Teori ve Eylem Dergisi 15-16 Haziran’ın yıl dönümünde İstanbul Kadıköy’de Barış Manço Kültür Merkezi’nde, bu işçi hareketin önemini, ortaya çıkış koşullarını, günümüze bıraktığı mirası konuşmak üzere bir söyleşi düzenledi. Konuşmacılar büyük işçi eylemi sırasında bulundukları farklı pozisyonlardan hareketin görünümünü ve kendi sınıfsal ve siyasal kategorileri bağlamındaki anlamını ve kişisel rollerini anlattılar.

Gazeteci-Akademisyen Atilla Özsever, Evrensel Gazetesi Yazarı İhsan Çaralan ve dönemin Sungurlar Kazan Fabrikası Baştemsilcisi Vahit Tulis’in konuşmacı olarak katıldığı, moderatörlüğünü Banu Kavaklı’nın yaptığı söyleşinin bant çözümünü okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

BANU KAVAKLI: 15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerinin 49. yılında değerlendireceğiz. Üç çok değerli konuşmacımız var. Her biri farklı pozisyonlarda eylemlerin içinde yer almış kişiler. Onların anlatacakları değişik bakış açıları sağlayacak bize. İlk olarak sevgili Atilla Özsever hem o dönem işçi hareketini bastırmakla görevlendirilmiş bir subay olarak deneyimlerini anlatacak hem de bu hareketin 60’ların ikinci yarısından itibaren gerçekleşen ekonomik ve toplumsal dönüşümlerle ilişkisini ortaya koyacak.  Ardından Vahit Tulis ki, eylem sırasında Sungurlar Kazan Fabrikası’nın baş temsilcisi idi, işçi perspektifinden deneyimlerini ve değerlendirmelerini aktaracak. Onun ardından İhsan Çaralan öğrenci hareketinin 15-16 Haziran ile nasıl ilişkilendiğini anlatacak. Tüm bu konuşacaklarımız ışığında bugünü nasıl değerlendirebiliriz bundan da bahsedeceğiz. Sözü konuşmacılara bırakıyorum.

ATİLLA ÖZSEVER: İŞÇİLER ASKER-İŞÇİ ELELE DİYE SLOGAN ATIYORDU

Efendim öncelikle sizlere, izleyicilere teşekkür etmek istiyorum. Gerçekten böyle güzel bir yaz gününde burada olmayı tercih ettiniz, sağ olun var olun. Böyle bir etkinliği düzenledikleri için Teori ve Eylem dergisine çok teşekkür ediyorum.

Şimdi tabii Banu arkadaşımız benim konumumu anlattı. Hayatın bir cilvesi olarak işçi sınıfı ile tanışmam karşı taraftan oldu. Dolayısıyla ona ilişkin izlenimlerimi anlatacağım. Benim bu olaylara ilişkin izlenimlerim zaman zaman gazetelerde çıktı, zaman zaman bazı belgesellere konu oldu. En son da Evrensel Gazetesine konuyu yazmıştım. Bunları bilen arkadaşlarımız için ikinci baskı olacak, onun için üzgünüm. Oralarda bahsetmediğim birtakım anekdotları, biraz da esprili olanları dahil etmek istiyorum.

15-16 Haziran’a gelirken Türkiye’nin durumu neydi diye kısaca baktığımız zaman; Türkiye’de ekonomik anlamda ciddi bir darboğazın yaşandığını görüyoruz ve nitekim bu darboğazın ardından 1970’de Türk Lirası, Amerikan Doları karşısında yüzde 66 oranda, çok ciddi değer kaybetti. O zamana kadar bir dolar 9 liraydı, Ağustos 70’de 15 lira oldu, dolayısıyla ekonomik anlamda ağır sorunlar yaşanan bir ülke içinde yaşıyorduk. Aynı zamanda ithal ikamesi modeli dediğimiz, montaj sanayi dediğimiz bir ekonomik anlayışın özellikle 1960’lardan sonra egemen olduğunu görüyoruz. Fakat daha sonra bu montaj sanayi bir yerde birtakım stoklara yol açtı, stokların olması maliyetlere neden oldu ve işverenler ücretleri düşürmeye başladılar. İşverenler ücretleri düşürmeye başlayınca ister istemez sendikaların veya işçi sınıfının da bir tepkisi oldu; grevler, fabrika işgalleri başladı. Dolayısıyla 60’ların başından 67’de DİSK’in kurulmasına ve 70’e kadar olan süreçte, birtakım işçi eylemlerinin ve giderek, aynı zamanda öğrenci mücadelesinin arttığını, öğrenci hareketlerinin yoğunlaştığını görüyoruz. DİSK 67’de yeni kurulmuştu ve özellikle özel sektörde örgütlenmeye başladı. Bu da tabii özel sektör işverenlerini ürküttü ve sermaye sınıfı, DİSK’e ve işçi sınıfının gelişimine karşı tepki gösterilmesini istiyordu. O zaman iki konfederasyon var, biri Türk-İŞ. Türk-İş 1952’de kurulmuş, kamu kesiminde örgütlü. Dolayısıyla Türk-İş de DİSK’in gelişmesinden rahatsız, sermaye sınıfı rahatsız, hemen hemen bütün siyasi partiler rahatsız, sadece Türkiye İşçi Partisi rahatsız değil. Türkiye İşçi Partisi de 1961’de kuruldu. 1965 seçimlerinde 15 milletvekiliyle parlamentoya girdi böylece işçi sınıfının da Meclis’te temsilcisi oldu. Adalet Partisi Hükümeti bu sendikal hareketi denetlemek için o zamanki adıyla 1317 sayılı yasayı çıkarttı. Bu yasanın amacı büyük ölçüde DİSK’in tasfiyesiydi. Hatta zamanın AP’li Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk, Türk-İş’in Mayıs 1970’de Erzurum’da yapılan kongresinde aynı cümleyi kullandı. DİSK’in çanına ot tıkamak gerekiyor! DİSK’i ortadan kaldırmak gerekir diye Türk-İş genel kurulunda da böyle bir konuşma yaptı. Peki, bu yasa ne getiriyordu? Yasanın getirdiği şuydu: O zamana kadar örgütlenmeyle ilgili herhangi bir sınır yoktu dolayısıyla yeni yasayla birlikte, bir sendikanın ya da bir konfederasyonun örgütlenebilmesi için o işkolunda ya da ülke çapında sigortalı işçilerin yüzde 33’ünü yani 3’te 1’ini örgütlemesi gerekiyordu. Çok yüksek bir baraj. Biliyorsunuz daha sonra 12 Eylülde bir yüzde 10 barajı geldi ama daha 1970’de böyle yüksek bir baraj konulmuştu. DİSK ve TİP buna karşı çıktılar. O zaman Cumhuriyet Halk Partisi de başlangıçta bu yasayı destekliyordu, fakat tavrı eylemden sonra değişti.

Peki, ne oldu? DİSK’in öncülüğünde birtakım hareketlenmeler başladı. Değerli arkadaşlarım bu konulara daha detaylı olarak girecekler. Vahit hocam bizzat işyeri temsilcisi yahut o dönemde Sungurlar fabrikası işçisi olduğu için, bu eylemler nasıl oluştu daha detaylı anlatacak. Eylemler Kocaeli’de ve İstanbul’da söz konusuydu.  Birinci gün, yani 15 Haziran günü aşağı yukarı 70 bin dolayında işçinin, ikinci gün de 150 bin dolayında işçinin eyleme katıldığını, yürüdüğünü, fabrikaların işgal edildiğini görüyoruz. Tabii bu olaylar sırasında ne yazık ki 3 tane işçi arkadaşımız öldü, onun dışında 1 esnaf ve 1 polis de vefat etti. Olaylar bir anlamda DİSK’in boyutunu aştı. DİSK’in kontrolünden çıkmaya başladı. Zaten onun üzerine DİSK genel başkanı Kemal Türkler’in bir radyo konuşması vardı. Bu olaylara DİSK’in dışında DİSK’ten daha fazla olarak Türk-İş’e bağlı sendikaların da katıldığını görüyoruz. Bir istatistiğe göre 168 işyerinden 121’inde Türk-İş’ üyesi işçilerin 15-16 Haziran Eylemlerine katıldığı ifade ediliyor.

O zamanki öğrenci derneği Dev-Genç’in de ciddi bir destek verdiği görünüyor. Daha sonra 16 Haziran akşamı sıkıyönetim ilan edildi. 21 DİSK yöneticisi cezaevine girdi. Biraz önce öğrendim Vahit usta da bu olaylar nedeniyle cezaevine girmiş, sanıyorum o da bahsedecek, bu olayların sonucunda neler olduğunu. Yine bu arada 5 bin işçinin, öncü işçinin işten çıkarıldığını ve kara listeye alındığını görüyoruz ki çok önemli. Gerçekten militan işçi dediğimiz öncü işçilerin tasfiyesi, daha sonraki hareketlerde, daha sonraki işçi örgütlenmesinde hatta 12 Mart’ta yahut da işçi sınıfına yönelik saldırılar karşısında, işçi sınıfının kendisini çok fazla koruyamadığını da ortaya koyabilir diye düşünüyorum.

