Aydın Çubukçu

 

Mafya devlet ilişkisinin iki ayrı biçimi vardır. Biri, doğrudan doğruya siyasi mevki sahibi kişilerin rüşvet, şantaj, tehdit ya da çıkar sağlama karşılığı “suç örgütü”nün hizmetkârı haline getirilmesidir. Diğeri ise, doğrudan devlet kurumları vasıtasıyla kapitalizmin çıkarları doğrultusunda kurulmuş zorunlu sistematik ilişkidir.

Birinci biçim, bireysel çıkara dayalıdır ve aslında birçok devlette “suç” sayılır, takibe uğrar ve “denetim dışı” oldukları hallerde engellenmeye çalışılır, silahlı “suç örgütlerine” bu şekilde bulaşanlar cezalandırılır; rastlantısal, arızi ve “münferittir!”

İkincisi ise, kapitalizmin siyasal ve ekonomik özelliklerinin bir ürünüdür, kalıcı, sistematik ve zorunludur. Ne var ki, bu iki biçim arasında aşılmaz sınırlar yoktur. Çoğu kez iç içe geçen, biri diğerini üreten ilişkilerdir.

Kamuoyu önüne çıkabilen ve devlet-mafya ilişkisi denilince ilk akla gelen birincisidir. Her platformda tartışılan örnekler, kimi zaman tutuklanan, teşhir edilen ve bazen de cezalandırılan kişiler bu sınıftandır. Böylece, ahlaksız, kötü niyetli, rüşvetçi devlet memurları yakalanıp cezalandırılınca “temiz toplum, temiz devlet” kurulabileceğine inanılır. Suç örgütleriyle kirli ilişkilerin bireysel ya da belli bir grubun suçu olduğu algısını yaratmak, bir bütün olarak devletin kutsallığını korumak adına yapılan bir propagandadan ibarettir. Bu yazının amacı, “mafya” genel adı altında toplanan gayrı resmi silahlı güçlerin devletle olan ilişkisinin “kötü ve ahlaksız” kişilerden kaynaklanmadığını, kapitalist toplumsal ve ekonomik mekanizmaların yapısal bir özelliği olduğunu gösterebilmektir.

 

ŞİDDET TEKELİ

Tarihsel olarak ortaya çıkışından itibaren, devletin en önemli özelliği silah tekeline sahip olmasıdır. Antik Yunan kent devletlerinin “Tanrıların buyruğu” ile kurulup onlar adına halkı-ülkeyi yönettiği fikrinden modern devletin “hukuk” üzerine kurulduğu fikrine kadar, bütün çağlar boyunca, silah kullanma yetkisinin, daha genel ifadeyle şiddetin tekel altına alınması bir baskı aracı olarak devletin olmazsa olmaz özelliğidir. Tanrılar ya da hukuk, devlet dolayımıyla silahın da sahibi kılınmıştır. Bu, aynı zamanda sivillerin silahsızlandırılması ya da bireysel silah sahibi olmalarının denetime ve izne tabi olmasının da gerekçesidir. Yurttaşlar, birey olarak izin almak kaydıyla silah sahibi olabilirler, ama herhangi bir yasaya dayanmaksızın silahlı örgütler kuramazlar. Kural olarak, silahlanmak ve silahlı örgütler kurmak devlete özgüdür. Devletin nasıl ve hangi miktarda silahlanacağı da yasalarla belirlenir. Bütçesi bellidir, kadrosu bellidir! Böylece her şey açık, şeffaf, kamu tarafından denetlenebilir kılınmıştır! Görünüş budur.

Devlet gücü denilen şey, modern (kapitalist) toplumlarda, yasalarla belirlenmiş, ordu, polis, yargı gibi kurumlar aracılığıyla fiiliyat kazanır. Bununla birlikte her devlet, yasalarla belirlenmemiş, uluslararası hukuk kuralları ve devletlerarası anlaşmalar dışında eylemler için kullanılmaya elverişli kimi araçlara da sahip olmak zorundadır. Bunlar, genellikle her türlü (ticari, sınaî, siyasi, bilimsel vs.) casusluk, diplomatik komplo, üçüncü taraf aleyhine anlaşmalar gibi “örtülü” faaliyetlerdir. Ve bunlar farklı devletler arasında “doğal” rekabet ve muhtemel çatışma koşullarında, devlet güvenliğinin gereği olarak kabul edilmiştir.

