıkarı da askeri sanayiye bağlanmış oluyor. Askeri sanayinin tek bir tüketim pazarı var o da savaş. Yani sürekli savaşa ihtiyaç duyan bir sektör.
İsmet Akça: Böylece askeri sınai kompleks kurulmuş oluyor. Büyük şirketler devletten ihaleleri alıyor, sözleşmeler yapılıyor, alımları ve tedarikleri sağlıyor. Bunun bir de üniversitelerdeki ayağı var. Özellikle mühendislik ağırlıklı üniversitelerde kurulan teknoparklar gibi. Üniversite sanayi iş birliği 1990’larda gündeme getirildiğinde daha o zaman askeri sanayi projelerini gündemine almıştı. Dolayısıyla savaş sanayi dediğimiz şey büyüyerek bir kompleks oluşturmuş durumda. Buradan sermaye fraksiyonları, bürokrasi besleniyor ve zihin emeğinin de bir kısmı buraya akıyor.
Türkiye bir NATO ülkesi. ABD de son zamanlarda Rusya’dan satın alınan S400’lerle ilgili sorunlar çıkarmış ve hatta Türkiye’nin ABD’den aldığı, parasını da ödemiş olduğu F35’leri vermemek için bir sürü gerekçe göstermişti. Bu durumda NATO açısından Türkiye’de üretilen silahlara dair bir sınırlama söz konusu mu?
İsmet Akça: Başlıca hegemonik gücün ABD olduğu eski 80’ler ve 90’larda Türkiye’nin silah sanayiindeki rolü ve ayrılan payı açıkça bellidir. Bugün küresel askeri hegemonyada boşluklar oluşuyor. Askeri-politik mimari de çatırdıyor. Türkiye de Çin ve Rusya’nın yükselişiyle birlikte ortaya çıkan boşluklardan yararlanarak özerk davranabiliyor. SİHA’larla da böyle bir alan açtı. İsrail Drone’larına göre bunları daha ucuza üretebiliyor. Bunlar dış politikada da birer araç haline geldiler.
Türkiye kapitalizminin ihtiyaç duyduğu dış pazarlara yayılma gerçekleştirilirken bu durum aynı zamanda askeri bir güç olmayla paralel gidiyor ve bunu gerektiriyor da. Türkiye’nin askeri sanayisindeki sınırlar örneğin S400 ve F35’ler ile ilgili çıkan tartışmalara da yansıdığı gibi ana hava silahları bakımından bağımlı bir ülke. Bu yüzden milli uçak yapacağız filan deniyor ya, TSK’nın ihtiyaç duyduğu esas uçakların üretimi noktasına gelinmesi söz konusu değil. Bu da yapısal bir sınır; süreci KOBİ’lerdeki ucuz emekle ürettiği için katma değeri yüksek ürünlere doğru sıçrayamıyor.
Bahadır Özgür: Uluslararası rekabet ve kavgalarla ilgili sınırları doğal olarak var. NATO’nun da belirli şartları var. NATO bütün bağlı ülkelerin savaş sanayisine GSYİH’nın yüzde 2’sini ayırma koşulu koymuştu, 2015’te bu oranı artırdı. Türkiye hala NATO’nun koyduğu standarda ulaşmaya çalışıyor.
NATO neyi üretip üretmeyeceğine karışmıyor aslında. Ülkenin NATO bloğuyla ve bu bloğun dışındaki ülkelerle ilişkilerine karışıyor. Mesela Rusya ile tank anlaşması yapılırsa sorun çıkar.
Bir de şu yönü var; Batının tedarik zincirinde yer alan Türkiye’deki taşeronlaştırma sadece Türkiye’nin işine yarayan bir şey değil. Aynı zamanda uluslararası sermaye için de bulunmaz bir fırsat. Bir kere ucuz emek kalifiye hale getiriliyor, küçücük KOBİ’ler uzmanlaştırılarak ağa dahil ediliyor. Almanya SİHA üretimini Türkiye’ye taşere etmeyi tartışıyordu. Çünkü ucuz ve uzmanlaşmış bir KOBİ ağı var, niye uğraşalım diyor. KOBİ’lerin en çok ihracat yaptığı ülke de mesela ABD. Buraya nihai ürün değil ama ara mal satıyor. Dolayısıyla NATO’ya aykırılık diye bir şey yok burada.
