Aydın Çubukçu
Önce burjuvazi
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi üzerine yazılmış pek çok araştırmada, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin bir “burjuvazi yaratma” süreci olduğu ileri sürülmüştür.
Bu görüşü tamamlayan tez ise ülkenin iç dinamizminin yarattığı bir burjuva sınıfının olmaması, oysa özellikle “Batılılaşma” adı verilen “Kemalist Devrimler” yolunun bir burjuvaziyi gerektirmesi dolayısıyla Cumhuriyet kadrolarının bu eksikliği “burjuvaziyi yaratarak” gidermeye giriştikleri biçimindedir. Kemalistlerin toplumsal sınıfları yaratma ya da aksine yok sayarak ortadan kaldırma kudretine sahip oldukları iddiası aynı zamanda bürokrasinin bağımsız bir sınıf olarak tanımlanmasıyla da ilgilidir. Şu kadarı gerçektir ki, Kemalist kadrolar bir “milli burjuvazi” arıyorlardı ve yine bir sınıf tavrı olarak işçi sınıfının da yok sayılmasını öneriyorlardı. Doğrusu, bir burjuvazi türünün yokluğu, en azından milli bir işçi sınıfının da yokluğunu gerektirirdi ve bu bilim dışı düşünce kendi içinde tutarlıydı.
Basitçe, burjuvazinin doğuşuna ilişkin temel bilgileri özetleyelim. Bütün dünyada kapitalizmin ilk çekirdekleri sayılabilecek ticaret ve tefeci bankerliğin doğuşu bin yıllar öncesine dayanır. Modern burjuvazinin ortaya çıkışı ise Avrupa’da yaklaşık beş yüz yıllık bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Emekçi zanaatkârların sermaye birikimin koşullarını yaratmaları, bir başka deyişle zaten dolaşımda olan paranın, ücretli emek gücü sömürüsü aracılığıyla sermayeye dönüşmesi ve buna paralel olarak yeni sınıfların oluşması, sonra da siyasal iktidarı ele geçirmesi yüz yıllara yayılmış bir sürecin sonucunda gerçekleşmiştir. Bu tarihsel süreci diğer kıtalara nispetle Avrupa’da hızlandıran, Amerika kıtasının keşfi ve orada el konulan tonlarca altın ve gümüşün ekonomik hayata sokulması olmuştur. Özetle burjuvaziyi “yaratan”, tarihsel ve ekonomik koşullardır. Bu koşullar, yeryüzünde özel mülkiyete dayanan üretim ve ticaret yapan her toprak parçası üzerinde vardır. Ama “eşitsiz gelişme yasası” gereği, yine her ülkede farklı gelişim süreçleri izlemiş, farklı düzeylerde farklı sonuçlar doğurmuştur. Kapitalizmin farklı ülkelerde farklı biçim ve düzeylerde ortaya çıkması her ülkenin içinde bulunduğu karmaşık etkileşmelerin ürünüdür.
Osmanlı İmparatorluğu ve başka Asya, Afrika ülkelerinde kapitalizmin gelişme koşulları ve farklılıkları üzerine “sayısız” denilebilecek miktarda inceleme ve tartışma vardır. Bu yazı çerçevesinde bunları ele alma imkânı yoktur. Ancak şu kadarını söylemekle yetinebiliriz, Osmanlı İmparatorluğu, yaklaşık 600 yıl boyunca askeri- merkezi feodal bir devlet olarak var olmuştur ve bu temel yapının korunması için devlet zoru dâhil, pek çok önlem geliştirilmiştir. Bununla birlikte, gelişmiş kapitalist ülkelerle olan askeri, siyasi, diplomatik ve ticari ilişkiler, bir ilerilik-gerilik kıyaslamasına yol açmıştır. Mali imkânsızlıklar, sermaye ve teknik destek arayışlarına hız vermiş, artık emperyalizm yolunda ilerlemeye başlamış olan gelişmiş kapitalist ülkelerin zenginliğini Türkiye’ye çekmek için başta İngiltere olmak üzere, Avrupa’nın çeşitli ülkeleriyle ilişkiler geliştirilmiştir. Farklı biçimlerde “batılılaşma” eğilimin ilk sonuçlarından birisi Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839) olmuştur. Ancak bunun öncesinde, 1838’de Baltalimanı Anlaşması ya da İngiliz Ticaret Anlaşması olarak anılan ve Osmanlı geleneksel sanayisinin büyük ölçüde tasfiye olmasına sebep olan anlaşma bulunuyor.
