İhsan Çaralan

Son yıllarda emek mücadelesi alanında en çok ileri sürülen talebin “insanca yaşanacak bir asgari ücret” ve “insanca çalışma koşulları” olarak sloganlaştığı biliniyor. Özellikle enflasyon hızla artarken ücretlerin gerçek değerinin aynı hızla düştüğü mevcut koşullarda bu talep daha da öne çıkmış bulunuyor. En son “ince hesaplar”la yapılan ve övünerek açıklanan asgari ücret zammı birkaç ay içinde anlamını yitirdi. İktidar mensupları tarafından benimsense de yaptığı istatistiklerin sonuçlarına kimseyi inandıramayan TÜİK’in, enflasyonu düşük, ücretleri yeterli gösterme çabası alenileştikçe emekçiler taleplerini daha da ısrarla dile getirme eğilimindeler.

Akla gelen ilk soru “insanca yaşanacak bir asgari ücret”ten ne kast edildiğidir. İnsanca olan nedir? Peki, ‘kapitalizm koşullarında’ böyle bir asgari ücret mümkün müdür?

İnsanca yaşama”nın mutlak anlamı, işçinin ürettiği değerin bireysel (ailesini geçindireceği ücret) ve toplumsal (yol, su, elektrik, eğitim, sağlık gibi hizmetler, sosyal güvenlik vb.) olarak dolaylı ve dolaysız yollarla işçiye dönmesidir. Oysa kapitalist, emek gücünün yeniden üretimi için gerekli emek zamanı dışında üretilen fazlaya, yani artı değere el koyar. Bu el koyma olmadan kapitalizm kapitalizm olmaz. Dolayısıyla kapitalizm koşullarında işçinin alacağı ücretin artı değere el konulmasıyla çizilen bir sınırı vardır. Sınıf mücadeleleri, teknolojik gelişmeler ve toplam toplumsal gelişmenin düzeyi yeniden üretim için gerekli ihtiyaçları artırdıkça ücretler artı değer miktarının azaltılmasını zorlayabilir, ancak her durumda kapitalist üretim ilişkilerinin örgütlenme biçimi insanca yaşama meselesini izafileştirir. İşçinin ve ailesinin (ortalama 4 kişilik ailenin) gıda, barınma, eğitim, sağlık, ulaşım, kültürel-eğlence vb. gibi ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir asgari ücret, aslında normal olarak temel ihtiyaçların en asgari kalemlerini karşılıyor olmalıdır. Ancak genellikle bunun çok azını karşılayabilecek biçimde hesaplanıp dayatılır.

Öte yandan gıda, barınma, eğitim, sağlık, ulaşım vb. giderlerinin değişken olduğu dikkate alındığında, işçinin ücretiyle karşılaması gereken ihtiyaçların da sürekli değiştiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Bilim ve teknolojideki gelişmeler, dün ihtiyaç olmayan nesneleri bugün ihtiyaç haline getirebilmektedir. Bugün temel ihtiyaç değil “lüks” sayılan mallar, yarın işçi ve ailesi için şart haline gelebilir. Örneğin 20. yüzyılın başında ihtiyaç olarak görülmeyen buzdolabı, çamaşır makinesi, otomobil, sağlıklı bir konutta barınma, 20. yüzyılın ilerleyen yıllarında her işçi ve ailesi için ihtiyaç haline gelmiştir. Dolayısıyla işçilerin yaşama “konforu” kapitalizmin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren olduğu yerde kalmamış, gözle görülür biçimde artmış; 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işçilerin “zorunlu ihtiyaçlar” listesini (tabii talepler listesini de) kabartmıştır. Büyük Ekim Devrimi’nin oluşturduğu ve kapitalist ülkeleri baskı altına alan ekonomik-siyasal-sosyal iklim ile işçi sınıfının bu ülkelerde sömürüyü sınırlama mücadelesi ihtiyaçlar listesini daha da kabartmıştır. Burada şu tespitte bulunabiliriz: Toplumsal, ekonomik gelişmenin her daha ileri bir düzeyi, yeni araç ve ürünlerin kullanımını bir ihtiyaç haline getirir.

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan ekonomik sosyal koşullar bambaşka etkiler yaratmıştır. Bu dönemde Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon başlamış ve çok geçmeden kapitalist ilişkilerin neoliberal düzenlenmesi kapsamında işçi sınıfının kazanımlarının tedrici olarak tasfiyesine geçilmiştir. Bu siyasal değişiklikler, teknolojik gelişme ile işçi sınıfının artan ama karşılanmayan ihtiyaçları arasındaki çelişkiyi büyütüp belirginleştirmiştir.

