İhsan Çaralan
Bugün 70 milyon insan, yaşadıkları toprakları terk ederek kendilerine güvenli bir gelecek kurmak, en azından yaşamlarını idame ettirebilmek için güneyden kuzeye, doğudan batıyla doğru göç halinde.
Bu büyük göç dalgası, elbette ki insanların kendi ülkelerinde sıkılıp “biraz da biz batının gelişmiş ülkelerin nimetlerinden yararlanalım” diye yola çıktıkları bir dalga değil. Tersine pek çok ülkeye savrulan, sayıları milyonlarla ifade edilen büyük kitlelerin göçünün arkasında, sömürgecilik döneminden başlayarak kapitalizm ve emperyalizm çağı boyunca yer altı ve yer üstü servetleri yağmalanan, doğası vahşice katledilen, emek gücü iliğine kadar sömürülen ülke halklarının yeme, içme, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını dünkü kadar bile gideremez hale gelmiş olmaları vardır. Çıktıkları, kendilerine, hiç olmazsa gelecek kuşaklarına güvenli bir gelecek kurmak için yaşlı, çocuk, kadın demeden, bir gün sonrası bile belirsizliklerle dolu, sözcüğün gerçek anlamıyla ölümüne bir yolculuktur!
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren “mübadele” ve başka yollarla eski Osmanlı toprağı olan Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya gibi ülkelerden gelen Müslüman ve Türk soyundan göçmenlerin yerleşmek için geldiği bir ülke oldu. Bunlar, devlet eliyle kendilerine toprak, geçim araçları, iş sağlanarak iskân edildiler.
Ardından Türkiye’den, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine göç yaşandı; ekmeğini bu ülkelerde arama amaçlı işçi göçü olarak başladı, ardından siyasal zorbalık ve özellikle faşist darbelerin sonuçlarından korunma amaçlı siyasi göçler geldi.
Ancak, 2011’de başlayan Suriye iç savaşıyla birlikte göçmen sorunu, çok yönlü, iktidarıyla muhalefetiyle burjuva siyasetin, ırkçı, milliyetçi ve İslamcı odakların her yönüyle istismar ettiği, iktidarın iç ve dış politikasının dayanaklarından birisi olarak kullanılan bir sorun oldu. Ama öte yandan, ırkçı-milliyetçi odakların ve burjuva muhalefetin kışkırtmalarının yarattığı kafa karışıklığının sonucu olarak, göçmenlerin geniş emekçi kesimler içinde de işsizlik ve yoksulluğun, ev kiralarının artmasının, enflasyonun zirveye çıkmasının nedeni olarak görülmesiyle, göçmen emekçilerle TC vatandaşı emekçiler arasında da gerilimi artıran bir sorun olarak gelişti.
Nitekim bu yüzden gerek burjuva muhalefet gerekse sorunu iç ve dış politikasının istismar konusu yapan tek adam yönetimi, son birkaç yıldır göçmen sorununu; biçiminde anlaşamayıp, kimi “otobüslere bindirerek” zorla (ırkçı-milliyetçiler), kimi “davul zurna”yla (CHP), kimisi de Suriye’de özel güvenli yerleşim bölgeleri oluşturarak (AKP ve tek adam yönetimi) çözeceklerini açıklasalar da Suriyeli göçmenleri geri göndermede birlik sağlamış bulunmaktadır!
Yazının ilerleyen bölümlerinin daha iyi anlaşılması için burada şunları da eklemeliyiz:
Suriye iç savaşına kadar Türkiye; İran, Irak, Bangladeş, Pakistan, Orta Asya ülkeleri ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinden gelen göçmenler için –başka bir ülkeye gidemedikleri için sürekli ikamet zorunda kalan bazıları bir yana– bir süre kalsalar bile, sonunda Avrupa ve Kuzey Amerika’ya gitmek için uğradıkları bir “geçiş ülkesi”ydi.
Savaşla birlikte Suriye’den gelen göçmenlerin bir bölümü için de Türkiye, batıya gitmek için “şimdilik” kaldıkları bir geçiş ülkesidir. Diğer bir bölüm Suriyeli göçmen içinse Türkiye Suriye’de koşulların değişip kendileri için güvenli hale gelmesine kadar geçici olarak kalacakları bir ülkedir. Ama batıya gitmekten umudunu kesenler ve Türkiye’de yeni bir yaşam kurmak için bir dayanak sağlayabilenler için, gönüllü ya da gönülsüz, Türkiye, artık geleceklerini kurmak için bulundukları yeni ülkeleridir! Özellikle de çocukları Türkiye’de okula gitmeye başlayan, kendileri az çok geçinecek bir gelire sahip olacak kadar bir iş bulabilenler (ya da iş kurabilenler) için böyledir!
Burada “bir bölüm göçmen” derken, “yüzde şu kadar” gibi yaklaşık da olsa bir rakam vermiyoruz. Çünkü bu konuda yapılmış bir araştırma yok.
Söylenenlere bir ekleme daha yaparsak, göçmenlerin geri dönüşlerine dair daha genel bir tablo ortaya çıkar. Tarih boyunca yaşadıkları ana vatanlarında artık yaşamlarını devam ettiremeyecek hale gelenler, daha müreffeh ve huzur içinde bir yaşam kurabileceklerini umdukları ülkelere doğru göç etmişlerdir. Bu yüzden de bütün göçler, karışıklık içinde olan, insanların hayatlarını sürdürmede zorlandıkları ülkelerden, daha huzurlu ve refah içinde yaşayacaklarını umdukları ülkelere doğru olmuştur. Başka bir söyleyişle göçler, daha geri ülkelerden daha ileri ülkelere doğru olmuştur. Tersi hemen hiç görülmemiştir! Bu yüzden de örneğin Suriyeli göçmenlerin Suriye’de güvenlikle ilgili sorunlar çözülse bile gönüllü olarak geri döneceği ve göçmen sorununun göçmenlerin geri dönüşleri/gönderilmeleriyle çözüleceği tezi, eğer aşırı saflıktan değilse, ırkçılığın, göçmen düşmanlığının üstünü örtme amaçlıdır.
Erdoğan-AKP İktidarı Göç Dalgasını Bilerek ve İsteyerek Büyüttü
Suriye iç savaşı öncesinde Türkiye’de çeşitli İslam ülkelerinden gelmiş 68 bin göçmen vardı.
Dönemin Dışişleri Başkanı Ahmet Davutoğlu, 31 Ağustos 2012’de BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada Türkiye’deki Suriyeli göçmen sayısının 80 bini aştığını, bunlara her gün yeni 4000 göçmenin eklendiğini söyledikten sonra, “BM Suriye içinde mülteci kampları kurulmasına bir an önce öncülük etmelidir” çağrısı yapıyordu.
Davutoğlu görünüşte göçmen akımından şikayet ediyor ve önlem alınması için BM’yi göreve çağırıyor olsa da, gerçekte yukarıda belirtildiği gibi, en azından işler kontrollerinden çıkana kadar, göçmen sayısının artmasını teşvik ediyordu. Nitekim, Suriye’den göçmen akını başladığında AKP iktidarının sözcüleri, Suriyeli göçmenleri “Suriyeli misafir kardeşlerimiz”[1] diyerek karşılıyordu.