Rekabet, liberal iktisatçılar döneminden itibaren kapitalizmin temel dinamiklerinden biri sayılmış, toplumu ilerleten, bireyi birey yapan bir özellik olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla rekabet kavramına, her türden savaş biçimlerini meşrulaştıran, yasaların oluşturulmasında, hatta ahlak kurallarının belirlenmesinde referans noktası halini alan bir değer yüklenmiştir. Bu çerçevede bakıldığında, herhangi bir yasa ile belirlenmemiş, görünürdeki kurallara uymayan “koruma ve kollama” faaliyetleri daha başından, kapitalist ekonomi ve siyasetin doğal işleyişinin parçası halinde meşruiyet kazanmıştır. Bunlar, daima “örtü altında” tutulmuş, herhangi bir devlet diğerini yıkıcılık, casusluk, sabotörlük gibi fiillerinden ötürü suçlarken, aynı eylemleri kendisi için meşru, haklı ve gerekli görmüştür. Aynı araçlar, içerideki sınıf ilişkilerinde de aynı gerekçelerle meşru ve haklı kabul edilmiştir. Devletin, daima “iç ve dış düşmanlara karşı” kendini korumak için şiddet araçları kullanma hakkına sahip olduğu tartışılması gereksiz bir özellik gibi toplum bilincine yerleştirilmiştir. Öyle ki, bu hakkın kullanılması söz konusu olduğunda, demokrasi, insan hakları, yasalara ve ahlaka uygunluk şartı aranmaz ve devletin eylemleri bu kavramlar açısından tartışılamaz, eleştirilemez! Tarih boyunca doğup batmış bütün devlet biçimleri, halk üzerindeki baskı ve şiddetini bu gerekçeyle açıklamış, bu gerekçeyle dokunulmazlık zırhına bürünmüştür. Bunu sağlamak için de her türlü şiddet aracını kendi tekeline almıştır. Devletin, “silahlı güçlere ve hapishanelere sahip örgüt” olarak tanımlanmasının sebebi de budur.

Günümüz dünyasının emperyalistler, tekelci şirketler, irili ufaklı farklı devletler arasındaki çelişkilerinin yol açtığı farklı mücadele alanları ve mücadele biçimleri için uygun araçlar geliştirilmiştir ve her geçen gün, gelişen teknolojinin de desteğiyle bunlara yenileri eklenmektedir. “Siber casusluk”, “hacker sabotajları”, “mobil istihbarat”, “dijital casusluk” gibi kavramlar 20. yüzyılda literatüre girmiştir ve bugün klasik şiddet araçlarının yanı sıra bu “teknolojik şiddet araçları” da kullanılmaktadır.

 

HER DEVLETİN KATİLLERE İHTİYACI VARDIR!

1996’da Susurluk’ta bir kaza sonucu devletin örtülü işlerinin bir kısmı açığa çıkıp kamuoyunda büyük tepkiyle karşılanınca, bir meşrulaştırma çabasıyla, pek çok köşe yazarı ve politikacı bir ağızdan aynı görüşü tekrarladı:“Her devletin katillere ihtiyacı vardır!” Hemen ardından, katillerin resmi güçler arasından seçilmesi, sıkı denetlenmesi, kendi adlarına işler yapmasının önlenmesi gereği üzerine meşruiyeti güçlendirici önlemleri yazdılar.[1]

