Nuray Sancar
Yasadışı ticaretle servet biriktiren; önüne çıkan engelleri acımasız bir şiddetle kaldıran; tehdit, şantaj, rüşvet, haraç, adam kaçırma vb. yöntemlerle kendisine bağladığı düzenli veya geçici gelir kaynaklarına hükmeden; başkasının elindeki sermayeyi üzerine “çökerek” ele geçiren, zaman içinde siyasi güç edinecek kadar devletle içli dışlı olan mafyanın hukuktaki tanımı “organize suç örgütü”dür. Oysa mafya, peşinen söylemek gerekirse, düzenin açık, legal, yasal kurumlarının suç ortaklığıyla palazlandı ve palazlanmaya devam ediyor.
Yasadışı bir oluşumun düzenin sistemin düzenli ve kanuni kurumlarıyla suç ortaklığı ilişkisi içinde tanımlanması bir çelişki değildir. Toplumsal ilişkilere bu kurumlar tarafından az çok bir çeki düzen verilinceye kadar ilk sermaye birikimini yoğun bir emek sömürüsü, sınırsız şiddet, gasp, fetih ve el koyma sayesinde gerçekleştiren burjuvazinin, hırsı ve hızı kendi devleti tarafından denetim altına alınmış aktüel soyu, beslendiği ilk kaynağı hiçbir zaman terk etmedi. Daima elinin altında bulundurdu.
Örgütlü emek mücadelesinin terbiye ettiği, egemen sınıfın kendi içindeki rekabetin “centilmenlik anlaşmaları”na zorladığı, devletlerarası ilişkilerin hiç değilse görünürde, ülkelerin siyasi bağımsızlığını ve hukuk sistemlerini hesaba katmak zorunda kaldığı son iki yüzyıllık dünyanın genel çerçevesi, Ortaçağ korsanlığından esinlenmiş yöntemlerin legal platformu olamazdı. Ancak kapitalizm bu atadan kalma yöntemleri terk edecek de değildi. Sermaye dolaşımına ve pazara yönelik sınırlamalar el değmemiş kaynakları boşta bırakamazdı. Böylece bu görevi bir taşerona havale etti. Kanunen metalaşamayan ya da alışverişine izin verilmeyen malzemeyi yeraltında metalaştırma işi ile sermaye birikimine aklanmış para transferiyle katkıda bulunmak mafyaya düştü. Bürokratik prosedürü yasal mevzuatı aşarak değil hileyle aşırtan bu grup için mülkiyet hakları, medeni kanun, ceza yasalarının sınırlamaları önemli bir engel teşkil etmedi. Kendi sınırlarını kendisi çizen, kendi kurallarını kendi koyan bu grup gözüne kestirdiği mülke zor yoluyla el koydu, rekabet sorununu şiddet uygulayarak çözdü, yasanın hükmettiği alanın dışındaki etkinliğini hızla genişletti.
Mafya, sermaye dolaşımının legal sınırları içinde yapılamayacak işleri yapan bir sistem aparatıdır. Kapitalizm, açıktan yapıldığında kıyametin kopacağı bir ticaretten biriken sermayeyi kendi bağrında oluşturulan aklama mekanizmalarıyla arıtarak temizler ve dolaşıma sokar. Öyle ki, ipin ucunun kaçtığı bazı ülkelerde bugün “suç ekonomisi”nde dönen sermayenin miktarı “normal” sermaye ile yarışır durumdadır. Kolombiya’da hükümete dış borçları ödeme teklifi yapan mafya örneği, bu simbiyotik (ortakyaşar) ilişkinin kendi hukuki sınırlarını nereye kadar zorlamış olduğunu da gösterir.
Türkiye’de mafya, 70’li yıllardan bu yana, “babalar”a yapılan operasyonlar, kontrgerilla infazları, Birinci ve İkinci Mit raporları, Susurluk kazası, faili meçhul cinayetler, iç hesaplaşma görüntüsü veren cinayet ve skandallar “vatan için kurşun atanların” bulaştığı karanlık işler vb. ile hep gündemde oldu. İktidarın propaganda mitingleri yapmasına izin verdiği, kendi ifadesine göre sınır dışı operasyon alanlarına silah nakleden SADAT’a eşlikçilik yapan ve iktidarın ihtiyaç duyduğu korku ortamını yaratmak için kullanılan devlet yanaşması “resmi mafya” Sedat Peker’in başta içişleri bakanı olmak üzere iktidar mensuplarıyla düştüğü anlaşmazlık üzerine yaptığı ifşa ve itiraflar, ara ara patlatılarak akıtılan cerahatin bugün nasıl bir kangrene dönüştüğüne delalet ederek, mafyayı yeniden gündeme getirdi.
Yasadışı ticareti yürüten bir “suç örgütü” iken emniyet güçleri, gümrük yöneticileri, parlamento üyeleri ve bakanlar arasından haraç/rüşvet ödeyerek işbirlikçiler edinen, zamanla bu işbirliğinin iş ortaklığına dönüştüğü mafyanın gerçeği, bugün veya eskinin işbirlikçileri, iş ortakları arasındaki sınırın kalmamasıdır. Bu durum, Sedat Peker’in itirafları sayesinde iyice açıklık kazanmıştır.
Bu yazıda mafyanın, bugünkü ekonomik ve siyasi alanda sahip olduğu ayrıcalıklı rolü kazandığı noktaya varan tarihsel hareketi, uluslararası organize suç ekonomisinin başlıca transit merkezleri arasında yer almakla kalmayan kendi iç ve dış sorunlarını çözmek için devletin, aradaki sınırı bulanıklaştırmak pahasına suç örgütleriyle dirsek temasında olduğu Türkiye’nin mafyayla serencamı ele alınacaktır.
SUÇ ÖRGÜTÜ LİDERİNDEN İŞ ADAMINA
Mafya, feodalizmin yerini kapitalizme bıraktığı tarihsel eşikte doğdu. Her ülkede ortaya çıkış koşulları ve oynadığı tarihsel rol farklıdır, ama hepsinin ekonomik olarak güçlenmeye başlaması 19. yüzyılı bulur. Birbirine akrabalık bağı ya da etnik kökenle bağlı unsurların toplandığı, başındaki “baba” tarafından yönetilen, mensuplarının adına aile dediği hiyerarşik ve klientalist (himayeci) ortaklığın iç işleyiş düzeni birbirine oldukça benzer. Abartılmış geleneksel değerlerin çerçevelediği, medeni haklar yerine onur, sadakat, bağlılık, kısasa kısas gibi mistik-arkaik değerlerin birbirine bağladığı insanlar ortak ekonomik çıkar için “ölümüne” mücadele ederler. Bu değerler, kapitalizm öncesi sistemin yeniden değerlenmiş kültürel kalıntılarıdır. Bir zamanlar toplumsal ilişkilere biçim veren eski değerler, kapitalizm içindeki yağmacı ekonomik faaliyetin gerektirdiği kadro/savaşçı tipinin karakteri haline gelmek üzere yalıtılıp sivriltilir ve bir silah haline gelir.
Yıldırıcı yöntemleri, kolay cinayet işlemesi, istediği anda istediği araziye veya mal varlığına çöreklenebilmesi ile, sakınımsız ve denetimsiz bir şiddet aygıtı olarak bedenlenmiş örgüt, mevcut mülkiyet sistemi içinde hem bir sorun kaynağı hem de onun düzenleyici ögelerinden biridir. Mafyanın sınır tanımayan pervasızlığı ulusal veya uluslararası güvenlik örgütlerini sık sık teyakkuza geçirir. Kanunun organize suç örgütü olarak tanımladığı şebekelere karşı yürütülen operasyonlar ile zayıflatılmaya ya da belirli bir etkinlik alanına ve düzenine sıkıştırılmaya çalışılan bu gücün, yasal mülkiyet sisteminin asli unsurlarıyla ilişkisi, tam bu sırada göründüğünün tersine, genelde örtük bir uzlaşmadır. Ancak elini pislikten arındırmaya daima ihtiyaç duyan kapitalizm, mafya tedhişinin göze battığı zamanlarda, ama en çok da kurulu nizamı tehdit eder noktaya geldiğinde suç örgütüne abanır; onu yeniden belirli sınırlarda hareket etmeye zorlayarak terbiye eder.
Mafyanın “ekonomi” dışı ve irrasyonel hareket alanı ile formel ekonomi arasındaki ilişki dengesizleşmeye teşnedir. Çünkü örgütün para kazanma yolu ilkel kalıpları tekrarlar. Bu yüzden rekabete kan davası ve barbarlık da eşlik eder. Burjuva demokrasisinin sınırlarının dışına itilen bu zorbalığın görünür bir tedhiş halini aldığı ya da rekabetin hedefleri kontrol dışı büyüdüğü zaman mafyanın kontrol altına alınması gündeme gelmiştir.
Ne var ki mafya kapitalizmin bir fonksiyonu olduğu için yok edilemez. Sistemin bilinçli yöneticileri ve yürütücüleri için de sermaye dolaşımı alanında varlığına ihtiyaç duyulan bir organizmadır o. ABD’de mafyanın bir zamanlar en ünlü yüzü Chicago çetesi lideri Al Capone, herhangi bir işadamından farksız olduğunu, tek yaptığının bir talebi karşılamak olduğunu savunurken ve “Kapitalizm yönetici sınıfların dolandırıcılığıdır” derken haksız değildir.[1] Normal “işadamları”nın sahip olduğu yasal koruma yerine satın alınmış ya da tehditle sağlanmış güvenceye bağımlı olarak, sistemin açıklarından ve boşluklarından yararlanarak sermaye birikim sürecine katılan bu grup, işadamı titrini taşıyan burjuvazinin nizami evlatları kadar işlevlidir.
1990’lı yılların ortalarında yayınlanan kitabında Jean Ziegler, “Rusya Federasyonu İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 5700 mafya tipi örgüt banka sektörünün yüzde 70’i ile ülkenin petrol, doğalgaz, stratejik mineraller ve orman ürünleri ihracatının önemli bir bölümünü denetlemektedir. Suç Almanya, İtalya, ABD ve Türkiye’de piyasa ekonomisi sektörlerinden bazılarını tümüyle ele geçirmiştir. Aynı örgütler Fransa’da da gün geçtikçe güçlenmektedir. Kara Afrika ülkelerinin pek çoğunda ulusal ekonomiler tümüyle örgütlü suçun denetimindedir” diye yazar.[2]
Bu tespit, Sovyetler Birliği’nin yıkıntıları üzerinde kapitalizm tekrar inşa edilirken hem mülkiyet ilişkilerindeki değişimler hem de kapitalizmin gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerinde neler yaşandığı hakkında bir fikir verebilir. Al Capone, zamanının Amerika’sında, yüzyılın ilk çeyreğinde ancak bir gangster olabilmişti. İtalya, Japonya ve Rusya’da olduğu gibi, yığılmış para ve mülkü, sermaye birikim sürecine entegre olamayan çetenin reisinin toplumdan ve yasadan talep ettiği işadamı itibarı, onun koşullarında ancak bir öngörü sayılabilir. Mafya liderinin sonraki muadillerinin işadamlığına terfi kanalları genel olarak 70’ler başlarken açılır, 90’larda yoğunlaşır.