Bu dönemde Suriye sınırında “geçici sığınmacı kampları” kuran AKP iktidarı, kamplarda, televizyon başta olmak üzere bir çadırda olabilecek her hizmetin verileceğini propaganda ediyor, hatta kampta çeşitli toplumsal etkinlikler için mekanlar ayrıldığına dair haber ve görüntüler yayımlanıyordu. Kısacası AKP iktidarı, iç savaşın yol açtığı kafa karışıklığıyla ne yapacağını şaşırmış Suriyelilere, “Gelin sizi beş yıldızlı otel kıvamındaki kamplarda misafir edelim” diyordu.
Nitekim savaşı beslemeye ve Suriye rejimini zor durumda bırakmaya yönelik bu teşvikler ve devamında izlenen politikalarla iktidar, Türkiye’yi bilerek ve isteyerek en çok Suriyeli mültecinin yaşadığı ülke durumuna getirmişti.[2]
Milyonlarca mültecinin sınıra dayanmasının kaçınılmaz olduğu bir durumda bir ülkenin iktidarının mülteci akımını teşvik etmesi, Ukrayna-Rusya savaşının kendisine has koşulları bir yana bırakılırsa, pek görülmüş bir şey değildir.
Bu yüzden de Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye gelişlerinin teşvik edildiği “açık kapı” politikasıyla diğer İslam ülkelerinden gelen mülteciler için de sınırların yol geçen hanına çevrilmesinin anlaşılması için Erdoğan-AKP iktidarının “yeni Osmanlıcılık”la tanımlanan dış politikası ve bu politika kapsamındaki Suriye politikasının özelliklerini ele almak gerekiyor.
Yeni-Osmanlıcılık ve Suriye’ye Müdahale
2007 yılının başında yayımlanan MİT Raporu’nda Türkiye’nin geleneksel dış politikası eleştirilerek, “aktif dış politika”ya geçilmesinin öne çıkarılması sorasında, Ortadoğu’daki istikrarsızlık, adaletsizlik, yoksulluk, geri kalmışlık gibi başlıca sorunlar Osmanlı İmparatorluğunun dağılmış olmasına bağlanarak, “bu halkların Osmanlı yönetiminde huzurlu, barış içinde ve mutlu yaşadıkları dönemi unutmadıkları ve o döneme özlem duydukları” propagandası alıp yürümüş, sonraki yıllarda “yeni Osmanlıcılık” diye adlandırılacak dış politika doğrultusunda adımlar atılmaya başlanmıştı. Bu adımlardan birisi, “komşularla sıfır sorun” sloganı etrafında bölge ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesiydi.
Bu adımların en hızlı ve gözle görüleni Suriye ile ilişkilerde atıldı.
Daha 1999’da PKK’nin Suriye’de Bekaa Vadisi’nde barındırılması nedeniyle savaşın eşiğine gelen Türkiye-Suriye ilişkileri, Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması sonrasında hızla iyileşmiş, 2002’de dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 2003 yılında Şam’ı ziyaret etmişti. AKP iktidarında bu iyileşme, iki ülke arasında vizenin kaldırılması, sınır kapılarında kontrollerin asgariye düşürülmesi ve resmi ilişkilerin protokollerin dışına çıkarılarak gündelik hale getirilmesiyle sürdürülmüştü. Öyle ki bu ilişkiler, Esad ailesi ile Erdoğan ailesinin birlikte Bodrum’da tatil yapmasına kadar varmıştı.[3]
Bu ilişkiler sonraki birkaç yıl içinde de sürdü: Ta ki üniversite mezunu bir gencin Tunus’ta, 17 Aralık 2010’da sebze tezgahının elinden alınmasını protesto için kendisini yakarak hayatına son vermesiyle başlayan Arap isyanlarına kadar! Ekmek ve özgürlük talepleriyle bütün Tunus’a yayılan gösteriler 23 yıldır Tunus’u yöneten Zeynel Abidin bin Ali’nin ülkeden kaçmasına yol açtı. Tunus’taki ayaklanma kısa sürede Mısır’a sıçradı, 30 yıldır Mısır’ı astığı astık kestiği kestik yöneten Hüsnü Mübarek, bir ay süren gösteriler sonunda 11 Şubat 2011’de yetkilerini orduya ve Anayasa Mahkemesi’ne devrederek çekilmek zorunda kaldı.
Libya’da ise, ayaklanmacılara karşı direnen Muammer Kaddafi, – İzmir’in operasyonun merkez üssü olduğu ve Türkiye’nin operasyon gücünün güvenliğini sağlamayı üslendiği– ABD ve batılı ülkelerin askeri müdahalesinin de katkısıyla öldürüldü; başkent Trablus 23 Ağustos 2021’de isyancı güçlerin eline geçti.
Tunus ve Mısır’da iktidar Müslüman Kardeşlerin eline geçti. Libya’da Müslüman Kardeşler isyancı güçler içinde ciddi bir ağırlığa sahipti.
Bu ülkelerde alanlara çıkan göstericilerin bazılarının, herhalde Müslüman Kardeşlerin girişimiyle Erdoğan posterleri taşıması, Erdoğan lehine sloganlar atması,“yeni Osmanlıcı” ideologlar ve Erdoğan-AKP iktidarı tarafından, Arap-İslam dünyasının bir kurtarıcı arayışı içinde olduğu tezinin kanıtı sayılmış ve bu arayışın Erdoğan’ın şahsında kurtarıcısını bulduğu iddialarını öne sürenlerin ayaklarını yerden kesmişti!
Erdoğan-AKP iktidarı Arap isyanlarını bu motivasyonla izledi.
Esad yönetimi, Mısır’ın ardından Suriye’ye de sıçrayan özgürlük, demokrasi ve ekmek talebiyle yayılan tepkilere direnince, Suriye’de ayaklanma yayıldı; batılı emperyalistler ve bölge ülkelerinin de müdahalesiyle gösteriler bir iç savaşa dönüştü. Erdoğan-AKP iktidarı, durumu “fırsata” dönüştürmek için harekete geçti.
“Sabah namazının Kilis’te, öğle namazının Şam’da Emevi Camisi’nde kılınacağı”, yani gerekirse Türkiye’nin Şam’ı kolayca zapt ederek Suriye’de Türkiye’nin himayesinde bir Müslüman Kardeşler rejiminin kurulmasının gerçekleştirilebilir olduğu mesajı verilmesine kadar varıldı. Tabii bu mesaj sadece mesaj olarak kalmadı; iş, Türkiye’nin Suriye iç savaşına boylu boyunca katılmasına kadar vardı.
