Aydın Çubukçu*

 

Kentlerin kurucu unsurları

Kentlerin tarihi, toplumsal artı-ürünün büyük boyutlara ulaşması ve bunun etkisiyle yeni toplumsal örgütlenmelerin doğuşu ile başlar. Önceki üretim biçimleri bir yana, kapitalizmde kentler, hem artı-ürünün merkezileşmesinin alanı, hem de dağılımının ve yeniden üretiminin diğer sonuçlarının denetlenip yönlendirildiği karar ve yönetim merkezleri olarak gelişirler.[1]

Çağdaş kentin temel özellikleri de bu tarihsel oluş çizgisinin evrilmesinden ve dönüşmesinden doğmuştur. Ama günümüzde kentin ayırt edici özelliklerini, geçmiş çağlardan bir kopuş ve sıçrama noktasında, emek ve sermaye ilişkisinin, emeğin ve sermayenin hareket biçimi ve araçlarının bütünlüğünde aramak doğru olacaktır. Bütün kent ilişkileri ve oluşumları, eninde sonunda, artı-değerin üretimi ve yeniden üretimi ile buna el koymanın özel ekonomik-politik araçlarının ve emek gücünün yeniden üretilmesinin olanaklarının yaratılmasına, geliştirilmesine ve yönetilmesine yöneliktir. Özetle, üç temel öge: a) artı-değer üretimi, b) artı-değere el koymanın özel ekonomik ve politik aygıtları, c) emek gücünün yeniden üretilebilmesinin olanakları…  Bunların birlikte işleyişi aslında üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesini de sağlar.

Bu soyutlama düzeyinde, görünüşte son derece karmaşık bir bütün gösteren kent örgüsünü başlıca üç düğüm noktasında anlayabilme, çözme ve yeniden örme olanağı doğar.

Önce, artı-değer üretiminin ve sömürüsünün olanaklarını ortaya çıkaran ve düzenleyen “tabaka”… Burada, üretimin dolaysız ve dolaylı araçları, sermaye birikim ve dolaşımının kurumları yer alır.

İkinci olarak, emek gücünün yenilenmesi için gerekli nesnelerin üretilip tüketildiği alanların ve ilişkilerin oluşturduğu “tabaka” gelir. “Eğlenme” mekânları, oyun salonları, kahvehaneler, televizyon programları vs…

Ve en sonunda, politik karar ve yönetim birimlerinin, araçlarının ve olanaklarının kapladığı “tabaka” kent örgüsünü tamamlar.

Bu, daima ayrılamaz halde iç içe, birbirine geçmiş ve birbiri üzerinde hareket eden “tabakalar”, modern kenti karakterize eden temel ögeleri içlerinde taşırlar, birbirlerine aktarırlar ve sürekli genişletir, dönüştürürler. Öyleyse, modern kent, kendi kurucu ilkesi olan emek-sermaye ilişkisi üzerinde yükselirken, şu temel özellikleri gösterir:

  1. Kent artı-değerin üretildiği başlıca alandır. Bu özellik, tarihsel olarak kente kapitalizm tarafından kazandırılmıştır ve kapitalizmin gelişmişlik ölçütü sayılagelmiştir.[2] Kapitalizm öncesi biçimlerde kent, gene artı-ürünün sonuçları üzerinde yükseliyordu, ama bunun üretilmesinin esas alanı değildi. O zamanlar kenti karakterize eden şey, artı-ürünün toplanıp biriktirilmesinin, dağıtılmasının, tüketilmesinin ve bunların yönetilmesinin organizasyonuydu.[3]
  2. Ama modern kent yalnızca sınıf ilişkilerinin ve çatışmaların temeli olan artı-değerin yaratıldığı alan olmakla kalmaz; aynı zamanda, artı-değere el koymanın özel ekonomik, sosyal ve politik biçimlerinin de yeniden üretildiği alan özelliğini taşır. Böylece kent, üretim biçiminin yeniden üretilmesini de temsil eder. Burada, maddi hayatın yeniden üretiminin başlıca iki yanını, birbiri içinde ilerleyen ve birbirine bağımlı iki yanını ayırt etmek, kentin kuruluş ve düzenleniş mekanizmalarını ve kentin temel kategorilerini tanımlayabilmek bakımından önem taşıyor. Birincisi, sermayenin organik bileşimine ilişkindir, ikincisi, emek gücünün yeniden üretilmesine ilişkindir. Ve kent, bu iki yanın birliği olarak, bir yandan sermayenin hareketinin, merkezileşmesinin ve birikiminin bütün yollarının kesişme noktasıdır, diğer yandan da emeğin hareketinin, emek gücünün yeniden üretilmesinin bütün ihtiyaçlarının toplumsal örgütlenmesinin merkezidir.
  3. Emek-sermaye ilişkisinin modern kent organizasyonu içinde en yüksek sosyo-politik içerik ve biçimleri kazanabilmesinin bir nedeni, kentin bizzat kendisinin bir “sermaye birikimi” olmasıdır. Ulaşım, üretim ve hizmet binaları, iletişim ve diğer kent-belediye işlevlerinin yürütülmesinin araçlarının ve yöntemlerinin üretimi, kentleri muazzam sermaye birikimi ve yatırım alanları haline getirmiştir.[4]
  4. Ve nihayet kent, tarihin diğer evrelerinde görülmedik ölçüde rant yaratan sonuçlar geliştirmiş, kapitalizm için özel bir etki ve işleyiş alanı özelliği kazanmıştır. Yalnızca “menkul değerlerin” dolaşımı için değil, aynı zamanda sürekli genişlemenin ve yenilenmenin doğurduğu büyük spekülasyon hareketleri ve bunların çeperlerinde oluşan ilişkiler, kent ve rant arasında artı-değerin ancak dolaylı ilişkileri içinde tanımlanabilecek özel bağıntılar kurmaktadır. Rantiye tabakaların oluşmasında, gelişmesinde ve gittikçe daha fazla bir biçimde, üretimin doğrudan işlevleri ve etkileri dışına sürülerek, sosyal organizasyonun saçaklarında asalak bir hayat tarzının ve yabancılaşmış alt-kültürlerin doğuşunda başrolü oynayan tüketici bir aylaklar tabakasının etki kazanmasında kent, özel bir gübrelik oluşturmaktadır.