Türkiye’de bir askeri sınai kompleks var artık. Üstelik sadece üretim bakımından değil, bu kompleks aynı zamanda sermaye grupları ve bürokrasisiyle bir habitat da oluşturuyor. İsteyen her sermaye grubunun küçük değişikliklerle bu alana girmesinin önü açıldı. Bunların büyük yatırımlarla ağa dahil olmasına gerek kalmıyor. Boru üreticisi ben de bir parça alayım diyor ve ona da bir pay düşüyor; çünkü ekosistem böyle kuruldu.
Kompleksin iki yönü var; bir kere sermaye birikimi hızlanıyor. İkincisi bu kompleks aynı zamanda bir kültürel kompleks de ortaya çıkardı. Bir ideoloji ve kültürel üretim de yapılıyor üzerinden. SİHA’nın bir milli gurur haline getirilmesi, Erdoğan’ın pilot montuyla seçim çalışması yapması, oy toplamak için askeri gemi dolaştırması gibi ritüeller ve sembolik hareketlerin bir etki alanı da oluyor.
Türkiye çok uzun zamandır bir bölgesel güç olmaya çalışıyor. Özal döneminden bu yana dış politikasını bu doğrultuda düzenlemeye çalıştı. Dünyanın değişen koşullarına göre kendisine alan açmaya çalıştı. AKP’li yıllar boyunca da bu konuda daha aktif, daha kışkırtıcı, yayılmacı bir tablo ortaya çıktı. Askeri Sınai Kompleksin gelişmesi de bu yönelimle paralel ilerliyormuş gibi görünüyor. Ne dersiniz?
Bahadır Özgür: Türkiye kapitalizmi için küresel hegemonyadaki kırılmalar, çatışma ve rekabet birtakım fırsatlar doğuruyor. 2002’den 2013’e kadar AKP bu hamleleri, Orta Doğu, Asya ve Afrika’ya açılırken ABD hegemonyası içinde uyumlu bir şekilde yapıyordu. 2013 yılından sonra ise küresel hegemonyadaki değişimler; Arap Baharı, Suriye’deki vekalet savaşı vs. Türkiye’ye bazı alanlarda özerk politikalar yürütme olanağı tanıdı. AKP bunu, Yeni Osmanlıcılık etiketiyle bir bölgesel emperyal hevese çevirdi.
Türkiye’nin hamleleri bazı savrulmalara yol açtı, dış politikada görülen zigzaglar dünyadaki fay hatlarının oynamasıyla da ilgili. Dünya sistemi buna müsait ve AKP bunu zorluyor. Davutoğlu’nun içi boş ideolojisinin de bir karşılığı var. Sadece savaş sanayisi için değil başka bakımlardan da yeni pazarlara sıçramak, yayılmak istiyor sermaye. Çünkü bir yandan da Türkiye sermaye birikiminin tıkanmaları onu daha fazla dış pazarlara doğru itiyor. Dolayısıyla askeri sanayi bu dışa açılmada bir koç başı işlevi de görüyor.
İsmet Akça: Türkiye’nin bölgesel güç olma hedefi evet 90’larda da vardı. Balkanlarda ve eski Türki coğrafyalarda yayılmak isteniyordu. Ancak bu o zaman değil 2000’lerden sonra mümkün olabildi. Sermaye ve siyasi iktidar iktisadi ve siyasi mobilizasyonunu o zamanlar hayata geçirme ortamı bulabildi. Azerbaycan, Ukrayna, Libya’ya müdahale edebilir oldu.
Dış politika sadece diplomasiyle yapılmıyor. Aynı zamanda militarize de edildi. Soros ‘Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur’ demişti 2000’lerin hemen başında, yanlış hatırlamıyorsam 2001 krizinin hemen ardından. Çünkü ABD açısından Çin’in askeri değilse de ekonomik yükselişi küresel hegemonya açısından asıl tehdidi oluşturduğundan, askeri güçleri Asya-Pasifik’e doğru kaydırmak yeni stratejik yönelim olarak belirlendi. Bu çerçevede Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında ve yeni bir stabilite kurulmasında Türkiye’ye de bir ol düştü, 2000’lerin ilk on yılında. Yani Türkiye’nin durumu bu genel tabloyla uyuşmuştu. Ama büyük Ortadoğu mastır planı istendiği gibi gitmedi.