2010 Aralık ayında Tunus’ta başlayıp 2011 Ağustos’unda Libya’da Kaddafi rejiminin yıkılmasıyla oluşan, Fas, Tunus, Libya Mısır, Filistin’in Gazze yönetimi ve Katar’la (Fas ve Katar’da yönetimler Müslüman Kardeşlere yakındı) Suriye’nin de Müslüman Kardeşlerin yönetimine geçmesi haritayı tamamlayacaktı! Böylece Afrika’nın kuzeyinin ve doğusunun hemen tamamı, İsrail, Lübnan ve Ürdün dışında, Fas’tan Türkiye’ye kadar bölge Müslüman kardeşlerin yönetiminde bir “İslam İmparatorluğu”na dönüşebilecek; Tayyip Erdoğan’ın İslam’ın kurtarıcı lideri, Türkiye’nin de İslam’ın yeniden dirilişini sağlayan ülke olarak 58 İslam ülkesinin “lider ülkesi” olması için çok önemli bir dayanak oluşturacaktı!
Oluşan harita, yeni Osmanlıcı ideologlar, en başta da Davutoğlu ve Erdoğan için baştan çıkarıcıydı!
Böylece Erdoğan-AKP iktidarının, Suriye iç savaşını gücünü ve yayılmasını geliştirmenin “kaldıracı” olarak gördüğü yere varıldı. 2 Ocak 2008’de, Davutoğlu, Büyükelçi Özdem Sanberk ve dış politika yazarı Soli Özel’in de katıldığı, Türkiye’yi “Afroavrasya”, yani Avrupa, Asya ve Afrika ülkesi olarak tarif ettiği söyleşide, “Türkiye coğrafî konumu itibariyle Doğu Akdeniz üzerinden Afrika’ya yakın bir Avrupa-Asya merkez ülkesidir… Bu tabloya bakıldığında Türkiye, süratle kendisini çevre ülke olmaktan çıkarıp düzen kurucu bir ülke konumuna getirmelidir” dediğinde, bu iddianın ete kemiğe büründürme vaktinin geldiğine inandığının işaretini verdiği anlaşılmaktadır. Bu amaçla Suriye iç savaşına balıklama dalındı. MİT devreye sokularak, IŞİD ve “Suriye el Kaidesi” de denilen HTŞ dahil cihatçı terörist örgütlerin yanı sıra Suriye’deki yerel cihatçı-terörist gruplarla ilişkiler geliştirildi, dünyanın geri kalanının terörist saydığı “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO, adı sonradan “Suriye Milli Ordusu”, SMO yapıldı) Türkiye tarafından kurulup donatılarak TSK’nın özel bir birliği gibi kullanılmaya başlandı. Bunların yetmediği yerlerdeyse TSK doğrudan devreye sokularak, Türkiye Suriye sınırı boyunca “cep”ler oluşturan askeri operasyonlara girişildi. Bununla da yetinmeyen Erdoğan-AKP iktidarı, askeri olarak kontrol altına alınan Suriye topraklarındaki “cep”lerde eğitimden sağlığa, güvenlikten ekonomiye, enerjiden idareye kalıcı mekanizmalar oluşturarak, buraları fiilen Türkiye’ye ilhak edilen bölgelere dönüştürdü.
Nitekim, en son Erdoğan yönetiminin göçmenlerin geri gönderilmesi projesinin de, bu fiilen ilhak edilmiş bölgelerin nüfus bileşimi değiştirilip Türkiye’ye ekonomik olarak bağımlı hale getirilerek, fiili ilhaka meşruiyet kazandırılması amaçlı bir proje olduğu anlaşılmaktadır. Tabii ki Suriye’de giderek daha çok güç kaybeden Erdoğan iktidarının gücü yeterse!
Suriye İç Savaşı Sadece Suriye İç Savaşı Olarak Kalmadı
Suriye’de özgürlük ve demokrasi talebiyle başlayan eylemlerin güçle bastırılmasına karşı, kabileler ve aşiretlerle etnik azınlıklar ve Sünni çoğunluğun talepleri, Müslüman Kardeşler ve çeşitli selefi gurupların silahlı güçlerinin etki alanını genişletti. Çatışmalar genişleyip silahlı güçlerin çoğalmasını kullanan Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkeler, para ve silah desteği sağlayarak, istihbarat örgütleri üstünden örtülü ve açık operasyonlara girişerek, kaosa ve çatışmaların yayılıp büyümesi ve iç savaşa dönüşmesi için ateşe benzin döktüler.
Öte yandan Irak’ta Musul başta olmak üzere birçok kenti ele geçiren IŞİD’in, teslim olan Irak ordusunun ağır silahlarına el koyarak Suriye’yi fethetmeye girişmesiyle iç savaş bütün Suriye’ye yayıldı. Ülkede, IŞİD’e ve El Kaide’ye biat edenlerin dışında da çok sayıda silahlı yerel cihatçı grup türedi. IŞİD’in saldırısı, bir yandan Halep ve Şam’ı hedef alarak Esad rejimini devirmeyi amaçlıyordu, diğer yandan ise, Suriye’nin kuzeyinde yeni oluşan ve seküler yaşamı benimseyen Kürtler başta olmak üzere bölgede yaşayan her din-inanç-etnik kökenden halkların oluşturdukları Rojava kentlerine yönelikti.
Böylece, bölge gericilikleri başından itibaren bölgenin yeniden paylaşımından kırıntılar kapmak, kendi ülkelerinde Arap isyanlarına duyulan ilgiyi dağıtmak gibi iç politika kaygılarıyla, Suriye iç savaşına müdahale ettiler. Bu nedenle de Suriye iç savaşı bir dönem “vekalet savaşı” olarak da nitelendi.
Sadece bu kadarla kalmadı; IŞİD’in Irak’tan sonra Suriye’de geniş topraklar ele geçirmesi karşısında Esad yönetimi, İran ve Rusya’dan yardım istedi. İran yeni birlikler göndererek Suriye ordusuna destek verirken, Rusya da Suriye’de zaten var olan üslerini takviye edip Suriye hava sahasını kontrol altına alarak, IŞİD’e karşı havadan müdahalelerle iç savaşın gidişatını değiştiren müdahalelerde bulundu.
ABD ise, PYD-YPG’yi PKK’nin Suriye kolu olarak gösteren Türkiye’nin “terör koridoru”, “terörist devlet yapılandırması” sayarak, Kürtlerin ve bölge halklarının özerk kent ve bölgeler oluşturdukları Rojava’ya yönelik olarak Suriye topraklarında askeri operasyonlara girişeceğini açıkça göstermesi ve giderek uygulamaya yönelmesi, ABD’nin Suriye’de kalması için bölge halklarından destek almasına dayanak sağladı. Böylece ABD, bir yandan IŞİD’in yeniden saldırılarına başlama ihtimali, öte yandan da Türkiye’nin ülkenin kuzeyinde halkların Türkiye’den gelişen tehditler karşısında korunmasını bahane ederek, bölgede kalmaya devam etti. Özelikle Türkiye’nin tehditleri, bölge halkları nezdinde, ABD’nin bölgede kalmasına meşruiyet sağladı. Böylece ABD ve peşinden sürüklediği batılı emperyalistlerden oluşan “koalisyon”, ellerini çok da “ateşe” sokmadan, Suriye sorununun çözümü konusunda aktif aktörlerden birisi olarak kalmaya devam etti.