Kapitalist ideologların küreselleşme adını taktıkları, sermayenin engelsiz dolaşımının koşullarını örgütleyen ve yeni pazar alanları üzerinde hegemonya imkanları yaratan süreçte, Bernstein ve Kruşçev’in de bir zamanlar yaptığı gibi, tarihin sonunun geldiği ilan edildi. İşçi sınıfının devrimci rolünün geriletildiğinden emin olan ideologlar arasından, Huntington gibi bazıları “medeniyetler savaşı” döneminin başladığını ileri sürdüler. Eski revizyonist tezler yeniden pazarlandı.

Kısacası, uluslararası sermaye 1970’lerde uygulanmaya başlanan neoliberal politikalar sayesinde işçi sınıfı mücadelesinin olmazsa olmaz unsuru olan “insanca yaşanacak bir ücret” ile ilgili kazanımları çok yönlü tasfiye sürecine girdi. Ama bu, işçi sınıfının “insanca yaşama” ile ilgili taleplerini ortadan kaldırmadığı gibi, tersine derinleştirip acilleştirdi.

Bu yüzden işçi sınıfının “insanca yaşanacak bir ücret” ve bunun bir türevi olarak “insanca yaşanacak bir asgari ücret” mücadelesi işçinin yaşamına doğrudan yansıyan bir dinamiktir. Öte yandan, artı değer tartışmasını da kapsadığından, bu mücadelenin insanca yaşamanın gerçek koşullarını oluşturacak sosyalizm mücadelesine bağlanması için de geniş bir zemin oluşturmaktadır.

 

Asgari Ücret En Az Yoksulluk Sınırında Olmalı

Son yıllarda ülkemizde insanca çalışma koşullarının sağlanması ve insanca ücret talebi giderek öne çıkarken, asgari ücretin tespit süreciyle ilgili talepler de ortaya çıktı. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun (AÜTK) feshedilmesi, “patron artı hükümet” temsilcilerinin çoğunlukta olmadığı, asgari ücretli işçilerin temsilcilerinin yer aldığı, bir anlaşmazlık durumunda bu işçilerin grev haklarını da kullanabilecekleri bir mekanizmanın oluşturulması şartı gündeme gelmeye başladı.

2021’in Aralık ayından başlayarak;

  • Asgari ücrete yapılan yüzde 50,5’lik zam “tarihte görülmemiş” zam olarak ilan edilip övünme ve kutlama meselesi haline getirildikten hemen sonra, “ek zam” talebi gündeme geldi ve Temmuzda, asgari ücret uygulanmasının tarihinde ilk kez, yeniden yüzde 25 zam zorunluluğu ortaya çıktı. Yapılan iki zamma karşın 5 bin 500 TL’ye çıkarılan asgari ücret, Türk-İş’in araştırmasına göre, 7 bin 445 TL’yi bulan açlık sınırının 1950 TL altında kaldı.
  • 2021’in Aralık ayında enflasyon “görülmemiş bir hızla” yükselerek, TÜİK rakamlarıyla 2022’nin ilk 10 ayı içinde yüzde 85,51’e (ENAG’a göre yüzde 185,34’e) dayandı.
  • Bu yükseliş önemli değilmiş gibi, sendikal bürokrasi işçilerden gelen “parasal talepleri yenileme” isteğine rağmen, enflasyonun yüzde 20’lerde olduğu günlerde belirlenmiş olan yüzde 25-30’luk ücret artışında ısrar etti.
  • Son yıllarda gerçek ücretlerin görülmemiş hızla düşmesiyle işçilerin yarısı asgari ücretle çalışır duruma geldi.
  • 2022’nin ilk aylarında onlarca işletmede işçiler iş bırakarak yüzde 50-60’ları aşan zam taleplerini patronlara kabul ettirdiler. Böylece “ek zam talebi” ile “şalter indirme” yaygınlık kazandı.
  • Tek adam yönetiminin asgari ücretle diğer ücret ve maaşlara yapılan zamların düne göre yüksek rakamlarla ifade edilmesini istismar ederek, ücret ve maaşlara “çok yüksek” zamlar yaptığı “halkı (işçiyi) enflasyona ezdirmediği” propagandası yaparak, işçilerin ve halkın kafasını karıştırması vb. gelişmeler, asgari ücreti ve onunla da bağlantılı olarak “insanca yaşanacak bir asgari ücret”in daha somut bir “ölçüte” bağlanmasını önemli kılmıştır.