Her devletin katillere ihtiyacı olduğu görüşü, günümüzün çatışmalı dünyası için tartışılmaz bir gerçek haline getirilmiştir. Çünkü “örtülü” faaliyetler yalnızca bilgi toplamak ya da yanıltıcı bilgi dağıtmak amacına yönelik değildir. Her kapitalist devlet, yalnızca “dış tehditler” belasına karşı değil, özellikle içerideki “yıkıcı” faaliyetlere karşı da “örtülü” önlemler geliştirir. Bunlar arasında muhalifleri tehdit etmekten öldürmeye kadar uzanan bir dizi yasa dışı uygulama vardır. Bunlar genellikle “faili meçhul” olarak adlandırılan cinayetler, insan kaçırma, resmi olmayan mekânlarda işkenceli sorguya çekme, toplu öldürme gibi işlerdir. Özellikle emperyalist savaşlar sürecinde cephe ötesi ve gerisinde bu tür uygulamalar, silaha ve suça yatkın siviller arasından seçilmiş insanlar ve gruplar üzerinden yürütülmüştür. Cezaevleri boşaltılıp mahkûmları silahlandırarak katliam kıtaları halinde sivil halkın üzerine salma gibi eylemler hemen her ülkede görülmüştür.

 

BİR YÖNETME ARACI OLARAK ZOR

Devlet yönetimi, farklı nitelikte pek çok aracı birlikte ve uyumlu kullanmayı gerektirir. Modern çağın burjuva devletler tarihi, ulusal çapta ya da uluslararası alanda farklı nitelikteki araçları birlikte ve bağlantılı biçimde kullanmayı becerenleri “başarılı yönetim” olarak anar! Bunların bir kısmı tarihsel olarak oluşmuş, geleneksel, inançsal, törel toplumsal bilinç biçimleri üzerinde şekillenmiş kurumlardır; bir kısmı ise amaca uygun olarak zaman içinde ya da güncel ihtiyaçlar için yaratılmış kurumlar ve ilişkilerdir. Bir üçüncü grupta ise, doğrudan yöneten-yönetilen ilişkileri içinde doğmadıkları halde, üretim ilişkilerinin doğası içinde oluşup bu çerçeveye sokulabilecek kimi kurumlar bulunur. Tarikatlar, kültür sanat çevreleri ve kentin ve kırın çeteleri: eşkıyalar, haydutlar ve modern çağda mafya… Her çağda ve her devlet biçiminde, devlet dışında silahlanan gruplar bir yolu bulunup resmi silahlı kuvvetlerin parçası haline getirilmişler, uzun ya da kısa vadede savaşlarda kullanılmışlardır. Kalıcı ilişkiye örnek olarak Osmanlı’da tımar sistemini, geçici ilişkiye örnek olarak da paralı-kiralık askerliği gösterebiliriz.

Modern zamanlarda bu ilişkinin klasik örneğini, Amerikan modelinde göreceğimiz üzere, yasal ama gayrı resmi silahlı güçlerin kullanılması oluşturmaktadır.

 

AMERİKAN MODELİ

Amerika’da mafyanın doğuşu 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanmakla beraber, devletle olan kurumsal ilişkinin başlangıcı 20. yüzyılın ortalarına denk gelmektedir. II. Emperyalist Savaş’ın sonlarına doğru, Amerikan kuvvetleri İtalya’ya çıkarma hazırlıkları arasında Sicilya’daki mafya örgütüyle ilişki kurmuş, adada bulunan Alman ve İtalyan kuvvetlerinin yıpratılması için bu tarihsel köklere sahip yerel örgütten yararlanmıştır. Sonrasında mafya mensuplarının Amerika’da yerleşmesine, yasa dışı işler yapmasına ve gelişmesine önemli ölçüde göz yumulmuş, ABD resmi güçleriyle mafyanın farklı çeteleri arasındaki ilişkiler farklı alanlarda devam etmiştir. Özellikle işçi sendikalarının denetimi ve yönlendirilmesi, Küba’da Domuzlar Körfezi çıkarma girişiminin örgütlenmesi gibi olaylarda mafya önemli roller üstlenmiştir. Bunlar ve benzeri pek çok operasyon “demokrat, özgürlükler ve fırsatlar ülkesi Amerika” imajına zarar vermemek üzere, resmi olmayan silahlı güçler üzerinden yürütülmüştür.