Kısacası Suriye iç savaşı başında itibaren Suudi Arabistan, BAE, Katar, Mısır, İran ve Türkiye, cihatçı örgütleri donatıp destekleyip iç savaşı kendi iç ve dış politikalarının dayanağı olarak kullanarak, emperyalist paylaşımdan pay kapmayı amaçladılar. Suriye yönetimi, Rusya ile İslam dünyasının önderi olma iddiasındaki İran’ın Suriye iç savaşında kendilerinden yana yer almasını isteyerek, ülkedeki iç savaşın tarafı olmalarını sağladı. ABD ise, belirtildiği gibi, Kuzey Suriye’deki girişimleriyle iç savaşa dahil oldu.
ABD ve batılı koalisyon güçleri “IŞİD’e karşı savaşmak” üzere Fırat’ın doğusunda, Rusya ve İran ise Fırat’ın batısında Suriye ordusunun yanında iç savaşa katıldı. Böylece Suriye iç savaşı IŞiD’e karşı bir savaş olmaktan öte, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımının önemli bir “raundu” olarak da gelişti.
Türkiye’nin Suriye Politikası Nasıl Biçimlendi?
Suriye iç savaşına Suudi Arabistan, BAE, Katar, Mısır, İran, Rusya, ABD müdahil oldular. Ama bütün diğer ülkeler daha çok dış politikalarının bir alanı olarak Suriye’ye müdahale ederken, Suriye ile 600 kilometreden fazla sınıra sahip olan ülke olarak Türkiye ise, Suriye iç savaşına;
- Yeni Osmanlıcı dış politikasını ete kemiğe büründürmek, dolayısıyla Ortadoğu’da (hatta tüm İslam dünyasında) Müslüman Kardeşler (MK) ile yakınlaşarak, ve MK’nin liderliğine oynayarak ve ABD’nin Geniş Ortadoğu Projesi (GOP)’u kapsayan haritada, bölgenin kendinden sorulduğu bir bölge düzeni kurmayı umarak,
- Suriye iç savaşında ABD ve Rusya’nın paylaşım mücadelesinden yararlanarak aradan pay kapmayı “oyun kuruculuk” olarak göstererek, dış politikasını emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinin dalgalanmalarına açık hale getirip, bunu da antiemperyalizm olarak sunarak, iç politikada en gerici odakları motive edip milliyetçi etki altındaki geniş kesimleri yedeklemeyi amaçlayarak,
- “Açık sınır” politikasıyla güney sınırını Suriye iç savaşında yer alan IŞİD ve el Kaide’ye biat etmiş ya da “yerel” tüm cihatçı örgütlerin cephe gerisi olarak kullanmalarına açarak, Kürtlerin kendi kaderlerine sahip çıkmalarına müdahale ederek ve Kuzey Suriye’de Kürtlerin etkili biçimde bulunduğu alanda askeri olarak kontrol ettiği bölgeler oluşturarak ve bunun için binlerce kişilik, donatımı ve masrafları Türkiye tarafından karşılanan açıkça TSK’ya bağlı “Özgür Suriye Ordusu” oluşturmaya kadar varan girişimler yaparak,
- Kuzey Suriye’de oluşturulan Rojava kentlerini “terör koridoru”, “Suriye’nin kuzeyinde terör devleti kuruluyor” gibi iddialarla bu bölgedeki gelişmeleri “Türkiye’nin ulusal güvenliği” sorunu olarak gören bir tutum alarak,[4]
- Açık sınır politikasıyla göçmen akınını teşvik ederek Suriye yönetiminin yıkılması için kullanmakla başladığı göçmen ve mültecileri, sorun kontrolden çıkınca, bu sefer de AB ülkeleriyle pazarlık konusu yaparak, AB ile imzaladığı “Geri Kabul Anlaşması”yla batı emperyalizminin “yedek işçi ordusu”nun deposu haline getirerek Türkiye, Suriye iç savaşına müdahaleyi, diğer ülkelerden farklı olarak, Türkiye’nin dış ve iç, hatta ekonomi politikalarıyla bağlantılı hale getirmiştir.
Kısacası Erdoğan-AKP iktidarı Suriye iç savaşını, bu savaşa müdahale eden diğer ülkelerden farklı olarak, kendi iç ve dış politikasının merkezi sorularının çözülmesinin de bir alanı olarak gördüğü ve Suriye iç savaşı ve Ortadoğu batağına boğazına kadar battığı için, öteki bölge ülkelerinin yaptığı gibi buradan kolayca çıkamamaktadır.
Esad Rejimi ile Erdoğan Rejimi İlişkileri Normalleşebilecek mi?
Başından itibaren Suriye’deki Esat yönetimini devirmek konusunda Türkiye ile aynı görüşte birleşen, iç savaşı kışkırtan, cihatçı örgütleri donatıp destekleyen bölge ülkeleri, Esat yönetimin devrilmeyeceğinin anlaşılmasından beri, çeşitli yollarla ilişkilerini normalleştirmek için attıkları adımları karşılıklı ziyaretlere kadar vardırmışken, Türkiye “Esad”a “Katil Esed” demekte, Esad rejimini devirme iddiasında geri adım atmamakta direnmektedir.
Esad rejimini yıkmakta ısrar eden iki ülke daha var, ABD ile İsrail. Avrupalı emperyalistler de ABD’den gelen rüzgarla her ne kadar Esad yönetimine soğuk dursalar da ABD ve İsrail gibi onu yıkma amaçlı bir siyaset izlememektedir.
Buradan bakıldığında, Türkiye’nin Suriye politikasının merkezinde Esad yönetimini devirme amacı oluğuna göre, bugün Türkiye’nin Suriye sorunundaki en yakın müttefiklerinin ABD ve İsrail olduğunu söylemek abartı olmaz.
Erdoğan ve yönetiminin Suriye karşıtı tutumunda ısrarını anlamak için 2011’e kadar süren iyi ilişkilerin neden bozulduğuna kısaca da olsa göz atmak gerekir.
Bu konuda, 4 Temmuz 2012’de, Cumhuriyet’ten Utku Çakırözer’in yaptığı söyleşide Esad; “Erdoğan bizimle ilişkilerinde dostluk ve kardeşlik ilişkisinin ötesine geçerek içişlerimize karışma yönüne gitmiştir. Başlangıçtaki bu içişlerimize karışma isteği, sonraki süreçte Türkiye’yi maalesef Suriye’deki tüm kanlı eylemlerde taraf haline getirmiştir… Onun ve ekibinin kafasındaki proje daha büyük bir proje. Suriye’den daha büyük. Hatta benim pozisyonumu da kapsayan bir proje. Kendi özel ajandası var. Teröristlerin Suriye’de özgür olmasını, kendimizi onlara karşı savunmamamızı istiyordu…İlk görüşmelerimizden beri Suriye’deki Müslüman Kardeşler hareketi konusunda hep çok heyecanlıydı. Onlarla o kadar çok ilgiliydi ki, Türkiye-Suriye ilişkilerinin gelişmesine onların sorunlarına verdiği önemi göstermezdi… Bize hep ABD’nin isteklerini dayattı…” diyerek Erdoğan’ın isteklerinin, kendileri için karşılanamaz olduğuna dikkat çekiyordu.