Fabrikalar, işlikler, ticarethaneler, bankalar ve borsalar, depolar, limanlar, hava meydanları, istasyonlar, köprüler, yollar, caddeler, sokaklar, apartmanlar, lokantalar, birahaneler, barlar, tiyatrolar, sinemalar, stadyumlar, okullar, hastaneler, karakollar, garnizonlar, hapishaneler… ve bütün buralarda çalışan, üreten, alan, satan, tüketen, barınan, eğlenen, eğitim gören, tedavi olan, yönetilen ve yöneten insanlar…

 

Kentler ve sınıf politikaları

Bütün bu ögelerin karşılıklı hareketi sırasında ve sonucunda, kentlerin fiziki çehresi biçim kazanıyor. Bu hareket, kentin yerleşim noktalarının ve iletişim bağlantılarının ne tarzda ve ne için inşa edileceğini, çoğunlukla kendiliğinden, bazen de bilinçli bir politikanın ürünü olarak ortaya çıkarıyor. Bu karar sürecinde egemen burjuvazi aşağı yukarı iki yüz yıldır, kentlerin inşasında söz sahibi oldukları her durumda, yeni bir ögeyi göz önünde tutuyor: emek-sermaye çatışmasının özel toplumsal biçimlerine, ayaklanmalara ve devrimlere karşı, bütün bunların bir varlık koşulu olan kenti engel haline getirebilmek

Modern kentlerin kuruluş ve yeniden yapılışının karar süreçlerinde, sosyal sınıf ilişkilerinin alabileceği boyutlar politik perspektifin oluşmasını etkiliyor. Böylece kentler, toplumsal çelişkiler ve çatışmaların denetlenebildiği mekânlar olarak planlanmaya çalışılırken, bunun ifadesi olan politikalar, kentleri yeniden tanımlamanın da başlangıcına oturtuyor. Kent, şimdi kendisinin biçimlendirdiği çelişmelerin çözümünün engeli kılınmak üzere tasarlanan politik bir birim olarak karşımızdadır.

Sanayi Devrimi’yle birlikte, kent dokusunun önemli bir parçasını büyük işçi mahalleleri oluşturmuştu. Hatta özellikle büyük fabrikaların ve madenlerin bulunduğu bölgelerde “işçi kentleri” doğmuştu. Neo-liberal ekonomi politikalarıyla birlikte “sanayisizleştirme politikaları” adı altında “metropolleri işçisizleştirme” yönünde ciddi adımlar atıldı. Buna, ekonomik sorunlar ve krizler doğal bir zemin hazırladı. Genel olarak, 1980’lerden itibaren, sanayiye dayanan üretim düşmeye başlamış, metal, gıda ve içki sektörlerinde istihdam azalmış, belirli bir süre için oranları ve işlevleri değişebilen tekstil ve inşaat temel sektörler haline gelmiştir. Bunların yanı sıra, yüksek teknolojiliye dayanan dijital sektörler önem kazanmaya başlamıştır. Öte yandan tekstil ürünleri de içinde başlıca gıda ve içecek dağıtımı yapan zincir marketleri, bunların lojistiği ya da genel olarak lojistik başta olmak üzere ticari ve hizmet sektörleri ağırlık kazanıyor. Artan banka kredileri ihtiyacı ve daralan iç piyasa sanayi yatırımını olumsuz etkilerken, turizm, konut, finans, ithalat-ihracat devletin tam destek verdiği yeni popüler yatırım alanları olmuştur. Kimi ülkelerde, sanayi yatırımlarının azalması ve imalat sanayindeki düşüşe karşın hizmetler sektöründe istihdamda artış olmuş, özellikle 1990’larda üst düzey hizmetler, tüketici hizmetleri, perakende, finans sektörü ve hizmetlerde önemli bir artış görülmüş, nüfusun artan ihtiyaçlarına rağmen kamu hizmetlerindeki istihdamda düşüş yaşanmıştır.[5] Bu, kentlerdeki işçilerin sanayi dışı özellikler kazanmasına da yol açmış, kafa emeğinin yoğunlukla kullanıldığı dijital sektörlerin ağırlık kazandığı bir farklılaşma doğmuştur. Buna paralel olarak özellikle “kentsel dönüşüm” planları, yoksulları kent merkezinden sürmeye yönelik sonuçlar elde etmek üzere geliştirildi. Büyük kentlerin merkezleri binlerce işçinin çalıştığı büyük fabrikalardan arındırıldı. Kent merkezlerinin, üretim değil, “finans yönetim merkezleri” haline getirilmesi yönünde adımlar atılmaya başladı.

Kapitalizmin az çok geliştiği hemen her ülkede, politik başkentle ekonomik başkentin birbirinden ayrılması yönünde bir gelişme tarihsel olarak doğmuştur. Günümüzde ise bu ayrım, politik bir tercihle daha başından yaratılmaya çalışılıyor. Politik başkent, mümkün olduğu ölçüde sanayiden arındırılıyor ya da büyük sanayi komplekslerinin dışında, görece küçük tesislere, “yan sanayi” denilene küçük atölyelere, politik aygıtın dolaysız ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik üretim birimlerine kapı açılıyor.[6] Böylece çok yaygın bir biçimde “merdiven altı” denilen işletmeler, dış mahallelerin dokusunda yer alıyor. Bunlar en fazla 10-15 işçinin çalıştığı, kısmen sermaye sahibinin de işçi gibi çalıştığı işletmeler oluyor. Söz konusu küçük patronların politik tercihleri ise büyük çoğunlukla tutucu partilerden yana biçimleniyor.[7] Egemen sınıfların, tekelci burjuvazinin üretim sürecinde olduğu gibi, politik yönelimleri bakımından da bir parçası olan bu burjuva kesim, iktidarların önemli bir dayanağını oluşturuyor.