Dünya kapitalizmiyle ekonomik ve siyasi bakımdan ilişki geliştirmeye yönelik ikinci ciddi adım, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından atıldı. Ancak bu sefer yalnızca sermaye ve teknik bilgi değil, sosyal ve siyasal kurumlar da bekleniyordu. İttihatçılara göre, Osmanlı’nın Avrupa’nın gerisinde kalmasının sebebi, milli (bundan Türk ve Müslüman olmayı anlıyorlardı) bir burjuva sınıfının yokluğuydu. Gerçekte, Türk ve Müslüman sanayici denilebilecek bir burjuva katmanı son derece cılızdı. Öyleyse iktisatta esas eğilim, bu sınıfı güçlendirmek, yeni yatırımlar yapacak hale getirmek ve ekonominin hâkim unsuru kılmak olacaktı.
Yani, “burjuvazi yaratmak” değil, mevcut olduğu kadarıyla burjuvaziyi yeni bir kimliğe yükseltmekti. Ticaret ve sanayinin özellikle gayri Müslim azınlıklar elinde toplanmış olmasına son vermenin yolunu da Müslüman ve Türk olarak tanımlanan bir “milli burjuvazi”nin oluşturulmasında görüyorlardı. Cumhuriyet döneminde yeniden canlanacak olun bu politikanın temellerini, Mustafa Kemal, İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında ifade etmiştir. “Milli iktisat” kavramı, sanayide, ticarette, tarımda “Türk milletinin hâkim olması” anlamına geliyordu. Kemalist kadrolar, nesnel olarak burjuvazinin varlığını inkâr etmiyor, ama var olanın “milli” olmaması canlarını sıkıyordu. Milliden kasıt bir ölçüde yabancı/emperyalist olmayan idi, ama daha çok Türk ve Müslüman olan anlamına geliyordu ve bu tanımlama, ülke içinde açıklanmamış, ama kapsamlı bir “servet transferi” niyetiyle birlikte dile geliyordu. Yine İttihatçılarla başlamış bulunan özellikle Ermeni düşmanlığı, Yunan işgaliyle katmerlenmiş bir Rum düşmanlığını da işleyen ideolojik propaganda da kuşaklar boyu Türk milliyetçiliğinin ayrılmaz parçası haline getirilecekti.
Burjuvazi yok da millet var mı?
Kemalist Kadro hareketinin önde gelen isimlerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Yaban” adlı romanında, bir köye düşmüş İstanbullu aydının ağzından, Türk köylüsünün kendisinin Türk olduğunu bilmediğini anlatır. Mustafa Kemal bunu şöyle ifade etmişti: “Özellikle bizim milletimiz, milliyetini bilmemezlikten gelmesinin çok acı cezalarını gördü.” Egemen kimlik, Osmanlılık ve Müslümanlıktır ve halkın büyük bölümü, belki de Türkçü aydınlar dışında herkes, kendisini böyle tanımlamaktadır. Öyleyse, bir “Türk Milleti” inşa etmek ve Türk’e Türk olduğunu öğretmek ihtiyacı da vardır.
Ulusal kimlik, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, dünya politikasının ve sınıf mücadelesinin başlıca ilgi konularından biri halini almıştır. Gerek kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak tarihsel uluslaşma süreçlerinin tamamlanması gerekse politik olarak “ulus” kavramının etkin bir biçimde geliştirilmesi ve bu eksende örgütlenmelerin toplumsal güç halini alması, yeni ulus devletler çağını da başlattı. Yüzyıllardır süren burjuva-kapitalist sosyal devrim, siyasal ideolojik özelliklerle de tamamlanmaya başladı.
Bu gelişmede, tarihsel-maddi temeller kadar, bunlara biçim veren ve toplumsal hareket unsuru haline getiren politikanın ve ideolojinin de son derece önemli bir rol oynadığını görebiliriz.