Amerika’ya 20. yüzyılın başında çete örgütlenmesini taşıyan “göçmen” Sicilya mafyası kumar, fuhuş, porno, silah kaçakçılığı, borç tahsilatı ve tehditle arabuluculuk gibi, bu işlerle uğraşanlara toplumsal nüfuz kazandırmayan yollarla palazlanmıştı. Kapitalist sistemin eteklerindeki çöplükten beslenen çetelerin en önemli işlevi, bu çöplüğü ona açan çarkın sorunsuz dönmesi için, gelişmekte olan sınıf mücadelesinin önüne set çekme oldu Amerikan işçi sınıfının örgütlenme mücadelesini engellemek için liderlerini öldürüp kaçıran, işçileri korkutan çeteler sendikal mücadele alanını bir kan gölüne çevirdiler. İlk Amerikan sendikaları işçi sınıfının işveren adına çalışan mafya örgütlenmeleriyle dişe diş mücadelesiyle kuruldu. Ne var ki Amerikan işçi sınıfının organize suç çetesiyle muhataplığı bundan ibaret değildir. Mafya, grevlerin bastırılmasında, grev kırıcı işçilerin toplanması için taşeron örgütlerin oluşturulmasında da rol oynadı. İşçilere haraç karşılığı iş bulma vaadiyle ilk taşeron örgütleri oluşturdu ve böylece işgücü pazarını kontrol altına almak gibi bir iddiaya soyundu. Maruz kaldıkları şiddete rağmen geri çekilmeyen işçilerin mafya kontrolündeki sendikalara üye olmaya zorlanması bu baskının bir başka veçhesidir. Bir süre sonra bazı sektörlerde sendikaların kontrolü mafyanın eline geçer.
İşçi sınıfı üzerindeki yozlaştırıcı etki bununla kalmaz. Bir yandan iş bulabilmek için bu sendikalara üye olma zorunluluğu getirilmiş, diğer yandan işçilerin mücadele silahları mafya çıkarları için parlatılmıştır. İşverenlerden haraç sızdırmaya ya da periyodik ödemeli koruma alabilmek için grevi bir şantaj olarak kullanmaya başlamışlardır. İşverene, istekleri karşılanmadığı taktirde işçileri greve sevk edecekleri tehdidinde bulunan çeteler, işçileri kendi “ayak işlerine” koşturabilecekleri bir güruh olarak görmekteydiler. Bu çerçevenin içinde emekçileri mafyanın desteklediği adaya oy vermeye zorlamak da vardı. İşçinin gücünü sömürmek suretiyle mafya, siyasiler ile kurduğu ilişkileri perçinlemekteydi.[3]
Kontrol altına alınmış işçi sınıfı, yeni taleplerde bulunması engellenmiş ve işverene maliyeti bu şekilde düşürülmüş bir emek gücü potansiyeli demektir. Düşük maliyetli ve düşük ücretli sindirilmiş emek gücünü yaratabilmek için işverenin gayrı resmi taşeronluğunu yapan mafya, yetkisi yasalardan alınmamış şiddetle sahaya girmişti. Temel ihtiyaçları ve gelecek beklentileri sistemin dışına atılmış bir sınıf inşası için kayıt dışı zora alan açan kapitalizm, ABD’de mafyanın başlıca eyaletlerde limanlar, inşaat ve konfeksiyon sektöründe egemenlik kurmasına da göz yumdu.
1920-1933 yılları arasında yürürlükte olan içki yasağı zamanında çeteler arasında büyük paylaşım ve nüfuz çatışmaları eşliğinde mafya muazzam bir servet edindi. 1920’lerdeki kapitalizmin “altın on yılı”, sermaye birikiminin zamana göre patlama yaptığı yıllardı. Öyle ki, Al Capone’un kendisini bir işadamı olarak görmeye başladığı bu yıllarda mafyanın uğraş alanları da çeşitlendi. Sigara, içki kaçakçılığı, haraç ve kumar ekonomisi sayesinde mafya ailelerinin sahip olduğu kayıtsız servet milyon dolarları bulmaktaydı. Bu arada dünyanın her yerinde en gerici odakları destekleyen mafyanın gücü, seçimlerdeki sonuçları belirlemek için seferber oluyor, mafya ile işbirliği yapan adaylar rakiplerini şiddet ve şantaj yoluyla yıldırıyorlardı. New Orleans mafyasının lideri Marcello’nun CIA ile işbirliği, onu Fidel Castro aleyhindeki kampanyaya katılacak kadar dış politikayla içli dışlı hale getirmişti.
Hollywood filmlerinin mistifiye ettiği “narko ekonomi” baronlarının ticari faaliyetleri, ağırlıklı olarak içki, sigara, eroin ticareti yapıp kumarhane işlettikleri zamanlarda bile bunlarla sınırlanmış bir faaliyet değildi. Amerika’da işçi sınıfı mücadelesinin önünde bariyer olmak suretiyle ekonomik alanı düzenlemeye çalışan mafya örneği, bu ülkedeki gibi karakteristik bir özellik kazanmasa da, farklı ulustan muadilleri arasında da yaygındır.
İtalya’da Mussolini zamanında sindirilen mafyanın işbirliği yaptığı müttefik güçler, bölgeyi işgal ettikleri sırada mafyanın hizmetlerinden bir hayli yararlanmışlardı. Yoksul ve kırsal güneydeki her köylü ayaklanmasının önüne çıkan devlet ve patron ittifakı, yanı başında mafya desteğini buldu. Bunun ödülü, mafyanın kanunda tanınmayan bir toplum polisliği ile görevlendirilmesiydi. 1960’lı yıllara kadar mafyaya toplumu eşcinseller, direnişçi işçiler, serseriler vb.’den temizleme işi taşere edildi. Mafyanın toplumun hücrelerine gömülmesinin en önemli nedeni, İtalya’nın endüstriyel Kuzey karşısında hala yarı feodal ilişkilerin sürdüğü Güney’deki güçsüz yönetsel erkin ihtiyaçları ve toplumsal koşullardır.
Yoksul gençlerin yegane iş kapısı olarak büyüyen mafyanın siyasi tecrübesi, yerel yönetim seçimlerine katılarak belediyeleri kontrol altına almak olmuştur. 1953 yılında Calabria’daki bir kentin belediye başkanının “valinin, polisin ve bizzat kendisinin ‘acizane ricası’ üzerine kentin fırın işçilerinin yapmakta olduğu grevi durdurmak için müdahale etmesinden dolayı mafya şefi Donata Pagliari’nin erdemlerinden söz eden bir takdir belgesi yayınla”masına varıncaya kadar mafya haddini aşmıştır.[4]
1970’li yıllarda mafyanın sakınımsız şiddeti görünür bir biçimde ekonomik bir güce dönüşmüştür. Güney İtalya’da mafyanın dahil olduğu ilk sermaye birikim alanı olan inşaat sektörünün büyük bir çoğunluğuna şiddet sayesinde egemen olan çeteler için hammadde, makine, emek gücü ve diğer malzemelerin tedariği, özel bir sermaye birikimi kullanılarak değil, toplumun görece refah içinde yaşayan meslek sahiplerine yönelik şantaj veya tehditle sağlanmaktaydı. Bir sanayi limanının inşasında kullanılacak kamyonları satın almak için gerekli 1 milyar liret böyle bulunmuştu.[5]
Rekabeti sınırlayan yasaların yaptırımına maruz kalmadan ekonomik sisteme dahil olan mafyanın varlığının doğal sonucu, kapitalizmin “rasyonel” ve yasal işleyişine arkaik mafyatik değer ve yöntemlerin de sızmaya başlamasıdır. Bu, kuşkusuz ekonominin asli unsuru olan tekel sermayesinin, sıkıntısını en çok 70’lerden itibaren çektiği birikim ve dolaşımını sınırlayan mevzuat ve bürokrasi bariyerlerinin nasıl aşılacağına yönelik pratik bir referanstır. Her ülkede bu referansın nasıl değerlendirileceği değişir, ancak ortak potaya aktarılmış farklı deneyimler dünya kapitalizminin ortak bir birikimi haline gelecektir.
Yakuza olarak anılan Japon mafyası ve onunla çalışan bir başka mafya klanı Sokaiya’ların şirketlerin yönetim kurullarını kontrol altına almak için şantajı özel bir meslek haline getirmesi, mafya için bir başka ulusal deneyim olmuştur. Yöneticilerin özel yaşamlarını takip ederek skandal kovalayan ve bulduklarını şantaj malzemesi yapan bu mafya türü, şirketlerin kârlarına armağan ya da reklam başlığı altında ortak olmaktadır. Bu ilişkinin devamı, şirket yöneticilerinin mafyadan öğrendiği yöntemi birbirlerine karşı uygulayarak, şantajı, bir rekabet düzenleyici araç olarak raflarına yerleştirmeleridir. Vergi sahtekarlığı konusunda doğrudan Sokaiya ile çalışmayı benimseyen şirket yöneticileri, bu pratiği de mafyaya ihtiyaç duymayacak kadar içselleştirmişlerdi.[6]
Japon mafyası, tıpkı diğer mafyalar gibi, ortaya çıktıkları ülkenin kritik tarihsel dönemlerinde özel bir rol oynamışlardır. İtalyan mafyasının ülkenin ‘İtalyan birliğinin kuruluşu’ ve 2. Dünya savaşı döneminde, Çin mafyasının Çan Kay şek zamanında oynadığı yol açıcı rol, Japon mafyası için de geçerlidir. Feodalizm sonrasında, kapitalizmin temeline harç olmuştur mafya. 2. Savaş sonrasında ise, ABD işgali dönemindeki işbirlikçi rolü, Japon mafyasına Al Capone’un sahip olamadığı itibarı kazandırır. ABD’ye komünist harekete yönelik tedhişi artırmayı vaat ederek, emperyalist bir koruma kalkanı edinir ve hızla palazlanır.
“Yamaguchi klanının başına geçen Taoka’nın… parlak stratejist ve işadamının liderliğinde, klan Kobe rıhtımlarındaki pek çoklarının arasından sıyrılıp kentin en büyük çetesine dönüştü. Önceki başkan Noburu bunu, kentin Hondb-kai adlı bir başka klanının kontrolünü saldırgan bir biçimde ele geçirerek Kobe’yi 2. Dünya Savaşından sonra yeniden inşa etmeye yönelik bütün ihaleleri yasa dışı yollardan kazanan bir inşaat şirketi kurarak başardı. Yer altı dünyasında tam hakimiyet sağladıktan sonra Taoka gözünü Osaka’ya, yani Japonya’nın üçüncü en büyük kenti ve tarihsel olarak ticari başkentine dikti… 1964′ e gelindiğinde, Taoka’nın 343 klanı bulunuyordu.”[7]
Bu tablo, ABD’nin atom bombalarıyla teslim aldığı harabeye dönmüş Japonya’nın yeniden inşasında mafyanın nasıl etkin bir rol üstlendiğini gösterir. Taoka’nın 343’e ulaşan klan sayısı, toplam mafya klanlarının yalnızca bir bölümüdür. Çünkü Yakuza ülke içinde bir ülke, içinde sayısız mafya ailesi ve klanın faaliyet yürüttüğü, yasaya karşı özerk bir evren oluşturmuştur.