Özel olarak mafya ile olan ilişkinin Sicilya Çıkarmasıyla başlamış olmasına karşın, ABD devletinin ve tekelci sermayenin sınıf mücadelesinde resmi olmayan silahlı güçleri kullanmasının tarihi daha eskidir. Adını Haymarket Meydanı provokasyonuyla işçi sınıfının enternasyonal belleğine kazıyan Pinkerton Özel Dedektiflik Ajansı’nın işçi sınıfı örgütlerine ve grevlere karşı suikast, sabotaj, katliam, istihbarat ve sahte örgütler kurarak mücadeleyi saptırma gibi eylemleri mafya öncesi döneme damgasını vurmuş, devlet ve gayrı resmi silahlı örgütler arasındaki bağlantının en tipik örneği olmuştur.

İşçi grevleri sırasında, kapitalistler, sendikalara sızmak, koruma sağlamak, grevcileri ve “şüpheli sendikacıları” fabrikalardan uzak tutmak ve işçileri korkutmak için Pinkerton Ajansı’nı kiralamışlardır. Bu ilişkinin en bilinen örnekleri, sanayici Henry ClayFrick’in grev kırıcı önlemlerini güçlendirmek için Pinkerton ajanlarının çağrıldığı 1892 Homestead Grevidir. Pinkerton ajanları ile grevdeki işçiler arasındaki çatışmada, üç Pinkerton ajanı ve dokuz çelik işçisi ölmüştür. Pinkerton Ajansı, 1877 Büyük Demiryolu Grevi ve Amerikan işçi sınıfı tarihinin en büyük silahlı ayaklanması olan 1921 Blair Dağı Savaşı içinde de rol oynamıştır.

 

GANGSTERLER VE SENDİKACILIK

Burjuvaziyle suç örgütleri arasında “organik” bir ilişki olduğunu açıkça görebilmek için kapitalizmin temel çelişkisi içindeki yerine bakmak gerekiyor. Yani, emek ve sermaye çelişmesi içinde burjuvazi-sivil silahlı suç örgütleri ilişkisi… Ne var ki, bu yalnızca burjuvaziyle çeteler arasındaki ilişkiyi değil, aynı zamanda sendikal harekete musallat olmuş gangster sendikacılarla işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi de kapsar. Bu iki yönünü birden ele alınca, mafyatik örgütlerle tekelci kapitalist devletlerin ilişkisinin bir arıza, kapitalizmin temiz ilişkilerini bozan bir sapma değil, doğrudan sistemin doğasından doğan bir ilişki olduğunu açıkça görebiliriz.

Başta Amerika olmak üzere, hemen hemen bütün dünyada, “sarı sendikacılık”, yalnızca işçi sınıfının hak ve çıkarlarını burjuvaziye satan sendikacılık olmaktan öteye geçmiş, gasp, hırsızlık ve dolandırıcılık merkezleri haline gelmiştir. Sendika şeflerinin, sendikanın gücünü işletmelerden zorla para almak için kullanmaları en çok bilinen yolsuzluk biçimlerinden biridir. Patronları grevle, boykotla, iş yavaşlatmakla tehdit ederek kendi cebine para doldurmak, sonra işçilere dönerek sözde bir uzlaşma metni imzalatmak, en küçük hırsızların bile yapabildiği sıradan bir “sarı sendikacılık” tarzıdır. Ama yine işin model ülkesi olan ABD’de, bu “küçük iş” olağanüstü boyutlar kazanmış, sendikalar ve sendikacılar arasındaki rekabeti, suikast, sabotaj gibi araçların da kullanıldığı bir savaşa çevirmiştir. Devasa miktarda paraların döndüğü bu karanlık “işçi dünyası”, aynı zamanda her bir sendikanın kendisine bir mafya çetesi tutmasını da gerektirmiştir. Çünkü büyük sendikalar, birer tefeci kurumu gibi çalışmaya başlamış, otel, kumarhane gibi işletmelere para yatırmış, işçi aidatları, 1930’lardan itibaren mafya ailelerinin güç ve servetinin önemli bir kaynağı olmuştur.