Evet, şimdi kısaca da kendi anılarıma değinmek istiyorum. Ben 1967 yılında Kara Harp Okulu’ndan piyade subayı olarak mezun oldum. Sonra biraz çalışkan olduğum için istediğim yeri seçtim. Harp Okulunu 4. olarak bitirdim. Ailem İstanbul’da Kadıköy’de oturuyordu, en yakın birlik olan Kartal-Maltepe’de görev almak için talepte bulundum. Yani ilk 10’a girenler istediği yere tayin olabiliyorlar. Tam 15 Haziran 1970 günü, ben takım komutanıydım, ikinci zırhlı tugay.  Ben piyade olduğum için piyade taburunda bir bölüğün takım komutanıyım Fakat bölük komutanı şarka, Erzurum’a tayin oldu. Tayin olunca bölüğü devir teslim alıyoruz, iğnesinden, ipliğine kadar bütün silahlarıyla. Tam o aşamadayız ve ben de 22 yaşındayım arkadaşlar. 15 Haziran günü tugayın nizamiyesine geldik. Tugayın nizamiyesinde işte binbaşı, yüzbaşı, yarbaylar var. Ben de tesadüfen oradayım. Bu arada sivil polisler de var. Bir çatışma oluyor; o zaman biz Ankara asfaltı derdik şimdi E-5 diyorlar, orada öğrenciler, işçiler ve polisler arasında bir çatışma oluyor. O çatışma sırasında şöyle babayiğit bir işçiyi aldılar getirip nizamiyeye koydular. Ondan sonra orada biri, MİT görevlisi olduğunu sanıyorum, işçiye “Ulan” dedi “Stalin’den aldığın rubleleri ne yaptın!” Yani gariban işçi Stalin nedir nereden bilsin, ruble nedir nasıl bilsin. İşçimizin verdiği cevap çok enteresan: “Yav ben Türk’üm ve Müslümanım.” İşçiyi biraz hırpaladılar tabii. Ben de orada en kıdemsiz adamım biçare vaziyette ne yapabilirim, benden daha yaşlı 40 yaşlarında bir astsubay arkadaşım da var. O da beni teselli ediyor. Çaresizlik hissediyorum. Sonra neyse, bize bir emir geldi.

Kartal’da Haymak fabrikası var. Bu Haymak fabrikasını işçiler işgal etmiş, makinaları tahrip ediyorlar. Derhal sizin birlik Haymak fabrikasına intikal etsin, işçileri enterne etsin, işçilerin fabrikayı, malzemeleri, makineleri kırmasına engel olun! Haymak fabrikası, zamanın başbakanı Süleyman Demirel’in kardeşi Şevket Demirel’in ortağı olduğu bir fabrika. Bizim bir bölükte 14 tane kariyer var; 14 tane zırhlı personel taşıyıcı, en önde de bölük komutanı olarak ben tabii. Kariyerlerle gidiyoruz. Kartal’a doğru fabrikaya doğru. Giderken işçiler seviniyorlar “ordu işçi el ele” diye alkışlıyorlar bizi. Çünkü 27 Mayıs olmuş, 27 Mayıs’tan sonra orduya karşı bir sempati var. İşte 274-75 sayılı yasalar gibi işçi lehine yasalar çıkmış. Ecevit o zaman çalışma bakanı filan. Dolayısıyla öyle lehte bir pozisyonu var askerin, kamuoyunda. Fakat biz fabrikanın etrafını çevirince işin rengi değişti ve hatırlıyorum çok genç bir delikanlı; işçi mi öğrenci mi şu anda kestiremiyorum, nasıl olduysa kariyerin üstüne çıktı, yakasını bağrını açtı, “Vuracaksan vur beni” diyor. Ben diyorum ki: “Ya arkadaşım ben de sizin gibi düşünüyorum ama” diyorum, “şimdi buraya emir ile geldik fabrikanın içinde tahribat olduğunu falan söylediler bize.” Neyse o arkadaşımızı ikna ettik arkadaşımız kariyerden indi. Tabii biz etrafını çevirmekle kaldık. Esas sivil polisler, birtakım daha üst rütbeli subaylar içeri girdiler, temsilciyle konuştular ama içeride bir tahribat falan yok. Neyse, o akşam tekrar geri döndük. Ben de şimdi kendi askerlerime diyorum ki, “Ya arkadaşlar işte bu işçiler sendikal hakları için mücadele ediyor, yarın siz de işçi olabilirsiniz. Dolayısıyla yarın da tekrar olaylar olabilir, bizim müdahalemizi isteyebilirler ama biz mümkün olduğu kadar herhangi bir çatışmaya imkân vermeden, sakin bir şekilde olaylara müdahale edelim.” Kendi bölüğümün askerlerini de bilgilendirmeye çalışıyorum. Ertesi gün dediler ki: “İşçiler Maltepe’den Ankara asfaltından Bağdat Caddesine girmişler, Bağdat Caddesinden Fenerbahçe Stadının orada bekleşiyorlar, Fenerbahçe Stadının oradan Kadıköy’e inecekler, Kadıköy’den vapurlara binip, karşı tarafta Levent’te Topkapı’da Eminönü’ndeki gruplarla birleşecekler dolayısıyla işçileri engelleyeceğiz. Nerede engelleyeceğiz, işte Fenerbahçe Stadının biraz ilerisinde Kurbağalıdere Köprüsü var, Yoğurtçu Parkı var, Kurbağalıdere Köprüsünde engelleyeceğiz. 14 tane kariyerle Fenerbahçe’ye intikal ettik. 3 tane kariyeri köprüye yerleştirdim. Zaten 3 kariyer bütün köprüyü kapattı. Tam Fenerbahçe Stadının önünde de işçiler bekleşiyor, net hatırlıyorum Otosan fabrikasının pankartı var. Bizim erkek işçilerimiz mücadeleci insanlar ama ön tarafa da kadınları koymuşlar, kadın işçiler önde, erkekler geride yavaş yavaş Fenerbahçe stadının oradan Kurbağalıdere Köprüsüne doğru geliyorlar. O sırada bizim bölük doğrudan doğruya 1. Ordu kurmay başkanı Vahit Güneri Paşanın emrinde. Bölük, tabur, tugay bilmem neye kadar harekat içerisinde olduğumuz için biz direkt 1. Ordu kurmay başkanı ile doğrudan doğruya bağlantıdayız. 1. Ordu kurmay başkanının emir subayı geldi bana dedi ki:

-Teğmenim, işçilerin geçmesini istemiyoruz, sizde herhalde manevra mermisi vardır?”

-Evet var komutanım.

-İşte manevra mermisi kullanın, işçilerin iskeleye inmesini engelleyin.”

-Komutanım, evet manevra mermisi adam öldürmez, 50 metreye kadar tesirlidir, yaralar ama bu manevra mermisi midir hakiki mermi midir, işçiler bunun farkına varamayabilirler, hakiki mermi olarak da algılayabilirler. Olur ya, karşı tarafta da silah olabilir bir çatışma çıkabilir eğer izin verirseniz biz askerlerimle güçlü bir şekilde kol kola giriyoruz işçileri geçirtmeyeceğiz aşağıya, zaten köprüyü de kariyerle kapattık. 

İlk önce binbaşının kafasına yattı fakat işçiler baya yaklaştılar. Şimdi bir taraftan ben, özür dilerim yani 20 yaşındaki insanlardan, çocuk yaştaydım, 22 yaşında bir insan olarak hayatımda ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordum ve çok da tedirginim. Gerçekten tedirginim. Bir çatışma çıkmasını istemiyorum, ne işçilerde ne askerlerde herhangi bir zayiat olmasın. O tedirginlik içinde bir taraftan oyalamaya çalışıyorum binbaşı da manevra mermisi kullanalım diye ısrar ediyor. 

Bir şekilde işçiler geldiler, bizim askerlerin barikatını yardılar ve kariyerlerin arasından geçip Yoğurtçu Parkı’na doğru girdiler. Orada yedek subay var bizim bölükte, yedek subayı omuzlara aldılar, orduya olan sempatilerini ortaya koyuyorlar. Tam da orada trafik polisi arabası var. Trafik polisi arabasını ters çevirdiler ve tekmeliyorlar. Yani işçinin askere ve polise karşı böyle bir tavrı vardı o zaman. İşçiler aşağı geçtiler, Kadıköy’den vapurlara karşıya geçecekler. Tabii vapurları iptal ettiler. Karşı tarafta da köprü kapanmış, dolayısıyla Kadıköy’deki işçi Kadıköy’de kaldı. Hareket edemedi.

Zaman zaman şunu söylüyorum benim yerime başkası da olsaydı, başka subaylar da olsaydı üç aşağı beş yukarı aynı şekilde davranırlardı. O zaman askerlerde de işçi sınıfına karşı bir sempati var, öğrenci hareketine de var. Zaten olayların geneline baktığınız zaman bir asker kurşunuyla ölüm ya da yaralanma olmadığını biliyoruz, sanıyorum o 3 işçi ölümü polis kurşunuyla oldu. Enteresan olan şu, olaylardan sonra akşam sıkıyönetim ilan edildi, bizim birlik Fenerbahçe askeri kampına, Fenerbahçe lojmanlarının bulunduğu yere gittik ve oradaki lojmanları, subayları, aileleri korumak için konuşlandık. Ondan sonra işin rengi değişti, subayların bu işçi direnişinden sonra işçi sınıfına bakışı değişti diyebiliriz. Aleyhte değişti, bu işçi sınıfına ne oluyor, ayaklar baş olmaya kalkıyor deniyordu.