Politik başkent, bürokrasinin, üniversitelerin, kültür kurumlarının ve maaşlı, rantiye sınıfların kenti olarak tutulmaya/kurulmaya çalışılıyor. Maddi üretimin ve üretici güçlerin yoğunlaşmasının, politik merkezin dışında ve uzağında gerçekleşmesine özen gösteriliyor. Ekonomik başkent ise, gene aynı politika sonucu, daha çok, ticaret, bankacılık, borsa, ulaşım sektörleriyle donatılırken, temel sanayi gittikçe kent, hatta bölge dışına sürülmek isteniyor. “Kentsel dönüşüm”, bu bakımdan, bu politikanın uygulanmasının aracı olarak işlev kazanıyor.[8]

Ne var ki, “proletaryasız burjuvazi” yaratma yönündeki burjuva ütopik çaba, proletaryanın fiziki varlığına son veremez ve başka bir alanda yeniden ortaya çıkışını önleyemez. Değişen koşullar içinde, proletarya, kendisini sosyal ve politik bir dinamik olarak etkin kılacağı imkânları yaratma yeteneğini gösterebilir.

 

Kentin sokakları

Paris, kent ve politika ilişkisinin modeli olarak ele alınmasına yetecek tarihsel özellikler taşır. 1789, 1830, 1848, 1870, 1944, 1968 devrimleri ve isyanları, Paris’i bir devrimler ve karşı-devrimler kenti olarak tarihe sokmuştur. İşçi sınıfının temel üretici güç olageldiği her kent gibi, Paris de, burjuvazinin olduğu kadar, proletaryanın da olagelmiştir. Sermayenin her başkenti emeğin de başkentidir. Ama bu, burjuvazi için Paris’in tarihinde görülebileceği gibi, temel problemin “ihtilal” kavramıyla anlatılabildiği sıkıntılı bir durumdur. Paris’in, kentleşmenin ilk kez politik bir perspektifle ele alındığı kent olması, bu yüzden rastlantı değildir.

Haussmann, 1853’teSeine Valisi olarak göreve başladığında, “III. Napolyon’un itibarına yakışır bir kent kurma” hedefini açıkladı. Planı basitti ve kent merkezine kadar yerleşmiş bulunan işçi mahallelerinin yıkılmasından ve kenti boydan boya kesen geniş, düz caddelerin açılmasından ibaretti. Bu basitliğin altında, hem çok yönlü bir politik amaca ulaşma ihtiyacı yatıyordu, hem de planın gerçekleşmesiyle doğacak sosyal ve ekonomik sonuçlar hakkında uzun erimli beklentiler karmaşası bulunuyordu. Engels, şöyle özetliyor: “… üst üste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmaktaki ve onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanı sıra, hükümete bağımlı, özellikle Bonapartçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamıyla bir lüks kenti haline dönüştürmektir.[9]

Ne var ki, bu ince hesaplarla düzenlenen “Yeni Paris”, Haussmann’ın görevini tamamladığı 1870 yılından hemen sonra, tarihin en önemli işçi-halk ayaklanmasına, “Paris Komünü”ne sahne olmaktan kurtulamadı, bir proletarya diktatörlüğünün kurulmasına engel olamadı.

Biraz daha yakından bakılınca, Haussmann projesinin başlıca üç ayrı oluşum üzerinde etkide bulunularak, hareketin denetlenmesini amaçlandığı görülür: Birincisi, bir düğüm noktası olarak sınıflar ele alınır; bir yandan devrimlerin ve ayaklanmaların temel gücü kentin dışına sürülür, bir başka deyişle kent işçisizleştirilmek istenirken, sınıf içinde yeni oluşturulmuş ve doğrudan denetlenebilir bir katmana kent içinde geçici bir yer açılır; diğer yandan, egemen sınıf katmanlarına yeni ve güçlenme potansiyeli bulunan bir öge, bir spekülatörler katmanı eklenir. Spekülasyon, sermayenin en asalak birikim biçimlerinden biridir ve toplumsal yozlaşmanın en önemli kaynaklarından birini oluşturur. Ahlaki çöküntü, israf, lüks ve sefahat, bu emeksiz kazancın[10] zorunlu sonucu olarak, toplumsal hayatı zehirler. Kokuşma, lümpen kategorilerin gelişmesi ve nicelik olarak aşırı büyümesi, spekülasyonun boyutlarına bağlı olarak hızlanmaktadır.

İkinci olarak, kentin fiziksel yeniden düzenlenmesinin kışkırttığı arsa ve diğer gayrimenkul alım satımı, üretici olmayan yeni katmanları sosyal hayata sokarken, bunların at oynattığı yeni mekânlar da yaratılıyor. Böylece cadde ve sokakların, politik tercihin sonucu ve yeni fetih tarzının ögesi olarak etki kazanması isteniyor.

 

‘Kültürel yozlaşma’