İşçi sınıfı tarihinin her döneminde ve her ülkede kabul gören bir asgari ücret uygulaması olmamıştır. Tersine, asgari ücret uygulaması, işçilerin başlıca hakları gibi uzun ve meşakkatli mücadeleler sonucu kazanılmıştır. Dahası asgari ücret her ülkede zamandaş olarak uygulanmadığı gibi, aynı adla da yaygınlaşmamıştır.

İşçi haklarının az çok güvenceye sahip olduğu ülkelerde, adına “asgari ücret” densin denmesin, bir işçinin yasal olarak daha altında çalıştırılmasının yasak olduğu ücret; işçinin ve ailesinin (genel olarak dört kişilik ailenin) aylık ya da haftalık gıda, sağlık, eğitim, ulaşım, barınma vb. zorunlu ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşılayabilmesi için gerekli ücrettir. Bu süre Almanya’da “asgari ücret” bizimki gibi aylık olarak hesaplanmaz, saat ücreti olarak belirlenir. Ayrıca asgari ücret tanımına kısmen benzeyen “işe giriş ücreti” diye ifade edilen bir ücret uygulanmaktadır. Ki bu ücret, işçilik deneyimi olmayan bir işçinin işe ilk girdiğinde, belirli bir süre (bir-iki yıl, belki ilk toplu sözleşmeye kadar) çalıştırıldığı bir ücrettir. (Almanya’daki bir yoldaşın teyidi iyi olur, maddi hata olmasın.) Dahası asgari ücret pek çok ülkede geçici bir süre için uygulanmakta, birkaç yıl içinde asgari ücretli işçinin ücreti, çalıştığı işletmedeki işçilerin “normal” ücretlerine doğru yükseltilmektedir.

Bizde ise, asgari ücret, gelişmiş ülkelerdeki uygulamasından farklı olarak; sanki işçinin bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi yokmuş gibi, “bekar bir işçinin gıda, barınma, sağlık, temizlik, ulaşım gibi zorunlu geçim masrafları” olarak hesaplanıyor görünse de, AÜTK asgari ücreti bunun da altında belirlemektedir. AÜTK’ın uygulaması, asgari ücretin “dört kişilik ailenin zorunlu gıda giderleri”nden ibaret olan “açlık sınırı”nın biraz üstünde, ama “bekar bir işçinin zorunlu geçinme ücreti”nin de altında belirlenmesidir.

Tabiri caizse asgari ücret, patronların belirlediği, hükümetin de biraz mırın kırın ettikten sonra destek verdiği bir ücret olarak belirlenmektedir. Oysa, ülkemizde sendikaların ve bilim insanlarının “4 kişilik bir işçi ailesinin zorunlu geçim giderleri” olan asgari ücret tanımıyla birebir örtüşen, her ay yayımlanan bir ölçüt de var: “Yoksulluk sınırı”.

Demek ki, asgari ücretli bir işçinin (ve ailesinin) az çok insani koşullarda bir yaşam sürdürebilmesi için asgari ücretin “yoksulluk sınırı”nın üstünde olması gerekmektedir.

Türk-İş’in 28 Eylül 2022’de açıkladığı verilere göre, dört kişilik bir ailenin “yoksulluk sınırı” 24 bin 185 TL’ya tırmanmıştır.

Bugün asgari ücretin açlık sınırının bile altında ve 5 bin 500 TL olduğu, Aralık ayında belirlenecek asgari ücretin açlık sınırının üstüne çıkarılacağı ve 8 bin-8 bin 500 TL olacağı söylentisi bile, kimi ekonomistler ve sendika bürokrasisi, hatta işçilerin de büyük bir kesimi tarafından, “ekonomik geçeklerle uyumlu değil, ekonomi batar, patronlar ödeyemez, işçi atar”a varan ve soruna işçi sınıfı tarafından değil sermaye tarafından yaklaşan tepkilerle karşılanabilmektedir. Yani, bu çevrelere asgari ücretin yoksulluk sınırının üstüne çıkarılması talebi inandırıcı gelmemektedir.