Mafya pratiği kapitalist restorasyona ilkel birikim dönemine mahsus şiddet, yağma ve gasp ile eşlik eder. Bu türden doğum lekelerini ömrü boyunca taşıyacak olan kapitalizmin en seçkin tekelleri, devletlerin organize suç çeteleriyle en kanlı bıçaklı olduğu dönemde bile mafya ruhunu ve eserini içinde beslemeye devam edecektir. Burjuva rasyonelliğini düzenleyen kurumların veya sermaye birikim sürecine ilişkin ihtiyaçlara yanıt verecek kuramsallaşmanın zayıf olduğu koşullarda, tarihin zor kullanan bir ebesi olarak zuhur eden oluşum, harcına yerleştiği sistem içinde artı değere el koyma sürecini kendi vahşi yasalarına göre biçimlendirir. Sermaye birikiminin hızını düzenler.
Ne var ki, bu kural tanımazlığın sınırı sonsuz değildir. Mafya rejimin asli bir kurumuymuş gibi davranmaya başladığı, kendini devletin yerine koyduğu, kayıtlı ekonomik teşebbüsü riske soktuğu zaman sistemin güvenlik aygıtları alarm verir. Dal budak salmış İtalyan mafyasına karşı 70li-80’li yıllarda yapılan operasyonlar, ABD’de mafyaya açılan savaş, Latin Amerika’daki mücadele sırasında çok sayıda savcı, hakim ve güvenlik mensubunun mafya tarafından ortadan kaldırılması, bazen bu ayrışmanın ne kadar şiddetli olabileceğinin de kanıtıdır.
1990’lı yıllarda, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını takip eden yeniden paylaşım sürecini de domine etmeye başlayan mafya, Doğu Bloku ülkeleriyle Sovyetler Birliği hinterlandındaki topraklarda eski üretim tarzının yasal kalıntılarının kaldırılmasında rol almak üzere sahneye çıktı. 50’lerden sonra Sosyalist devlet mülkiyetinin yerini alan tekelci devlet kapitalizminin açtığı kanalları kullanarak devlet mülkiyetinin yağmalanması, özelleştirmeler yoluyla el değiştirmesi, değerli madenlerin ve metallerin yasadışı ticareti, petrol ve doğalgazın satışı, kamu malının metalaştırılması, fabrikalardaki makinaların sökülüp satılması başta olmak üzere, bütün devlet mülkiyeti, mafyanın çöküp çöreklenme alanı haline geldi. Bu gözü dönmüş soygun dönemi, kadınların ve çocukların bedenlerinin de ticari bir meta haline getirildiği dönemdir aynı zamanda. Rus mafyası, dünyadaki en büyük fuhuş sektörlerinden birinin işleticisi olma patentini taşır.
Rusya’da 50’lerde ilk ortaya çıktığında gayrı meşru ve yasadışı çalışan mafya, bankaları ve yasadışı mülkiyeti elinde tutan bir nomenklatura’nın da gelişimiyle birlikte kapitalizmin kök salmasını kolaylaştıran bir faktör oldu.
90’larda aralarında yozlaşmış, eski KGB yönetici ve ajanlarının olduğu “Rus babalar” neoliberalizmle birlikte uluslararası fonksiyonu artan yasadışı ticaret trafiğinin de başındaydılar. Bunlar sadece nükleer santral söküntülerini pazarlarken değil; Afganistan’dan Kolombiya’ya kadar uzanan uyuşturucu hattının en hatırı sayılır baronları olarak da göründüler. Ülkedeki çöküntü yıllarında tırmanan işsizliğin etkisindeki gençlik yığınlarını mafyalaştıran, kadınları fuhuşa mecbur eden, çalışabilir nüfusu yoksulluktan süründüren ekonomik koşulların sürükleyici rüzgarını arkasına alan mafya, Rusya’da palazlanan burjuvaziyle iç içedir, o kadar ki neredeyse onun ilk halidir.
Rus mafyası kendi arasında rekabet yürüttüğü gibi uluslararası piyasalara hakim olmak için de bir savaş yürütür. Piyasaya soktuğu metanın türüne göre farklı ülkelerin mafyalarıyla da işbirliği yapmıştır. Türk ve Arnavut mafyalarından, gelişmiş kapitalist ülkelerinkine, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar teşriki mesai içinde ya da kapışma halinde olduğu mafyalar ile birlikte ‘Yeni Dünya Düzeni’nin oluşmasında uğursuz bir rol oynamıştır.
Yerel kartellerin ulusal sınırlar içinde daha küçük ölçekli ekonomik faaliyetinin büyüyerek uluslararası bir karakter kazanmasında, uyuşturucu trafiğinin gerektirdiği zorunlu işbirlikleri kadar, sermaye dolaşımının, bu işbirliklerini mümkün kılan boyutu da etkilidir. ’70’li yıllardan başlayan ’80 ve ’90’lı yıllarda giderek genişleyen bu birikim süreci, genişleyen pazarların ve bu alanlarda metalaşmaya ve yeniden değerlenmeye müsait yeni materyal ve ilişkilerin yer altı ekonomisinin unsurları arasına çekildiği süreçtir. Yer üstünde tekeller arasındaki rekabetin ilkelerini güçlü tekellerin lehine yeniden düzenleyen devlet zirveleri, 70’li yıllardaki darbeler ve nihayet 90’lı yılların başında bölünmüş Yugoslavya’nın uluslararası kapitalizme entegrasyon sürecine nezaret eden NATO, “el koyma” yoluyla birikim biçimini açık ve nizami bir yöntem haline getirmiştir. Bosna ambargosunun delinmesinde koçbaşı rolü oynayan mafya ile NATO prosedürü aynı ortak zeminde buluşur. Mafya böylece uluslararası tekellerin hizmetinde en önemli tarihsel rolünü oynarken, yağmacı uluslararası tekeller de mafya yöntemlerinin meşrulaştırılmasına silah nezaretinde kapı açmış oldu. Bu kapıdan, petrol ve doğalgaz boru hatlarının güzergahının belirlenmesi, özelleştirmeler ve kamu kaynaklarının yağmalanması kadar uyuşturucu trafiği de aktı.
Kolombiya, Bolivya ve Afganistan gibi, ulusal ekonomisinin büyük bölümünün bağlı olduğu, Türkiye, Arnavutluk gibi ülkelerin dağıtım rotasının merkezinde yer aldığı uyuşturucu ticareti, Sırp ve Hırvat mafyasını da içererek hızlandı. Bugün bu otobandan akan uyuşturucudan elde edilen gelir hesaplanamaz büyüklüktedir. Uyuşturucu, birçok ülke için sert ve saldırgan neoliberal ekonomik politikalar altında bir istihdam ve kalkınma kaynağı, aklanıp temizlendiğinde zahmetsiz bir sıcak para, vergisiz sermaye birikimi olarak değerlendirilmektedir.
IMF’nin sert yapısal uyum programları karşısında kayıt dışı sektörün önünü açarak ayakta kalan Bolivya’da, FARC ile mücadele için oluşturulmuş paramiliter aygıtların maliyetini önemli ölçüde yasadışı ticaretten sağlandığı Kolombiya’da uyuşturucu, yeni toplumsal tabakalar meydana getirerek, çok sayıda insanın istihdam edildiği bir sektör haline gelmiştir. Kolombiya’da 2 milyon kişi uyuşturucu ekimi, dağıtımı, ticareti vb. yoluyla “suç ekonomisi”nden geçinmektedir. Açıkçası suç ekonomisi, burada ulusal ekonominin güçlü bir ayağı, zenginliğin ve servetin azımsanmayacak kaynaklarından biridir. Bu ülkelerdeki ekilebilir toprakların büyük bir çoğunluğunun üzerindeki kontrol yetkisi, artık mafyanın işini üstlenmiş olan ya da onunla iç içe faaliyet yürüten devlet elitlerine aittir. Ekonomi, dünyanın belli başlı uyuşturucu mafyalarıyla yasadışı ticaret sayesinde dönmektedir.
Uyuşturucu ticaretinden veya başka yasadışı ticaretten elde edilen paranın aklanması için kurumlar ve yöntemler giderek çoğalmıştır. Karayipler, Antiller, Barbados, Bahama, Bermuda ile Man adasındaki off shore bankalar, İsviçre, Monaco, Cebelitarık bankaları, merkezi İngiltere’de olan uluslararası Bank of Credit and Commerce International (BCCI) vb. finans kurumlarına her gün kara olarak giren milyarlarca dolar beyazlatılıp piyasaya sürülür. Off shore merkezlerindeki 1 sterline kurulan şirketler ya da tabelası önceden asılı kulübelerde parasını yatıracak müşteriyi bekleyen paravan şirketler, parayı fazla dolaştırma zahmetinden kurtararak “işadamları”na hizmet eder.
Uyuşturucu ticaretinden elde edilen devasa gelir kapitalistlerin ortak aklama kanallarından geçerek sermaye birikimi havuzuna aktarılırken, paranın sahibini de belirli koşullarda siyaseten güçlendirir.[8] Komşu ülkelerle ihtilaf durumları, ekonomik kriz, iç çatışmalar ve iç savaşlar gibi istikrar sorunu yaratan durumlarda burjuvazi, siyasi ilişkilerini yönetmek ve krizi atlatabilmek için mafya ile bu türden ilişkilere girmektedir. Ancak bir noktadan sonra uyuşturucu, artık sadece yasadışı işler yapan bir grubun değil, devlette tanımlı ve görevli şahısların, kayıtlı ekonomide su başlarını tutan patronların, tekel yöneticilerinin, holding patronlarının da el altından yürüttüğü bir iş haline gelmiştir.
Yasadışı ticaretin açık bir “iş” haline gelmesi sürecinde mafya mensubunu “işadamı”na dönüştüren gelişmeler “işadamı”nı mafyalaştırır. Giderek mafyalaşmış burjuvazinin devleti de, bu değişen ilişkilere ve sınıf meşguliyetine uyum sağlayacak biçimde yeniden yapılanır.
Bunun en güncel ve kaba hatlı örneği Türkiye’de yaşanmaktadır.