Erdoğan’ın Esad’da, ABD’nin istekleri ive Müslüman Kardeşlerle ilgili dayatmaları konusunda dış politikayı yakından izleyen gazeteci Mehmet Ali Güller,29 Mayıs 2013’te Aydınlık gazetesinde “Erdoğan Esad’a neden düşman?” başlıklı yazısında, 2013 Mayısı’nda ABD Başkanı Barack Obama’yla görüşen Erdoğan’ın, ortak basın toplantısında, “Biz İsrail-Suriye için de adımlar attık. 5 bölümde sürmüştü. Temenni ederim ki adımlar meyve verir” açıklamasını işaret etmişti.[5]
Burada ilk “4 bölüm” açık. Ama “5. bölüm”de “Rejimin törpülenmesi”ni Güller, “rejimin siyasi reform yapmasıydı, açıkçası muhalefete de hükümette yer verilmesiydi” diyor. Burada “muhalefet”ten kastın Müslüman Kardeşler olduğunu belirten Güller, Erdoğan’ın Esad’dan Kabinedeki bakanların dörtte birinin Müslüman Kardeşlere verilmesi isteğini belirtiyor.
Erdoğan bu teklifini Esad’a Suriye’de ayaklanmanın başlamasından sonra da yineliyor. Karşılığında da ayaklanmanın bastırılmasında yardım vaat ediyor. Ama Esad bu teklifi reddedince ipler de kopuyor.
Erdoğan o günden sonra bugüne kadar Esad iktidarını devirmeyi amaç edinen politikasında ısrar etti.
Esad ise bu konuda düşman ilan edilen kendisi olduğu halde daha esnek demeçler verdi.
11 Aralık 2019 İtalya Devlet Televizyonu Rai’ye konuşan Esad, gelecekte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşme ihtimaliyle ilgili bir soruya, “Bir gün bunu yapmak zorunda kalırsam bundan gurur duymam. Bu türden fırsatçı İslamcılarla iş yapmaktan tiksinirim”yanıtını verdi. “Ama” diye ekledi: “Mesele benim duygularım değil, Suriye’nin çıkarları. Bu yüzden çıkarlarımız nereye gitmemi gerektirirse oraya giderim.”
Erdoğan’ın inat ve ısrarıyla sürdürülen Suriye politikasının Putin’le 5 Ağustos 2022’de yapılan Soçi Zirvesi sonrasında kırılmaya başladığı görülüyor. Bu tutum elbette bir süreç dahilinde gelişti.
5 Ağustos’ta Putin’le yaptığı görüşme sonrasında uçakta gazetecilere, “Putin Suriye ile ilgili sorunları Suriye yönetimiyle konuşun dedi” açıklaması yaptı ve “Suriye politikasıyla ilgili bir şeyler mi oluyor” sorusuyla karşılandı. 11 Ağustos’ta, 13. Büyükelçiler Toplantısı’nda konuşan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 5 Ağustos’tan sonra, “şöyle mi oluyor böyle mi oluyor” diye konuşup yorum yapanlardan fazlasını söyledi.
Bu konuşmasında, kendisinin Belgrad’da Suriye Dışişleri Bakanı ile kısa bir görüşme yaptığını açıklayan Çavuşoğlu, Suriye ve Türkiye istihbaratları arasında “çok önemli konuların” görüşüldüğünü söyledi. Ama asıl önemli açıklamayı büyükelçiler karşısında yaptı:
“Suriye’nin bölünmesini engellemek için Suriye’de güçlü bir yönetimin olması lazım. Topraklarının her köşesine hâkim olabilecek irade ancak birlik beraberlikle olur. Muhalefetle Suriye’deki rejimi bizim bir şekilde anlaştırmamız lazım. Aksi takdirde kalıcı barış olmaz. Rejim de var muhalefet de var. 11 yılı geçti. Birçok insan öldü. Birçok insan ülkesini terk etti. Bu insanlar dönmeli. Ateşkes olmadan kimse inşa konusunda yardım etmiyor. Buna AB de dâhil. Türkiye olarak biz elimizden geleni yaparız ama tüm bunların öbeğinde ateşkes var. Bunun için de çalışmalarımızı hızlandıracağız.”
Çavuşoğlu’nun bu açıklaması Esad yönetimini devirmeyi esas alan 11 yıllık Suriye politikasının değiştireceğini açıkça kabul etmesi gibi, Suriye yönetimiyle cihadist muhalefet arasında arabuluculuk yapma niyetini de ortaya koydu.
Gelen tepkiler karşısında Çavuşoğlu, “Politikamızda bir değişiklik yok. Biz 10 yıldır bunları savunuyoruz” gibi, kendisi de dahil kimsenin inanmayacağı ifadeler kullandı. Ancak atılan adımın kolayca geri alınamayacağı da açıktır. Çünkü, Erdoğan iktidarını böyle bir noktaya getiren Putin’in Türkiye’den gelecek ayak sürüme ve oyalama taktiklerine eskisi kadar göz yummasının beklenemeyeceğinin açık olmasıdır. Bunun yanı sıra yeni Osmanlıcılığın artık sürdürülemez olduğu da açıkça ortaya çıkmıştır. Ne var ki iktidarın Suriye ile “normalleşme” adımlarını kendisini bu adımları atmaya zorlayan koşullara boyun eğdiği kadar maksimum siyasi ve iktisadi kâr elde etmeyi de umarak, daima bunu hesap ederek atacağını söylemek doğru olur.
Erdoğan’ın Elinde Suriye İç Savaşı’ndan Ne Kaldı?
Suriye iç savaşı, Erdoğan-AKP iktidarının Suriye’ye müdahalesi üstünden doğruluğunu kanıtlamayı amaçladığı yeni Osmanlıcı dış politikanın mezarı oldu.
Suriye topraklarında oluşturulan “cep”lerin varlığı, ÖSO, Suriye toraklarında TSK güçlerinin yerleştirilmiş olması, gelen “şehitler”, militarist, fetihçi, ırkçı-şoven çevrelerde motivasyon için hala işe yarıyor olabilir. Ama, her gün daha açıkça görülmektedir ki Erdoğan-AKP iktidarının Suriye iç savaşında aldığı pozisyon, Türkiye’nin eski Osmanlı toraklarında yaşayan halklar için “kurtarıcı ülke”, Erdoğan’ın da “kurtarıcı lider” olduğu, Türkiye’nin bölgenin “oyun kurucusu” olarak içinde olmadığı hiçbir sorununun çözülemeyeceğinin gösterilmesine yönelikti.
Bu nedenle, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere çeşitli cihatçı örgütleri desteklemekten ABD ve Rusya arasında “salınarak” güç toplamaya kadar her yol ve yöntem denendi.