İhraç ordusu olmak o zaman Türkiye’nin NATO misyonlarıyla Balkanlar, Somali, Afganistan’a gitmesi anlamına geliyordu. Yani Türk ordusu gerçekten bir ihraç ürünü haline geldi. Şimdi başka bir iktidar konfigürasyonu var ve 2013ten itibaren içinden geçtiğimiz hegemonya ve devlet krizlerini daha otokratik-otoriter bir siyasal rejim inşa ederek, süper başkanlık rejimi kurarak aşmaya çalışıyor iktidar.
Ordu yine dış politikada etkili bir müdahale aracı olarak kullanılıyor. Eskiden NATO misyonuyla hareket ediyordu şimdi doğan boşlukları kolluyor, daha özerk bir dış politika izliyor. Afrin’e vali atayabiliyor. Sınır ötesi operasyonlar yapıyor ve oraları bir imkân penceresi olarak görüyor. Bu hamleleri yaparken de İHA VE SİHA gibi yeni savaş teknolojilerini kullanıyor ve pazarlıyor. Dış politikası daha çok militerleşiyor.
İHA ve SİHA’lar savaş sanayisinin önemli ihraç metaları haline gelmiş görünüyor. Bu araçlar Suriye’nin Kuzeyi’nde, Ukrayna’da da kullanıldı. Askeri Sınai Kompleksin aynı zamanda reklam malzemesi olarak kullanılıyor. İçeride de ‘terörün belini kıran silahlar’ olarak lanse ediliyor ve bu silahların etrafında yerli-milli bir mit de oluşturulmaya çalışılıyor. Nereden çıktı bu İHA ve SİHA’lar?
Bahadır Özgür: Baykar Makina’nın yükselişi İsmet’in çizdiği ekonomik politik konsepte denk geliyor. İHA-SİHA projesi de aslında 2007’de, Türkiye’nin İsrail’den Heronları satın aldığı zamanlarda başladı. Kuzey Irak’ta bir Kürt statükosu doğmuş, Suriye’de sınırlar gri bir alana dönüşmüştü ve oraları Heronlarla kontrol ederek PKK ile savaşı sürdürme tutumu vardı. Heronlar işlevli olmadı, en önemlisi de İsrail’e bağımlı olundu.
İHA’lar devletin kamu kuruluşlarında zaten üretiliyordu. Bunun için büyük paralar aktarılmış, mühendislik çalışmaları yapılmıştı. TAİ ve TUSAŞ bu üretimi üstlenmişti. Baykar bu alana daha önce hiç girmemiş bir şirketti. Erdoğan kamunun elindeki teknolojiyi, kaynağı, mühendislik bilgisini doğrudan Baykar’a aktardı. Özel endüstri bölgesi tahsis edildi. Bu silahlar giderek diplomaside de bir koz haline geldi. Erdoğan özellikle Körfez ve Orta Asya sermayesi ile ilişkilerinde karşılıklı alışverişte SİHA’yı da bir şart olarak masaya koyuyor. Zaten PKK ile savaşta alınan sonuçlar sonra Ukrayna’da, Azerbaycan-Ermenistan savaşında kullanılmaları iyice dikkat çekti ve bu silahlara bir Pazar açtı.
Baykar’ın bu kadar kısa sürede gelişmiş olması hiçbir şirkette görülmedi. Şu an 1.1 milyar dolar ihracatı var. Selçuk Bayraktar’ın kendi ifadesine göre Arabistan’la yapılan anlaşma bunun üç katı. Baykar’ın başarıları toplumsal sonuçlar da doğuruyor tabii ki. Sık sık askeri-endüstriyel kompleks kavramını kullanıyoruz ama bunun bir de askeri-kültürel (ideolojik) kompleks ayağı da vardır.