DEVLET İÇİN YATIRIM YAPAN DA KURŞUN ATAN DA…
’70’li yıllarda uyuşturucu, silah kaçakçılığı, çek senet tahsilatı yapan, kumarhane ve eğlence mekanları işleten veya rantını yiyen, gecekondu ve otopark işleriyle uğraşan, çalıntı otomobil pazarlayan “Türk mafyası” pay dağıttığı emniyet güçleri, gümrük memurları, milletvekili ve kimi bakanlar ile birlikte bir bölüşüm ağı kurmuştur. Devlet mafyadan bir tür haraç almaktadır.
Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki ve atadığı Şükrü Balcı’nın da (Mehmet Ağar’ın hocası ve bir dönem ortağı sayılmaktadır) ortağı olduğu bu “alem”in kabadayı babalarının altın çağı 12 Eylül askeri darbesine kadar sürdü. 1980’li yıllarda ara ara gözaltına alınan mafya liderlerine en güçlü müdahale 1984’te oldu ve Dündar Kılıç, Behçet Cantürk, Abuzer Uğurlu, Fahrettin Aslan, Hüseyin Cevahiroğlu gibi başlıca mafya liderleri gözaltına alındı, bir kısmı da tutuklandı. Şükrü Balcı, operasyonu iş ortaklarına haber verdiği tespit edildiği için emniyetteki üst düzey görevinden alındı ve rütbesi, yurtdışında ikinci dereceden, daha düşük görevlere tenzil edildi. 1993’te bir otel odasındaki sebebi bilinmeyen ölümü, geleneksel mafyanın miadının dolmasıyla dönemdaştır.
70’lerde ülkedeki içki, sigara, döviz gibi kimi “nadir malların” kaçakçılığını yaparak zenginleşmekte olan mafyaya devlet ilgilileri falso verinceye kadar göz yummakta, el altından arka çıkmaktaydı. Uluslararası sermayenin siyasi programlarına uymakla yükümlü bağımlı kapitalist ülke burjuvazisinin ve devletinin kendi ulusal çıkarlarını gözetme yolu bu kirli takastan geçiyordu. ’80’li yıllarda değişen, Türkiye’nin uymak zorunda olduğu ekonomik programların içeriğiydi. Buna uygun olarak mafyanın iştigal ettiği alanlar, yapısal özellikleri ve devletle ilişkisi de yeniden yapılandı.
’80’li yıllara kadar kaçakçı çete mensuplarıyla, siyasi cinayetlerde rol alan ve kontrgerilla tertiplerini düzenleyen faşist çetenin tetikçileri; yolları yer yer kesişse ve birbirleriyle dirsek temasında bulunsalar da iki ayrı faaliyet alanının unsurlarıydılar. Siyasi ve iktisadi suç örgütlerinin iç içe geçmesi doğrudan doğruya cunta zamkıyla gerçekleşmiştir. Cuntanın kaçakçılık mafyasına yönelik operasyonlarıyla; birincisi; kaçakçılıktan elde edilen gelirin sermaye birikimi haline getirilerek paranın devlet kontrolünde atıl olmaktan çıkarılması amaçlanmaktaydı. Ve zaten bundan sonraki süreçte kaçakçılığın devlet bürokrasisinin izni olmadan yapılamayacağı yeni boyut ve türleri için bu eski tür kadrolar fazlasıyla eskimişti. İkincisi, mafya, cunta liderlerinden bazılarının, MİT’in, itibar kazandırılmış ülkücü çetelerin, özel harp dairesi gibi kontrgerilla aygıtlarının dahil olup devletin en üst katmanlarının koordinasyonunda birbirine bağlandığı operasyonel faaliyetin unsuru olacaktı. Askeri diktatörlük yer altı ekonomisiyle yer üstü ekonomisi arasındaki geçirgenliği çoğalttığı gibi, siyasi alanı da bu ekonominin hizmetinde yeniden düzenlemekteydi.
Bu yapılandırma, 24 Ocak Kararları olarak anılan ekonomik saldırıların ancak yoğunlaştırılmış bir devlet şiddeti eşliğinde yapılabileceğini düşünen Türkiye burjuvazisinin özel ve ulusal olmayan bir tercihidir. 1970’li yıllardaki krizin ardından kapitalist emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin önüne çıkan, zayıflamış bir işçi sınıfı ve yıkılan sosyalizm gerçekliğinin eşlik ettiği yeni olanakların tasnifi sorununa dünya tekellerinin ortak çözümünün de bir yansımasıdır. 12 Eylül darbesiyle birlikte Türkiye bu çözüme hazırlanmıştır.
Türkiye’de devlet aygıtına mafya ile işbirliğini ulusal bir tercih mertebesine yükseltme imkanı sağlayan ise, yurtdışında Türk elçilik mensuplarına yönelik ASALA suikastlerin ortaya çıkması ve 1984 yılında tırmanan Kürt mücadelesidir.
7 TİP’li gencin öldürüldüğü 16 Mart katliamı sorumlularının; Doğan Öz, Çetin Emeç, Ümit Kaftancıoğlu gibi entelektüellerin azmettiricileriyle katillerinin; 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum katliamlarını tezgâhlayanlar ile çok sayıda devrimci gencin katline ortak olanların 12 Eylül sonrasında çek senet tahsilatına başlayarak edindikleri mafya tecrübesini aynı kadroların “siyasi deneyimleri”yle harmanlayan cunta, Türkiye’nin yeni dönemini açtı. Özal 24 Ocak Kararlarını hazırlayarak 12 Eylül cuntasının, cunta da sonradan başbakanlık ve cumhurbaşkanlığına yükselecek olan Özal’ın işini kolaylaştırmıştı. Böylece kara para ekonominin can damarı haline getirildi.[9]
Eski mafyanın kendine yontan bölüşüm sisteminin yerine daha karmaşık bir bölüşüm sisteminin yerleştirildiği bir dönemdir bu. 24 Ocak Kararlarının emrettiği ekonomik hamlelerin uygulanması için devletin memuru gibi davranan bir mafyanın aracı ve operasyonel varlığı önemli hale gelmiştir. Mafya, devletin yasadışı şiddet kullanımı bakımından bir uzantısı olarak çalışırken, aynı zamanda kamu kaynaklarının özel sermayeye peşkeş çekilmesi (özelleştirme) sırasında ulusal ve uluslararası tekellere aracılık yaparak komisyon alan bir oluşuma da dönüştü.
Ülkücü çetelerden devletin sadık mafyasını biçimlendiren bu süreç, mafya yöntemlerinin yasal ekonomik işleyişe sirayet etmesi anlamına geldiği gibi, yerleşik düzen kurumlarının da mafya keyfiyeti ile tanışması anlamına gelecektir. Nitekim 1986 yılında, zamanın MİT müsteşarı Mehmet Eymür tarafından hazırlanan MİT raporu, kendisi de toplumun bütün birikimleriyle demokratik haklarını yasadışı olarak gasp eden cuntanın iki “paşası”nın Necdet Üruğ ve Tahsin Şahinkaya’nın rüşvet ve haraç çarkına nasıl dahil olduğunu belgelemektedir.[10] En büyük mafya, hiçbir kurum tarafından denetlenme imkanı olmadan yasadışı trafiği yönlendiren beşli çetenin kalbindedir.
Özal, kamu kaynaklarının özel sermayeye peşkeş edildiği dönemi başlattığında, bu tesisleri satın almaları karşılığında üstüne devlet teşviki verilen sermayedarlar, ihalelere aracılık yaparak komisyon alan mafya mensupları vb. gibi asalakların beslendiği ortamı da yarattı. Özelleştirme, aynı zamanda devlet hazinesi ve kamu bankaları birikiminin özel sermayeye neredeyse karşılıksız açıldığı bir soygun düzeninin adıydı.[11]
İhracatın serbest bırakılmasıyla aynı anda vergi teşviki, KDV iadesi ve sıfır faizle geri ödemesiz banka kredilerine de kavuşan kapitalistler ve yolsuzluk furyasında girişimci olarak yükselmek isteyen bürokratlar, hükümetin, dolandırılmasını bir meziyet haline getirdiği devleti yasal bir biçimde dolandırdılar. Pıtrak gibi türeyen özel bankaların sahipleri kendi bankalarını hortumladı veya banka müdürleri bu hortumlamanın aracılığını yaptı. Piyasadan toplanan mevduatları önce şirketlerine pompalayan, sonra da bu şirketleri yasal kılıfına uydurarak iflas ettiren şahısların mağdur bıraktığı mudilerin parasını ödemek ve iflas kayıplarını karşılamak da devlete düştü.[12]
Özal kaçakçıları ihracatçı yaptığını söylüyordu, gerçek ise, işadamlarının kaçakçılar haline gelmesiydi. Nakşibendi tarikatına mensup olan Özal, belli başlı tarikatları “yatırım yapmaya”, ekonomiye “kazanmaya” teşvik etmiş, kurduğu mafya düzeninin harcına tarikat sermayesini de eklemeye başlamıştı.
Özal döneminde moda olan “devleti küçültme” retoriği, gerçekte, devletin ekonomiden el çekmesi gerektiği propaganda edilirken devletin hazinesinde halkın sosyal ihtiyaçları için biriktirilmiş değer ve vergi gelirlerinin suç ekonomisinin başını tutanlara akıtılması anlamına gelmektedir. Böylece temizine-kirlisine bakmadan ortada dolaşımına izin verilen para, suç örgütlerinin güçlenmesini, sermayedarların bu ekonominin bir parçası haline gelmesini, devlet yöneticilerinin düzenin çarkına tutunmasını kolaylaştırmıştır.
1980’li yıllarda yolsuzluk bilançosu 105 milyar dolardır.[13] “Benim memurum işini bilir” diyen Özal’ın dönemindeki rüşvet hacmi ise, 30 trilyon doları bulmuştur. 1980’lerde yoğunlaşan hayali ihracat ile döviz hesaplarına getirilen şartsızlık ve sırdaş hesaplar, paranın geçmişi hakkında soru sormayı ortadan kaldırmıştı. Özal, İsviçre’yi mesken tutmuş mafya elemanlarını da yurda çağırdı. Kara parasını aklarken devletten teşvik primi alan mafya güruhu kendisini ve faaliyetini kolaylıkla legal hâle sokmaktaydı. Bu arada mafya inşaat, toptan gıda, taşımacılık, turizm, petrol nakliyatı gibi yüze yakın özel sektör alanında faaliyet yürütmekteydi.[14]
Banker Bako olayından kalkarak hazırlanan MİT raporu, Özal döneminden günümüze kadar gelen ilişkilerin kaynağını ortaya çıkarması bakımından önemlidir.[15] Şükrü Balcı’nın ölümüyle kapanan önceki dönemden 12 Eylül ile Özal dönemine miras kalan figür Mehmet Ağar’dır. Ağar ile 70’li yılların kadrolu tetikçisi ülkücü faşist Abdullah Çatlı’yı dava arkadaşı haline getiren koşullar, Türkiye’de yağma ve gaspın tırmanışa geçtiği Özal dönemi ekonomisinin zuhur ettiği siyasal koşullara eklenen PKK’yla mücadelenin başlangıcıdır. PKK ile mücadele adına devletin resmi ve yasal oluşumlarının yanı sıra paralel ve para-militer silahlı örgütler ve istihbarat teşkilatları kuran; Avrupa’da miadı dolmuş hale geldiği için artık teşhir edilmeye başlanan Gladyo’nun uzantısı kontrgerillayı aktive eden, Yeşil, Çatlı, Cem Ersever gibi ölüm makinalarını doğuran sistem, ekonomisi gibi siyasi kurumlarını da yer altı kurallarına göre örgütlemeye bu dönemeçte başladı.