Burada bütün işi, özel ve çoğu yapay olarak dayatılmış “ihtiyaçlara” yönelik nesneleri ve ilişkileri pazarlamak, örgütlemek, geliştirmek ve yeniden üretmek olan meslek erbabı türemeye başlar. Bunlar, gerçekte temel ve zaruri ihtiyaçlar değil, reklamlarla, kışkırtılmış tüketim yönelişleriyle ortaya çıkarılmış sözde “ihtiyaç maddeleri”dir. Böylece, her türden toplumsal üretimin, bu saptırılmış son ucunda, üretim ve yeniden üretimin özelliklerini ancak posalar, döküntüler ve kırıntılar olarak bulamaç haline getirip sunan bir ortam ve buna uygun sosyal tabakalar doğar. Kaldırımlarda, ürün akışının ve üretimin ulaşım damarlarının bu dış çeperlerinde, bu son döküntüler ve ölü hücreler, yapışkan bir tortu olarak birikir. Burada aylaklık, serserilik, üçkâğıtçılık, tombalacılık, pezevenklik, keyif ve “zevk-ü sefa”, kendi insanlarıyla, kendi sosyetesini, kendi ilişkilerini, kurallarını, ahlakını ve estetiğini yaratarak ve yaşatarak üremeye başlar. Bu sonuç, varolan her şeyin nedeni gibi görünmeye, olup bitenlerin ana ilkesi gibi davranma üstünlüğüne tırmanabilir. Ve gücünü, kentin merkezlerinden varoşlarına doğru, derece derece bir şeyleri eksilerek, bir şeyleri artarak yaygınlaşmasında gösterir. Ne var ki artık, bir aylak eğlencesi olmak kimliğiyle değil, emek gücünün yeniden üretilmesinin vazgeçilmez araçları olarak sunulmanın kolaylıklarını kullanarak boy gösterir. Çünkü işçiler, yalnızca kas gücünün yenilenmesi için değil, insanı bir bütün olarak yıpratıp tüketen kapitalist iş koşullarının etkisini giderebilmek için de bir şeyler yapmak zorundadırlar. Onlara sunulan olanaklar ise, bunu ancak en aşağılık ve aşağılayıcı biçimler altında yapabilmesine yol verir: Kafalar çekilir, bayağı eğlencelerde zaman ve para harcanır, çapkınlık yapılır, kâğıt oynanır… Ya da kaderci, teslimiyetçi, olup bitene rıza göstermeyi öğütleyen inançlara eğilim gösterilir, tarikatların, cemaatlerin kapısına yatılır. Bu ideolojik ve kültürel boyutları da belirgin olan saldırının, bedeni ve zihni yenilemenin yüksek, insanca biçimlerinin hiç sözü edilmeksizin kendisine yöneltilmiş olduğunu ise, işçiler çoğunlukla, göremez, bilemez. Özetle, emek gücünün tüketilmesinin koşulları ve ilişkileri, başka biçim altında kendisini yeniden üretirken de emeğin karşısına çıkartılır. Bu, burjuva hegemonyasının ideoloji olarak yığınsal dolaşıma sokulduğu, maddi güç haline getirildiği koşulları da içerir. İşte bu önemli işlevi dolayısıyla, kaldırım hayatı, binlerce yıllık geçmişten sürüp gelen dinsel, geleneksel, folklorik inanç ve değerlerin, sermaye egemenliğinin ihtiyaçlarına göre biçim kazandığı, çoğaldığı fermantasyon ortamı olarak görünür ve korunur.

 

İnsansızlaştırma

Kentlere yönelik bilinçli-politik fiziksel yeniden düzenleme, caddeleri ve onların çevresinde dolandığı başlıca yönetim birimlerinin çeperini “insansız” kılmayı amaçlar. Haussmann modelinde caddeler, mümkün olduğu kadar geniş, düz ve çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiş olarak inşa edilirdi.[11]Bu noktada, kentlerin iç organizasyonunda, politik yönetimin yerleşme koşullarına ilişkin bir tarihçe çıkarmanın yararı var.

Kuruluşunun ilk evrelerinde kentler, bütünüyle bir “kapalı alan”dır. İngilizcede “town”, Rusçada “gorod” kent anlamına gelirken, “kapalı yer” anlamına da geliyor.[12] Surlarla, hendeklerle olsun, coğrafyanın olanaklarıyla olsun, her kent, korunma amacıyla, bir düşmana karşı kapatılırdı. Bu düşman, komşu kent devletleri, barbarlar veya doğrudan doğruya kendi varoluşunu mümkün kılan artı-ürün eritici kitleler, serfler, köleler olabilirdi. Bütün ortaçağ kentlerinin karakteristikleri arasında “burg[13], kale, önemli yer tutar.

Modern zamanlarda burçlar, surlar yalnızca birer “turistik değer” taşırlar. Kapitalizmde, eski tipte barbarlıktan, isyancı köle ya da serflerden korunmak için bir neden kalmamıştır. Kapitalizm, kendi yıkıcılarını içinde taşımak zorundadır. Bu yüzden savunmasını, mekân koşullarının düzenlenmesinde görür: politik karar ve yönetim işlerinin yürütüldüğü mekânların çevreleri, en geniş “yeşil alanlarla” boşaltılır, kentin canlı-insanlı akışından yalıtılır.

 

Sokaklar

Geriye, bu düzenlemelerle kent dışına sürülmüş yoksulların ve emekçilerin mahalleleri kalır. Sokaklar, gerçek ve mecazi anlamıyla onlarındır.

Ünlü İrlandalı devrimci J. Connolly’ye göre, sokaklar, askeri anlamda birer geçittir; bir dağ yolu, bir köprü nasıl iki yanı kapalı birer yol iseler, sokaklar da, kentte yer alan ve “askerlerin saflarını daraltarak geçmek zorunda kalacakları” ve “manevra yapmakta güçlük çekecekleri” birer geçittirler. Genel olarak geçidin askeri önemini özetledikten sonra Connolly, savaşın çeşitli taktiklerini tartışır. Söz sokağa gelince şunları söyler: “barikatları tam kurulmuş ve her iki yanından evlerdeki kuvvetlerce tutulmuş bir sokağın alınabilmesi için, bu evlerin içine girilmesi ve göğüs göğüse bir savaşla ele geçirilmesi gerekir.[14]