Genel olarak “ulusal kimlik” kendiliğinden, salt maddi temellerden doğan bir olgu değildir. Tarihsel ve nesnel özelliklerinin yanı sıra, deyim yerindeyse, bir ölçüde nesnelliğin “yukarıdan aşağı” yeniden tanımlanması ve politik bir mahiyet kazandırılmasıdır. Etnik köken, dil birliği gibi kimi kriterler, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan halkları tam olarak kapsamadığı için, Kemalist milliyetçilik ideolojisinin kurucusu olarak tanımlanan Ziya Gökalp “kültür milliyetçiliği” kavramını ileri sürdü. Kürt’ü, Laz’ı, Çerkes’i, Arap’ı ve Türk’ü ancak ortak bir “milli kültür” çerçevesinde birleştirmek mümkündü. Peki, milli kültür neydi? Mustafa Kemal, onun da inşa edilmesi gereken politik bir kurum olarak ele aldı. Ortak bir tarihi köken ve ortak bir dil bulmak farklı milliyetlerden halkları birleştirmenin bir yolu olarak görüldü. Avrupa’daki gelişmelerden de öğrenerek milliyetçiliğin esasları belirlendi. 1935’te yapılan CHP kongresinde açık bir millet tanımı geldi: “Ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür.” “Siyasal bir bütün” tanımı dikkat çekicidir.
Milli burjuvazi yaratılacak, işçi sınıfı yok sayılacak, hepsi yeniden siyasal olarak inşa edilecek “millet” içinde, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” halinde birleştirilecekti. Türk Tarih Kurumu, ortak bir tarih bulmak için Türk Dil Kurumu da ortak bir dile sahip olduğumuzu kanıtlamak için çalışmalara başladı. Asya steplerinden Ege Denizine kadar, Mezopotamya dâhil, tarihte görülmüş pek çok uygarlık “Türk Uygarlığı” olarak ele alındı. Sümerler, Hititler başta olmak üzere, Anadolu ve Mezopotamya, bin yıllardır Türk yurdunun asli sahipleri olarak kayda geçti. “Güneş Dil Teorisi”, Türkçenin bütün dillerin ortak kökeni olduğunu ileri sürdü. Soyadı kanunuyla birlikte Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal, antik Amerika uygarlıklarını araştırmak üzere özel bir görevli atadı. Tahsin Mayatepek, 1935-1937 yılları arasında 3 yıla yakın bir süre Meksika’da tarih ve dil üzerine araştırmalar yaptı. Orta Amerika’da Maya kültüründeki güneş kültü ve güneşe tapınma eyleminin Orta Asya’daki güneş kültü ile olan ilişkisini, Maya dili ile Türkçe ve diğer Asya dillerinin ilişkisini inceledi.
Anadolu’daki ulusal kimlik ayrılıklarını, bütün dünyanın zaten Türk olduğunu göstererek aşmak istiyorlardı.
Sınıflar da yok!
İzmir İktisat Kongresinin açılış konuşmasında Mustafa Kemal, Türkiye’de çıkarları birbiriyle çelişen sınıflar olmadığını, her biri diğerini tamamlayan farklı meslek grupları olduğunu söylemişti. İşçinin, köylünün, tüccarın, sanayicinin, hepsi bir diğeri için, birlikte çalışırlardı! 1931 yılında, Mustafa Kemal Cumhuriyet Halk Fırkası adına bir bildiri yayınladı. “Türkiye Cumhuriyeti halkı ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdi ve içtimai hayat için iş bölümü itibariyle muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camiadır.” İşçi sınıfı da bu cümleden olmak üzere “milliyetçi Türk amelesi ve işçileri mevcudiyetleri ve emekleriyle Türk camiasının kıymetli uzuvlarıdır.”
Gerçeğin bu olmadığını, toplumsal ve siyasal çıkar çatışmalarının hayatı belirlediğini elbette kendisi de biliyordu.