“Gangsterler, Sendikalar ve Federaller: Mafya ve Amerikan İşçi Hareketi” adlı kitabın yazarı B. Jacobs, “Mafyanın Amerikan toplumundaki benzersiz siyasi ve ekonomik konumu, işçi hareketindeki tabanından kaynaklanmaktadır” iddiasında bulunuyor.[2] Kitap hakkında bir inceleme yazan, Melvin Dubofsky, mafyayla ilişkilerin, örgütlü emeğin toplumsal ve ekonomik gücündeki olağanüstü düşüşün nedeni olduğunu ileri sürüyor. Ona göre, işçilerin nezdinde sendikacılığın itibarsızlaşması da aynı nedene dayanıyor. Mafya sendika ilişkilerini hedef alan federal soruşturmaların ise, sendikaları “suç örgütlerinin hâkimiyetinden kurtarmaktan” ziyade, sendikaların daha da etkisizleştirilmesine hizmet ettiğini söylüyor.[3]

Öyleyse mafya, işçi sınıfının sendikal mücadelesine karşı şiddet uygulanmasının bir aracı olmanın ötesinde, sınıf örgütlerini tümüyle yozlaştırmak ve etkisizleştirmek, işçileri sendikal örgütlenme fikrine yabancılaştırmak için de kullanılmıştır. Amerika’nın etkili polis ve adalet kurumları birçok örnekte görüleceği gibi, bu ilişkiyi tarihsel geleneğe uygun olarak, el altından desteklemiştir.

Amerikan modeli, ülkelerin kendi özel koşullarında farklı biçimler alarak uygulansa da temel karakteristikler, ilişkinin boyutları ve mekanizmanın işleyişi bakımından “klasik” olarak adlandırılmayı hak etmektedir.

 

ŞİDDET TEKELİNİN YENİ ORTAKLARI

Yasal bir zemini olmakla beraber, doğrudan devlet kurumu olmayan silahlı sivil örgüt modeli, günümüzde “sivil güvenlik şirketleri” biçiminde genişlemiştir. Bunlar, pek çok devlet tarafından esas olarak yabancı topraklardaki askeri operasyonlarda kullanılmakla beraber, iç müdahale için de daima yedekte tutulmaktadır.

Askeri nitelikli “sivil güvenlik şirketleri”, bilinen özel güvenlik şirketlerinden farklı olarak, askeri eğitimli personel ve askeri donanım kullanırlar. Bu tür “şirketler”, ülke sınırları içerisinde yasal olarak, askeri nitelikli koruma hizmeti, polis teşkilatının eğitimi, bomba koklayıcı köpek eğitimi gibi etkinlikler yapmak adına yasal dayanaklar kazanmıştır. Ancak Amerikan Blackwater örgütünün yaptığı gibi, Afganistan ve Irak’ta, ABD ofislerinin ve personelin “korunması” görünüşü altında, işkenceli sorgulama, sabotaj, yasal olmayan yollardan istihbarat toplama, suikast gibi ABD ordusunun üstelenmeyeceği faaliyetleri de yürüttüler. Kaldı ki Blackwater, adı sık geçmesine rağmen, ABD’den “ihale alan” şirketler arasında yalnızca 12. sıradadır. Rusya’nın Wagner, Türkiye’nin SADAT adlı “şirketleri” güncel savaş alanları içinde en fazla adı geçenlerdir.

Bu tür örgütler, yasalar açısından elbette “mafya” sayılmazlar. Ancak faaliyet gösterdikleri bölgelerde, uyuşturucu ticaretini kendi denetimleri altına aldıkları, kaçak ticaret ortaklıkları kurdukları, rüşvet ve şantaj aracılığıyla kendi “gelir kaynaklarını” yarattıkları “herkesin bildiği sırlar” arasındadır. Burada yazımızın konusu açısından önemli olan, devletin temel özelliği olan şiddet tekelininyasal” yollardan genişletilerek “örtülü” faaliyetleri sürdürmeye hizmet eden yeni araçlar yaratılmış olmasıdır.