Bu askeri bakış açısının sözünü etmediği önemli bir yan vardır: Connolly’nin dediği gibi, evler “geçidin iki yanını” oluşturuyorsa ve sokağı ele geçirmek için evlerde bir savaş gerekiyorsa, savaş, dolaysız olarak evlerin gündelik hayatına girmiş demektir. Böylece, dağlardaki savaşın özellikleri üzerinden yapılan analoji, kent hayatında kendisini en gelişmiş biçimiyle ortaya koyan toplumsal örgütlenmenin bütünsel yapısı açısından cılız bir indirgeme halini alır. Çünkü kent içi savaşta, askeri teknik ve taktikler geçidin fiziki karakterinden çok, sosyal-politik içeriğine bağlı olacaktır. En azından, bu örnekte görülebileceği gibi, “geçidin” (sokağın) iki yanındaki mevzilerde (evlerde) “göğüs göğüse bir savaşın” önkoşulu, ev sahiplerinin evlerini bir savaş alanı olarak görmeye hazır ve gönüllü olmalarıdır. Bu tür bir savaşta ev, dağ geçidinin mevzilerinden, kayalardan, siperlerden farklıdır. Ev, binadan ibaret değildir. Binanın o anda askeri bir değer kazanabilmesi, hane halkının sosyal, politik tutumuna bağlıdır. Böylece sokak, askeri ve politik anlamda yalnızca bir “geçit” olarak değil, sosyal ilişkilerin bütününün canlanıp harekete geçtiği bir iktidar odağı olarak karşımıza çıkar. Dağ yamaçlarının, köprülerin askerlik bilimi bakımından ifade ettiği anlam, sokak için yetersizdir. Sokağın “kıymeti harbiyesi”, doğrudan doğruya onun üzerinde politik etkinlikte bulunan güçle birlikte, sosyal-sınıfsal yapısında ve bir bütün olarak neyin parçası halinde organize edilmiş olduğundadır.

Aynı tartışma, “barikat” kavramını da kapsar. Çünkü “SOKAK” politik bir kategori olarak düşünüldüğünde, barikat, onu somutlayan temel kavramlardan biri olarak kaçınılmaz bir biçimde doğar.

Askeri bakış açısı, barikatın işlevlerini, teknik ve taktik bakımdan sınıflandırır. Böylece ya kente ilişkin fiziki düzenlemeler ya da silah teknolojisindeki gelişmeler açısından değerlendirilerek, çağının geçtiğine, işlevini kaybettiğine hükmedilebilir. Ama barikatlar, teorinin kendileri hakkındaki bu hükmünü kabul etmeyerek, Paris’te, Madrid’de, Varşova’da, Budapeşte’de, Gazze’de kurulup yıkılmaya, yeniden kurulmaya devam ederler. Çünkü sokak nasıl kentin organik bir parçası ise ve böylece sosyal hayat içindeki anlamı ve yeri kentin politik içeriği ile değişiyorsa, barikat da öyle, kendisini ancak çok özel koşullar altında gösteren, ama her zaman ilişkilerin dokusu içinde örtük ve potansiyel olarak varolan organik bir parçadır. Connolly’nin kurduğu bağıntılar üzerinden düşünürsek, ev, sokak ve barikat kavramlarının birbirine sosyal sınıf ilişkilerinin politik zemininde bağlandığını görebiliriz. Eğer ayaklanma, tıkanmaya uğramış bir hayatın yeniden üretilebilmesinin patlamalı ve yıkıcı bir yolu olarak doğuyorsa, barikat da bu kapsamlı tanım içinde, ikili bir rolle kendisini gösterir: Birincisi, ayaklanmanın karşısına aldığı her şeyin engelidir; ikincisi, kendi arkasında, yeni bir hayatın imkânlarının ve gücünün birikip depolanmasını sağlayan bir settir. Dolayısıyla, askeri anlam ve işlevinin ötesinde, barikat, sosyal ve politik bir içerikle ayaklanan sokağın organik parçası, sokak hayatının çatışmalı-çelişmeli yapısının zorunlu bir devamı olarak ortaya çıkar. Tıpkı “iktidar” kavramında olduğu gibi, barikat kavramında da, olağan hayat koşullarının bütün çatışan ögelerinin somutlanması ve kendilerini aşmaları söz konusudur. Bu anlamda barikat, Haussmann plan ve politikalarında ifade edilen burjuva politik kategorilerin karşıtıdır. Hem onu kendi içinden doğurmuş olması bakımından, hem de çelişkinin pratik çözümünü içinde taşıdığı için.

Kent ilişkilerinin örgüsü, daima karşıt nitelikte iplikçiklerin iç içe geçtiği sayısız düğüme dayanır. Ve her düğüm üzerinde, karşıtların şu ya da bu biçime bürünmüş olan “birbirinden kurtulma” çatışması sürüp gider.

Buraya kadar, özel olarak kent olgusu bakımından ve ağırlıkla burjuvazinin açısından durumun nasıl göründüğü anlaşılmaya çalışıldı. Sonuç şöylece özetlenebilir: Kent ve kentleşme hakkındaki burjuva tutum, kenti bir hegemonya ögesi olarak örgütlemeye yöneliktir ve bu faaliyetin hedefi, kenti, fiziksel, politik ve ideolojik bakımdan “proletersiz” kılmaktır.

 

İnsanlar

İşçisizleştirme saldırısının ilk başarısı, öteki alt sınıflarda bir zamanlar görünüp kaybolmuş başkaldırma duygusu ve isteğinin içe döndürülmesi olmuştur. Öyle ki onlar, kendi toplumsal hareketlerinin de öncüsü ve ilerleticisi olan işçilerden koparıldıklarında, kendi başlarına ayakta kalamayarak, en başta kendi geçmişleri olmak üzere her şeye sövüp sayarak, her şeye düşmanlık ederek varlıklarına yeni bir gerekçe aramaya yönelmişledir. Bu kör öfkeden, yalnızca egemen sınıflar ve baskı gücü “kurtulur”. En büyük yıkıntı ve kendine yönelik bir şiddet biçimini alan sapmış öfke ise, lümpen kategorilerin özelliği olarak boy verir. Bizde lümpenlik, işsizleşmiş işçiler tabakasından çok, işçileşememiş küçük burjuvaziden kaynaklandığı için, derin bir yabancılaşma, yozlaşma ve sefihlik nesnesine dönüşme biçimini kolayca alabiliyor. Böylece koyu bir nihilizm gibi görünen sözde yıkıcılık, aslında boyun eğmenin kan tükürüşü olmanın sınırlarını aşamıyor. Aylak, objektifin karşısında kara şapkalı bir anarşist gibi poz verirken, akşamları da gürültü yapan komşusunu karakola şikâyete gidiyor. Sonuçta, sınıflar dışına düşmüş olmanın ideolojisi, bütün bir düzenin protestosunu, emek sürecinin aşağılanması olarak kavrayabiliyor. Bu, işçisizleştirme politikasının en kötü ürünüdür.