Oysa sendika bürokrasisi ve onların etkisi altındaki genişçe işçi kesimleri daha bir yıl önce “zamların geri alınması” ve “ek zam” talebi gibi taleplerin de “yasada böyle bir şey yok, böyle bir talep teamüllerimizde yok” gibi gerekçelerle tartışılmasını bile zül sayıyorlardı! Ama son bir yıl içinde burnundan kıl aldırmayan tek adam yönetimi, halktan gelen tepkiler karşısında, durmaksızın yaptığı enerji zamlarının bir bölümünü de olsa geri almak zorunda kaldı. Bazı zamları erteledi. Özel sektörde kimi işletmeler işçilerin direnişi karşısında ücretlere “ek zam” yapmak zorunda kalırken, iktidar da asgari ücrete yılın ortasında “ek zam” yapmaktan kaçınamadı!

Bu yüzden de, bugün uygulanan asgari ücretin dört-beş katı diye “savunulması inandırıcı olmaz” denilen “yoksulluk sınırının üstünde bir asgari ücret” talebinin, enflasyon, hayat pahalılığı ve zamların bugünkü gibi sürmesi durumunda akla yatkın, yaşanan gerçeklerle uyumlu bir talep olarak, yakın bir zamanda işçi sınıfının insanca yaşama mücadelesinde genel kabul görerek, uğruna mücadele edilen bir talep haline geleceğini söylemek yanlış olmaz.

Kaldı ki, bugün de asgari ücretli işçiler aldıkları 5 bin 500 TL’lik asgari ücretle ailelerini geçindirmiyor. Tersine, asgari ücretli işçilerin büyük çoğunluğu; normal iş saatleri dışında ve tatil günlerinde fazla mesai yaparak, iş dışındaki dinlenmeleri gereken zamanlarında mesleklerine ve yeteneklerine göre boyacılık, sıvacılık, tesisatçılık gibi “ek işler” yaparak, çocuklar ve yaşlılar dahil ailenin geri kalanını çalışmaya teşvik ederek, yakın akrabalarıyla evlerini birleştirerek, köyleriyle bağları sürenler köylerinden erzak temin etmeye uğraşarak ailelerini geçindirmeye çalışmaktadır.

Evrensel’de yapılan haberler ve işçi mektuplarından da anlıyoruz ki, “ek zam talebi” ile karşılarına çıkan işçilere patronlar, “ücretiniz yetmiyorsa fazla mesai yapın” demekte, hatta iş dışındaki saatlerde “ek iş bulun” öğütleri vermektedir! Dahası işçilerin “fazla mesai için birbiriyle yarışmaları, aralarında fazla mesai satışı” yapmalarının sıradanlaştığı da bir gerçektir.

Evrensel gazetesinin 4 Ekim 2022 tarihli sayısında “Fazla mesaiye mahkum işçiler: Dinlenirsek aç kalırız” başlığı ile verilen, Hilal Tok ve Eren Saran arkadaşlarımızın Antep, İzmir ve İstanbul’dan işçilerle konuşarak yaptıkları haber, işçilerin mevcut ücretleriyle geçinemediklerini ve ücretlerini geçinebilecekleri bir seviyeye çıkarmak için bireysel çözümlere baş vurduklarını açıkça göstermektedir.

Tartışmamıza ışık tutacak örnekler olması bakımından bu haberden üç örneğin geniş bir özetini aktardık.

Örnek 1: Antep’te sentetik çuval fabrikasında çalışan, evli ve bir çocuk sahibi bir işçi:

Fabrika üç vardiya çalışıyor, makineler hiç durmuyor. Haftanın 7 günü, dinlenmeden çalışıyorum. Patronlar sürekli fazla üretim istiyor. Ben 2 sene önce 6 makineye bakıyordum. Şimdi 8 makineye bakıyorum. Ne dinlenme ne tatil! Pazar mesaisine gitmeyebiliriz, ama aldığımız ücretle geçinemiyoruz. Bu yüzden her gün çalışmaya mecbur kalıyoruz… Günde 4-5 saat uyuyorum. Hiç dinlenemiyorum. Bu fazla mesailere severek gitmiyoruz, zorunluluktan. İnsanlar zam alamayınca ya da aldıkları zam yetmeyince patrona pazar mesaisi şartı koşuyor. Çünkü aldığı ile geçinmesi mümkün değil. Dinlenme hakkımız var, ama dinlenirsek aç kalırız. 200 kişiden 190’ı mesaiye kalmak istiyor, kalıyor. Hiç dinlenmeden çalışınca yoruluyoruz. Mesela akşam hepimiz evdeyiz, aynı odadayız, birbirimize yabancı gibi oluyoruz. Bazen eşimle birbirimizi göremiyoruz günlerce. Böyle bir yaşamda mutlu olmak mümkün değil. İnsan olmanın gereği olan şeylerden uzak yaşıyoruz. Haftada 2 gün iznim olsun, çalışma saatlerim kısa olsun isterdim. Bununla beraber ücretimiz de fazla mesaiye kalmak için can atmayacağımız bir ücret olsun. Patron bu taleplerimizi gerçekleştirse devasa kârından zarar etmez.