Şöyle açıklayayım. ABD’de Askeri-Hollywood Kompleksi diye bir kavram kullanılır. Hollywood’un askeri filmlerinde Pentagon’un desteği vardır. Bu ilişkinin yoğunlaştığı dönem ise Vietnam savaşına karşı toplumsal tepkilerin arttığı yıllardır. Bir Amerikalı akademisyenin Top Gun filmiyle ilgili yazdığı makale çok çarpıcıydı. Bu filmin, savaş karşıtlığına karşı ortaya çıktığını söylüyordu. Filmde Amerika’nın taşrasından çıkan, üniversite eğitimi görmemiş, beyaz, iyi yaşam hayali olan, sıradan bir Amerikan gencinin, hava kuvvetlerine katılmasıyla rüya gibi bir hayata kavuşması işlenir. Güzel kıyafetler, güzel kızlar, kahramanın taktığı gözlükler, pilot montu vs. ile bir imaj çizilir. Vietnam savaşına karşı kültür endüstrisinde yapılan eleştiriye karşı böyle bir prototip çıkarıldı. Bu filmde savaş yok ama. Çok önemli bir şey; savaşla birlikte iyi yaşam tahayyülü var.
İşte Erdoğan da tam olarak bunu yapıyor. CB seçiminde Top Gun gibi pilot kıyafeti ve güneş gözlüğüyle poz verdi. Seçim afişinde bu fotoğraf kullanıldı. Hatta hala kullanıyor. Seçimde TGC Anadolu gemisini liman liman, İstanbul’da kıyı kıyı dolaştırdı. Ailelerin ziyaretine açtı. Etkili de oldu.
Öte yandan damadı Bayraktar Teknofest düzenliyor. Bayraktar da giyimi-kuşamı, ABD’de eğitim görmesi vs. özellikleriyle yerli milli bir prototip, rejimin genç ve gelecek yüzü olarak beliriyor. Sermaye birikim rejimindeki her kabuk değişimi bir ideolojik toplumsal kültürel dönüşümle de ortaya çıkıyor.
Peki silah sanayisindeki gelişme Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyecek mi?
İsmet Akça: Savaş sanayiinin yeni bir fraksiyon oluşturduğu kesin. Siyaset üzerinde bir etkisi olduğu da kesin. Ama bunun Türkiye’nin en genel anlamda tüm bir sermaye birikimi rejimini tanımlayacak ölçekte mi olduğunu henüz bilemiyoruz. Bu sürecin ucu açıktır. Çünkü sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir konu değil, dünya kapitalizminin gelişimi tarafından da belirlenecek. Fakat tabii ki Türkiye kapitalizmi büyük bir kapitalizm. Savaş sanayii de bunun içinde bir bölüm. Yanı sıra devasa bir finans, hizmet sektörü de var. Stabil bir sermaye rejimi savaş sanayii üzerine kurulur mu o çok tartışma kaldırır. İsrail’de, ABD’de ve Nazi Almanyası’nda böyle bir durum dönemsel olarak meydana gelmişti. Ancak tüm bir sermaye birikim rejimini belirlemese de silah sanayiinde konuşlanmış bir sermaye fraksiyonunun varlığı aşikar ve bu sermaye fraksiyonu belli bir güce de ulaştı. Türkiye kapitalizmi şekillenirken bunların da etkisi olacak muhakkak. Ayrıca, sektörler birbirini büyüterek ilerliyor.
İkinci nokta, sadece savaş sanayii değil tüm Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda yapılan hamleler, dış politikanın militarizasyonu, askeri stratejilerin bu bağlamda büyük bir yer kaplaması ister istemez bir döngü yaratıyor ve askeri sanayiyi büyütüyor, askeri sanayi de dış politikayı militarize ediyor. Bu durum belli bir gerilimi ve çelişkileri de doğuruyor ama dünya sistemindeki çalkantılar şimdilik manevra alanı yaratıyor.
Siz kültürel militarizasyon hakkında ne düşünüyorsunuz?
İsmet Akça: Üçüncü başlık budur. Kültürel ideolojik militarizmi Erdoğan’ın bir hikaye yaratma ihtiyacıyla da ilişkili görmek lazım. Hegemonya projesi, sermaye fraksiyonları dahil sosyo-politik blokların inşası, ideolojik yönelimi ve siyasi rejimiyle bir bütün. Bu hikayenin tam oturmadığını söylemek lazım, şimdilik güçlü bir Müslüman milliyetçiliği ile militarizmin eklemlendiğini görüyoruz.