 

Meydanlar

Yaklaşık yirmi yıl öncesinden başlayarak dünyanın her köşesinde büyük kitle ayaklanmaları yaşandı. Özellikle 2010’lu yıllarda, “Arap Baharı” olarak anılan ayaklanmalarla başlayıp Şili 2109 ayaklanmasına kadar üç yüze yakın irili ufaklı ayaklanma patladı.

Yanıp sönen, sonra yeniden parlayan ateşler ve ateşçikler, “2008 Küresel Kriz” döneminden sonra yayılmaya başladı. Ne var ki, her ülkede farklı zamanlarda, birbirinden bağımsız ve kendi içlerinde de örgütsüz bu ayaklanmalar, genellikle taleplerindeki ortaklığa rağmen, örneğin ‘60’lı, ‘70’li yıllarda olduğu gibi, etkili bir zincir oluşturamadılar. Kendi başlarına yandılar ve bir “küresel ateş çemberi” oluşturamadan yavaşça söndüler.

Kuşkusuz bu isyanlarda yalnızca ekonomik sorunlar tek başına rol oynamadı. Siyasal bunalımlar, yöneticilerin yolsuzlukları, hırsızlıkları, aşırı israf ve yoksullaşmanın birbirini kovalaması, genel bir öfke ve hoşnutsuzluk atmosferi yaratmış ve patlamalar yol açmıştır. Latin Amerika’da sıra gözetmeksizin söyleyecek olursak, Kolombiya, Bolivya, Haiti, Ekvator, Şili, Porto Riko, Honduras, Arjantin, Brezilya, Venezuela alçalıp yükselen dalgalar halinde hareket etti. Irak ve Lübnan aynı renkte taleplerle Ortadoğu’yu canlandırdı. Hong Kong, Azerbaycan, Şili, İspanya, Lübnan aynı dönem içinde isyan haritasına katıldı. İstanbul, Rio, Hamburg, Stockholm, Kiev, Londra gibi büyük kentler güçlü protesto eylemlerine sahne oldu. Milyonlarca insan, çevre sorunlarına, eğitim ve sağlık başta olmak üzere neo-liberal politikaların yıkıp geçtiği temel sosyal haklarına sahip çıkmak için sokaklara döküldü.

Ve bunların hepsi, kentlerin büyük meydanlarının fethedilmesi biçiminde gerçekleşti.

Ayaklanmalara katılanlar, ele geçirdikleri meydanlardan çok uzaklardaki mahallelerde yaşayan kentlilerdi. Kent merkezlerini yoksullardan arındırma politikasının bir parçası olan “sakin meydanlar”, kentlerden sürülmeye çalışılan kitleler tarafından işgal edildi. Her şeyin karşıtına dönüşme gibi bir huyu vardır. Burada da diyalektiğin hükmü işledi.

Bugün, dünya nüfusunun yarısından fazlası şehirlerde yaşıyor. HABITAT, 2010 yılında yayımladığı raporda bu oranın 2050 yılında yüzde 70’e çıkacağını belirtiyor.[15]

Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi’nin 2013’te yayımladığı raporda, 2050 yılında 6 milyardan fazla insanın şehirlerde yaşayacağı öngörülüyor. Aynı rapora göre, kentlerde bu nüfus artışının başlıca nedeni, dünya çapında bir olgu haline gelen göçlerdir.[16] Savaşlardan, yoksulluktan, olanaksızlıklardan kaçan milyonlarca insan, yasa dışı ya da yasal yollardan büyük metropollere akıyor, kendileri gibi yoksul, işsiz, barınma, beslenme ve sağlık sorunları yaşayan yerleşik milyonlara katılıyorlar.

Kentleşme süreci ve kentlere göç hızla devam ederken, kent eylemlerinin yaygınlaşması bu yeni milyonların tok, çocuklarının geleceği için güvenli ve sağlıklı bir yaşam özlemlerinin gerçekleşmesi için yeni olanaklar sunuyor. Belki uzunca bir süre görece daha iyi koşullarda yaşamaya başlamış olmalarının şaşkınlığıyla geriden izledikleri eylemlerin etkin öznesi olabilecekleri fırsatı kolluyorlar.

Koşullar ne kadar değişirse değişsin, hangi çağda ve hangi ülkede olursa olsun, kapitalizm, kendi mezar kazıcılarıyla birlikte yaşamaktan asla kaçınamaz.

 

Dünya kenti, küresel kent

Paris modeliyle, kapitalizmin emperyalizm öncesi döneminde kent-politika ilişkisinin tipik ve evrensel örneğini gördük. Öyle ki, bu model temel karakteristikleriyle günümüz emperyalist kent politikalarına da önemli bir esin kaynağı olmuştur. Kentlerin bir hegemonya alanı olarak işçisizleştirilmesi hedefinden bugün de vazgeçilmiş değildir. Yaklaşık otuz yıldır “küresel kent” ya da “dünya kenti” kavramı ekseninde bu hedefin teorisi de yapılıyor.