İşçi sınıfına karşı bir tavır gelişti. Sonuçları biliyorsunuz. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi tavır değiştirdi, Türkiye İşçi Partisi ile birlikte dava açtılar ve Anayasa Mahkemesi 1972’de bu yasayı iptal etti. Şimdi eylemin değerlendirmesi var ama onu ikinci bölümde anlatayım. Bu arada belki son bir espriyle bitireyim olayı. Şu anda biliyorsunuz Zengin Mutfağı diye bir oyun oynanıyor. Şener Şen oynuyor. Zengin Mutfağı 15-16 Haziran olaylarını konu alan bir oyun. Yazarı da Vasıf Öngören. Ben izledim oyunu, tavsiye ederim. Direkt 15-16 Haziran’ı anlatmıyor ama bir anlamda o havayı yansıtıyor. Şimdi ben Vasıf Öngören ile ilgili kısa bir anekdotu anlatıp kapatacağım.

Şimdi efendim bu olaylara karıştık. Daha sonra siyasi düşüncelerimden ötürü 12 Mart sonrasında ordudan çıkarıldım. Tasfiye oldum. İki buçuk yıl hapis yattım sonra 74’de Ecevit Affıyla çıktım. Hapisliğim sırasında iki tane davadan yargılandım bir tanesi Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi davası, ikinci dava. Bu Kartal-Maltepe’de çok şeyler yaşadım. Hem işçi sınıfının 15-16 Haziran’ını gördüm hem de Mahir Çayan’lar Kartal-Maltepe cezaevine geldiler. Ben yine orada görevli subayım, bir şekilde Mahir Çayan’ın cezaevinden kaçmasına yardımcı oldum. Hak ediyorum aslında cezaevini! Bu olay nedeniyle THKP-C’den yargılandım. Hapse girdim ama aynı zamanda ordu içerisinde örgüt kurmak diye de bir suçum olmuş. Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü diye bir örgüt kurduk 70’lerde, dolayısıyla da Ankara’da davamız var. Şimdi Ankara’ya Mamak’a gittik. Mamak’ta yatıyoruz falan, koğuşun kapısı açıldı, içeriye 4 tane adam girdi. Vasıf Öngören, Mustafa Alabora, Halil Ergün, Erdoğan Akduman; tiyatrocular. Dedik ki arkadaş siz nereden geldiniz. Bizim Ankara Birlik Sahnesi diye bir tiyatro grubumuz var. Bir gün kafayı çekerken ‘Ankara Birlik Sahnesi proletaryanın hizmetindedir’ diye bir kağıda bir şey yazdık dedi. Sonra o kağıt bulundu diye anlattı. Bu işin espri tarafıdır, böyle bir şey de olmuş ama tabii Ankara Birlik Sahnesi devrimci bir tiyatro grubu. Sevgili, rahmetli Vasıf Öngören ile tanışıklığımız böyle oldu. Oyunu izlemenizi tavsiye ediyorum, teşekkür ediyorum sağ olun.

VAHİT TULİS: TİP ÜYESİYDİM VE BÜTÜN HAYALİM İŞÇİLERİ SOSYALİZME KAZANMAKTI

Arkadaşlar, 15-16 Haziran’ı başarılı kılan o günkü, dünyadaki ve Türkiye’deki işçi sınıfı mücadelesinin başarısıdır. Önce tarihe not düşen ve DİSK’in tarihinde yer alan Sungurlar direnişinden başlamak istiyorum. Tüm mücadelelerin başarısının altında emek yatıyor. Bir insanı, havadan cıvadan elde ettiklerini kaybetmek rahatsız etmez ama alın teri ve göz nuruyla kazandığı bir takım değerleri kaybetmek istemez.

15-16 Haziran’ın başarısının temelinde Alibeyköy’deki Sungurlar direnişinin başarısı yatar. Ben 65’de İstanbul’a geldim. Daha önce öğretmendim ama öğretmenlikten kovulunca Bursa’da yaşama imkanım kalmadı. Abim terlikçiydi onun yanında çalışıyordum ama aklım fikrim bir fabrikaya girip işçileri örgütlemekteydi. Aynı zamanda TİP üyesiyim ve ilçe başkanıyım. Tüm enerjim, gücüm işçileri örgütlemek ve işçi sınıfının dünya görüşü olan sosyalizm ve komünizme varmak, tüm hayalim bu. 1967 yılında orada çalışan bir arkadaşım vasıtasıyla Sungurlar Kazan Fabrikasına girme imkanım oldu. Beni işe memur olarak aldılar ancak işçilerle ilişki kurabilmek ve işçilere kendi dünya görüşümü benimsetebilmek için dezavantajdı bu durum benim için. Ama bu olanaksız durumu yendim. Şöyle yendim; o zaman işçiler sungurlar kazan fabrikasına kamyonlar ile geliyor, memurlar ise otobüslerle geliyor. Ben ilk olarak otobüsler yerine kamyonlarla işe gelmeye başladım ve bu işçiler arasında şaşkınlık yarattı: “Bu adam memur, otobüs ile gelmesi gerekirken bizim gibi ayaktakımıyla beraber kamyonla geliyor.” İkincisi, işten çıkarlarken işçilerin üstü başı aranıyor, sanki kazan kaçıracaklarmış gibi. Ben de onların arasına karışıp üstümü aratarak işten çıkıyordum. 3 yıl o fabrikada işçilerle temas edebilmenin sancılarını yaşadım. İş arasında onlarla görüşebilme imkanım yok. Evlerine gidiyorum, mahallelerine gidiyorum, kahvelerine gidiyorum ve onlarla konuşabilme imkanı sağlıyorum. Söylemek istediğim şey, işçilerle bir araya gelebilmenin onlara kendi dünyalarının kendi sistemlerinin ne olduğunu anlatabilmemizin yolunu yöntemini bulmamız lazım. Ben Mevlana’yı sevmem ama şu sözünü çok seviyorum: “Sen ne bilirsen bil, senin bilgin karşı tarafın anladığı kadardır.” Tüm meselem insanların kafasına girebilmek. Sosyalizmi ve komünizmi anlatabilme kaygısı içindeyim.