Bu tür “sivil savaş şirketleri”, aynı zamanda ticaretin tarihte görülen en büyük boyutlara ulaşması nedeniyle de önem kazanmışlardır. Altın, petrol, kimyasal ve radyoaktif madde gibi kıymetli emtianın yasaklanmış ticaretinin yanı sıra büyük çapta uyuşturucu sevkiyatıyla ortaya çıkan yeni problemleri halletmek (korumak, gerektiğinde yönetmek) için de hizmete çağrılmaktadır. Çok özel risk analizleri yapabilecek, savaş yeteneğine sahip olup harekât desteği sağlayabilecek örgütlü birliklere, özel lojistik hizmetlerinde kullanılabilecek “ağzı sıkı” ortaklara ihtiyaç duyulan bu yeni “ticaret savaşı” içinde, yalnızca devletler değil özel şirketler de bu savaş şirketlerinden yararlanıyorlar. Çokuluslu büyük şirketler, konvansiyonel güvenlik güçlerinin bulaştırılmayacağı bu türden hizmetleri savaş şirketlerinden satın alabiliyorlar.

Özel güvenlik şirketlerinin gittikçe büyümesi ve yaygınlaşması, bazı endişelere de yol açıyor. Daha önceleri sadece egemen devletlerin yetkisinde bulunan silah kullanmayı da içeren işlevleri “kamu yararı” adına yüklenmeleri, “uluslararası güvenlik analizlerinde değerlendirilmesi gereken yeni bir değişken” olarak tanımlanmalarına yol açıyor. Bir yandan yeni bir “terörist yetiştirme odağı” olma riski taşımaları, diğer yandan bir başka ülke adına “gönüllü” olarak savaşanlardan farklı olarak bunu para karşılığı yapmaları, denetim açıklarına karşı önlemleri gündeme getiriyor. Birleşmiş Milletler bünyesinde dile getirilen bu sakıncalara rağmen, herhangi bir ciddi araştırma ve soruşturma yürütüldüğüne dair işaret yoktur.

Ayrı bir çalışmanın konusu olabilecek olan bu örgütlerin bu yazı açısından önemi, devletin şiddet tekelinin özel-sivil örgütlerle paylaşılmasına örnek teşkil etmeleridir.

Bu ilişki biçimi, aynı zamanda şiddet tekelinin olduğu gibi, görünürde yasal bir dayanağı olmayan ekonomik kaynakların da devletle silahlı sivil örgütler arasında paylaşılması anlamına gelmektedir. Bu devlet-mafya ilişkisinin de en önemli boyutlarından biridir.

 

KARA PARA EKONOMİSİ

Burjuvazinin mafyayı araç olarak kullanması, özel olarak işçi sınıfı mücadelesiyle sınırlı kalmamış, uluslararası kaçakçılık, kara para trafiğinin denetilmesi ve yönetilmesi, rakip şirketlerin çökertilmesi, borsa oyunları, kural dışı bankacılık gibi alanlara da yayılarak sermaye döngüsünün bir parçası haline getirilmiştir. Görünürde tekelci kapitalizmin “yasalara saygılı, vergisini düzgün ödeyen, şerefli” kurumlarının asla bulaşmadığı, “iyi kapitalistlerin” dışında olduğu ileri sürülen bu ilişkiler, gerçekte sistemin önemli bir parçası haline gelmiştir.[4]

Uluslararası kurallar gereği ticareti kesinlikle yasak olan uyuşturucuya, yine çeşitli ambargolar ve bölgesel savaşlar dolayısıyla “kural dışı” hale gelmiş olan altın ve petrol ticaretinin de eklenmesi uluslararası ticareti yeni bir boyuta taşımıştır. Yalnızca alınıp satılma biçimi değil, ticaret yolları ve bunların denetim usulleri de değişmiştir. Tarih boyunca oluşan ticaret yolları, farklı coğrafyaların birbirlerinin üretimine olan ihtiyaçlarıyla belirlenmiştir. Oysa sözünü ettiğimiz içeriğiyle “çağdaş ticaret”, bankaların, özel finans şirketlerinin, liman işletmelerinin, havaalanlarının özel araçlarla denetimini de kapsayan, çok çeşitli ve farklı düğüm noktalarından oluşan bir ağ üzerinde egemenliği gerektirmektedir.