Dünya kenti” kavramı, “küresel ekonomi” kavramıyla birlikte ortaya çıktı. Emperyalizmin dünya çapında giriştiği bu yeni saldırı biçimi, sermayenin engelsiz dolaşımını sağlamak üzere, bütün sistemin yeniden yapılandırılması amacını taşıyordu ve bunun “karşı konulamaz bir doğal gelişme” olduğu propagandasıyla birlikte işletiliyordu. Bu kapsamda, yukarıda değindiğimiz gibi, sanayinin kentlerin dışına taşınmasına benzer biçimde metropol ülkelerden görece geri kapitalist ülkelere kaydırılması, finansal etkinliklerin ve hizmet sektörünün ise büyük ekonomik başkentlerde toplanması süreci de etkili bir biçimde dünya çapında yürütülmeye başlandı. Böylece, yalnız kentler değil, büyük kapitalist ülkeler de “işçisizleştirme” planına dâhil edildi. Söz konusu projede kentler, piyasaların dünya çapında genişleyen ağını kontrol ve yönetim merkezleri olan “Küresel Kentler” olarak adlandırıldı.

Saskia Sassen 2002 yılında yayınlanan “Global City” adlı kitabında[17], New York, Londra ve Tokyo’yu, birer “küresel kent” olarak tanımlayarak, buraların yalnızca kontrol ve yönetim merkezleri değil, aynı zamanda dünya çapında planlamaların gerçekleşeceği kentler olarak tanımladı. Daha önemlisi, bu kentlerin medya ve kültür aracılığıyla ideolojik etkinlik alanları haline gelmesini de öngördü.

Bu kentler, uluslararası iş merkezleri, alışveriş merkezleri, kentin “seçkin sakinleri” için kapalı siteler, lüks konut alanları, hızlı metro ve tren, uluslararası havaalanı, fuar alanları, tekno-parklar, ticari fuar alanları ve lüks otellerle donatılmış “cazibe merkezleri” olarak tasarlanıyordu. Bütün bunlar, son otuz yıldır İstanbul’da yaşananları da tarif eder gibidir. Çevre eksenli kent aktivistlerinin parça parça mücadele konusu yaptıkları, Haydarpaşa projesi, kent ormanları, tarihi korular, “İstanbul Kanalı”, Atatürk Hava Meydanı’nın tekno-park olarak tasarlanması vs. gerçekte bu büyük planın birer parçasından ibarettir.

Konuyu derinlemesine işlediği çok önemli yazısında Binnur Öktem[18] bu projelerden “en çok zarar gören ve genelde kentin gecekondu alanlarında yaşayanlar için ıslah imar planları ile af getirilerek ve Toplu Konut İdaresi ile alt orta sınıf için konut üreterek ve bu sınıflara bir nevi rüşvet vererek neoliberal projenin yarattığı eşitsizliklerden doğan tepkiler yumuşatılmaya çalışılmıştır” diyor. Ona göre, kentsel dönüşüm projelerinin gerekli, hatta zorunlu olduğuna ilişkin söylem ve iddialar ideolojiktir ve bunlar belli güç odaklarınca oluşturulan politik bir projeyi inşa etmek ve meşrulaştırmak amaçlıdır.

İstanbul’un bir “Finans Merkezi” olarak yeniden kurgulanması, yerel yönetimler ya da merkezi iktidarlar kimin elinde olursa olsun değişmemektedir.

İstanbul’un küresel kent projesi 1980’den itibaren iktidara gelen hükümetlerin ve belediyelerin Türkiye ekonomisini dünya ekonomisine eklemlemeye yönelik oluşturdukları politikalar kapsamında ortaya çıkmıştır.

 

Sonuç

Burjuvazinin uluslararası çapta giriştiği yeni kent projesi, Haussmann’nın “devrime karşı kent” hayalinin bir devamıdır. Fark şurada ki, yeni proje kentlerle kendini sınırlamamakta, “devrime karşı dünya” hayaline dayanmaktadır. Kentler üzerinde denenen, tarihsel ve güncel örneklerde görüldüğü üzere başarısız kalan bu girişim, dünya çapında da son ereğine ulaşamayacaktır. Binlerce plancının, teorisyenin ve teknisyenin üzerinde çalıştığı, kütüphaneler dolusu yayınla desteklenen, her gün her saniye propagandası yapılan, proleterlerden arındırılmış “küresel kent” hayali, kapitalizmin canlı emek sömürüsüne dayanan varlığıyla çelişiktir. Görünürde büyük kentler “sanayi proletaryası”ndan kısmen arındırılmıştır, ama milyonlarca insanın ücretli emek gücünün sömürüsü olmadan kapitalizmin yaşama olanağı yoktur. Bugün büyük kentlerin nüfusunun çoğunluğunu yine ücretli kitleler oluşturmaktadır.  Birbirinden çok farklı görünen yaşam düzeyleriyle, ücret ya da kafa veya kol emekçisi olarak ayrılmalarına karşın ortak özellikleri, dünyanın neresinde olursa olsun sömürü çarkının dişlileri arasında bulunuyor olmalarıdır.

Kapitalist meta üretimi, kolektif emek gücünün toplam etkinliğinin ürünüdür. Üretim sürecinde, ister bilgisayarının başında, isterse makinelerin arasında çalışıyor olsun, kapitaliste ücret karşılığı emeğini veren herkes, bu kolektif üretimini bir parçasıdır.

Marx farklı sınıfların mensubu gibi görünen farklı işçi tabakaları arasındaki özdeşliği şöyle açıklar:

Malzemeyi işlemekle doğrudan görevli olanların üstünde bir tür nezaretçilik görevi yapan ustalar, bir adım daha ötededirler; iş mühendisi de daha başka bir tür ilişki içindedir ve esas olarak yalnızca beyniyle çalışır, vb. Ancak sonucu, (her ne kadar çalıştırılanların tümü aynı düzeyi sürdürürse de) farklı değerde emek gücüne sahip olan bu emekçilerin bütünü üretir; yalnızca çalışma sürecinin sonucu olarak görülen bu sonuç, ifadesini metada ya da maddi üretimde bulur; ve hepsi bir arada, bir işlik olarak, bu ürünlerin canlı üretim makineleridir, üretim süreci bir bütün olarak alındığında, emeklerini sermaye karşılığında değişirler ve kapitalistin parasını sermaye olarak yeniden üretirler; yani artı değer üreten değer olarak, kendini genişleten değer olarak yeniden üretirler.[19]

Dolayısıyla, kentleri sanayi işçilerinden arındırarak proletaryadan kurtulacağını sanan burjuvazi, kentlerde istihdam etmek zorunda olduğu ücretli emek kölelerini belki de şu an için tehlikeli olmaktan uzak görüyor olabilir. Ne var ki, yukarıda sözünü ettiğimiz dünya çapındaki ayaklanmaların esas kitlesini, bu iyi eğitimli, geniş dünya görüşüne sahip insanlar oluşturuyordu. Üstelik gençler, özellikle de mücadeleci kimlikleriyle öne çıkan kadınlar ön saflardaydı.