Cumhuriyet tarihi üzerine çalışan pek çok araştırmacı yazar ve özellikle 70’li yıllarda kimi sol hareketler, Kemalist hareketin sınıf karakteri üzerine aşağı yukarı birbirine benzer tespitler yapmıştır. Asker sivil bürokrasi, küçük burjuvazinin sol kanadı gibi tanımlar en yaygın olanlarıdır. Cumhuriyet’in bir burjuva devrimi olduğunu söylemekte zorlananlar, hareketi gerçekleştirenler arasında fabrikatör, banker, tüccar gibi büyük sermaye sahibi kişiler olmamasına dayanmışlardır. Doğan Avcıoğlu’nun deyimiyle, “Asker sivil aydın zümre”nin bu devrimi gerçekleştirdiği tezi genel geçer kabul edilmiştir. Bu “zümre”nin hangi sınıfı temsil ettiği, hangi sınıfın sosyal ve ekonomik çıkarlarını savunduğu ve gerçekleştirmeye çalıştığını ciddi olarak inceleyenler ise çok azdır.
İşçi sınıfı
Türkiye’de işçi sınıfının tarihi üzerine değerli araştırmalar yapan gazeteci Hüseyin Avni Şanda şu tarihi bilgileri verir:
“Bizde Adana bölgesinde, başkasının hesabına alın teri dökerek kazma sallayan pamuk işçileri, endüstri tarihinden önce ortaya çıkmıştır… Daha sonra II. Mahmut zamanında kurulmaya başlayan savaş endüstrisinde, maden ocaklarında ve demir yollarında görülür. …
“Daimi işçi tiplerini demiryollarında bulabiliriz. Anadolu’da ilk demiryolu, İngiliz sermayecileri tarafından 1856’da kurulmuştu. Bu tarihten beri, çeşitli kapitalistlerce kurulan hatların çevresinde önemli denecek kertede bir işçi kalabalığı dolmuştu. Gardöfren, makasçı, ateşçi, geçit bekçisi, hat muhafızı… az ücret alan ve az ücret almalarına karşılık en çok, hatta daima tehlikelere göğüs geren biçarelerdir. İdareyle çalışanlar arasında ihtilâf çıkarsa, iki taraf birer hakem seçerler. Bu ikisi müttefikan üçüncü bir hakem seçemezlerse: İşbu seçim, Almanya Fehametli Devletinin Dersaadet Konsolosu cenapları tarafından yapılır… 1908 Eylül’ünün 10. günü, Hürriyetin birinci ayı dolarken, Şark Demiryolları grevi biterken; Şirket’i Hayriye Fabrika işçileri harekete geçtiler. Grevciler Sirkeci’deki İdarehaneyi abluka etmişler, içerideki memurları dışarıya çıkartmamışlardır. Özellikle işçilere zam yapılmasına itiraz eden İdare Başkanının Şirketten atılmasını ileri sürmüşlerdir… İkdam gazetesi bu olaydan konu açarken işçilerin bu hareketinin çirkin olduğunu, ‘İdare Meclisi Başkanını değiştirmek hakkı Şirket paycılarının hakkıdır. Amelenin şirketin işlerine karışması ayıptır’ diye yazmaktadır.”[1]
Yok sayılması gereken işçi sınıfının tarihi, aslında “milli burjuvazi”nin tarihinden daha eskidir. Özellikle madenlerin, demiryollarının sahipleri emperyalist ülkelerin patronlarıdır.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, işçi sınıfının sosyal ve siyasal değişimlerdeki rolüne vurgu yapar:
“Hiç bir ideolojik iddia yapmaksızın, sırf o sosyal sınıfların tarihte ağır basan içgüdüsü gidişi ile, Türkiye’de ilk defa sosyal anlamlı hürriyet hareketinin açılış törenini canıyla kutladı. Ve ister istemez, 1908 hareketi yaldızlarından arınınca, Türkiye işçi sınıfının, Türk milleti adına kısa ve mutsuz da olsa, sonraki Kuvayi Milliyeciliğe ışık tutan sahici hürriyet kımıltısı olarak tarihimize girdi. Çıkarcı yabancı ajanı işverenler, kulis arasında emperyalist şirketlerle Türk milletine suikastlar kumkumalarını hazırlarken, şaşkına çevrilmiş yoksul kalabalıklara Abdülhamit hafiyesinin: ‘Hürriyet-Adalet-Müsavat-Uhuvvet’ nutuklarını attırarak yeni soygunlara oy toplarken, yalnız işçi sınıfımız, o yabancı sermayenin Türkiye’yi köleleştirerek, Birinci Cihan Savaşı, Kuva-i Milliye boğuşu gibi en kanlı alanlarda kurbanlık koyun etmeye girişeceğini sezmişçe bütün Türk milleti adına Özel Sermayeye karşı harekete geçti.”[2]
1908 Devriminden Cumhuriyete kadar, Türkiye’de yaşanan her ileri burjuva hareketinde işçi sınıfının gücü ve örgütlülüğü ölçüsünde yer aldığı tarihsel bir gerçektir.