Öte yandan Türkiye’de kültürel militarizm hep var. 90’larda Kürt sorununun militarizasyonunda da vardı, gündelik hayata da yayıldı. Askeri olan her şeyin normalleştirildiği ritüeller var. Erdoğan’ın hikâyesini tamamlayan ideoloji de budur.
Ziya Gökalp’ten beri gelen Hars ve Medeniyet tartışmasına da biraz oturuyor savaş sanayii üzerinden yürütülen ideolojik-kültürel söylem. Bir tarafta teknoloji ve ekonomik büyüme olarak Medeniyet ve diğer tarafta yerlilik-millilik üzerinden Harsın/kültürün ikisini de içine alan bir bütün olarak inşa ediliyor savaş sanayii söylem düzeyinde.
Bu büyük Türkiye anlatısı kriz ve enflasyon ortamlarında sendeliyor ama seçim sürecinde onu ayağa kaldırmak için kullanılan kaldıraç yine savaş sanayii. Her yere videolar kuruldu, Boğaz’da gemi dolaştırıldı. Erdoğan, ‘hikayesi bitti’ söylemini şimdilik savaş araçlarıyla kırdı ve bunu işlemeye devam ediyor. Halk kesimlerinde de tutuyor. Mehmetçik şehit olmuyor, şehit cenazeleri gelmiyor ama bir düşman ve savaş söylemi sürüyor. Ancak bu militarist kültür kendi içinde çelişkiler yaratıyor.
2000’li yıllarda Bülent Ersoy ‘oğlum olsa askere göndermem’ demişti. 1990’lar sonrasında görüldü ki şehit cenazeleri orta sınıfları rahatsız ediyor. Bu durum Türkiye’nin önceden girdiği ama gecikerek başladığı süreci, ordunun profesyonelleşmesi sürecini hızlandırdı mesela. Yani Muharip birliklerin profesyonelleşmesi sürecini. Zorunlu askerlerin değil de sözleşmeli askerlerin savaşa yollanması demek bu. Bu alt sınıflar için şunu yaratıyor; bu bir iş ve iyi bir iş. Türkiye’de iş bulunamazken para kazanılan bir iş oluyor. Sonunda ölüm olsa da bir iş yani.
Öte yandan ordunun militerleşmesini polis teşkilatının da muazzam bir şekilde daha da militerleşerek büyümesi takip ediyor. Bu da yine dünyadaki eğilimlere paraleldir. Ordu polisleşirken polis teşkilatları da ordulaşıyor, bir savaş aygıtına dönüşüyor ve devletin bu iki zor aygıtı birlikte yeniden şekilleniyor. Sonra da askerlik ve polislik bir değer olarak inşa ediliyor. Eskiden değer inşası şehitlik üzerinden yapılıyordu şimdi Top Gun işte. Bu birimler güçleri, kapasiteleri ve üniformalarıyla modelleşiyor. Şunu da söylemek lazım; kültürel olarak değerler pompalanabilir ama toplumsal bir karşılığı yoksa tutmayabilir. Kültürel olarak bir şeyler pompalanabilir ama onun toplumsal bir karşılığı yoksa tutmaz elbette. Göle maya çalmaya benzer ama şimdilik bir karşılığı var.
Bahadır Özgür: Şehit cenazeleri geldiğinde halkta ‘hem zafer yok hem de şehit var’ duygusu ve tepkisi oluşuyor. Özellikle İHA-SİHA’lar ‘şehitliği’ görünmez kıldı. Çözüm süreci biraz da ölümlere duyulan tepkinin de ürünüydü. Halk ‘ya çözülsün ya yenelim’ diyordu. SİHA’lar, kullananın oturduğu yerden insan öldürdüğü silahlar. Militarizmin muazzam araçları haline geldiler.
Diğer yandan bunlar bir savunma aracı değiller tersine saldırı araçlarıdır. Afganistan’dan sonra Uluslararası hukukta şöyle bir tartışma çıkmıştı: “Siha kullanımı savaş suçuna girer mi, girmez mi?”
2015ten sonra SİHA’ya bağlı bir savaş stratejisi Suriye’de Irak’ta uygulandı. Bir de MİT’in kanunu değiştirilerek operasyon yetkisi tanındı. Yani MİT’in de bir ordusu var. Şimdiye kadar hiç olmamıştı bu.