3,5 milyon nüfuslu Libya’ya 2 milyon kapı ihraç ediyormuş gibi yaparak KDV iadesi ve teşvik alan bürokrat yakınları; devlet ihaleleri dağıtımında belirli şirketler adına aracılık yapan mafya; gayrinizami ve düşük yoğunluklu savaşın bütçesini uyuşturucudan karşılamak için bizzat kendileri mafyalığa soyunan devlet görevlileri; sermayesini bir yandan banka hortumlayarak, bir yandan uyuşturucu transferi için filolar oluşturarak artıran nizami patronlar; devlet korumasında piyasadan para topladıktan sonra parasıyla sırra kadem basan bankerler… –Türkiye egemen sınıflarının tablosunu bu karmaşık ve kirli ilişkiler ağı oluşturur. Bu ilişki ağının ahenkle işlemesini sağlayan kapitalist devlet ise, banka ve sanayi sermayesine kuvvetli bir aşı olan yeraltı ekonomisinin hizmetindedir. Bu ilişkiler rejimin bekası adına “kurşun atıp kurşun yiyen” özel kadrolarını da yetiştirmiştir.
1994’te Trieste’de 300 kilo eroinle yakalanmış birini aday gösteren ANAP’ın sonraki Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın tutumu, o zaman için hala bir gaf olarak kabul edilse de, mafya ekonomisiyle içli dışlı olanların içinde yaşadığı bir evrende sınırların çoktan birbirine karıştığını gösterir. Bu bir istisna değil, dışa vurulacağı alanı şaşırmış bir kuraldır.
Bu sınır, Özal’dan sonra iktidara gelen Tansu Çiller döneminde iyiden iyiye bulanmaya başlayacaktır. MİT içindeki iktidar mücadelesinin ürünü olan 1. MİT Raporu, bir dönem kapanır ve yeni bir dönem açılırken, kendisini kısa bir süre önce ortaya çıkan enkazı gerekçe göstererek revizyona tabi tutmaya çalışan devletin, yenilenme hamlesine alan açacaktır. Bu raporda teşhir edilen Mehmet Ağar ise, her devrin adamıdır ve Çiller döneminde de İçişleri Bakanı yapılarak ödüllendirilir. Sedat Peker’in sahne alışı da aynı dönemdedir.
Operasyonel istihbaratta ASALA döneminde kazanılan tecrübeyi “içeride” de kullanma uhdesine sahip devlet kadroları için PKK ile mücadele önemli bir gerekçe olmuştur. Çiller-Doğan Güreş iktidarı sırasında doğrudan doğruya Başbakan’ın kendisine bağlı özel istihbarat teşkilatı, MİT’i bağlayan kural ve yasalardan kurtarılmış illegal bir yapı olarak belirir. Varlığı uzun süre reddedilen Jitem, kontrgerilla, özel harp dairesi, özel tim vb. para-militer oluşumlar, doğuda devletin legal kurumlarıyla göz önünde yapamayacağı operasyonları üstlenirler.
Bu kurumların ihtiyaç duyduğu finansman daha o dönemde sorun olmuştur. Çiller’in 500 milyar liralık örtülü ödenek harcadığı ortaya çıktığında, “bu sırlar açıklanırsa millet ayağa kalkar, dünya ayağa kalkar. İnsanlar, milletler birbirine düşer. Türkiye çöker, rejim tehdit altına girer. herkes altında kalır. Halka halka, zincir zincir, o ülkeden buraya, her gün büyüyerek devam eder”[16] diye yanıt veren Çiller’i, DYP Genel Başkan Yardımcısı Necmettin Cevheri paranın uluslararası operasyonlarda kullanıldığını ima ederek desteklemiştir. Ancak elbette, bir yandan savaş yürüten ama diğer yandan da komşu ülkelerde darbe tezgahlayıp iç karışıklıkları kışkırtan Çiller ekibinin kullandığı, sadece örtülü ödenek değildir. Ağar’ın etrafında oluşan geniş bir haraç örgütü halinde güçlendirilmiş mafya milyonlarca dolara el koymaya devam eder. Bu arada Kürt burjuvazisinin ve mafyasının uyuşturucu ve sair gelirlerine el koyarak, güya “terörün finansmanını” durdurmak amaçlı siyasal cinayetler, rakip mafyaların faaliyet alanlarına çökerek el koymalar, Kıbrıs’ın kara para ve uyuşturucu ticareti için transit istasyonuna dönüşmesi, Sovyetler sonrası Azerbaycan’da palazlanan mafya mülkünün cazibe merkezi haline gelmesi vb. gelişmelerde Çiller iktidarı başroldedir. Bu enformel ekonominin resmi siyasetle ilişkisini kuran da, mafya ile özel ilişki içinde olan başbakanın eşi Özer Çiller olarak görünür. O zaman bir bankanın yöneticisi olan Özer Çiller, ricacı ve aracı rolünü her seferinde yüksek meblağ karşılığında oynamıştır.[17]
Belli başlı mafya liderleri için özelleştirme, önceden yetenekli ve tecrübeli oldukları arabuluculuk, ricacılık sayesinde yeni servet imkanları yaratmıştı. Banka satışları, kamu kurum ve kuruluşlarının elden çıkarılmasında sermayedar ile hatırlı kişiler arasında kurulan komisyon bağlantıları, bu hatırlı kişilerle mafya üyelerini zengin etti. Başta Poaş[18] ve Türkbank ihalesi olmak üzere Çakıcı’nın adının çokça geçtiği bir faaliyet alanıdır bu. Giderek bu ilişkiler içinde kendisi de devlette karşılık bulan ricaları nedeniyle “hatırlı” bir kişiye dönüşen Çakıcı, Erol Evcil’in ifadesine göre, MİT’in operasyon daire başkanının kim olacağı kadar kara paranın saygınlaşma alanlarından biri olan futbol kulüplerinin başkanlarını belirleyecek kadar güçlenmiştir. Gelgelelim Çiller dönemi, devletin özel konjonktürler listesinde yer alır. Bu süreçten bir hayli deneyim biriktirilmiştir. Ancak ’90’lı yılların ikinci yarısından itibaren Kürt sorununun çözümünde girilen özel evrenin tamamlandığı kanısı ve “düşük yoğunluklu savaş” döneminde yıprandığı düşünülen nizami kurumların yeniden işletilebilmesi için gerekli yeniden yapılanmanın aciliyeti, denetlenemez hale gelen savaş ekonomisi ve kadrolarının hizaya çekilmesi ihtiyacı; bütün bunlardan yakınmakta olan burjuva fraksiyonların da bastırmasıyla Türkiye’yi yeni bir dönüşümün eşiğine getirir.
1986 yılında yayınlanan MİT raporu, özel bir dönemi yönetebilmesi için Tansu Çiller’in önünü açmaktaydı. 1996 yılında yayınlanan rapor ise bu dönemin kapandığına işaret eder. Hazırlanmasında Çiller’in ortağı Erbakan’ın rolü olduğu da öne sürülmüştü.[19] Bu rapor gerekçelerinde devletin asli unsurları ile özel yapılar arasında bozulan hiyerarşiye dikkat çekerek, Çiller dönemini mahkum etmektedir. Bu rapor istihbarat ile operasyonal aygıtların çok başlılığından yakınmakta ve güvenlik kuvvetlerinin kullandığı her türlü oparasyonel unsurun merkezi denetime alınması talebinde bulunmaktadır. Ayrıca örtülü ödeneğe “devletin meşru güçlerinin” denetimini istemektedir. Rapora göre, siyasi otorite ile birlikte hareket etmesi gereken devlet organları siyaset içine çekilmemeli, politize olmuş kadrolarla ilgili önlemler alınmalıydı.
Böylece, uzun bir olağanüstü hal döneminden geçen Türkiye için bu rapor, malum ve meşum dönemin sonuna gelindiğini ilan etmiştir. Raporun yayınlanmasından kısa bir süre önce meydana gelen Susurluk Kazasında kamyonun çarptığı otomobilin içinden ölü çıkan mafya Abdullah Çatlı ve polis Hüseyin Kocadağ ile, sağ kurtulan DYP milletvekili Sedat Bucak’ın yan yanalığı, dönemin siyaset-emniyet ve mafya işbirliğinin resmi oldu. Devlet, hesapta, bundan sonra “bağırsaklarını temizlemek” amacıyla komisyonlar kurdu, yargılamalar başlattı, ama bu türden her dava gibi, Susurluk soruşturmasından da bir şey çıkmadı. 2 ay sonra şeriatçı gösteri düzenlediği gerekçesiyle iktidarın büyük ortağı Refah Partisine çekilen operasyon ile gerçekte, Erbakan’ın ortağı, dönemin başlıca simgesi, bütün kontra-mafya kaynaklı kirli ilişkilerin odağındaki Tansu Çiller’in siyasi hayatı sonlandırılmış oldu.
3 Kasım’daki kazanın ardından “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” sloganlı eylemleri teşvik eden rejimin “zinde güçleri” “sivil” halk tepkisini postmodern darbeye dayanak yaptılar; Erdoğan iktidarına giden yolun açıldı.
Ancak Erdoğan eskinin içinden doğan bir figürdü. Özal döneminden beri beceri ve deneyimini artırmış, siyasal alanda hareket alanını genişletmiş, ayakta kalan üyeleriyle birlikte gücünü tazelemiş mafyanın 1996 rapordaki tespitlere rahmet okutacak biçimde kendisini tazelemesinde, AKP iktidarı kadar hiçbir dönem elverişli olmamıştır. Gelen gideni aratır durumdadır.
“Suç ekonomisi” ile yasal ekonomindeki içi çeliğin arttığı, zaten şirketleşmiş devlet yönetiminde mafyatik varlığın kendisine daha geniş bir yer bulabildiği bir ortamın elbirliğiyle kurulması sağlanmıştır.
MAFYALAŞAN DEVLET, SİYASİLEŞEN MAFYA
Ülkücü mafyanın bir numaralı ismi, 12 Eylül öncesinden günümüze kadar her devrin mafyası Alaattin Çakıcı’nın hapisten çıkarılmasını dayatan Bahçeli, Tansu Çiller’in Susurluk kazasının ardından kullandığı “devlet için kurşun atan da yiyen de kahramandır” sözünü cüretkarca doğrulamıştır. Çakıcı, tıpkı Mehmet Ağar gibi, art arda gelen konjonktürlerin ortak eğilimlerini birbirine teyelleyen, değişmeyen bir rejim direğidir. Onun simgelediği değişmezlik, devletin, hükümetlerin şu veya bu oranda mafya-kontra ile kurduğu ilişkinin gelişim seyrini şekillendirir.