Hikmet Kıvılcımlı 1935 yılında yazdığı, “Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı”nda şu istatistikleri veriyor: “10 kişiden fazla işçi kullanan sanayi işletmeleri 1913 yılı 269 iken, 1921 yılı 342 ve 1923 yılı 1509 olur. 1915 istatistiklerince sanayi teşvikten yararlanan bütün sanayi işçileri 16,309 iken, 1927 yılı sanayi istatistiklerine göre, Türkiye sanayinde meşgul eşhas 256,855’tir. Çalışan çocuk sayısı, resmi rakamlara göre 22.676’dır.”
Bu kadarı bile, sosyal sınıfların nesnel varlığını göstermeye yeterdir.
İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlenmesinin başlangıcı ise, Ermeni aydınlar tarafından 1887’de İstanbul’da kurulan ve hamalların, mavnacıların, kunduracıların, işçilerin içerisinde örgütlenmeyi başarmış olan Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’dir. Türk komünistleri ise, önce 22 Eylül 1919 tarihinde Şefik Hüsnü’nün Berlin’den gelen Türk Spartakistleri ile birlikte kurucuları arasında yer aldığı, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nı kurmuşlardır. Yaklaşık bir yıl sonra 10 Eylül 1920’de Bakü’de yapılan kongre ile Mustafa Suphi ve arkadaşları tarafından TKP kurulmuştur. TİÇSF, daha sonra TKP’ye katılmıştır. Her iki örgüt de, Kurtuluş Savaşı sürecinde Kemalistleri desteklemiş, buna karşılık TKP önderleri katledilmiş, Şefik Hüsnü önderliğindeki döneminde ise destekçi durumunu sürdürmesine rağmen daima şiddetli baskı altında tutulmuştur. Tutuklamalar, yasaklamalar, komplolar ağır cezalar TKP ile Kemalistler arasındaki ilişkinin asıl özelliği olmuştur.
Sendikal örgütlenmeler, yardımlaşma sandıkları da yasaklı ya da sıkı denetim altında güya “serbest” görünmüşlerdir. Fakat daima devlet politikalarının işçi sınıfına taşınması, “devletine ve milletine bağlı” kalması için kullanılmışlardır. En basit işçi haklarının savunulması için bile asla hareket etmeyen bu örgütler, yarı resmi devlet kuruluşları gibi hareket etmişler, işçi sınıfının sıkı denetim altında tutulmasına hizmet etmiştir. Bu özellikleri taşıdıkları sürece, sendikaların kapatılması söz konusu olmamış, ancak 1925’te çıkarılan ve Takriri Sükûn Kanunuyla, bakanlar kuruluna “gerektiği hallerde kapatılmaları” yetkisi verilmiştir.
Sonuç
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ve özellikle 30’lu yıllarda, “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olarak “bir millet yaratmak” adına burjuvazinin “milli karakterde yeniden inşası” çabasına girilmiş, işçi sınıfı daima sıkı bir denetim ve kısıtlama altında tutulmuş, devletçilik, halkçılık, milliyetçilik bunun için ekonomik ve ideolojik bir araç olarak kullanılmıştır. Kuşkusuz bunlara devlet şiddeti eşlik etmiştir.
[1] Şanda, H. A. (1966) Yarı Müstemleke Oluş Tarihi, 1908 İşçi Hareketleri, Gözlem Yayınları, İstanbul.
[2] Kıvılcımlı, H. (2015) Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Köxüs Yayınları, https://radikalhareket.files.wordpress.com/2015/12/hikmet-kivilcimli-turkiyede-kapitalizmin-gelisimi.pdf