Ama gelinen yerde; 2011 yılında Müslüman Kardeşlerin Fas’tan Katar’a kadar Akdeniz’in güneyindeki hemen bütün ülkelerde iktidar olduğunu, en azından egemen siyasi güç haline geldiğini gösteren siyasi harita Erdoğan-AKP iktidarı için ne kadar baştan çıkarcıysa aynı ülkeleri kapsayan bugünkü harita o kadar büyük hayal kırıklığıdır!
Çünkü;
- Yeni Osmanlıcı dış politikanın önemli bir dayanağı olan görülen cihatçı güçler, şimdi İdlip’te, Rusya ve İran’la vardığı uzlaşma çerçevesinde kendisinden “silahsızlandırması ve tasfiye etmesi” beklenen, ama bunu ne kendisi yapabilen ne de başkasının (Suriye, Rusya ve İran’ın) kaldırmasına izin verebileceği büyük bir sorun haline gelmiştir.
- Arap isyanlarının yarattığı ortamda hızlı bir biçimde güç kazanıp iktidarlara gelen Müslüman Kardeşler, 85 yılık tarihlerindeki en güçlü duruma gelmişlerdi. 2013’te Mısır’daki darbe sonrasında güç kaybederek, ellerindeki iktidarı kaybetmekle başlayan gerilemelerinin, bugün “siyasetten çekilmeye” kadar vardığı anlaşılıyor. Nitekim Müslüman Kardeşler tarafından Temmuz 2022 sonunda yapılan açıklamada “Müslüman Kardeşlerin siyasetten çekildiği” duyuruldu. Bu, yeni Osmanlıcı dış politika için İslam dünyasında çok büyük bir prestij kaybı olduğu gibi, Erdoğan-AKP iktidarının İslamcı tutumu bakımından orta vadede ağır bir darbe olacak mahiyette bir gelişmedir.[6]
- İç savaşın yüksek sıcaklıkta sürdüğü dönemde Erdoğan-AKP iktidarının –pragmatizmleriyle ünlü Amerikan ve İngiliz diplomatlarına rahmet okutan kıvraklığıyla ABD ve Rusya arasında salınarak iki emperyalist güç arasındaki çatışmadan yararlanıp pay kapmayı “yüksek diplomasi” gibi göstererek– izlediği günü kurtarma taktiği iç savaşın sona ermesiyle işe yaramaz hale geldi. Nitekim o zamandan beri Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde yeni “cep” oluşturma ya da eski cepleri Suriye’nin içlerine doğru genişleteme girişimleri gerek Rusya-İran-Suriye ittifakı gerekse ABD tarafından açıkça ve sert ifadelerle reddedilmektedir. Nitekim 5 Ağustos 2022’de Soçi’de yapılan Putin-Erdoğan görüşmesinde, Putin, “sorunu Suriye yönetimiyle çözün” diyerek, Erdoğan’a ‘bundan sonra bu tür isteklerle bana gelme’ demiş olmakla kalmamış, “Esad’la aranı düzeltmeye bak” da demiş olmaktadır. Ki, Çavuşoğlu’nun açıklamaları Erdoğan’ın Putin’in bu isteğine “evet” dediğini göstermektedir. Kısacası AKP-Erdoğan iktidarının yeni Osmanlıcı dış politikasını ete kemiğe büründürüp, “eski Türkiye’nin monşer diplomasisi” yerine yeni Türkiye’nin diplomasisini inşa etme iddiasını kanıtlamanın alanı olarak görerek daldığı Suriye iç savaşında istenen amaç elde edilmediği gibi, Suriye örneği üstünden komşu ülkelere rejim dayatma, küçük sorunlarda bile askeri güç kullanma tehdidine başvurma, emperyalistler arasındaki gerilimlerden pay kapma politikası, geçen zaman içinde akamete uğramıştır. Tersine Suriye iç savaşına müdahaleden Erdoğan’a ve onun tek adam rejimine kalan; artık Suriye yönetimine ve AB’ye karşı kullanmaya çalıştığında dünkü kadar bile bir fayda elde edemeyeceği Suriye ve diğer Müslüman ülkelerden gelmiş milyonlarca göçmen, “Yeni Afganistan” da denilen İdlip’te, Türkiye tarafından İran ve Rusya ile Astana görüşmeleri çerçevesinde varılan anlaşmaya göre temizlenmesi gereken bir cihatçı-terörist çöplüğü ve milyonlarca yeni göçmen potansiyelidir!
Göçmen Sorunu Ne İçin Kullanıldı?
Suriye’den Türkiye’ye bir göçmen akımının başlayacağının belli olmasından itibaren, AKP-Erdoğan iktidarı, çeşitli vesilelerle vurgu yapıldığı gibi, göçmenleri“Suriyeli misafir kardeşlerimiz”olarak karşıladı. Başlangıçta göçmen sorununu pek gündemine almayan sermaye muhalefeti, süreç ilerleyip göçmen sorunu giderek büyüdükçe, geniş emekçi kesimlerin göçmenleri işsizlik, pahalılık, ev kiralarındaki artış gibi sorunlarının nedeni olarak gören geri tutumu istismar eden, göçmenleri geri göndermeyi esas alan bir tutumu benimsedi.
Ancak sorun iktidarla muhalefet partileri arasında polemik ya da ırkçı milliyetçi odakların rutin propagandası olmakla kalmadı, göçmenlere yönelik saldırılara da dönüşmeye başladı. Birçok ilde göçmenlerin oturduğu mahallere yönelik irili ufaklı saldırılar yaşanır oldu. Ama, bu saldırıların en büyüğü Ankara’nın Altındağ ilçesinde yaşandı.[7]
Altındağ olayları bir dönüm noktası oldu. İktidarıyla muhalefetiyle sermaye partileri her tür milliyetçi tepkiyi onaylayan tutumla uzlaşan bir mevziye girdiler. Eski bir MHP’li olan Ümit Özdağ, tek amacı göçmenlerin zorla da olsa geri gönderilmesi olan (Göçmenleri nasıl geri gönderileceğine soranlara Özdağ, “Otobüslere bindirerek” diye yanıt veriyor) açıkça ırkçı motifler üstünden propaganda yapan bir parti kurdu.
Yaklaşan seçimler dolayısıyla ve kamuoyu araştırmalarında AKP ve MHP seçmenlerinin de yüzde 60-70’nin göçmenlerin geri gönderilmesinden yana olduğunun da ortaya çımasıyla, AKP de, İslamcı çevrelere yönelik olarak “ensar-muhacir”[8] propagandasını sürdürse bile, göçmenlerin geri gönderilmesini savunan sermaye muhalefetiyle aynı çizgiye geçti.[9]
Hatta Erdoğan muhalefetten bir adım daha öne geçerek, uzun zamandan beri göçmenlerin yerleştirilmesi için Suriye’de çeşitli projelerin hayata geçirilmesi için çalışmalar yapıldığını da iddia etti.