Özal’ın “görünür eliyle” piyasaya sokulan tarikatların profili AKP iktidarı döneminde bir hayli yükseldi. Özal ve Çiller’in başlattığı dönüşüm fazlasıyla derinleşti. 17/25 Aralık’ta ortaya çıkan ve “paraları sıfırlayın” sözüyle hatırlanan “tapeler”in kanıtladığı üzere, devletin en başından daha alt kadrolarına, içişleri bakanından milletvekili yapılmış eski emniyet müdürlerine kadar ailece, baba-oğul marifetiyle pekiştirilen ilişkiler, Özal-Çiller fonksiyonunun daha geniş bir çevreyi kapsayarak çoğaldığını gösterir. Bu dağılarak çoğalmadan akan para süreç içinde ya ayakkabı kutularında ya da bir AKP’li türedi gencin otomobiline saçılmış halde resmedildi! 17/25 Aralık’ın hesaplaşmasını 15 Temmuz darbesinde yapan AKP iktidarının Yenikapı’da kurduğu sahneye Mehmet Ağar ve Çiller’in de çıkması boşuna değildir. Erdoğan bu darbe vesilesiyle kendi köklerine tutunarak da güçlenmek istemiştir.
Erdoğan döneminin onların ortak mirasına katkısı devlet mevzuatının mafya raconuyla hemhal olmasıdır. Burjuvazinin lehine yeniden yapılanan bölüşüm sistemi sadakati ödüllendiren, sadakatsizliği ise mala mülke çökerek cezalandıran siyasal istenç tarafından kontrol edilmektedir. Ortaklarından biriyle arası açılınca bankasına, medyasına, okullarına ve alt düzeydeki mensuplarının maaşlarına ya da emeklilik paralarına bile el koyan iktidar, Doğan grubu medyasına çökmesi için yandaş Demirören şirketinin Ziraat Bankası’ndan aldığı ödenmemiş kredisine de kefil olmuştu. Siyasi muarızlarını, bölüşüm sürecinin dışına atmak (Cemaate ve Adnan Oktar müritlerinin şirketlerine çökülmesi örneğindeki gibi) bu iktidarın alameti farikasıdır. Siyasi tehditlerin mali kuşatmayla güçlendirilmesi 1990’lı yıllarda Kürt iş çevrelerinde denenmişti. Kürt mafyasının ve işadamlarının mülküne, ticaret kaynaklarına, onları ortadan kaldırdıktan sonra el koyan devletin atladığı faz, günümüzde, Kürt belediyelerindeki ortak birikimin iç edilmesi olmuştur aynı zamanda. Çok sayıda belediyeye kayyum atanması, bu bakımdan, sadece siyasi bir abluka yapıldığı anlamına gelmez. Kayyum, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya “Ohh oh paralar PKK’ye gitmiyor” dedirtecek kadar servete bir el koyma biçimidir.
Siyasi operasyonların bir tür mülksüzleştirmeyle iç içe geçtiği bir dönem başlamıştır. Kürt belediyelerini kayyum ile hortumlayan iktidar partisinin belediyeleri ise, arazi ve ihale mafyası için bir yağma alanı, rüşvet yatağı, organize kara paranın aklanma yeri, ihale trafiğinin düzenlendiği istasyon haline getirilmiştir. Partinin, yakın zamanlarda oğulları üzerinden uyuşturucu ticaretiyle iltisaklanan Binali Yıldırım’ı son yerel seçimlerde başkanlığa aday göstermesi boşuna değildir. Mafya örgütlenmesinde olduğu gibi, bu iktidar için de, her türlü suçun ortağı, kara kutusu olduğu için sadakati ipotek altına alınmış şahıslarla “iş yapmak” özel ve zorunlu bir tercihtir. Ama bu kez olmamıştır ve kaybettikleri belediyelerin hangi suç ekonomisine nasıl alet edildikleri de bir bir ortaya çıkmaktadır.
1985’te başlatılan özelleştirmelerin yüzde 80’i AKP iktidarı döneminde gerçekleştirildi. Zarar ettirilerek cazibesi köreltilen ve bir şikayet kaynağı haline getirildikten sonra ucuza elden çıkarılan kamuya ait işletmeler, kömür madenleri, hizmet kurumları, lojmanlar, misafirhaneler, eski fabrikaların arazileri, hastaneler vb. hepsi adrese teslim ihale sistemiyle yandaş bir özel sermaye grubunun palazlandırılmasında kullanıldı. Bu işletmeleri alan özel şahıslar ve tekeller işletmeleri çalıştırma karşılığında devletten bir takım nakdi ve kanuni imtiyazlar elde ettiler. Devlet, ucuza sattığı kuruluşların, ihaleye verdiği inşaat işlerinin borçlarını, vergilerini zaman zaman işçi ücretlerini, banka ödemelerini üstlendi.
Dünyada en çok devlet ihalesi alan şirketler arasında ilk ona giren Türk şirketleri, devlet eliyle devasa miktarda, tekrarlayan vergi silinmesiyle ödüllendirilen, hazineye en çok borç kilitleyen şirketlerdir. Bütün büyük kamu inşaatlarının, havaalanları, yol ve köprülerin, şehir hastanelerinin devlet garantili borçlanma ihalelerinin üstlenicileri de, hep aynı isimler olmuştur.
Dünyanın her yerinde kara paranın en rahat aklandığı inşaat sektörü, Türkiye’de en hızlı gelişen sektörler arasındadır. Çok sayıda ticari metanın dolaşımda olduğu sektör, kara paranın da izinin piyasada kaybolacağı imkanları yaratır. Kamu özel ortaklı inşaatların etrafında birçok şirket, fason kuruluş, konuyla alakalı alakasız kurumlar ve kuruluşlar beslenir ve bunlar yandaş şirketleri gönendirmeye kendisini adamış devlet arpalığından beslenmektedir. Hazine malı arazilerin, ormanlık alanların, maden bölgelerinin arsalaştırılması artık resmi çökme hamlesinin konusudur. Halkın ortak mülkiyetini gasp ederek özel sermayeye, inşaat tekellerinin kullanımına bırakan iktidar, kendi mensuplarının da bu ekonomik sürecin paydaşı olacağı biçimde davranır. Hatta bu dolaşım ve bölüşümün başlıca durağı, devletin kendi kurumları ve bu kurumların hepsinin bağlandığı merkezi otoritedir.
Merkezi otoritenin atadığı şahıslardan oluşan kabinenin belirli iş sektörlerinden gelen bakanlarının devlet imkanlarına en çok çökenlerden olması bir tesadüf değildir ve bu konudaki deneyimlerinden dolayı ödüllendirilmiş görünmektedirler. Atandıktan iki ay sonra kendi şirketine ihale kazandırarak piyasadakinden kat kat fazla karşılıkla kendi yönettiği bakanlığa dezenfektan satan ticaret bakanı profili, kabine profilinin ortalamasını açık eder.
Sedat Peker’in 8 Ağustos 2021’de sosyal medya hesabından paylaştığı twitlerle teşhir ettiği Burhan Kuzu vakası da, iktidar organlarının yerleşim mekanı olan Saray’ın, aynı zamanda çok sayıda arabuluculuk işlerinin düzenlendiği, ihale taşeronluğundan yer altı ekonomisinin trafiğini düzenlemeye kadar farklı görev alanlarına dağılmış personelin istihdam edildiği bir tekel haline geldiğini göstermektedir. Yazdığı kitapta tek adam sisteminin fikri çerçevesini çizen Anayasacı Prof. Burhan Kuzu, yerel ve uluslararası mafyanın işlerini gören, bunlarla devlet kurumları, emniyet ve adliye arasında hatırşinas ilişkiler kuran bir kişidir. İran’dan gelen kara paranın aklanmasında ve emniyetten adam kurtarmak için yaptığı aracılıkta bilerek Saray’ın telefonlarını ve iktidara yakınlığını kullanan Kuzu İran mafyası Zindaşti ile aynı fotoğraf karesine girmekte sakınca görmeyecek kadar pervasızdır. Ancak bu sadece ona özgü bir haslet değildir. Kendi piarını “terörle mücadele eden, yorulmak bilmez, korkusuz bakan” olarak yapan ve yaptıran Bakan Soylu başta olmak üzere, çok sayıda üst düzey bürokratın şaibeli kişilerle çekilmiş fotoğrafları iktidarın toplam ilişkilerinin kayıtlı belgesidir.
Peker’in itiraf ve ifşalarında yeniden gündeme gelen, Azerbaycan mafyasından gasp ederek Yalıkavak Marinasına “çöken” bütün zamanların baş mafyası, “derin devlet”in sütunu Mehmet Ağar’la Paramount oteline devletin tankıyla girerek mülke korkutarak el koyan EKBA Holding Yönetim Kurulu Başkanı Cihan Ekşioğlu yalnız değildirler! Burjuvazinin kutsal mülkiyet sistemi, yoksulların küçük hırsızlıklarının bedelini, örneğin baklava çalan çocuklara yaptığı gibi misliyle ödetse de, sermaye grupları arasındaki rekabette mafya usulü çöreklenme ve çökmelere ses çıkarmayarak yasa dışılığa göz yummaktadır. Gücü gücüne yetene dünyasında, ölçünün, siyasi yakınlık ve devletin en üst katının en çok yediği havuza kara paranın en çoğunu aktarma haline geldiği ilişkiler bütünü, aşağıdan yukarıya doğru kontrolsüz bir mafyalaşmanın da yolunu açmıştır. Mafya şirketleşmiş, devlet yönetimi şirketleşmiş ve şirketlerin büyük çoğunluğu da mafyalaşmıştır. Kapitalizm, Türkiye örneğinde, eski bir yarılmayı, yasanın bu tarafıyla karşı tarafını birleştirmiştir. Şimdi kentsel arazinin, ormanların, madenlerin, halka ait toprağın ve derelerin hepsine çöreklenmeyi hak bilen, bunun için yasayla oynayan, onu hiçe sayan oligarşinin kendisi için, mafya, bünyesinin dışına atılmış bir varlık değildir. Siyasi bünye mafyayı içerir; ondan beslenir ve kendisi de mafyalaşır.
Eski başbakan, yenilerde Cumhurbaşkanı Danışmanı Binali Yıldırım’ın oğullarının “gemicikleriyle” uyuşturucu ticareti yapması, bunların Man adasında 1 sterlinlik şirketler kurarak edindikleri kara parayı aklamaları muhtemelen bir iktidar görevidir. Çiller döneminde “terörle mücadeleyi finanse etmek için” memur edilen kontra-mafyanın yer ve el altından yaptığı kirli iş, bugün öyle görünüyor ki, bir devlet faaliyeti haline getirilmiştir.