İsmet Akça: 15 Temmuz KHK’leriyle Savunma Sanayi Başkanlığı’na ordunun dışında Emniyet ve MİT’in ihtiyaçlarının karşılanması görevi de tevdi edilmişti. Bunların kullanacağı silahlar da yapılsın diye.
Bahadır Özgü: Erdoğan MİT’i bir operasyonal güç haline getirip iktidarın ayağı kıldı. Yapmaya çalıştığı şey kapitalizmin yeni yönetim yönelimiyle uyuşuyor. Bu yönetim biçiminin sacayağı ordu, siyaset bürokrasisi ve istihbarattır ve çok daha gelişmiş modeli ABD’dedir. ABD de kuvvet komutanlıklarını kaldırıp Pentagon kuruldu. Erdoğan da kendi etrafında Pentagon istiyor. Kuvvet komutanlarıyla yönetilen bir ordu değil de onların da bağlı olduğu ve tepesinde bir askeri siyasi kompleksin olduğu bir yapı. İstihbaratın ve askerin üzerinde durmasının bir nedeni bu. Bütün mesele ve kavga konusu, askeri sanayi ile iç içe geçmiş bu iktidar modelinin oturup oturmayacağı.
İsmet Akça: O yüzden süper başkanlık sistemi kuruldu. Burada kontrol ve denge mekanizmaları yok. Yargı tamamen yürütmenin kontrolünde. Yargı çeşitli iktidar odaklarının at koşturduğu bir alan oldu. Beştepe’de başka bir yönetim mekanizması var artık. Medyanın hali ise ortada. Toplumsal muhalefet kriminalize ediliyor, hareketler ve eylemler zor aygıtlarıyla bastırılıyor.
Aşırı merkezileşmenin içinde riskler de var elbette. Farklı farklı çıkar odakları devleti bir anlamda parsellemiş durumda. Yani bir tür feodal model bu. Dolayısıyla gerilim ve kavgalara çok açık. Erdoğan şu anda bu farklı ekiplerin üzerinde durarak yönetiyor ama zor aygıtlarının kontrolünü yitirdiği anda bu, merkezileşme onun için de sorun haline dönüşebilir.
Bahadır Özgür: Mısır’da olduğu gibi yani. Orada Tahrir meydanına giren başka, çıkan başka olmuştu. İhvan, Erdoğan’ın da ilk zamanlarda yaptığı gibi, ordu üzerinde istihbaratla hegemonya kurmaya çalışıyordu. Cemaatle kavga biraz da buradan patladı. Mısır’da Sisi darbeyle iktidara geldiğinde istihbaratı yeniden yapılandırdı. Erdoğan da bundan bir sonuç çıkardı ve hem istihbaratı hem orduyu kendi etrafında entegre ettiği bir evrimi başlattı. İstihbarat giderek dış siyasette bir enstrümana çevrildi. Rejimi belirleyen iç çelişkiler de burada birikti. Ordu, istihbarat ve Erdoğan arasında yol almaya çalışırken gerilim aşağı doğru da yayılıyor. Jandarma Soylu’ya bağlanmıştı. Türkiye’de kuvvet komutanlarının artık hükmü okunmuyor. Cumhurbaşkanı, çıkardığı KHK’ye göre bütün kuvvet komutanlarına ve altlarına doğrudan emir verebilir.
Erdoğan’ın kurduğu mekanizma onu alaşağı da edebilir. Çok büyük kaynak kullanan bir silahlı bürokrasiden bahsediyoruz. Ve bu, rejimin kırılganlığının kaynağı da olabilir.
[1] Bahadır Özgür; Gazete Duvar yazarı, Halk Tv’de program yapımcısı. Türkiye’nin iktisadi yapısı üzerine çalışmalar yapıyor.
[2] İsmet Akça; Yıldız Teknik Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi iken KHK ile uzaklaştırıldı. Güvenlik politikaları üzerine çalışıyor ve bu konuda Barış Alp Özden ile birlikte Türkiye Savunma Sanayiinin Ekonomi Politik Haritası başlıklı bir çalışma yayınladılar.