Örnek 2: Koç Holdinge ait TÜPRAŞ’ın İzmir rafinerisinden işçi:

Bazen günde 16 saat çalışıyoruz. Uzun çalışmanın psikolojik ve fiziki sorunları oluyor. Fazla mesaiye kalmanın maddi getirisi kadar zararı da var. Çalıştığımız fabrikalar zaten tehlikeli ve zehirli bir ortam. İsteriz ki maddi kazancımız daha çok olsun da 8 saat çalışıp gidelim. Çünkü biz orada ne kadar çok zaman geçirirsek o kadar zehirli gaza maruz kalıyoruz. Birçok kişide bel fıtığı, diz ağrıları var. Uyku düzenimiz de bozuldu. Birçok kişi mide ilacı kullanıyor. Aylık ücretim 16 bin lira civarında. Fazla mesailerle 20 bin lirayı buluyor. Rafineri işçisi için bu şartlarda bu ücret yüksek diye düşünmeyin. Yoksulluk sınırını fazla mesaiyle bile geçemiyoruz. Güne dinç başlayamıyorum. Çok yorgun hissediyorum genelde. Fazla mesai, sürekli çalışmak, vardiyalı çalışmak ailevi sıkıntılara da sebep oluyor. Çocuklarla ilgilenemiyorsun, vakit geçiremiyorsun. Eve geldiğinde yatıyorsun, kalkıp işe gidiyorsun, çocuklarını göremiyorsun bile. Biz fazla mesaiye itiliyoruz, mecbur bırakılıyoruz. İş çok, izinler bile kullanılamıyor fazla mesai yüzünden. Fazla mesai karşılığında aldığımız ücret de yaptığımız işe göre az.”

Bu örnekler de açıkça gösteriyor ki, işçiler, yeterince örgütlü olmadıkları için, ücretlerin yeterince yükseltilmesi için ortak bir mücadele vermek yerine sorunlarını bireysel olarak çözmek için girişimlerde bulunmaktadır. Bu girişimler, yukarıda belirtildiği gibi, işçinin kendine yüklenmesiyle daha uzun süre çalışmak ve öncelikle sağlıklarını tehlikeye atacak kadar uzun “fazla mesailer” yapmaktır. 7-8 bin TL alan sendikasız Antepli tekstil işçisi de, 16 bin TL ücret alan 20 yıllık sendikalı TÜPRAŞ işçisi de geçinebilmek için sağlığını tehlikeye atacak ölçüde “fazla mesai” yapmak zorunda kalmaktadır.

Evrensel’in haberinden aktardığınız İzmir rafinerisi işçisi, 16 bin TL’lik ücretini fazla mesai ile 20 bin TL’ye çıkardığı halde geçinemediğini söylemektedir.

Bu yüzden de, bugün aylık gelirini fazla mesai ile 20 bin TL’ye ulaştırmış olan işçinin bile “geçinemiyoruz” çizgisini aşamamış olması, “yoksulluk sınırının üstünde bir asgari ücret” talebinin hiç de inanılmaz ve elde edilemez yükseklikte olmadığını göstermektedir.

 

‘İnsanca Çalışma Koşulları Mücadelesi’nden Ne Anlıyoruz?