Bu da özel olarak savaş atmosferinin, göçmen akınlarının, kimi ülkelere uygulanan ambargoların yarattığı yeni “ticaret yolları” ve imkânlarının oluşmasıyla doğmuştur. Turizm, bankacılık, emlak ticareti gibi “kara para aklama” alanlarının da ekonomi dışı yollarla ele geçirilmesi, alışılmışın dışında bir ekonomik ilişkiler bütününün doğmasına yol açmıştır.

Buna, bir de kimi küçük devletlerin “döviz ihtiyacı” dolayısıyla ortaya çıkan “kara para” dolaşımı eklenmiştir. Burada uluslararası kural şudur: Suç faaliyetlerinden sağlanan gelir, meşru finans kuruluşlarına aktarılır, modern iletişim ve ulaşım araçları kullanılarak kayıt dışı bir ekonomi oluşturulur. Kamu bankaları da bürokratik ve yasal süreçler işletilerek bu sistemin parçası kılınmıştır.

Dünya çapında organize suçun yarattığı ekonomik büyüme, özellikle 2000’li yılların ilk on yılı içinde olağanüstü büyümüştür. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin (UNODC) Ulus-ötesi Suçlara Karşı Küresel Girişim Raporu (2017) verilerine göre, özellikle altı sektörde gösterilen faaliyetlerin “en düşük tahminle” değeri, 3,6-4,8 trilyon dolardı. Aynı raporun verilerine göre, kara para aklamanın tek başına değeri 1,5 trilyon dolar, siber suç ise yarım trilyon, tüm yasadışı ticaret 650 milyar dolar olarak hesaplanmakta, dünya mal ticaretinin yaklaşık %7’si yasadışı yollarla gerçekleşmektedir. Söz konusu altı sektör şöyle sıralanmaktadır: finansal hizmetler, teknoloji, tüketim malları ve perakende, inşaat ve gayrimenkul, nakliye ve lojistik, doğal kaynaklar… Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin ödemeler bilançosunda cari açığının önemli bir bölümünün kara-para ile finanse edilmesi ulus-ötesi kaçakçılıktan bir biçimde pay alma uğraşına girişildiğini gösteren bir başka kanıttır. Bunun yanı sıra, ulusal kamu kaynaklarının ve hazine arazilerinin mülkiyetinin özel mülkiyete geçmesi sırasında oluşan rantların dağıtımında siyasetçi-bürokrat-kapitalist ilişkisinin bir ayağını da mafya oluşturmaktadır.[5]

Türkiye, “kara para” olarak döviz girişinin ilk resmen onaylanmış örneğini, Turgut Özal’ın kara para kaynaklarıyla kurduğu geniş çaplı ilişki dolayısıyla tanımıştır.[6] Bu başlangıç noktasından itibaren, devlet-mafya ilişkisi yeni ve sabit bir alan bulmuştur. Çünkü sonraki iktidarlar boyunca da daimi bir döviz darlığı yaşayan Türkiye bu kaynağı kullanmakta tereddüt etmemiştir. Kumarhaneler, uyuşturucu ticareti, dolandırıcılık ve özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra doğan ve genişleyen “nükleer kaçakçılık” ya da daha geniş kapsamıyla, kimyasal, biyolojik, radyoaktif ve nükleer maddelerin kaçakçılığı, kara para kaynaklarını olağanüstü büyütmüştür. Bu kaynaktan pay alan yasa dışı güçler de aynı ölçüde büyümüş ve devlet içinde sağlam destekler bulmuştur. Son yıllarda cari açığın kapatılmasında sürekli bu kaynakların kullanılması neredeyse kural haline gelmiştir ve burada “organize suç örgütü” denilen sivil silahlı gruplar belirleyici bir rol üstlenmiştir.