Yıldırım ailesi, eski yeni içişleri bakanlarının oğulları, Sedat Peker’in “her ay on bin lira verdim” dediği milletvekili (M. Külünk olduğu ileri sürülüyor), servetinin kaynağında devlet ve belediyelerden aldığı nemaların bulunduğu ortaya çıkan Kavakçı ailesi mensuplar ve burada anılmayanlarla tamamlanan tablo, devletin bizzat suç ekonomisinin içine battığını, daha doğru bir ifadeyle bu trafiği yönetmeye uygun biçimde dönüştürüldüğünü gösterir. Ne var ki, kir bir paket halinde gelir. Yine Burhan Kuzu vesilesiyle su yüzüne çıktığı üzere, mafyaya fuhuş temin eden Aliye Uzun’un Saray’ın balkonunda, iktidar ünlüleriyle ve Erdoğan’ın kızıyla çektirdiği fotoğraflar, bir kez başladıktan sonra kirlenmenin kapsamının sınırlanamayacağını da göstermektedir. Kapitalist ahlaksızlık iktidarın merkezine yerleşmiştir.
Yakın geçmişte mafya liderinin etkili nüfuz alanına kalan arabuluculuk, bu iki olayın da tanıklık ettiği üzere merkezileşip kurumlaşmıştır. Bu kurumlaşma sürecini şansa bırakmayan siyasi yetke, sivil toplum kategorisinden addettiği vakıflar kurmuştur. Bu vakıfların yönetim kurullarının hepsi benzer isimlerden oluşur; siyasiler, akademisyenler, yandaş sanayiciler, yerel yöneticiler, başka vakıfların yöneticileri, işveren örgütlerinden isimler, çeşitli kurumların başkanları, banka müdürleri, bol unvanlı nüfuzlular, bu çok sayıdaki vakfın hepsinde, değişmez isimler olarak yer alırlar. Mütevelli heyetlerinin ortak iki ismi ise, Erdoğan’ın çocuklarınınkidir. İhalelerin “satışını” bu vakıflar düzenler. Devletin ve belediyelerin işleri için açılan ihalelerden aldıkları bağış ve destek “hamili kart yakini” bankalarda kısa bir süre kaldıktan sonra bir başka vakfa ya da kişisel hesaba aktarılır ve giderek rüşvetin kaynağı kaybolur, para temizlenir. Böylece yandaş sermaye devlet kaynaklarını sömürürken, bu imkanı sağlayan mütevelli heyetindeki atanmış nüfuzlu kişiler şahsi kazanç elde ederler.[20]
Mafyatik ekonomik ilişkilerin siyasi kurumlarda yol açtığı değişikliklere, uyuşturucu ticaretindeki değişimleri de eklemek gerekir. Türkiye bugün uluslararası narko ekonominin transit merkezlerinden biridir. Afganistan’dan Kolombiya’ya kadar, gelen ve giden kokain ve eroinin Avrupa’ya ulaşmasında, Ortadoğu’ya yayılmasında başrolü oynayan ülkelerden biri haline gelmiştir. Bunun gerektirdiği biçimde; 4,5 ton eroinin limana güvenli bir biçimde ulaşabilmesi için yükleme yapılan ülkeden alıcıya kadar her aşamada işi sağlama alan bir bürokratik düzen kurulmuştur. Öyle ki, artık Türkiye’deki iktidar narko ekonomiyi de yöneten ve bunun sayesinde zenginleşen, ekonomik bir tekeldir. Karar merkezinin tek elde toplanması da bunu kolaylaştırmıştır. Ayakkabı kutularında saklanan paralar döneminin üzerinden çok az zaman geçmesine karşın uyuşturucudan elde edilen gelir devasa boyutlara ulaşmış ve ayakkabı kutuları dönemi geride kalmıştır.
Mafyalaşmanın en önemli kriterinin uyuşturucu ticaretine yaklaşım olduğu kabul edilirse, Türkiye bu bakımdan bir hayli yol almış görünüyor. Sık sık adları uyuşturucu kaçakçılığıyla birlikte geçen bakanlar, evlatları ve yakınları, bu suç ekonomisini merkeze taşımışlar veya bunun için güvenilir kaynaklar olarak memur edilmişlerdir. Özel bir mafya grubunun aracılığına gerek olmaksızın siyasetin subaşında duranların mafyalaşması sayesinde haracı bunlar keser, rüşveti bunlar alır, nakliye işini bunlar üstlenir ve aklanmış parayı bunlar bölüşür. Mafya, iktidar ilişkilerinin başladığı yerdedir, kanun kapısının dışında değil.
Bu mafyalaşmanın iç ve dış politikadaki karşılığı, içerde iç hukukun esnekleşmesi, dışarıda da uluslararası sözleşmelerin ve yasaların sürekli baypas edilmeye çalışılmasıdır. Yine Peker’in videolarında anlattığı üzere, yönetim, Suriye’ye bir mafya reisinin yardım adı altında götürdüğü tırlara silah dolu Sadat kamyonlarının eşlik ettiğinin ortaya çıkmasından rahatsız olmamıştır. Para-militer çeteler kurmuş, bunları Suriye’de beslemiş, orada işi bitenleri Libya’ya götürmüş, Akdeniz ve Ege’de korsanlık yapmaya kalkmış ve her seferinde “emperyalistçilik” oynamaya çalışmasının bedelini ödemiştir.
İktidar, oyun oynama hakkını da bölüşmüştür aslında. İçişleri Bakanıyla bozuşuncaya kadar AKP’yi desteklemek için mitingler yapan, “Kanınızda banyo yapacağız” diye akademisyenleri ve muhalefeti tehdit eden Sedat Peker’in giymeye çalıştığı siyasi giysi ne kendisine ne de iktidara dar geldi. Zaten rollerin birbirine karıştığı; yeraltı ile yerüstünün iç içe geçtiği, mafya ile nüfuzlu siyasetçi arasında ayrımın kalmadığı bir ortamda gelmeyecektir de. İçişleri Bakanının “kendisini devletin yerine koymakla” suçladığı Peker, “kendisini mafyanın yerine koyan içişleri bakanını” ondan önce fişlemiştir.
Sonuç olarak denebilir ki; kapitalizmin kuruluş döneminden beri eşlikçisi olan mafya, bugün dünyadaki genel eğilimin de gösterdiği gibi, daha fazla kâr ve artı değer peşindeki sermayenin genişleme olanaklarından biri haline gelmiştir. Öyle ki, buna uygun siyasi biçimlenmenin en göz alıcı örneğinin ortaya çıktığı Türkiye’de, mafya, devletin içkin bir uzvu konumundadır. Eskiden birtakım karanlık tiplerin gerçekleştirdiği uygunsuz ticaret, bugün kameraların, spotların önünde, kürsünün üstündeki zevat ve bizzat yasal kılıfı uydurulmuş kurumlar tarafından yapılmaktadır. Altı çizilmesi gereken ise, mafyatik ticaretin öznelerinin ve bunlara karşı devlet tutumunun dönüşmesi değil bu ilişkilerin birbirine dışsallaşmamış bir biçim edinerek dönüşmesidir. Böylece mafya faaliyeti meşru bir servet edinme tarzı olur, bölüşüm sistemi de mafyatikleşir. Makam, mevki, maaş, iş, yardım ve desteklerin dağıtımı, artık hak ve hukuku sabitleyen yasal kuruluşa göre değil, parti klanına dahil oluş biçimine, derecesine, militanlığın kanıtına göre yapılmaktadır ki, en tehlikeli gelişme de budur.
Bu noktaya, işçi sınıfının hak mücadelesindeki gerilemenin, örgütlenmesindeki zafiyetin ve çok yönlü saldırılar altında yeterince direnç gösteremeyen muhalefetin oluşturduğu tabloda göze çarpan genel zayıflığın sonucunda gelindi. İşçi sınıfı mücadeleleriyle kuşatılmadığı takdirde kendi aslına dönmekte, vahşileşmekte hiçbir sakınca görmeyen kapitalizmin, daha fazla kâr ve servet için önüne çıkan her fırsatı değerlendirmesi eşyanın doğasına uygundur. Mafya, emekçilerin mücadelesinin kazanımlarının bir gereği olarak, hukukuna ve kılıfına uydurulmuş bir kapitalizmin göz önünden uzak tuttuğu türeviydi. Şimdi sahip olduğu ekonomi dışı zoru, resmi devletin gönül rızasıyla kullanabileceği siyasi ve ekonomik bir güce kavuştu; ve onunla iç içe geçti.
Panzehiri ise, yeniden güçlenmiş bir işçi sınıfı ve onun sosyalizm için verdiği mücadeledir. Bu yolda her kazanım mafyayı ve mafyalaşmış devleti mağarasına geri göndermek için atılan bir adımdır.
[1] Southwell, D. (2009) Organize Suç Tarihi, çev: B. Köseoğlu, 1. Basım, Kırmızıkedi Yayınları, İstanbul. sf. 7.
[2] Ziegler, J. (2009) Suçun Derebeyleri: Demokrasilere Karşı Yeni Mafyalar, çev: A. C. Akkoyunlu, 1. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul, sf. 23.
[3] Southwell, Organize Suç Tarihi, sf. 54-55.
[4] Arlacchi, P. (1991) Mafya Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev. B. S. Şener, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 49.
[5] Arlacchi, age, sf. 107
[6] Özbudun, S. vd. (2006) Mafya Narkoekonomi, Susurluk, Şemdinli, 1. Baskı, Ütopya Yayınevi, Ankara, sf. 38-39.
[7] Southwell, Organize Suç Tarihi, sf. 85-86.