 3 yıl sonra fabrikada Maden-İş’i hakim duruma getirdik. İşçiler benimsedi. Neredeyse birkaç gün içerisinde listeler Maden-İş’ten gelecek, işçilerin büyük çoğunluğunun, DİSK’e bağlı Maden-İş’e geçtiği yönetime bildirilecekti. Patron bu işin içinde benim olduğumu öğrendi ve işten kovdu. Ama o kadar kolay değildi, et kemik gibi olmuştuk bu arada, işçilerle bir bütün haline gelmiştik. İşçiler bir hafta sonra direnişe geçtiler, şalteri indirdiler. Benden sonra atılan 15-20 işçi daha vardı. İşçiler direnişe geçti ve koşulları şuydu: Vahit Tulis işe geri alınacak, atılan diğer işçiler işlerine geri alınacak, Maden-İş tanınacak. Tabii patron yanaşmadı, polisler, jandarmalar fabrikanın etrafını çevirdi. Nefes aldırmıyorlar. Biz 15 gün fabrikada direndik. Bu sırada da çevre fabrikalardaki örneğin Demirdöküm, Elektrometal gibi fabrikaların işçileri bize parasal ve moral destekte bulundular. Öğrenciler Haliç ‘ten sandalla geliyorlar, kazılan tünelden fabrikaya giriyorlar ve bize gereken yardımları yapıyorlardı. İhsan Çaralan ile de o zaman tanışmıştık. 15 gün fabrika içerisinde direndik, sonra polis ve jandarma bizi dışarı çıkarttı ama biz dışarıda da direnişe devam ettik. Bu arada maalesef biz solcuların bir hastalığı var. Bölünme hastalığı var. On parça, yirmi parça, otuz parça. Oradaki fraksiyonlar işçilere kendi örgütlerinin propagandasını yapmaya çalışıyorlardı. “Bizim örgüte gel, biz şöyleyiz böyleyiz” diye. Ben de şöyle dedim: “ arkadaşlar şimdi sendikal mücadele aşamasındayız, henüz siyasal bir mücadele aşamasına gelmedik.” Sendika sosyalizme varabilmenin merdivenidir. İlk oradan başla ve sonra giderek siyasi bilince kavuşursun. Ben bu arkadaşlara dedim ki “siz burada direnen işçilerin evlerine, mahallelerine gidin.” İşçilerin aileleri diyor ki “iyi kötü elimize para geliyordu, bunlar üç komünistin peşine takıldı aç kaldık, perişan kaldık.” Gidin anlatın bu çocuklar niye direniyor. Nitekim bunu yaptılar. Yüzlerce öğrenci, yüzlerce sempatizan işçi Küçükköy’e, Beşyüzevler’e giderek bu direnişin nedenini, sebebini ve başarıyla sonuçlanacağını anlattılar. Bir haber aldık oradaki bine yakın işçiyi öldürmek, oradan sürmek için kamyonlarla sarı işçi getirecekler diye. İnanır mısınız Alibeyköy’de evlerde insan kalmadı. Binlerce kişi çoluğu çocuğuyla geldi, bize destek veriyor. Biz orada kazanlar kaynattık. Düşünebiliyor musunuz bir kasap koyun gönderiyor, kazanın orada yemek yapılıyor. Manavlar sebze, fırınlar ekmek gönderiyor. Biz de orada Alibeyköy halkının esnafının dayanışmasıyla direniş yaptık. Esnaf normalde çok sıcak bakmaz, hele ki o dönemde komünist demek Rus uşağı demek, dinsiz imansız demek, her türlü pisliği bize bulaştırırlardı. Buna rağmen bunlar yapıldı. Şöyle bir konuşma tarihe geçti. Binbaşı dedi ki “eğer bu gelen otobüslere bir saldırı olursa askerler elinde silah, saldırı yapanlar öldürülecek, vurulacak.” Askere dedim ki “asker arkadaş, senin sırtındaki elbiseyi, elindeki silahı biz aldık, biz bunları bizi koruyasın diye, ülkeyi bağımsız hale getiresin diye, aç insanlar tok hale gelsin diye sana verdik. Yarın askerliğin bitecek, sen de fabrikaya gireceksin, senin kardeşin sana kurun sıkacak. Bir düşün bu direniş niye? Bu direniş çoluk çocuğumuzun ekmeğinin büyümesi, kışın sırtına hırka alabilmesi, pabuç alabilmesi için. Bir düşün asker, bir düşün” dedim. Az sonra sarı işçileri taşıyan otobüs geldi. Ben daha bir şey söylemeden oradaki insanlar neredeyse otobüsleri parçalayacaklar. Camlar falan kırıldı. Onlar geldikleri gibi kaçarak gittiler. Hiçbir asker de bir kurşun sıkmadı. Bu şunu gösteriyor: biz insanlarla iyi iletişim kurabilirsek, bir yolunu bulabilirsek, bıkmazsak, usanmazsak bu insanları kazanmak mümkün. Zaman geçtikten sonra terlikçi oldum tekrar. Bana şunu diyorlardı “yav, bu iş bitti artık, hala şey misin, bu görüşlerde misin?” Tabii ki bu görüşlerdeyim. Her şeyin ilkinde yanlışlar olur. Binlerce tarihte hep egemenler, hırsızlar, soyguncular, zalimler yönetti dünyayı. İlk defa ayaktakımı Rusya’da başa geldi. Bilinci yok, tecrübesi yok. Ayrıca işçiler adına hareket edenlerin ne kadarı işçi sınıfının adamı. Bunu da sorgulamak lazım. Ben terlikçiydim. İlk yaptığım terlik ayağa bile girmiyordu ama inceledim hatalarım nerede diye ve o hataları ortadan kaldırınca o piyasanın en güzel terliklerinden biri oldu. Söylemeye çalıştığım şey şu ki 15-16 Haziran en güzel Sungurlar Kazan Fabrikası’nda oldu. Biz Alibeyköy’de direnişe geçtiğimizde çevresindeki fabrikaları da yanımıza kattık. İçinde Türk-iş’e bağlı sendikalar da sarı sendikalar da vardı ama Hasan Hüseyin Korkmazgil’in de dediği gibi “dışı yeşil yeşil de içi kırmızı. Bizim yapacağımız şey karpuzun dışındaki yeşil kısmı atıp içindeki kırmızılığı çıkarabilmek.” Bizim onu yaptığımızı sanıyorum. Civar fabrikadaki işçilere durumu anlattık, “Maden-İş bizim tek güvenebileceğimiz sendika, diğerleri sarı sendika, patronun uşağı. Bunca yıl o sendikalardasınız, ne kazandınız? Ama DİSK’e bağlı Maden-İş’e bağlanırsanız çok şey kazanırsınız, çünkü söz sizde olacak, emek zaten sizde.” Ve bir yürüyüş yaptık bir ucu Haliç’te bir ucu Küçükköy’de. Binlerce insan… Haber aldık,  bize katılmak isteyen diğer işçileri engellemişler, Haliç köprüsünü, Unkapanı köprüsünü kaldırmışlar. Velhasıl gelemediler ama biz fabrikaya geldik ve direniş devam ediyor. Ertesi gün Kemal Türkler’in bir konuşması vardı “tamam muvaffak olduk, artık bırakın” diye. En son bırakan bizim fabrikaydı, 15 gün sonra bırakmak zorunda kaldık. Tünelin haberini almışlar, biz girip çıkarken bizi yakaladılar. Bizi yakaladıktan sonra tavuğun başını koparınca nasıl çırpınır, öyle oldu. Bir iki gün içerisinde en çok tutuklanan işçi Otosan’dan sonra Sungurlar Kazan Fabrikasındandı. Bir savunma yaptık. Savcı şöyle diyordu: “ Sungurlar deyince hep direniş, hep mücadele. Siz ne zaman iş başı yapacaksınız? Ne zaman çalışacaksınız?” ben de şunu dedim: “Ta ki sınıfsız bir toplum kurulunca, patronların olmadığı, kabzımalların olmadığı, insanlığın tarağın dişi gibi eşit olduğu bir düzen kurulduğu zaman biz direnişlerden vazgeçeceğiz.”

Sonuç olarak 15-16 Haziran’ın altında direnişler yatar. Daha sonra pek çok insan bu, kendiliğinden olan spontane bir hareket dedi ama spontane bir hareket değildi. Birçok direniş vardı. Nasıl bir baraka en ufak depremde yıkılır gider ama temeli sağlam atılan bir bina büyük depremlere dayanır. Bizim çıkarmamız gereken ders: biz devrimci diye işçi sınıfının yoluna çıkarsak pisliklerden arınmamız lazım. Kapitalizmin bize bulaştırdıkları pisliklerden uzak durmamız lazım. Yeni bir dünya; emeğe, namusa dayanan bir dünya kurmak istiyorsak, ırk, din ayrımı olmayan bir dünya kurmak istiyorsak bizim çok güzel insanlar olmamamız lazım. Bunun en güzel örneği Ovacık’taki Fatih. İnsanlara laf üreteceğimize sosyalist ve komünist üretim biçiminin örneklerini sunmamız lazım. Ancak o zaman bu ahlaksız, adaletsiz sistem yerle bir olabilir. Teşekkür ederim.

İHSAN ÇARALAN: İŞÇİ-ÖĞRENCİ MÜCADELESİ BİRBİRİNE PARALEL İKİ NEHİR

49 yıldır -seneye 50.ncisi olacak- 15-16 Haziran’ı her yıl dönümünde değerlendiriyoruz. Ama bu süre içinde tartışmalar yapıldıkça bir şeyi eksik anladığımızı düşünüyorum. 15-16 Haziran iki günlük bir eylem değildir. 15-16 Haziran aslına bakarsak, 1963 yılında daha sendikalar ve grev yasası çıkmadan Kavel işçilerinin eylemiyle başlayan ve 1970’in 15-16 Haziran büyük eylemine kadar gelen eylemler silsilesinde yer alır. Ancak böyle anlarsak 15-16 Haziran’dan söz ettiğimizde, bir fabrikadaki, beş fabrikadaki veya bir gündeki bir direnişin ötesinde işçi sınıfının mücadelesinin tarihsel bir döneminden söz ediyor oluruz. 15-16 Haziran da bir dönemin mücadelesinin zirvesidir.

Gelinen süreçteki olayları da iyi anlamak için 15-16 Haziran’ı iyi analiz etmemiz gerekir. Ben işin bu boyutu üzerinde durmak istiyorum. Bu bakımdan 1963 yılındaki Kavel grevi önemlidir. Şundan dolayı ki; henüz sendika ve grev yasası yoktur. Bir yasa olmadığı için hiçbir sendika grev yapmaya cesaret edemez. 1963 yılında Maden-İş üyesi işçiler grev yaparlar ve bu grev yaklaşık 80 gün sürer. Aslında Ecevit yasası dedikleri toplu iş sözleşmesi yasası, grev yasası vb. bu grevin bir talebi olarak da çıkarılmıştır. Ecevit yasayı çıkarmıştır ama onlar yasayı çıkarmasa da artık bu eylemler başlamıştı. Yani Türkiye işçileri tarih sahnesine çıkmaya karar vermişlerdi. Yasa, grevleri ve işçi eylemlerini sınırlamak, işçi hareketini zapturapt almak için çıkarılmıştır. Burjuvazinin yasalarının asli amacı da budur zaten. Önce eylemler olur, gelişmeler olur, sonra devlet araya girer, Meclis araya girer; derler ki böyle giderse önüne geçemeyiz, bunun sonu anarşiye gider o zaman bunu zapturapt altına alalım. Grev hakkı nerde doğar? Türkiye’de tek gerekçesi tanınır: Toplu sözleşme masasına oturacaksın, anlaşamayacaksın, grev çıkacak. Oysa öyle değildir. İşçi sınıfının tarihine baktığımızda işçiler dayanışma grevleri, siyasi grevler, savaşa karşı grevler, hükümeti protesto etmek için, ülke yönetimine müdahale etmek istedikleri zaman, bir talebin gerçekleşmesi için mücadele ve greve başvururlar. İşçi sınıfının böyle bir geleneği vardır. Ama Türkiye’de yasalar öyle sınırlanmıştır ki sadece toplu sözleşme yapar ve anlaşamazsanız grev hakkınız doğar. Bu da hükümete “grev yasaklama”  hakkı konarak, “Yüksek Hakem Kurulları” konarak daha da daraltılmıştır. Bunu aklımızda tutarak Kavel grevine bakarsak Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından dönüm noktalarından birisiyle yüz yüze gelmiş oluruz.