 

SONUÇ

Kimi yorumculara göre, “suç örgütleri” sahip oldukları büyük parasal güç sayesinde etkindirler. Bu gücü kullanarak kimi bürokratları, siyasetçileri satın almakta, yasa dışı işlerini onlar üzerinden yürütmektedirler. Bu, koparılması kolay bir bağlantı, temizlenmesi “iyi savcılara” kalmış kirli bir ilişkidir! Bugün kamuoyunu yönlendiren bütün basın yayın organları, iyi niyetli gazeteciler ve temiz toplum için yapılacakları bu basit formül içinde ifade ediyorlar.

Oysa göstermeye çalıştığımız gibi, bu oluşumlar, kendilerine ekonomik ve sosyal bakımdan ihtiyaç duyan bir sistem sayesinde ayakta kalmaktadır. Bütün dünyada kapitalizm, kendi devlet aygıtının bir parçası olarak sivil silahlı örgütleri beslemekte, kollamakta ve kullanmaktadır.

Sorun, devlet içinde mafya ile işbirliği yapan kimi memurlar değildir. Devletin, başta istihbarat örgütleri olmak üzere, “çekirdek” kurumlarının mafyatik örgütleri “kullanma” ilişkisinden de ibaret değildir. Kapitalizmin mevcut gelişme koşulları, ticaret ve finans dünyası, sermaye dolaşımının olağanüstü genişlemesi ve savaş, kaçak ticaret gibi yeni alanlara yayılması bu ilişkiyi sistematik ve zorunlu hale getirmiştir.

Kuşkusuz bunun içinde, “denetim dışı” ve bireysel çıkara dayalı ilişkiler de vardır. Ancak bunların tümüyle temizlenmesi, bu sistem içinde mümkün değildir. Bu boyutlarıyla, tekelci kapitalizmin mafyadan temizlenebileceğini, kurallara ve ahlaka uygun hale getirilebileceğini zannetmek ham hayaldir.

 

 

[1] Ertuğrul Özkök, Altemur Kılıç, Fatih Altaylı, Ali Tayyar, Refik Sönmezsoy bunlardan bazılarıydı. Kaynak: Erdal, M. (2010) Herkesin Yargısı Kendine: Demokratikleşme Sürecinde Basının Yargı Algısı, TESEV Yayınları, İstanbul.

[2] Jacops, J. B. and E. Peters, “Labor Racketeeing, The Mafia and Unions”, https://www.jstor.org/stable/1147700

[3] Dubofsky, M. (2006) “Mobsters, Unions, and Feds: The Mafia and the American Labor Movement”, https://eh.net/book_reviews/mobsters-unions-and-feds-the-mafia-and-the-american-labor-movement/

[4] Son SBK-İnan Kıraç olayı, bu ilişkinin patlayan baloncuklarından biriydi. Üstü şimdilik örtüldü, ancak, büyük tekellerin bir ellerinin daima kara para ilişkilerinin içinde olduğu gerçeğini gösteren küçük bir örnek olarak kayıtlara geçti.

[5] Bakırtaş, T. (2021) “Zayıflayan Devlet-Yükselen Mafya Ekonomisi”, Avrasya Yatırım, https://avrasyayatirim.com/kose-yazilari/zayiflayan-devlet-yukselen-mafya-ekonomisi (özetlenerek aktarılmıştır)

[6] İlknur, M. vd. (2021) “Başbakan karapara aklayıcılarla toplantıda: Çakıcı, Yılmaz, Drej Ali…”, Cumhuriyet Gazetesi, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/basbakan-karapara-aklayicilarla-toplantida-cakici-yilmaz-drej-ali-1840333