Ancak bugün gelinen yerde, tek adam yönetiminin; Suriye iç savaşına müdahale ederek, yeni Osmanlıcı dış politikasını ete kemiğe büründürerek Türkiye’nin İslam dünyasının “lider ülkesi”, Erdoğan’ın da “İslam’ın kurtarıcı lideri” olması iddiasına inandırıcılık kazandıracak bir dayanak kalmamıştır. Nitekim artık iktidar, göçmenleri ne AB ne de Esad yönetimine karşı tehdit olarak kullanabilmektedir. Tersine göçmenler, Esad yönetimi için “af çıkardık, yine çıkaracağız” gelsinler denen, AB için de “genç emek gücü deposu” olarak, istedikleri zaman kullanacakları bir potansiyeldir. Ki, bunu “Geri Kabul Anlaşması”yla güvenceye almışlardır.
Nitekim Erdoğan “göçmen sorununa çözüm projesi” olarak yeni sunduğu, göçmenleri TSK kontrolündeki “cep”lerde kurulan kentlere yerleştirme projesini dahi, 19 Temmuz’da yapılan Tahran Zirvesi sonrasında yayımlanan bildiride reddetmiştir. Çünkü bu bildirinin 11. Maddesinde “Sığınmacıların ve ülke içinde yerlerinden edilmiş kişilerin… Suriye’deki asıl ikamet yerlerine güvenli ve gönüllü geri dönüşlerinin kolaylaştırılmasının gerekliliği” kayıt altına alınmıştır. Böylece Erdoğan uzun uzun anlattığı “göçmen sorunu çözümü”nü daha üstünden bir ay geçmeden, Tahran Zirvesi bildirisine imza atarak reddetmek zorunda kalmıştır.
Göçmen Sorunun Çözümü İçin Mücadele
Elbette ki sermaye partilerinin, birbirinden farklı gibi görünen gerekçelere dayandırılsa da “Göçmenleri Suriye’ye geri gönderme”çözümü, geçtiğimiz 10 yıl boyunca tartışılan tek çözüm değildi!
Tersine geçtiğimiz 10 yıl içinde, daha ilk göçmen kafilesinin sınıra dayanmasından itibaren, gelişmeleri özenle ve dikkatle izleyen, daha ilk andan itibaren sorunun hassasiyeti ve önemine dikkat çeken Emek Partisi ve Evrensel gazetesi ile azımsanmayacak sayıda aydın, demokrat, akademisyen ve çeşitli sol siyasi parti ve çevreler, “göçmenleri geri gönderme odaklı çözüm”ün çözümsüzlüğüne karşı mücadele ettiler. Bugün de bu mücadeleyi sürdürüyorlar.
Bugün gelinen aşamada şu gerçekler artık apaçıktır:
1. Göçmenleri geldikleri ülkeye geri göndermek bir çözüm seçeneği değildir: Göçmenlerin geri gönderilmesi, göçmen sorununun çözümünde meşru görülecek bir seçenek değildir. Elbette ki, gönüllü olarak geri dönmek isteyen göçmenlerin güven içinde geri dönmelerini sağlayacak girişimlerin yapılması önemlidir. Göçmenlerin üçüncü ülkelere gitme talebinin önündeki ulusal ya da başka nedenlerle konulan engellerin kaldırılması için göçmenlere yardımcı olunması “geçiş ülkesi” iktidarlarının sorumluluklarındandır. Ama asıl olan, göçmenlerin kalmak istedikleri yeni ülkelerinde kalabilmeleri için yapılması gerekenlerdir.
2. Göçmenlerin entegrasyonunu da içeren bir mülteci yasasının aciliyeti: Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler dışından gelen göçmenleri de kapsayan bir mülteci yasası yoktur. Bugün milyonlarca mülteci, 2014 Nisanı’nda çıkarılan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”na bağlı olarak verilen “Geçici Koruma Belgesi”iyle Türkiye’de kalmaktadır. Bu yüzden de öncelikle yapılması gerekenlerin başında tüm göçmenleri kapsayan 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ni esas alan ve sonraki bağlantılı sözleşmeleri de dikkate alan, kalmak isteyen göçmenlerin entegrasyonunu kabul eden bir mülteci yasasının çıkarılması aciliyet kazanmıştır.
3. Geri Kabul Anlaşması derhal iptal edilmelidir: AB ile Türkiye arasında yapılan utanç verici bir anlaşma olarak da değerlendirilen “Geri Kabul Anlaşması”nın[10] derhal iptal edilmesi, böylece göçmenlerin gitmek istedikleri ülkelere gitmelerinin önündeki en önemli engelin kaldırılması, sorunun çözümü için doğru bir mecraya girilmesinin şartıdır.
4. İşçi enternasyonalizmi temelinde işçilerin birliği ve kardeşliğini esas alan bir çözüm: Göçmen işçilerin TC vatandaşı işçilerin İş Yasası, Sosyal Güvenlik Yasası, TİS ve Sendikalar Yasası’ndan doğan tüm hakları kullanmalarındaki engellerinin kaldırılması, göçmen işçileri TC vatandaşı işçilerinin rakibi yapan bugünkü statüye son verecek yasal düzenlemenin yapılması, işçi enternasyonalizmi temelinde işçilerin birliği ve kardeşliğini esas alan bir yaklaşımla sorununun çözümü belirleyici önemde olacaktır. Bu konuda en geride duran ve en gerici çevrelerin iddialarının arkasında durmanın ötesine geçmeyen işçi sendikalarına ve konfederasyonlarına çok önemli görevler düşmektedir. Tabii ki yerine getirmek için parmaklarını oynatmaya niyet ederlerse!
5. Antiemperyalist dış politika ve bölgede barış için mücadele: Sorun Türkiye’de göçmen sorunu olduğunda, iktidarın dış politikası da önem kazanmaktadır. Çünkü göçmen sorununa gerçek bir çözümün antiemperyalist; emperyalist ülkelerin bölgeye müdahalesine karşı çıkan, bölge gericilikleri arasındaki çatışmalarda taraf olmayan, halklara rejim dayatmayan, halkların kardeşliğini savunan, barış içinde bir bölge anlayışla oluşturulan bir dış politika için mücadele de göçmen sorununun halklar lehine çözümünün bir dayanağı olarak önem kazanmıştır.
***
1950-1980 arasındaki yıllarda Arap dünyasında “Ortadoğu’da Mısırsız savaş, Suriyesiz barış olmaz”sözü çok popülerdi. Bugün Ortadoğu’da o günlere göre çok şeyin değiştiği söylenebilir. Ama tartıştığımız konu Türkiye’nin yeni Osmanlıcı dış politikası ve onu faturası olarak da göçmen sorununun çözülmesi olduğu dikkate alındığında, “Ortadoğu’da Mısırsız savaş Suriyesiz barış olmaz”ifadesini bugün de bir anlamının olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Türkiye, Yeni Osmanlıcı dış politikasının bayrağını dalgalandırarak yola çıktıktan bir adım sonra Mısır’ı yanında tutmayı başaramadığı gibi, Suriye ile de 2008-09 dönemi bir yana diplomatik ilişkisi bile kalmamıştı. Bugün artık bütün veriler Türkiye’nin Suriye’den çıkmasını gerektirdiğini gösterdiği halde, Türkiye’nin Suriye’de yeni operasyonlara girmesi ya da bugünkü konumunu devam ettirmeye kalkması, sadece hem ekonomik hem iç ve dış politika hem de göçmen faturasını daha da büyütür.