Gelişmeler ve mevcut potansiyeller, dünyanın yeni bir devrimler çağının eşiğinde olduğuna işaret ediyor. Bu güçlü ve geri döndürülemez hareketin er-geç sosyalizmle buluşacağından da kuşku duyulamaz.

* Bu yazı Özgürlük Dünyası’nın Aralık 1989 tarihli nüshasında yayımlanan “Sosyo-Politik Bir Kategori Olarak Kent” başlıklı yazının güncellenmiş ve yeniden düzenlenmiş halidir.

 

 

[1] Childe, G. (1974) Tarihte Neler Oldu?, çev. A. Şenel ve M. Tuncay, Odak Yayınları, sf. 83, 91, 94.

[2] Bazen tersine, kapitalist ilişkilerin kazandığı yeni biçimler kentin gelişmişlik ölçüsü sayılabiliyor. Son zamanlarda, finans çevrelerinin teorisyenleri, bir kentin gelişmişlik düzeyini, menkul değerler borsasının işlem hacmiyle ölçüyorlar. Buradaki açık tek yanlılık ve finans-merkezcilik kolayca tespit edilebilir. Kent olgusuna, artı-değere el koymanın özel organizasyonu açısından bakan bu ölçü, tekelci kapitalist kent teorisyenlerinin kentleşme ve kente ilişkin yeni düzenlemeler hakkındaki planları hakkında ciddi bir göstergedir.

[3] Artı-ürün ve artı-değer, tarihsel bakımdan farklı toplumsal kuruluş evrelerine denk düşerler. Ancak kimi yer ve zamanlarda aynı anda, birlikte var olabildikleri görülebilir. Burada, soyut kent kavramı üzerinde bir model çalışması yapıldığından, somut tarihsel oluş tarzları üzerinde durulmuyor.

[4] Bu konuda değerli bir kaynak için bkz. Tekeli, İ. (1998) “Kentleşmeye Kapital Birikim Süreçleri Açısından Bakmanın Sağladığı Açıklama Olanakları”, Defter Dergisi, 5, 128-138.

[5] Görmüş, A. () “1990’dan Günümüze Türkiye’de İstihdamın Değişim Trendi ve Ulusal İstihdam Stratejisi İhtiyacı”, Kamu-İş İş Hukuku ve İktisat Dergisi, 10(4), 105-133.

[6] Bu bakımdan, “küreselleşme” süreciyle birlikte başlatılan “sanayisizleştirme” politikalarının incelenmesi özel bir önem taşıyor. Kaynak olarak bkz. Doğruel, A. S. ve F. Doğruel (2019) “Küreselleşme, Unutulan Sanayi Politikaları ve Sanayisizleşme”, Çalışma ve Toplum Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 60, 209-230.

[7] Balaban, U. (2013) “Faburjuvazi ve İktidar,  Yakın Türkiye Tarihinde Sınıf ve Siyasal İslam”, Praksis, 32(2), 11-63. Balaban’ın tezleri tartışmaya açık olmakla birlikte alan çalışmasına dayanan maddi veriler son derece önemli.

[8] Bu söylediklerimiz esas olarak en büyük emperyalist metropoller için geçerlidir. Fakat sanayinin ve ticaretin merkezi durumunda olan bütün büyük kentler için aynı yönelim söz konusudur.

[9] Engels, F. (1975) “Konut Sorunu”, Marx-Engels Seçme Yapıtlar Cilt II, Sol Yayınları, Ankara, sf. 417.

[10] Bu, gerçekte artı-değerin en hayasızca yağmalanması olduğundan, elbette temelinde emek vardır; ama başkalarının, işin çok uzağında kalmış milyonlarca insanın emeğidir bu.

[11] Bilgin, İ. (1988) “Haussmann’ın Paris’i”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 320.

[12] Pirenne, H. (1982) Ortaçağ Kentleri, Dost Yayınları, Ankara, sf. 47.

[13]Burg”, Türkçede “burç” biçimini alır. Anadolu’da, adında “burg” bulunan pek çok yerleşim yeri vardır: Kemerburgaz, Lüleburgaz, Burgaz Adası vs. bu bakımdan, Avrupa’daki, örneğin Hamburg, Luxembourg vs. ile “adaş”tır.

[14] Connolly, J. (1980) Seçme Yazılar: Ulusal Sorun, Sendikal Mücadele ve Devrimci Savaş Üzerine, çev. A. Olgaç, Belge Yayınları, İstanbul, sf. 107.

[15] Habitat (2010) Rapport Annuel 2010, https://unhabitat.org/sites/default/files/download-manager-files/Rapport%20Annuel%202010.pdf

[16] UNDP (2013) Human Development Report 2013, https://hdr.undp.org/system/files/documents/global-report-document/hdr2013encompletepdf.pdf

[17] Sassen, S. (1991) The Global City, Princeton University Press,

[18] Öktem, B. (2006) “Neoliberal Küreselleșmenin Kentlerde İnșası: AKP’nin Küresel Kent Söylemi ve İstanbul’un Kentsel Dönüșüm Projeleri”, Planlama Dergisi, 2: 53-63.

[19] Marx, K. (1998) Artı Değer Teorileri: Birinci Kitap, çev. Y. Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 384.