İnsanca çalışma koşulları” diye ifade ettiğimiz, pratikte işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin taleplere de karşılık gelen mücadele alanı, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasından beri ücretlerin artırılmasının yanında en önemli alan olagelmiştir. Ama iş gününün kısaltılması (14 saatten 12’ye, 10’a, 8’e, şimdi de 7 saate indirilmesi, haftalık çalışma gün sayısının 6 günden, 5 güne, son yıllarda Belçika’da 4 güne indirilmesi) başta olmak üzere, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin talepler etrafında verilen “insanca çalışma koşulları mücadelesi”nin kazanımlarının yasalara geçirilmeye başlanmasıyla, bu aladaki talepler yaygınlık kazanmaktadır. Ama işçi sınıfının öteki başlıca kazanımları gibi, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin kazanımların yaygınlaşıp az çok güvenceye alınmaya başlanması 19. yüzyılın ikinci yarısına özgüdür. Asıl olarak da Ekim Devrimi sonrasında sosyalist sistemde işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarının işçilerin temel hakları olarak düzenlenmesinin, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçileri arasında da rağbet görüp mücadelenin talepleri olarak yaygınlaşmasıyla uluslararasılaşmıştır.

Kısacası, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin uygulamalar burjuvazinin bir lütfu değil, tamamen işçi sınıfının mücadelesinin ürünü olmuştur. Kapitalistlerin bu alandaki tutumu ise, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili harcamaları dün de bugün de “gereksiz masraf” olarak görmek olmuştur. İşçilerin sağlıklı ve güvenli koşullarda çalışması için gerekli önlemleri alma amaçlı her harcamayı “gereksiz masraf” gören kapitalistlerin insanca yaşama koşulları için gerekli harcamaları ancak işçi sınıfı ve mücadelesinin baskısı ve baskının büyüklüğü ölçüsünde yapmak zorunda kaldığı/kalacağı dikkate alındığında, kapitalizm koşullarda “mutlak” anlamda “insanca çalışma koşulları” mümkün olmaz.

Bu yüzden de bugün “insanca çalışma koşulları için mücadele” derken; elbette ki içinde, insanların insanca yaşayacağı sömürüsüz, sınıfsız bir insanlık dünyası mücadelesi için mücadeleyi de içeren, ama halihazırda bilim ve teknolojideki gelişmelerin işçinin daha iyi çalışma koşulları için kullanılmasını talep eden bir mücadeleden söz ediyoruz.

Ülkemizde günde 5-6 işçinin hayatını kaybettiği (Türkiye, dünyada iş kazalarında en çok hayatını kaybeden işçiler sıralamasında ilk 3’te bulunuyor) “iş kazaları”na “iş cinayeti” dememizin nedeni, bilim ve teknolojinin imkanlarının iş kazalarının önlenmesi için kullanılmamasıdır. İş cinayetlerinde en önde olan ülkemiz, işçilerin çalışma koşulları nedeniyle vücut ya da ruh sağlığının bozulmasıyla ilgili “meslek hastalıkları” sıralamasında ise meslek hastalıklarının en az görüldüğü ülkedir. Bunun nedeni, ülkemizde kapitalistlerin işçilerin sağlıklı koşullarda çalışması için bilim ve teknolojideki gelişmeleri işçiler lehine kullanmaları değil, ama son 40 yılda neoliberal ekonomi politikalarının uygulamaya sokulmasına paralel olarak pek çok meslek hastalığının tedricen meslek hastalıkları kategorisinden çıkarılmış olmasıdır!

İşçilerin ne kadar ağır koşullar altında çalıştıklarını her işçi yaşayarak bilmektedir. Nitekim, çalışma koşullarının ne kadar ağır olduğunu, biri Antep’te bir çuval fabrikası (sendikasız), diğeriyse İzmir’de Koç Holding rafineri (sendikalı) işçisinin aktardığımız anlatımlarından da açıkça görüyoruz.

Ama “çalışma koşulları”nın en ağır sonuçlarından birisini de Amasra’da, TTK’nin maden işletmesinde Ekim ayındaki “grizu patlaması”yla yaşadık. 42 işçi hayatını kaybetti, 6 işçi de halen hastanede yoğun bakımda!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Enerji Bakanı ve TTK Genel Müdürü’ne kadar yetkili makamlar, TTK Amasra işletmesinin iş güvenliği açısından teknolojik olarak en donanımlı işletme olduğunu iddia ediyorlar. Böylece bu katliamı, “biz bilim ve teknolojinin mümkün kıldığı her önlemi aldık, ama yine de bu facia oldu; çünkü bir de ‘kaza-kader inancı’, ‘kader planı’, ‘madenciliğin fıtratı’ var” diyerek “kaçınılamaz” gösterip sorumlularını ve kendilerini aklamak istiyorlar.

Ancak, maden, jeoloji, jeofizik, elektrik ve makine mühendisleriyle iş güvenliği uzmanlarından oluşan 7 kişilik bilirkişi heyetinin Amasra Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği “ön rapor, yetkililerin “Bu tesis, bilim ve teknolojideki gelişmelerin imkanlarıyla donatılmış en güvenli tesistir” iddialarının nasıl boş laftan ibaret olduğunu gösteriyor.

 

Önemli Olan İşçi İnisiyatifidir

İşçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin talepler, özellikle madenlerdeki büyük işçi katliamlarına yol açan iş cinayetlerinin sonrasında gerek kamuoyu gerekse işçilerin gündemine geliyorsa da, genel olarak ülkemizde işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin taleplerin sendikalarla emek güçlerinin gündeminde önemine uygun bir ağırlıkta yer aldığı söylenemez.

Bu konuda hazırlınmış olan 20.6.2012 tarih ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ve bu kanuna dayanılarak çıkarılan İşçi Sağlı ve İş Güvenliği Yönetmeliği elbette göz göre göre gelen iş cinayetlerine tepkilerin sonucu, ama daha çok da uluslararası işçi sınıfının mücadelesinin bakısıyla şekillenen normların dikkate alınmak zorunda kalınmasıyla oluşturulmuştur. Ancak buna rağmen olumlu bir yasa değildir, işçi sağlığını tamamen piyasaya ve iş güvenliği şirketlerine devretmiş, al gülüm ver gülüm sistemini kurumsallaştırmıştır.

Nitekim, TİS’lerde ilk gündeme alınan maddeler işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin maddeler olmaktadır. Çünkü bu maddeler işyerinde ne talepler tespit edilirken ne de pratikte gündeme getirilmedikleri için, “sorunsuz maddeler” olarak tartışılmadan geçirilmektedir.

Yine, 50 ve üzerinde işçinin çalıştığı işyerlerinde kurulması zorunlu kılınan İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kurullarının, işçilerin daha iyi çalışma koşulları mücadelesinde ne kadar yer tuttuğu sorusuna verilen yanıtlar da hiç olumlu değildir.

50 ve daha fazla işçinin çalıştığı işyerlerinde kurulması zorunlu olan bu kurullar işliyor mu işlemiyor mu” diye bir denetim yapılsa, denetçiye herhalde her işyerinde, kağıt üstünde bir kurulun olduğu ve bazı kararlar aldığı söylenecektir. Ama işçilere sorsanız, çok büyük bir çoğunluğunun vereceği yanıt, “ne kurulu, benim haberim yok” olacaktır!

Oysa, piyasacılığı ve yasak savmacılığına rağmen İş Sağlığı ve İş Güvenliği Yönetmeliği bu kurullara; “İşyerinin niteliğine uygun bir iş sağlığı ve güvenliği iç yönerge taslağı hazırlamak ve yönergenin uygulanmasını izlemek, izleme sonuçlarını rapor haline getirip alınması gereken tedbirleri belirlemek ve kurul gündemine almak”tan “işçi sağlığı ve iş güvenliği ilgili konularda işçileri eğitme”ye kadar görevler de yüklemektedir. Ama bu kurulların gerek bileşimi gerekse çalışma (ya da çalışmama) tarzının işçi yığınlarıyla bir ilişkisi olmamak gibi çok önemli sorunları vardır.

En başta, bu kurulun işçi temsilcisi ile işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı dışındaki tüm üyeleri patron tarafından seçilmektedir. Dahası işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı da patronun maaşlarını ödediği personelidir.

Bu yüzden emek-meslek örgütleri iş güvenliği uzmanının ve işyeri hekiminin patrondan maaş alan bir statüden çıkarılarak, patronlardan alınacak primlerle oluşturulacak bir fondan maaş alan “patrondan bağımsız” kişiler olmasını istiyor. Mücadeleci sendikacılar ise, kuruldaki işçi sayısının patronlardan fazla ve kurulun başkanın da patron ya da temsilcisi değil, işçi temsilcilerinden birisinin olması, eşitlik halinde de başkanın oyunun iki oy sayılması gibi talepler öne sürmektedir.

Elbette bu taleplerin tartışılması, bu taleplerin daha da somutlaştırılıp yeni taleplerle zenginleştirilmesi önemlidir. Ama bunlardan da önemlisi;

  • İşçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin taleplerin işçiler arasında sadece iş cinayetleri ya da yaralanmalar gibi özel zamanlarda değil, sendikal mücadelenin önemli bir alanı olarak sürekli olarak canlı tutulması,
  • TİS’lerde bu taleplerin işçiler arasında tartışılarak belirlenmesi, bu taleplerin TİS masasında ne ölçüde ele alındığının (ücret zamları gibi) titizlikle takip edilmesi,
  • İşyerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili eğitimin kağıt üstünde kalmayıp fiiliyatta da yapılması ve önlemlerin uygulanıp uygulanmadığının işçiler tarafından denetlenmesinin sağlanması,
  • İşçilerin mücadelesinin örgütlenmesinde her konuda olduğu gibi, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında da örgütlemenin işyerinden (atölye, fabrika, şantiye, depo vb.) başlaması ve bugün atılması gereken ilk adımın işyerlerinde kağıt üstünde var olan kurulların çalıştırılmasıdır.

Bu mücadelede sendikal bürokrasinin tutumu belli oluğuna göre, işçi sağlığı ve iş güvenliği taleplerinin sendikal mücadelenin kesintisiz süren bir yönü olarak ele alınmasında, görevin, ileri işçiler ve mücadeleci sendikacılara düştüğü de tartışmasızdır.

Özellikle de işçi temsilcisi, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı üstünden, işçilerin işçi sağlığı ve iş güvenliği eğitiminden geçirilmesi, bu eğitimin aynı zamanda işçilerin çalıştıkları işyerindeki taleplerinin saptanıp, elde edilmesi için örgütlenmenin dayanağı olarak değerlendirilmesi, tespit edilen taleplerin yerine getirilmesi için patronu zorlayan bir mücadelenin örgütlenmesi elbette ki belirleyici önemdedir. Bu mücadele işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili taleplerin elde edilmesinde bir ilerleme, kurulların bileşiminin işçiler lehine değiştirilmesinin bir adımı olmasının yanı sıra sendikal mücadelenin derinleştirilmesinin bir dayanağı olması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Tabii ki işyerindeki bu mücadelenin, sendikalı işyerleri üstünden TİS’lerde kabul ettirilerek sınıfın kazanımına dönüştürülmesi, bunların yönetmeliklere, yasalara geçirilmesi sendikal mücadeleye yeni bir nefes de getirecektir.

 

***

İşçi sınıfının insanca yaşama mücadelesinin merkezindeki talep olarak işçinin ve ailesinin insanca yaşayacağı bir asgari ücret (ya da ücret) mücadelesi ile merkezinde işçi sağlığı ve iş güvenliği talepleri olan insanca çalışma koşulları mücadelesi bir madalyonun iki yüzü gibi birbiriyle bağlantılıdır. Bu yüzden de biri olmadan öteki başarıya ulaşamaz.

Örneğin insanca yaşanacak çalışma koşullarının olmazsa olmazı olan “günlük ve haftalık çalışma saatlerinin azaltılması”, “fazla mesainin yasaklanması” (ya da yapılmaması), “insanca yaşanacak bir asgari ücret”le güvenceye alınmadıkça, işçiler için “fazla mesai yapma”, “ek iş yapma” çağrıları hoş ama boş bir çağrı olmayı aşamaz. Ya da tersine işçiler çalışma sürelerinin kısaltması mücadelesi vermeden insanca yaşanacak bir asgari ücret için mücadelenin itici gücü de zayıflar.

Bugün ülkemizde, bir yandan asgari ücretin yoksulluk sınırını üstüne çıkarılması (ücretlerin de ona göre düzenlenmesi) ve haftada 5 gün, günde 7 saat (haftada 35 saat) çalışma mücadelesi ile birlikte işyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği bakımından bilim ve teknolojideki gelişmelerin en ileri seviyede kullanılması, işçinin insanca yaşama ve çalışma koşullarının olduğu kadar sendikal mücadelenin itibar kazanıp ayakları üstüne dikilmesinin de tek gerçekçi yoludur.

Hele de son yıllarda tek adam yönetimi, neoliberal ekonomik politikalarına “Batılı gelişmiş ülkelerin tedarikçi ülkesi olma” iddiasının işçi sınıfının ücretleri aşağı çekme ve insanca çalışma koşullarının daha da kötüleştirilmesi üstünden gerçekleştirilmek istenildiği dikkate alındığında insanca yaşanacak bir asgari ücret ve insanca çalışma koşulları mücadelesi işçi sınıfının siyasete müdahalesinin sıcak gündemi olarak da ayrıca bir öneme sahip olacaktır.