Son günlerde önce Tahran Zirvesi sırasında İran’ın dini lideri Rafsancani’nin, arkasından da Putin’in Erdoğan’ın şikayetleri karşısında “Git, sorununu Esad’la konuşarak çöz” diyen tutumları bir rastlantı değildir. Çünkü Suriye ile ilgili sorunların Esad Hükümeti’ni göz ardı ederek çözülmesi olanaksız gözükmektedir.
Ancak Türkiye’nin saplandığı bataktan çıkmak için hangi adımları atacağını, atacağı adımların ne kadar derdine çare olacağını yakın gelecekte daha net göreceğiz.
[1] Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi dışındaki ülkelerden gelen göçmenler için yasal bir düzenlemesi yok. Bu yüzden de Suriyeli göçmenlerle öteki Asya ve Afrika ülkelerinden gelen “misafir”, “göçmen”, “mülteci”, “sığınmacı” derken, hep bu geçici koruma altındaki kişileri kast edeceğiz.
[2] Göç İdaresi Başkanlığı tarafından 24 Mart 2022tarihinde açıklanan verilere göre, Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli mülteci sayısı 3 milyon 651 bin 428 kişidir.(Kayıtsız Suriyeliler de katıldığında bu sayının 5 milyonu geçtiği tahmin edilmektedir.) Aynı tarih itibarıyla geçici barınma merkezlerinde kalan Suriyelilerin sayısını 48 bin 958 kişi olarak veren Göç İdaresi Başkanlığı, “Suriyelilerin yalnızca %1,3’ünün kamplarda yaşadığını”, geri kalanların da kendi imkanlarıyla barındıklarını belirtmektedir.
[3] 5 Ağustos 2008’de Erdoğan ailesi ile Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve eşi Bodrum’da buluşup tatil yaptı. Erdoğan ve eşi Esad ilesini Bodrum Havalimanı’nda uçağın kapısında karşılamış, bu vesile ile medyada Türkiye-Suriye dostluğu üstüne çok sayıda haber ve yorum yapılmıştı. Ziyaret sadece tatil olarak da kalmamış, Esad’ın tatilini geçirdiği otelde Esad ve Erdoğan Türkiye’nin arabuluculuğunda başlanan Suriye-İsrail görüşmelerini ele almış, İran’ın nükleer çalışmaları ve Esad’ın İran’da yaptığı görüşmelerle ilgili değerlendirmelerde yapmışlardı. Bu toplantıya Başbakanlık Başdanışmanı Davutoğlu da katılmıştı.
[4] 24 Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı ile Carablus ve El Bab, 20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı ile Afrin, 9 Ekim 2019’da Barış Pınarı ile Resulayn ve Tel Abyad bölgeleri TSK kontrolü altına alınarak, fiilen ilhak edilmiş bir yabancı toprak gibi tarımdan enerjiye eğitimden enerjiye, sağlıktan yerel hizmetlere bu bölgelerde yönetimler kurularak, bunlar bölgedeki Hatay, Kilis ve Şanlıurfa valiliklerine bağlanmıştır.
[5] Güller bu “beş bölümü”; “1-)Golan Tepelerinden vazgeçilmesi, 2-) İran’la (ve Hizbullah’la) stratejik ortaklığa son verilmesi, 3-) Filistin’de iki devletli çözümün kabul edilmesi, 4-) Ortadoğu Serbest Bölgesi’ne Suriye’nin de katılması, 5-) Rejimin törpülenmesi!” olarak özetliyor.
[6] Müslüman Kardeşler’in Rehberlik Konseyi Başkan vekili İbrahim Münir, 27 Temmuz’da Reuters’a yaptığı açıklamada, grubun uzun süredir şiddeti reddettiğini söyledi. “Bunun (siyasi mücadelenin) Müslüman Kardeşler’in ideolojisinin dışında olduğunu düşünüyoruz. Sadece şiddet ve silah kullanımı değil, Mısır’da güç için herhangi bir biçimde mücadeleyi reddediyoruz. Siyasi partiler arasındaki seçimler devlet tarafından organize edilse bile biz güç mücadelesini reddediyoruz” diyen İbrahim Münir, Müslüman Kardeşler üyelerinin daha önce zor zamanlar atlattığını, ancak şimdi kurulduğundan bu yana geçen 90 yıllık süredeki en zorlu dönemi yaşadığını söyledi.
[7] 11 Ağustos 2021’de, Ankara Altındağ’da, bir parkta Suriyeli göçmen gençlerle TC vatandaşı gençler arasındaki bir kavgada TC vatandaşı 18 yaşındaki bir gencin öldürülmesinin ardından ırkçı gurupların da kışkırtmasıyla mahalleli göçmenlerin oturduğu sokaklara saldırarak Suriyelilere ait evleri, dükkanları, araçları tahrip etti. 6-7 Eylül (1955) olaylarını anımsatan görüntüler ortaya çıktı. Polis göçmenlerin oturduğu sokakları kontrol altına alarak olayları yatıştırabildi.
[8] Peygamber Muhammed Mekke’den Medine’ye göçünde, Medine’ye göçmek zorunda kalanlara “muhacir”, onları kabul eden Medine’nin yerlilerine de “ensar” denmesine dikkat çekerek, bugünkü koşullarda Türkiye’nin “ensar” olarak, tüm zorda kalan Müslümanlara kucak açan ülke olması gerektiğini söylüyor. Böylece iktidarın göçmen politikasına karşı çıkanları da İslam’a karşı çıkmış gibi göstermeyi amaçlıyor.
[9] Bu tartışmalar içinde geri göndermenin öne çıkmasıyla AKP içinden ve MÜSİAD çevresinden “Göçmen işçiler olmazsa sanayimiz batar” gibi itirazlar yapılsa da bunlar cılız tepkiler olarak kaldı. Kaldı ki kapitalistler, geri göndermenin başarılı olmayacağını bildiklerinden olacak, itirazlarını sürdürmediler.
[10] Göçmen sorununu, ilk göçmen dalgasının Türkiye sınırına dayandığı günlerden itibaren, gelişmeleri yakından izleyip yazdığı dört kitapla ilgisini ortaya koyan Ercüment Akdeniz, ‘Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarlığına’ SIĞINAMAYANLAR adlı kitabında, Geri Kabul Anlaşmasını; “Nasıl ki savaştan kaçan insanlar, umut taciri şebekelerin temin ettiği lastik botlara bindirilip Ege Denizi’ne salınmışlarsa, Geri Kabul Anlaşması’na imza koyan hükümetler de benzer bir uygulamayla devreye sokmuş oldular. Bu hükümetlerin kolektif insan tacirliğinden başka bir şey değil… Geri Kabul Anlaşması bu hukuksuzluğun ‘hukuki’ bir modeli, bir prototipi olarak ortaya atılmıştı” diye niteleyerek, bu anlaşmanın “Evrensel bir utanç takası” olduğuna (sf. 61) dikkat çekiyor.