Kavel Türkiye’de işçi sınıfının sınıf olarak tarih sahnesine ilk adımını attığı yerdir. Ondan önce de tabii ki Türkiye’de işçiler vardır. Yani nesnel olarak biz sınıftan bahsederken Türkiye’de ta 1900’lerin başından itibaren işçi sınıfı var olduğunu biliriz . Ama sınıfın kendisi için, kendi talepleri için mücadele ettiği dönem 1960’lardır; işçi sınıfının büyük bir dönüşüm, adeta bir aydınlanma yaşadığı bu zaman dilimidir.

1963’te başlayan bu dönüşüm daha sonra başka grevlerle DİSK’in kurulmasıyla, arkasından Türk-İş’ten DİSK’e geçişlerle, 15-16 Haziran’a giden sürece uzanır. Sungurlar, Demir Döküm, Otosan gibi pek çok fabrikada grev ve işgaller olmuştur. Bunları ilk bakışta hepimiz patronlara karşı hak taleplerinden ibaret sanabiliriz ama bunların hepsi Türk-İş’in sarı sendikacılığına karşı mücadeleci, sınıf sendikacılığı çizgisinden esinlenen mücadelelerdir. İşgaller Türk-İş’ten DİSK’e geçmek için yapılan eylemlerdir. Bu aynı zamanda işçilerin, “nasıl bir sendika istiyoruz” tartışması içinde bilinçlerini ilerlettikleri; “Biz mücadeleci, sınıfın taleplerini savunan bir sendika istiyoruz diyerek hareket ettikleri bir dönemdir. Ve bunu yaparken de sınıfın mücadelesi, sosyalizm, anti-emperyalizm, NATO karşıtlığı, Çin’de Vietnam’da neler oluyor, dünya nereye gidiyor ve işçi sınıfının rolü nedir gibi,.. konular işçi sınıfının gündemine girmiştir.

Dolayısıyla 15-16 Haziran’a gelirken Türkiye’deki işçilerin ileri kesimleri o güne kadar Türkiye’de nasıl bir sosyalizm birikimi varsa bunu da yansıtıyordu.

Bu dönemde ülkemizde sosyalizm, sadece öğrenciler arasında değil işçiler arasında da tartışılıyordu.  İşçilerin önemli bir bölümü TİP’e üye oluyordu ve aslında TİP’e üye olmak öyle kolay bir iş değildi o günün koşullarında. Birçok şeyi göze alması gerekirdi üye olmak isteyenin. Hatta Bazı gençlik toplantılarına işçi önderlerinin gelip Dev-Genç’in 15 günde bir İTÜ’de bir amfide yaptığı toplantılara, çeşitli fabrikalardan işçilerin geldiği, bu tartışmaları dinlediği ve hatta bazen tartışmalara katıldıkları görülmüştür. Yani mesele; bir gün 15 ve 16 Haziran’da, hükümete kızan işçilerin sokağa çıkması değildi. Tersine 15-16 Haziran 7-8 yıl içerisindeki hem ciddi bir dönüşümün hem de işçilerin içinde eğitildiği çeşitli eylemlerin sonucu olarak ortaya çıkmış büyük bir işçi eylemiydi.

Sınıf hareketinin meseleleri karşımıza böyle geldiği için 50 yıldır yeniden yeniden 15-16 Haziran eyleminin tartışmalarında yeni sonuçlar çıkarabiliyoruz. İşçiler o dönemde bir aydınlanma yaşamışlar, o zamanın koşullarında TİP gibi bir parti etrafında sosyalizm fikriyle tanışmışlar ve harekete bu fikirlerle geçebilmişlerdi.

Gençlik hareketine gelince ben şöyle düşünüyorum: Türkiye’yi, üzerinde birbirine paralel akan iki tane nehrin olduğu bir ova gibi düşünelim. Bunlardan biri işçi hareketi diğeri de gençlik hareketidir. Bunlar birbirlerinden farklı taleplerle hareket ediyorlardır ama coşup yükseldiklerinde iki nehrin yatakları birbirine hep karışmıştır. Mesela 1969’daki Kanlı Pazar eylemi işçilerin ve gençlerin ilk önemli ve herhalde en büyük eylemidir. Eylem “NATO’ya hayır” kampanyası etrafında düzenlenmiştir. Doğrudan doğruya üniversite gençliğinin, gençlik örgütlerinin ve DİSK’e bağlı sendikaların üyelerinin katıldığı, bir ucu Karaköy’de bir ucu Taksim’de olan bir büyük bir eylemdi. Tarihe de “Kanlı Pazar” eylemi olarak geçti. Taksim’de o zaman 3 kişi katledildi.

İşçiler ve öğrenciler doğrudan kendi örgütleriyle hareket ediyorlardı. Çok önemli eylemlerdi.

Gençlik hareketinin anti-emperyalizm etrafında yükseldiği, öbür taraftan işçi hareketinin de kendi talepleriyle, bir noktada da anti-emperyalizm ve kapitalizme karşı talepler etrafında, o zamanın sosyalizm ve kapitalizm arasında bölünmüş dünyası içinde gelişen eylemlerdi.

Bu gelişmeler Hükümeti çok rahatsız etti ama bazı sendikaları da Türk-İş’i de çok rahatsız etti, hatta TİP’i de rahatsız etti. O dönemde belki başka bir tartışmanın konusu olabilecek gelişmeler oldu. Örneğin ben 15-16 Haziran direnişi başladığına TİP’in Beyoğlu ilçesine üyeydim. Teknik Üniversiteden 4 arkadaştık ilçe örgütünde. Biz orada 4 genç olarak samimiyetle çalışıyorduk. Haliç bölgesinden gelen işçiler de vardı Beyoğlu örgütünde, Yeşilçam oyuncuları da üyeydi. İlçe Başkanı Yücel Yaman benim ilkokuldan sınıf arkadaşımdı. Tam bir tasfiye yaşandı,  Behice Boran gençleri atın diye emir vermişti. Çünkü o zaman TİP gençliğe, “Bunlar goşist” diye bakıyordu.

Ben 15-16 Haziran’da iki kez gözaltına alındım. Arka arkaya üç toplantıya gelmediğim gerekçesiyle dördümüz de partiden attılar. Bu toplantılardan ikisinde de gözaltında olmam da mazeret olarak kabul edilmedi.

Şunu anlatmak istiyorum. 60’lı yılların ikinci yarısında gençlik ve işçi hareketi, iki paralel nehir gibi akıyordu. Mücadele yükseldiğinde nehirler yatağından taşarak birbirine karışıyor, mücadele temposu düştüğünde kendi yataklarına çekiliyordu.

Bir direniş olunca herkesten önce o direnişe öğrenciler giderdi desteklemek için. Vahit Tulis arkadaşımızla tanışmamız da Sungurlar işgali sırasında olmuştur.

 Aydın Çubukçu 68’i anlattığı kitabının adını “Bizim 68” diye koymuştu. Oradaki “bizim” sözcüğü milliyetçilikten değil, şudur: Türkiye’nin 68’inin Avrupa’nın 68’inden farklılığına işaret eder. Ayrışma bu dönemdeki genlik hareketinin 15-16 Haziran’a gelen işçi hareketiyle yakınlaşması, ondan ciddi biçimde etkilenmesine dayanır.

60’lı yıların ikinci yarısında nasıl işçi hareketi, bağımsız bir hareket olarak ortaya çıkmışsa, gençlik hareketi de öyle, adeta işçi hareketine paralel olarak ortaya çıkmıştı.  Bundan önce de vardı tabii Kemalist gençler, CHP’ye bağlı gençler ama, 60’lardan önce gençlik hareketi kitlesel, bağımsız, anti-emperyalizm perspektifi olan, bir hareket olmamıştı. Bu iki tarihsel tesadüf -ne kadar tesadüf denirse- dünyanın haliyle alakalı mutlaka- iki kesimi de olumlu etkilemiştir. Özellikle gençlik tarafının çok olumlu etkilendiğini düşünüyorum. 68 hareketi Avrupa’da hippiliğe-yuppiliğe evrilirken bizde 70li yıllara bir miras olarak devrimciliğe, anti-emperyalizme, anti faşist mücadeleye, şu veya bu şekilde sosyalizm mücadelesine evrilmiştir. Şöyle bir paralellik de var tabii. Bir yandan 15-16 Haziran’ın 50. yılında öbür taraftan 68’in 50. yılında nerdeyse hep aynı kişiler konuşuyor, neredeyse izleyiciler de aynı!

Bu bir tesadüf değil, ama tabii keşke daha farklı olabilse. Ama buradaki ilişki, İki hareketin dönemdaşlığının, zaman zaman zaman da iç içeliğinin sonucu.  Bir yandan gençlik hareketinin gelişme seyri var, bir de işçi hareketi bakımından hala aşılamamış bir 15-16 Haziranla temsil edilen gelenek var. Bu bakımdan 15-16 Haziran yeniden yeniden hem ileri işçiler hem de devrimci gençlik kesimlerinde tartılıyor.

En önemli şeylerden biri şudur, ki arkadaşlarımız da bahsettiler, işçilerin inisiyatif aldığı bir sendikal hareket. Uzun zamandır dünya sendika hareketinde bürokratik bir sendikacılık eğilimi var. Zaman zaman işçiler sokağa çıkar, mücadele eder ama sonuçta sendikalar bunu bir noktaya çekerler. 60’lı yılların bence en önemli özelliği buydu. Örneğin DİSK bile işçileri kontrol edemiyordu. Örneğin Sungurlar fabrikasında işçiler gidip DİSK’e başvurmuyorlardı, ‘biz direneceğiz’ diye. Tersine daha önce kim direnmiş, Demir Döküm mü, oraya bakıyorlardı, oradan destek alırlardı, oradan öğreniyorlardı ne yapacaklarını.

Bu işçiden işçiye aktarılan bir mücadeleydi; yani işçi kendi kararını veriyor kendisi planlıyor. Onun dışında yani öğrencilerin desteği olur, mücadeleye iyi yaklaşan sendikalar var vs. ama sonuçta eylem için işçi karar alıp kendisi kendisi gerçekleştirir.

 Bugün de birçok mücadeleci sendika var ama onlar işçi inisiyatifiyle birleşemedikçe her girişimleri yukarıdaki bürokrasi tarafından tırpanlanmaktadır. Bu bakımdan bu dönemin asıl yönelimi işçilerin inisiyatif aldığı ve sınıfın ana kitlesini harekete geçirdiği bir hat olmak durumundadır. Yoksa yukarıdan sendika yönetimi karar alır, işçileri çağırır, kimi gelir kimi gelmez vs. Ama o dönem böyle değildi. O dönem tersine işçinin işçiye karşı sorumluluk aldığı ve harekete katılmak ihtiyacını duyduğu, sorumluluk duyduğu bir dönemdir.

Ve bence Türkiye işçi sınıfı hareketinin 15-16 Haziran’la temsil edilen değerleri bugün de çok önemlidir.

15-16 Haziran’ın daha bir özel bir yanına geçmek istiyorum. Ben o zaman İTÜ Öğrenci Birliğinin Genel Sekreteriydim. Bizde devam zorunluluğu olduğu için öğrenciler tatil olmadıkça devamlı okuldadır. İstanbul Üniversitesi çeşitli biçimlerde kapanmıştı, bütün dernekleri de faşistlerin saldırıları vs. üzerine kapatmışlardı. Ama İTÜ Öğrenci Birliği, öğrencilere çok yakındı ve şöyle bir şey de vardı: Üniversiteye girdiğimizde önce önce fakültenin öğrenci derneğine kaydolup ondan sonra fakülteye kaydoluyorduk. Ve öğrenci seçimleri gayet hilesiz hurdasız yapıldığı için öğrenciler derneklerin çağrılarına önem verirdi. Bu bakımdan İTÜ Öğrenci Birliği ve fakülte dernekleri gayet iyi örgütlüydü. Bu bakımdan da 15-16 Haziranın gençlik merkezi Gümüşsuyu’ndaki İTÜ Öğrenci Birliği idi.

16 Haziran akşamı sıkıyönetim ilan edildiğinde, biz, ‘Yani bu sıkıyönetim de nedir?” diye birbirimize soruyorduk.

Burada öncesinden biraz söz edeyim. Ben genel sekreter olarak öğrenci birliğinin basın yayın işlerinin de başındaydım ve aşağı yukarı 15-16 Haziran’ın 10 gün öncesinden başlayarak herhalde yüz binlerce bildiri çıkartıp dağıttık. Burada sendikalarla bir bağlantımız da yoktu ama halkı bilgilendirme adına ve işçi duraklarına falan dağıtım yapıyorduk. Yüzlerce genç bu faaliyete katıldı. 16 Haziran’da özellikle kitlesel bir öğrenci katılımı olmuştu. Kemal Türkler 16 Haziran’da radyoların 13:00’teki haber bülteninde, bunlar sizi kışkırtıyor diye öğrencileri -Dev-Gençlileri kastederek- eleştiriyordu. İşçileri evlerine dönmeye çağırdı. Ama gerçekte öğrenciler işçileri kışkırtmadıkları gibi sendikaya karşı da kışkırtmamıştı. Hiç böyle bir şey olmamıştı. Tersine katılımımız bildiri dağıtmak vs. biçiminde olmuştur. Yani mesela polisle yer yer çatışmalar oldu. İşçiler de öğrenciler de polisten nefret ediyordu ama kurbağalıdere’deki çatışmadan sonra askerler de müdahale edince, ilk kez ben orada işçilerin “İşçi-gençlik el ele” sloganı attığını gördüm. Ondan önce hep “İşçiler el ele” ya da asker işçi ele gibi sloganı atılıyordu. Ama şunu söyleyebiliriz ki, 16 Haziran günkü askerin müdahaleleri işçilerin “işçi asker el ele” sloganını terk etmesini getirdi ve bir daha da bu slogan işçiler arasında, sonraki eylemlerde zaman zaman atılsa bile itibarlı bir slogan olmadı.

Tabii ki 15-16 Haziran’da gençliğin olumlu bir rolü olmuştur ama elbette gençlerin hiçbir müdahalesi olmasa da 15-16 Haziran olacaktı.

O sıralarda gençlerin çok gösteri, eylem deneyimi olmuştur. Bu anlamda eyleme katkısı olmuştur. Onun dışında bir etkisi olmamıştır. Kemal Türkler’in dediği gibi sizi kışkırtıyorlar, yoldan çıkarıyorlar; evinize dönün çağrısına hak verecek bir müdahale olmamıştır. Burada bir şey dikkat çekicidir. Sıkıyönetimin ilan edildiği akşama dönersek, eylemlerden dönen gençler öğrenci birliğinin bulunduğu yerdeki katindedir. Bir yandan ne oluyor, ne bu sıkıyönetim diye konuşuluyor, bir yandan şaşkınlık da var. Küfür edenler vs. her şey var.

Sonra biz, Dev-Genç yönetimle de konuştuktan sonra öğrenci birliği yönetimi olarak toplandık. Kimse bir şey bilmiyor. Bozkurt Nuhoğlu var, sıkıyönetim hakkında eskiden deneyimli olduğu için onu çağırdık, sorduk. Bozkurt da dedi ki ‘Ciddi bir şey değil. Bir kapıdan birisi gelir sizi alır, götürür, ertesi gün nöbet değişince gelenler, ya sizi kim aldı deyip geri bırakırlar.’

Biz o rahatlıkla ne yapacağımızı düşündük ve boykot yapmaya karar verdik. Ben ve oradaki birkaç arkadaş diğer fakültelerle iletişim kurarak bildiri dağıtacağız, şunları bunları yapacağız. Ve pazartesi günü de sınava girmeyeceğiz. O gece öğrenci birliğinde kaldım. Sabah saat altı gibi, askeri bir jiple bir tim geldi. Beni ve iki arkadaşımı sordular.  Onlar yoktu, beni alıp Harbiye’ye, Garnizon Komutanlığı’na götürdüler. Böylece sıkıyönetimin gözaltına aldığı ilk kişi oldum.

Neyse disipline karşı gelen askerlerin konduğu “disiplin”e” koydular. Ranzalı, tahtakuruların çok olduğu yerdi. Gece sokakta ne kadar evsiz barksız varsa onları getirdiler o gün öyle geçti. Ertesi gün nöbetçi subay çağırdı beni. “Sen niye geldin?” diye sordu, bilmiyorum” dedim.  Kızdı seni niye getirdiler diye.

Sonra da “Hiç üzülme Atatürk de burada yatmıştır dedi. Burada yatmak şereftir” vs. Askerlere; “Bu arkadaşı subayların disiplinine koyun” dedi. Orası daha iyiydi. Tahtakurusu falan yok. Birkaç gün sonra bir asker geldi; seni general çağırıyor dedi. Birkaç kat yukarı çıkardılar. Temiz bir oda. Bir köşede de bir yatak var. Gözüme ilk o yatak takıldı. “Herhâlde artık burada yatacağım” diye dünürken, adam gürledi. Bindiğiniz gemiler battı, kökünüzü kazıyacağız”… falan… Adam verdi veriştirdi…

Her soran bana niye geldin diye soruyor ama neye getiriliğimi hakikaten bilmiyordum. Çünkü bana da kimse, seni şundan dolayı aldık demedi.

Aradan bir hafta kadar zaman geçtikten sonra bir sabah, seni askeri mahkemeye çıkaracağız dediler.

Bir yedek subay avukat, o da sordu seni niye getirdiler diye. Bilmiyorum dedim. Bunların da elinde de pek bir şey yok. Bazı laflar ediyorlar ama kimse bir şey bilmiyor” dedi. Neyse mahkemeye geldik savcı ya da yargıç da, “Bak bildiri yazmışsın milleti boykota çağırmışsınız. Telefondan konuşmuşsunuz dedi. Anladım ki o zaman bizim dahili -telefonu dinlemişler ve orada adı geçen üç kişiden birisi olarak beni almışlar. O zamana kadar telefonların dinlendiğini bilmiyorduk. Neyse oradan Selimiye’ye götürdüler. Baktım Karadeniz’den Erdemir işçilerini getirmişler, onlar da oradan yürümüşler. Kocaeli’de ve Anadolu yakasında yürüyüşe önderlik eden işçileri de o koğuşa getirmiş koymuşlar

Birkaç gün koğuşta kaldıktan sonra beni serbest bıraktılar ama bu sıkıyönetim durumu bitmedi tabii. O zaman sıkıyönetimde şöyle bir şey vardı. Sıkıyönetim sınırları dışına çıkınca sizi aramıyorlardı. Onun için ben mesela ikinci kez girip çıktıktan sonra üçüncü kez de aranmaya başlayınca, staj karnemi alıp Karabük Demir Çelik Fabrikasına staja gittim. Sıkıyönetim bitene kadar da İstanbul’a dönmedim.

2. BÖLÜM

BANU KAVAKLI: 15-16 Hazirana giden süreci konuşmacılarımızın çizdiği tablodan anlamış olduk. İkinci bölümde de hem yaşananların bir değerlendirmesini yapacağız hem de özellikle sıkıyönetimin ilanı, hareketin neden sönümlendiği, nerelerin eksik kaldığı, sendikal bürokrasisinin nasıl işlediğini konuşacağız. Bugünün koşullarında 15-16 Haziran’ı nasıl okumalıyız, hangi dersleri çıkarmalıyız. Şimdi arkadaşlarımıza tekrar söz veriyorum.

ATİLLA ÖZSEVER: İŞYERİ KOMİTELERİNİN EMSAL ALINDIĞI İŞÇİLERİN BİRLEŞİK CEPHESİ

Ben kısaca bir eğilimin değerlendirmesini yapmak istiyorum. Aslında Türkiye’de işçi sınıfı ücret dışı haklar konusunda bir eylem yapıyor. Genelde işçi sınıfının o dönemde, ücret için, toplu sözleşmeden kaynaklanan, gelir adaletsizliğinden kaynaklanan haklarıyla ilgili eylemlerİ söz konusuydu. 15-16 Haziran’da ilk defa ücret dışı hak gasplarına karşı bir eylem gerçekleşti. Bir de çeşitli iş kollarından işçilerin ortak bir mücadelesiydi söz konusu olan. Eylem yoluyla bir sendikal birliğin sağlandığını da görüyoruz. Biraz önce de ifade ettim DİSK’ten daha fazla Türk-İş’ten işçilerin katıldığını gördük, ayrıca bağımsız sendikalardan da katılanlar vardı. İki değerli konuşmacımız da temas ettiler; 15-16 Haziran direnişinin örgütlenmesinde işyeri temsilciliğinin çok önemli yeri vardır. İşyeri temsilcilerinin öncü rolü, örgütleyici rolü etkili olmuştur. İşçi sınıfı oy verdiği partiye yani o dönemki Adalet Partisi’ne ilk kez tepkili. Çünkü yasayı çıkartan Adalet Partisi. Eyleme baktığımızda sendikalı işçi sayısı az olmasına rağmen bu hareketin işçi sınıfına ve toplumsal harekete öncülük edebilecek bir niteliğe sahip olduğu görülüyor. Yasal değil ama meşru bir eylem. Nitekim eylemin meşruluğu Anayasa Mahkemesi tarafından da tescil ediliyor. Anayasa Mahkemesi sendikal örgütlenmeyi engelleyen yasayı iptal ediyor. Dolayısıyla eylem yoluyla bu sendikal birlik sağlandığı için birleşik bir mücadelenin de ilk nüvelerinin ortaya çıktığını görüyoruz.

Bu eylemin eksik tarafı nedir diye sorarsanız, işçi sınıfı mücadelesine öncülük edecek bir partinin olmaması derim. TİP var ama görüyorsunuz, gençleri dışlıyor. TİP o zaman milli demokratik devrim, sosyalist devrim tartışmaları içinde, dolayısıyla TİP’in 15-16 Haziran eylemine öncülük etme konusunda yetersiz kaldığını söyleyebiliriz. Ordunun tavrında da değişiklik oldu, zamanın genelkurmay başkanının bir sözü var. “Artık sosyal bilinçlenme, ekonomik gelişmeyi aştı.” Ardından da 12 Mart askeri darbesi geldi, sonra 12 Eylül oldu.

Şimdi günümüze baktığımızda 1970’deki gibi bir işçi hareketinin ve bir sol dalganın yükseldiğini söyleyemeyiz.  Zaman zaman işçi sınıfı direnişler ve eylemler yapıyor ama bunun bütünsel bir amacı olan bir harekete dönüştüğünü görmüyoruz. Bir işçi eyleminin genel olarak işçi sınıfı mücadelesinde etkili olması bakımından dönemin sosyal ve siyasal koşulları, işçi sınıfının yaşam koşulları ve ideolojik etkilenme çok önemli. O dönem 68 rüzgârı var, sol hareketler, sol dalga, sosyalizm anlayışı Türkiye’de hem de dünyada yükseliş içinde. Şimdi işçilere baktığımızda muhafazakâr, milliyetçi eğilimlerin ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Nitekim Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde en bilinçli, en devrimci, en mücadeleci kesim olan metal işçileriyle ilgili Birleşik Metal-İş sendikasının bir araştırması var. İşçilerin yüzde 70’i kendisini muhafazakâr ve milliyetçi olarak tarif ediyor. Kendisini solcu, sosyalist olarak ifade eden oranı yüzde 10. AKP’nin içinde bulunduğu ortamdaki ideolojik etkilenme işçilerde de bir muhafazakârlaşma yaratıyor. Gerçi bu anlayışlar hak kayıpları söz konusu olduğu zaman ters tepiyor. Mesela Birleşik Metal İş’in üye anketinde “kıdem tazminatı fona devredildiğinde ne yaparsınız?” sorusuna işçilerin neredeyse yüzde 90’ı genel grev yaparız diyor. Demek ki haklarına bir saldırı olduğu zaman işçi sınıfının tavrı ortaya çıkıyor. İçinde bulunduğumuz süreçte 15-16 Haziran’ı da dikkate alacak tarzda işyeri örgütlenmelerinin, komitelerinin emsal alındığı ve çeşitli iş kollarındaki işçilerin, memurların, işsizlerin, taşeron işçilerin hepsini kapsayan bir birleşik cephe hareketinin somut talepler etrafında mücadele etmesinin uygun olduğunu söyleyebiliyoruz. Dolayısıyla bunun için hem bir sendikal hem de bir siyasal odağa ihtiyaç var. Yani bütün işçi hareketini toparlayacak ve hedefe götürecek bir siyasal örgütlenmenin de olması gerekir. Şu anda sosyalist partiler var ama bunların tüm işçi hareketini harekete geçirmek açısından etkili olduğunu söyleyemeyiz.

Son olarak yerel seçim süreciyle ilgili, hatırlayalım: Bundan 30 yıl öncesine, 1989 Martındaki yerel seçimlere bakalım. Anavatan Partisi yerel seçimlerde Ankara, İzmir, İstanbul’u kaybetti. Ardından da Mart ve Nisan’da bir hazırlık sürecinden sonra işçi eylemleri geliştiğini görüyoruz. Demek ki bahar eylemlerinin de etkisi oldu. Sonra da ANAP iktidardan düştü. Günümüzde yerel seçimlerin ardından demokratik bir süreç gelir mi gelmez mi bilemiyoruz, ancak sanıyorum işçi hareketi 1989 bahar eylemlerinden alacağı mirasla kendi gelişimini ortaya koyabilir diye düşünüyorum.

VAHİT TULİS: SENDİKACILIK DİYE BİR MESLEK OLMAMALI

Sungurlar direnişini anlatırken bir şeyi eksik bıraktım. O direnişi sonunda kazandık. Fabrikaya girdik. Patron sendikamızı, beni ve atılan işçileri tekrar içeri aldı. Seçim yapılması lazım, temsilcilik seçimi. Türkiye işçi sınıfı mücadelesi neden olumsuz noktaya geldi onun örneklerinden biri. 45 gün direniş sonunda Alibeyköy’deki Maden – İş temsilcisi koşarak geldi ve “Vahitcim kazandık. Patron atılan işçileri alıyor, sendikayı tanıyor ama bir tek seni almıyor. Sen de devrimci bir insansın bu işe girerken bunların olacağını düşünmüşsündür” dedi. Söz bitti. İşçiler “Hayır. Hareketin başında sen vardın bizi bu noktaya sen getirdin. Sen fabrikaya girmediğin sürece bu direniş sürer” dediler. Bir hafta daha direniş oldu ve ben fabrikaya girdim. Temsilci seçimi oldu, -inanır mısınız mücadele içinde yanlış yaptığımı sanmıyorum- sendika benim karşıma başka bir aday çıkardı. Fakat işçiler o Maden-İş adayına 35 oy, bana 700 oy verdi.

Devrimci sendikaların yapısı sağcı sarı sendikaların yapısına benzememeli. Bir kere sendikacılık diye bir meslek olmamalı. Dönerli olmalı. Bir kişi 2 seferden fazla başkanlık yapmamalı. Patron gibi olmamalı. Sendikacılık diye bir meslek oluştu, bürokrasi oluştu. Sendikacılar kendi koltuklarını düşünür hale geldi. Şinasi Kaya, bir akşam kendisi ile söyleşi yapan gazeteciye, “15-16 Haziran’da patronlar tarafsız kaldı” dedi. Ve ben ona yanıt verdim. “15-16 Haziran’da siz yoktunuz biz vardık” dedim. Pek çok sendika işçilere sormadan sözleşme yapıyor. İşçileri “Sendika denen şey önemini kaybetti. Bunlar kendi çıkarından başka bir şey düşünmüyor” demeye itti. Buradan çıkaracağımız ders şu. Biz işçi sınıfı mücadelesi veriyorsak bizim mücadele biçimimiz, yönetim biçimimiz işçi sınıfına uygun olarak kolektif olmalı. Burjuva sınıfında kapitalizmde kişi putlaştırılır. Onun ağzından çıkan her sözcük ilahi kelam olarak değerlendirilir. Tarihte görüyoruz. Ama biz sosyalizmi kuracaksak buna benzer davranışlardan uzak durmamız lazım. İşçi sınıfının önderinin burjuva önderinden çok çok farklı olması lazım. Burjuvazi bizim yaptığımız mücadeleden büyük dersler çıkardı. Ona göre önlemini aldı. Bu zalim sistemin devamı için ne yapmak gerekirse kendi sınıfı açısından yaptı. Ama biz ne yazık ki kendimizi eleştirmiyoruz. Hataların nedenini kavrayıp onlara çözüm getirmek yoluna gitmiyoruz. Sermaye kesimi bir partide toplanabiliyor. Biz kendisine komünist diyenler niye 30 partiye bölünmüş durumdayız. Bunun sorgulamasını yapmamız lazım. Biz birlikten yanayız.

Bizim hayattan ders çıkarıp yanlışların nedenini kavramamız lazım. Kapitalizm üç ayaklı idam sehpasıdır; sermaye, ırkçılık ve din. Onlar bunlarla kitleleri kendi çıkarları için kullanabiliyorlar. Bizim de çözüm üretmemiz lazım. 1965’te TİP kapanıncaya kadar içindeydim. Sungurlar direnişinde TİP Eminönü İlçe Başkanıydım. 65’te seçimlere girdik. 69’da başa güreşeceğiz dedik. Kolay sandık. Çoğunluğuz yüzde 80-90’ız; işçi sınıfı iktidara gelir dedik. Ama o kadar kolay değil. İlkel-komünal toplumdan bu yana insanlar koyun gibi güdülmüş. Çarlık Rusyası’nda ayak takımı denilen insanlar iktidara gelmiş. İçlerine sahtekarlar da karışmış. Sistem yıkılınca holdingler çıktı. Sosyalist sistemin içinde sermayeden adamlar olur mu? Sorgulamazsak ahlaksız sistem devam eder ve biz de sürünürüz.

İHSAN ÇARALAN: İŞÇİNİN ŞU ANDAKİ DURUMUNA BAKARAK…

1989 bahar eylemlerine baktığımızda eylemler ceketini ters giyme, bıyık kesme, eşini boşama falan gibi popülist mahiyetteki eylemlerle başlayıp gelişmişti. Ama ardından 3 Ocak genel grevi, 90’ların ortalarından itibaren de özelleştirmeye karşı mücadeleler gelişti. 1993’tü yanılmıyorsam. ANAP genel Başkanı Mesut Yılmaz Türk-İş Genel Kurulu’nda işçilere, “Bizi siz devirdiniz, şimdi bizi yeniden siz iktidar yapacaksınız. Bunu istiyorum sizden” dedi. Bunun bir gerçekliği var.

1980 sıkıyönetimi sonrası uzun sessizlik döneminin ardından başlayan hareket küçük küçük eylemler üzerinden yükseldi. 15-16 Haziran da bir günde çıkmadı. Tersine 5-6 yıllık mücadele süreci ve sınıfın bu mücadeleler içindeki eğitimi üzerinde yükseldi. İşçi mücadele ve grevler içinde eğitilir, başka bir yolu yok.

15 gün grev yapan işçilere sorsanız, her işçi; “Grevden önce ben dünyayı başka biçimde görüyordum, şimdi farklı görüyordum” der. Bu laf olsun diye söylenmiş bir şey değildir. Bir bilinç ilerlemesine karşılık gelir. Bugün işçi inisiyatifinin olduğu her eylemde bir ileri sıçrama olmuştur. 89’ Bahar eylemleri, özelleştirmeye karşı eylemler, Ankara’da yapılan mitingler böyledir. Bu eylemleri bazı bakımlardan eleştirebiliriz. Ama sendika yöneticilerin niyet ve amaçlarından bağımsız olarak, bütün bu eylemlerin işçileri eğittiği de bir gerçektir.

Uzun zaman sonra AKP iktidarının işçi eylemlerini çeşitli biçimlerde bitirmesine ve özellikle din ve milliyetçilik üzerinden işçi sınıfını baskı altına almasına rağmen 1915’te metal eylemleri patlak verdi. Bu eylem görünürde patron ve Türk Metal yönetimine karşıydı, ama sonuçta MHP ve AKP’yi de karşısına aldı.

İşçi sınıfı eylemi, kitaplardan gördüğümüz kadar karmaşık ve büyük nedenler gerektirmez;  talepleri etrafında birleşebilen işçilerin kendilerine yol açabilecek yeteneği hemen gösterebildiklerini görüyoruz. Metal işçilerinin eylemi Türkiye’deki siyasi düzey gibi bir kriterle yapılan sıralamada en geri kesimidir. Ama son yıllarda Türkiye’de gerçekleşen en ileri işçi eylemidir de. İşçinin şu andaki durumuna bakarak dinle, milliyetçilikle ilişkisine bakarak “Buradan bir şey çıkmaz” sonucunu çıkartmak doğru bir değerlendirme değildir. Böyle bakmamamız gerektiğini bize işçi sınıfı hareketinin tarihi gösteriyor. Tersine taleplerin öne çıktığı yerde, sendikal bürokrasinin engel olamadığı her yerde, işçilerin aralarında birleşerek, dayanışarak tutum alabildiğini gördük. Bu bakımdan da yeniden 15-16 Haziran benzeri bir eylemin olması için illa 8-10 yıllık bir başka deneyimden geçilmesi gerekmediğini tersine her yerde bu imkanı gördüğümüzü söyleyebiliriz.

İzleyiciler arasında 90’’lı yıllarda 2000’lerin başında İstanbul Şubeler Platformu’nda aktif sorumluluklar almış iki arkadaşımız da var. Ki, İstanbul Sendika Şubeler Platformu o yıllarda Türk-İş’in merkezi kararlarını da önemli ölçüde etkiliyordu. Daha doğrusu Türk-İş üst yönetimi ve Başkanlar Kurulu bir karar alırken, “İstanbul şubeleri ne der” diye düşünüyor, hatta açıkça önerilerini soruyordu. Çoğu zaman Türk-İş bir karar alacaksa önce İstanbul’a bakıyordu. Nitekim 8 bin işçi Şişli’den Taksim’e kadar yürüdüğünde, hükümetin olduğu kadar sendika bürokrasisinin de gözü korktu.

 Bunun bugün de olmasının şartları var. Eskisine göre daha fazla var. Düşünün, 1990’ların başında 3 milyon işçi vardı şimdi 13 milyon işçi var. Sorunlar daha da büyümüş olarak.

Aslında her işyerinde işçi kendi talepleri etrafında birleşecek kadar örgütlü. Burada sorun olan ileri işçiler ve mücadeleci sendikacıların gerekli inisiyatifi alıp almaması. Bizim gazetemizi takip eden arkadaşlar da bilir, işçilerin inisiyatif aldığı bir mücadeleden, mücadeleci sendikacılarla ileri işçi kesiminin rolünden söz ediyoruz. İleri işçi derken sosyalizmi hatim etmiş işçileri kastetmiyoruz, bugünün ötesine bakabilen “ya ne olacak bu işçilerin hali, nasıl olacak da buradan kurtulacağız?” sorusuna yanıt arayan ve bu sorunun etrafında siyasi düşüncesinden ve inançlarından bağımsız olarak birleşmek ve mücadele etmek isteyen her işçiyi kastediyoruz.

Bugün sendikal hareketin mevcut sorunları tabandaki böyle bir birlik ile aşılabilir. Yoksa sendikalardaki yönetimlere bakarsanız, sert açıklamalar yapıyor görünseler de harekete geçememektedirler. Bu bakımdan gayretlerin asıl olarak ileri işçilerin inisiyatif alarak sahneye çıkmalarına harcanması gerekir.

İşyerlerinden başlayarak yapılan örgütlenmeler,  çeşitli yerlerde ortaya çıkmış platformların, sendikaların her kademesindeki mücadeleci sendikacıların ortak bir hedef etrafında birleştiklerinde çok önemli bir adım atacakları elbette ki tartışmasızıdır. Burada, sınıf partisi başta olmak üzere emekten yana çevrelere de önemli sorumluluklar düşmektedir.