[8] Benazir Butto döneminde Pakistan’da siyasi partiler üzerinde etkili hale gelen uyuşturucu patronları devlet kurumlarının da yerleşimcisi olabildiler. Paranın kazandırdığı güç onları askeri, idari ve iktisadi mevkilere taşıyabildi. Rio’daki yeryüzü zirvesinde Pakistan’ı temsil eden kişi bir eroin kaçakçısı ailenin mensubuydu… (Özbudun vd., Mafya Narkoekonomi, Susurluk, Şemdinli, sf. 65)
[9] “Başbakan Turgut Özal’ın ekonomi politikası ‘ülkeye döviz gelsin de nereden nasıl gelirse gelsin’ anlayışına dayanıyordu… Yasalarda yapılan düzenlemeden önce Davos’ta ünlü silah ve uyuşturucu kaçakçılarıyla zirve düzenledi. Ülkenin içinde bulunduğu döviz sıkıntısına çözüm aranan toplantı Zürih’teki Dolder Oteli’nin bir odasında gerçekleşti. Toplantıya, uyuşturucu kaçakçısı Berber Yaşar, kara para trafiğini yöneten Lübnanlı Muhammed Şekerciyan, hayali ihracatçı Uğur Süzer, Dündar Kılıç’ın madencilik şirketindeki ortağı olan eski Genelkurmay Başkanı Necret Üruğ’un oğlu Hadi Üruğ, kara para aklayıcısı Yakup Kefeli ile Suphi Aşıcıoğlu, altın ve döviz kaçakçısı, hayali ihracatçı Turan Çevik ve Behçet Cantürk’ün ortağı Emin Görpe ile altın kaçakçısı Yaşar Aktürk katılıyor. Masanın karşı tarafında ise devleti temsilen de Özal’ın ekonomi danışmanı Güneş Taner, Ahmet Özal, Milletvekili Mehmet Perçin ve Emlakbank Genel Müdürü Bülent Şemiler oturuyordu. Bazı iddialara göre, Başbakan Özal ile Tekirdağ Milletvekili Ahmet Karaevli de bu toplantıya iştirak etti…” İlknur M., Özdilek Z. ve Özer T. (2021), “Başbakan kara para aklayıcılarla toplantıda: Çakıcı, Yılmaz, Drej Ali…”, Cumhuriyet Gazetesi, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/basbakan-karapara-aklayicilarla-toplantida-cakici-yilmaz-drej-ali-1840333
[10] 1. MİT Raporu, 1986, Banker Bako Olayı, Polis İçindeki Çekişme ve Yeraltı – Polis – Kamu
Görevlileri İlişkileri, http://hafimevzular.blogspot.com/2010/09/1-mit-raporu-banker-bako-olay-polis.html
[11] Özelleştirme bu dönemde mafyaya bir tür kaynak aktarma mekanizmasına dönüştü. Mafya serveti de bu suretle kara parayı aklama imkanı buluyordu. Mafya o kadar çizmeyi aşmıştı ki sermaye örgütleri bile bu çok göze batan durum karşısında tutum beyan etmek zorunda kalmıştı. IMF açıklamalarında ‘özelleştirme mafyanın gözdesi’ durumuna gelmişti diye yazmaktaydı. İTO Başkanı Mehmet yıldırım ‘çetelere komisyon ödemeden devlet ihalelerine katılmak imkansız’ açıklamasını yaptı. TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayıhan da Yüksek İstişare toplantısında siyasilere ‘üzerinizdeki çete gölgesini kaldırın’ çağrısında bulunmaktaydı. Alıntılayan; Devrimci Yolda Özgürlük Dergisi, Kaynak: Hürriyet, 27.9.1998. http://ozgurluk-dergisi.org/arsiv/brosurler/kriz-ve-ozellestirme-politikalari
[12] Banka hortumlama yolsuzluğu listesinde adı geçenlerden bazıları şöyle: Murat Demirel-Ege Bank, Cavit Çağlar-İnterbank; Korkmaz Yiğit-Bank Express; Ali Avni Balkaner-Yurtbank; Hüseyin Bayraktar-Ege Bank; Hayyam Garipoğlu-Sümerbank. Devlet, içi boşaltılan ve devleti 10 milyar dolar zarara sokan 8 bankaya 2000’li yılların başında el koydu. Bu bankalarda toplanan mevduatların off shore bankalara akıtıldığı ve orada izini kaybettirerek aklandığı ortaya çıkmıştı. (Akçura, B. (2006) Derin Devlet Oldu Devlet, 1. Basım, Güncel Yayıncılık, İstanbul, sf. 327, 328)
[13] Özbudun vd., Mafya Narkoekonomi, Susurluk, Şemdinli, sf. 176.
[14] Uzun bir dönem Türkiye’nin ABD Büyükelçiliği’ni yapan CHP milletvekili Şükrü Elekdağ şöyle söylemişti: “Devletin zafiyeti, Türkiye’yi bir kara para cenneti haline getirmiştir. Siyasetçi, bürokrat, mafya üçlüsünün kara para aklama amacıyla başvurdukları yolsuzluklar, toplumun dokusunu ve ahlakını bozmuş, bürokrasisini, yolsuzluk ve rüşvete yöneltmiş, hukuk devleti için yıkıcı sonuçlar yaratmış ve devlet otoritesini zaafa uğratmıştır… Ülkenin siyasi liderleri ve bürokrasisi kendi elleriyle kara parayı ve mafya örgütlerini siyaset çarkının içerisine sokmuşlardı. Bugün şikâyet edilen çürümüşlüğün kökleri Özal’ın izlediği politikalarla beslendi.” Evrensel (2004) “Hayali İhracattan Sıcak Paraya…”, https://www.evrensel.net/haber/151722/hayali-ihracattan-sicak-paraya
[15] 1. MİT Raporunda geçen ifadelerden: “Hüsamettin CİNDORUK ve Dündar KILIÇ’la yakınlığına değinilen Nuri GÜNDEŞ’in, Dündar KILIÇ’la ilgili soruşturma sırasında Şükrü BALCI, İstanbul Valisi Nevzat AYAZ ve Fahrettin ASLAN’la birlikte gayrimüslimlerden külliyetli miktarda haraç alınması olayına adı karışmış, ancak bu konu bilahare çeşitli gerekçelerle örtbas edilmiştir. Bu olaya Cengiz ABAOĞLU, Nuri GÜNDEŞ’in akrabası Hacı Ali ASLAN ve diğer birkaç MİT mensubunun da adı karışmıştır. Süleyman DEMİREL’le yakınlığı olan Fikri ERDÖŞ zamanında bu yakınlıktan istifade ile Yapı Kredi ve İş Bankası’ndan büyük krediler almış, BAKO’nun da oturduğu yalı İş Bankası kanalıyla satılmıştır.
(1) Başak Grubu sahipleri Ertan SERT ve Turan ÇEVİK’ten himaye edilmelerine karşı 60 milyon TL aldığı,
(2) Aynı tarihlerde eski MİT Müsteşar Yardımcısı Nihat YILDIZ’ı Başak Holding’e soktuğu,
(3) Başak Holding’in 300 milyonluk bir borcunu banka müdürüne baskı yapıp ertelettiği,
(4) Erdoğan DEMİRÖREN’in Arşimidis işini kapattırdığı,
(5) Emin CANKURTARAN’ın gümrük işlerine yardım ettiği ve bu meyanda Emin CANKURTARAN’ın Edirne’de takılan bir TIR’ını Kapıkule Gümrük Müdürü Birol KALKAN kanalıyla kurtardığı, Birol KALKAN’ın bu iyiliklerine karşılık Mataracı davasında korunduğu…” http://hafimevzular.blogspot.com/2010/09/1-mit-raporu-banker-bako-olay-polis.html
[16] Yeni Yüzyıl, 23 Mayıs 1996 nüshası
[17] Özelleştirme kapsamına alınan Türkbank’ın ihaleye çıkarılması üzerine bu bankaya talip olan Erol Evcil, Türkbank yöneticisi ile anlaşamayınca Çakıcı’dan yardım istedi. Çakıcı hemen harekete geçerek bankanın yöneticisinin tehdit ile korkutulmasını sağladı. 1 Mayıs 1997 akşamı Flash TV’de bir programa yurtdışından bağlanan Çakıcı, Türkbank’ın arkadaşı Erol Evcil’e satışı için Başbakan Tansu Çiller’in eşi Özer Çiller’in 20 milyon dolar komisyon istediğini öne sürdü. Çakıcı’nın, aynı programda Tansu Çiller hakkında da ağır ithamlarda bulunması üzerine Flash TV o gece 30-40 kişilik bir grup tarafından basıldı. Türkbank, Mesut Yılmaz döneminde Korkmaz Yiğit’e satılacaktı. (Özbudun vd., Mafya Narkoekonomi, Susurluk, Şemdinli, sf. 183)
[18] 1985’ten başlamak üzere özelleştirmelerdeki ‘yolsuzluklar’ Petrol İş’in hazırladığı Özelleştirme Suç Dosyası’nda raporlaştırdı. POAŞ başlığı altında şöyle yazıyor: “POAŞ’ın yüzde 51’lik kamu payı blok olarak 1.260 milyon dolar bedelle İş-Doğan Petrol Yatırımlar A.Ş.’ye devredilir. Satış sözleşmesinde devletin denetimini sağlayan 5 yıl süre ile geçerli imtiyazlı hisse ve kalan yüzde 42.3 kamu payının halka arz edileceği tanzim edilir. Bu özelleştirme işlemi topluma çağın en büyük peşin satışı olarak sunulur. Ancak 500 milyon doları bu yatırım grubu tarafından kalan 760 milyon dolar ise Vakıfbank’ın da içinde bulunduğu 9 bankanın oluşturduğu konsorsiyumdan alınan kredi ile ödenir…” Yani özelleştirmenin bedeli vaat edildiği gibi değil devlet kaynaklarından alınan krediyle ödenmiştir. Bu kredinin geri ödenmesiyle ilgili bilgi yok. Petrol İş, Özelleştirme Suç Dosyası, https://www.petrol-is.org.tr/haber/ozellestirme-suc-dosyasi-1005
[19] Milli İstihbarat Teşkilatı’nın 17 Kasım 1996’da hazırladığı “Çiller Örgütü” Raporunda Tansu Çiller, Özer Çiller, Fethullah Gülen, Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’nın adı geçer. Milliyet’te daha sonra çıkan habere göre Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun kamuoyuna açıklamadığı, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın talimatıyla hazırlanan “gizli” MİT raporunda, “Susurluk olayı” şöyle anlatılıyor: Susurluk Olayı; devletin içinde kontrolsüz güçlerin varlığını, Bu güçlerin devletin ihtiyaçları dışında istenmeye faaliyetlere yönelebildiğini, Güvenlik kuvvetlerini, resmi güçler dışında bazı unsurları da devlet görevi adı altında kullandıklarını, Devletin bazı belgelerinin pasaport vs. gibi gayri kanuni unsurlara verildiğini, Devletin aynı kuruluş içerisinde farklı anlayışta olanların birbirleriyle devletin olanaklarını kullanarak mücadele edebildiklerini, İstihbarat ve örgütlü operasyonlarda çok başlılığının bulunduğunu, merkezi kontrolün yeterli olmadığını, Gizlilik taşıması gereken devlet belgelerinin ve faaliyetlerinin dahi kolayca açıklanabildiğini, tartışılabildiğini, Kontrolsüz güçlerin bazı siyasi güçler ve kişilerce desteklendiğini, Devlet adına yapıldığı öne sürülen işlerde dahi büyük miktarlarda maddi çıkarların söz konusu olduğunu, (Abdullah Çatlı’nın şirketleri ve malvarlığı gibi) gösterecek nitelikte emarelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çok Gizli Belgelerden Çiller Özel Örgütü Çıktı, Milliyet, 31.12. 2012 https://www.milliyet.com.tr/siyaset/cok-gizli-belgelerden-ciller-ozel-orgutu-cikti-1649176
[20] Bkz. Ağırel, M. (2020) Sarmal, 1. Basım, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul.