Arif Koşar
GİRİŞ
Alman faşizmi üzerine sayısız belgesel ve kitapta Nazi partisinin kurucularına, onların fikirlerine ve özellikle iktidar olduktan sonra yaptıklarına odaklanılır, bunlar belge ve tanıklarla anlatılır. Gerçekten Nazilerin çoğu ırkçı ve antisemitti. “Alman ırkın” üstünlüğüne, Yahudilerin onu zayıflatan zehirli bir ırk olduğuna inanıyorlardı. Versay Antlaşması ile Almanların aşağılandığını, ulusal onurlarının ayaklar altına alındığını düşünüyorlardı. Bu anlatıya göre Naziler ırkçı, anti-liberal, devletçi, militer ideolojileri ile, kitlelerde zaten var olan gizli antisemitizmi açığa çıkarmış, onların desteğini almayı başarmış, böylece iktidar olmuştu. 1929 krizi, rekorlar kıran enflasyon, işsizlik ancak toplumsal manzarada yer alan öğeler olarak bu anlatıda kendine yer bulabilirdi. Bazı kapitalistlerin Nazilere desteği de halkın desteğinden pek farklı sayılmazdı. Ne de olsa kapitalist de son tahlilde bir bireydi. İktidara gelen faşizm olsa olsa bir hastalıktı ve ifadesini sapkın kişiliği, narsizmi, iktidar hırsı, siyasal rakiplerini yok etmesi, katliamları ve soykırımı ile Hitler’de buluyordu.
Freud’un ilk kuşak öğrencilerinden Wilhelm Reich, ünlü kitabı Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’nda faşizmi, “en katkısız biçimiyle, sıradan orta sınıf insanının bütün akıldışı ruhsal tepkilerinin toplamı” olarak tanımladı.[1] Irkçı nefretin siyasal karşılığının faşizm olduğunu ileri süren Reich’e göre, dünyanın dört bir yanında ırksal önyargıların varlığı, faşizmin uluslararası bir fenomen olduğunu gösteriyor. Bu evrenselliğin kaynağı ise her insanın sahip olduğu “bilinçaltı”. “Irkçı öğreti, bedensel boşalma güçsüzlüğü çeken insanın kişiliğinde dışavuran dirimsel bir hastalıktır.”[2]
Faşist ideoloji ile bilinçaltı korku ve güdüler arasında kurulan ilişkinin bu indirgemeci hali, psikanalitik yöntemi toplum bilimlerine kabaca boca etme ile sınırlı bir hata değil. Reich’in yöntemini asıl sorunlu kılan şey faşizmi bireyin herhangi bir özelliğine indirgemesidir. Bu bireyci metodoloji ile faşizm, bilinçaltı güdüler mevzu bahis olmasa bile, buhran içindeki bireyin eylemi, kötücül doğası, ırkçılığı ya da iktidar hırsı ile açıklandı.
Bireylerin tek tek “benimsedikleri” varsayılan kültür, ideoloji, ulusal karakter ya da kitle psikolojisi ile faşizmi açıklamak da analize daha sosyolojik bir görünüm kazandırmanın ötesine geçemez. Bu yaklaşımlardan birinde, faşizm, devlete körü körüne bağlılık, gaddarlık, saldırgan milliyetçilik gibi Alman ulusunun karakteristik özelliklerinin bir yansıması varsayılmaktadır. Buna göre, kapitalist dönüşümün daha çok devlet kanalı ile organize edildiği, feodalite ve bürokrasinin siyasal ve kültürel etkisini sürdürdüğü Almanya’da “devlet”in etkili varlığı, devletçi bir ideoloji olarak tanımlanan faşizmin yükselişinde belirleyici unsur oldu.
Böylece tek tek bireyler için ifade edilen özellikler, bu sefer bir bireyler toplamı olarak görülen “kitle” ya da “ulus”a atfedilmiştir. “Kitle”nin sahip olduğu düşünce, ideoloji ya da içine düştüğü bunalım faşizmin açıklanmasında kritik bir unsura dönüşür. İtalyan düşünür Benedetto Croce’ye göre faşizm, “savaşın ürettiği bir bilinç çöküntüsü, bir uygarlık bunalımı ve sarhoşluğun sonucu”dur. Bilinç çöküntüsü düzeldiğinde, bunalım son bulduğunda ve sarhoşluğun ertesi günü baş ağrısı ile uyanıldığında faşizm parantezi de kapanmıştı!
Bu makalenin konusu, bireyci metodolojinin faşizm kuramındaki özgün ve yaygın kullanımının eleştirisidir. Bu yöntemle faşizm, faşizmi isteyen bireylerin ya da liderlerin etkili eylemine bağlanır, siyasal manzara faşist hareket ve diğer partiler arasındaki mücadeleye indirgenir. Burada, kapitalistler sadece bireyler olarak vardır. Faşist hareketlerin tarihsel bir analizi, elbette bireylerin rolü ve etkisinin incelenmesini, ama bunun kapitalist üretim ilişkileri ve sınıf mücadelesi bağlamına yerleştirilmesini gerektirir. Bu yapılmadığında, faşizm kaçınılmaz olarak bireylerin serbestçe aldıkları kararlara, öfkelerine, hırslarına, planlarına ya da sapkınlıklarına indirgenir. Ancak ne bir devlet biçimi olarak faşizm ne de toplum bireylerin aritmetik bir toplamı değildir.
“SOYUT İNSAN” VE FAŞİZM
İnsanın, eylemi vesilesiyle diğer insanlarla girdiği ve girmek zorunda olduğu karşılıklı ilişkilerin kurumlar biçiminde yapısallaşması, devlet gibi kurumların yer yer özerk bir nitelik kazanarak sanki üretim ilişkilerinin dışında ve üzerindeymiş gibi bir görünüm almasına neden olmuştur. Çok yönlü toplumsal ilişkilerin özgün ve yoğunlaşmış bir uğrağı olması ve ayrıca hukuki, askeri, iktisadi, politik konularda bir “özne” olarak karar alma gücüne haiz olması devleti tarih boyunca özel bir ilgi ve analiz “nesnesi” haline getirmiştir.
Bu, literatürde, siyasal egemenliğe ilişkin bir tartışmadır. Orta Çağ boyunca egemenliğin meşruiyet kaynağı kurumsal din oldu. Kral, imparator, sultan, padişah, han gibi isimler alan hükümdar, tanrının yeryüzündeki temsilcisi kabul edildi. 15. yüzyıldan itibaren siyasal egemenliğin dini biçimler altında tanımlanması yetersiz kalmaya, gerçek durumu açıklayamamaya başladı.[3] Bu, sömürgelerle “ticaret”in ve toplum içinde ticari ilişkilerin geliştiği ve “burjuva birey”in tarih sahnesine çıktığı bir dönemdir. Rönesans’ta görüldüğü gibi sanat, bir süre sonra da felsefe, “özgür iradesi” ile insanı düşüncesinin merkezine aldı. Bu soyut insan, elbette, mülkiyet sahibi “burjuva insan”dı. Böylece devletin temeli din olmaktan çıkarken, yerini bu özgür insan, onun özgür iradesi ve kararları alıyordu.
Devletin varlığı ve hatta biçiminin bireylerin “özgür irade”si temelinde açıklanmasının tipik biçimini toplumsal sözleşme kuramlarında görebiliriz. 17. yüzyılda İngiliz Filozof Thomas Hobbes (1588-1679), İngiltere’nin büyük iç çalkantı ve mücadelelerden geçtiği bir dönemde mutlak monarşiyi seküler temelde savunan bir egemenlik teorisi geliştirdi. Bu henüz liberal bir devlet kuramı değildi. Ancak, kuramın merkezine, birbirinin kuyusunu kazanan soyut insanı ya da burjuva bireyi yerleştirerek ilk adımı attı. Devletin zorunlu varlığını kanıtlamak isteyen Hobbes, mutlak bir özgürlüğün egemen olduğu bir tür “doğa durumu”nu varsaydı.[4] “İnsanlar, hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır.”[5] “Doğa durumu”nda insanlar birbiriyle savaş halindedir. Mülkiyet, adalet ve yaşam güvencesi yoktur. İnsanlar bu durumdan çıkmak için can ve mülkiyetlerini teminat altına aldığı bir anlaşma yaptı: “toplumsal sözleşme”. Hobbesçu düşüncede mülkiyet yasalarla güvence altına alınmıştır ve adaletin temelini teşkil eder. Mülkiyet ve adaletin tesisini mümkün kılan unsur devletin/egemenin kendisidir.[6] Bu sözleşme ile insanlar mutlak özgürlüklerinden vazgeçti, haklarını egemene devretti.[7]
Başka bir İngiliz Filozof John Locke (1632-1704), Hobbes’tan kısa bir süre sonra ticaret burjuvazisi ve yerel feodal güçlerin çıkarlarını yansıtan bir toplumsal sözleşme kuramı geliştirdi.[8] Felsefi liberalizmin kurucusu olarak kabul edilen Locke, mülkiyet hakkının savunucusu olarak öne çıktı. Locke’un varsaydığı “doğa durumu”nda yasa (doğa yasaları) ve doğal haklar (mesela mülkiyet hakkı) vardır. Emek mülkiyetin temelidir. Bir çiftçi bir toprak parçasını işlediğinde o toprağın mülkiyetine sahip olur.[9] Ancak doğa yasalarının spesifik durumlarda uygulanmasını ve doğal hakları koruyacak bir ortak iradenin tesisi gerekir. Böylece bireyler bir sözleşme aracılığıyla hukuki-politik yapıya geçer ve siyasal iktidar kurulur. Hobbes’un aksine bireyler haklarının tümünü değil bir kısmını devlete devreder ve devletin temel görevi mülkiyetin korunmasıdır.[10]
Bütün bu sözleşme kuramlarında, iyi ya da kötü ama sabit bir “öz”ü bulunan insanlar, yaşadıkları sorunları aşmak üzere, karar alıp gönüllü bir biçimde “doğa durumu”ndan “toplum durumu”na (ya da “politik toplum”a) geçiyor ve devleti kuruyor. Özne, özgür irade sahibi soyut insan. Bu insan o kadar soyut ki, başlangıçta, yani “doğa durumu”nda, toplumun dışında tek başına yaşıyor. Bu soyut insana dayalı devlet/egemenlik kuramında elbette sınıflara yani somut insana yer yoktur.[11]
Sonda söylenecek başta söylenecek olursa, burjuva sözleşmeci devlet kuramının merkezine konulan “soyut insan” hiçbir zaman var olmadı.
Henüz 19. yüzyılda yapılan siyasal antropoloji çalışmalarının gösterdiği gibi ne “doğa durumu” ne “doğa durumu”nda yaşayan soyut atomik birey ne de bir sözleşmenin ürünü olarak devlet vardı. İnsanlar, ilkel devletsiz toplumlarda dahi saf “bireyler” olarak değil, aile, gens ya da kan bağı temelinde akrabalık ilişkileri içinde yaşadı. İlkel toplumun avcı-toplayıcı iktisadi ilişkileri ve kültürel değerleri bağlamında hayatlarını kurdu. Ortak bir var oluşun parçası oldu.[12] İnsan, türünün evriminin ilk aşamasından itibaren daima toplumun içinde, ilişkileri ve pratiği ile onun bir parçası oldu. Toplum öncesi insan olsa olsa “makul-öncesi”[13] insandı.
Bu açıdan her birey, ancak topluluk içindeki pratik eylemi ve ilişkileri temelinde var olur, eylemi ile hem doğayı/toplumu, hem de kendini değiştirir. İnsanın varlığı kendi içsel “öz”ünün gelişip serpilmesiyle değil, toplumsal ilişkiler içindeki etkileşimleri ve dahil olduğu koşul ve zorunlulukların birliği ile şekillendir. Marx’ın Feuerbach üzerine tezlerinin altıncısında dediği gibi, “… insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.”[14]
Soyut insan ya da sabit bir insan doğası yoktur, belirli nesnel koşullar içerisinde eyleyen, yani sınıflı toplumlarda olduğu üzere bir toplumsal sınıfın bileşeni olan insan vardır. Özel olarak faşizm, genel olarak da siyaset “soyut” değil, ancak somut insan ve somut insanların oluşturduğu tarihsel sınıflar temelinde anlaşılabilir. Ayrıca üzerinde hareket edilen ve veri alınması gereken tarihsel koşullar söz konusudur. Çünkü, “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, ancak bunu serbestçe, kendi belirledikleri koşullar altında değil, ama daha önce var olan, verili ve geçmişten aktarılan koşullar altında yaparlar.”[15]
***
Buraya kadar, kapitalist ticari ilişkilerin feodal toplumun bağrında gelişmesi ve buna paralel olarak devlet teorisinin “burjuva birey”/“soyut insan” temelinde kurulması üzerinde duruldu. Aynı tartışmanın diğer bir önemli yönü ise, devletin kendisine ilişkin temel varsayımlardır ve bunlar bugün de hala egemendir. “Doğa durumu”ndaki bireyler “toplum durumu”na geçtiklerinde yasalar herkesi bağlayıcı bir nitelik kazanır, mülkiyet hakkı temel olmak üzere halkın “doğal haklar”ı güvence altına alınır ve bütün bunları “genel irade”nin temsilcisi olarak devlet tesis eder. Böylece devlet bir yandan “soyut birey”e ve onun “özgür iradesi”ne indirgenirken, diğer yandan sınıflar/bireyler arasındaki çelişki ve çatışmaların üzerinde tarafsız bir konuma yerleştirilir ve böylece bireylerin faaliyet alanı olan “burjuva toplum”dan koparılır.
18. yüzyıl politik ekonomisi ve felsefesinde “burjuva toplum” kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle ortaya çıkan ve devletin dışında kalan, çoğunlukla, iktisadi faaliyetleri tanımlayan toplumsal alandır. Hem sözleşmeci gelenekte hem de liberal politik ekonomide ve farklı bir bağlamda Hegel’de devlet, burjuva toplumdaki rekabetin, tikelliğin ve çelişkilerin üstünde konumlanır. Evrenselliği temsil eder.
Marx ise devleti, doğrudan “burjuva toplum”a, onun çelişki ve çatışmalarına bağlar:
“Araştırmalarım, beni, —devlet biçimlerinde olduğu gibi— hukuki ilişkilerin de, ne kendilerinden, ne de ileri sürüldüğü gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürleri gibi, ‘burjuva toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve burjuva toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna götürdü.”[16]
Devlet, Hegel’de, insan ve “burjuva toplumu” kuran ahlaki ilkenin cisimleşmiş hali iken Marx’ta “burjuva toplum”a ve üretim ilişkilerine bağlandı. Devlet, insan toplumunun gelişiminin belli bir aşamasında ortaya çıktı. Ancak insanların özgür iradeleri ile verdikleri bir karar ya da anlaşma sonucu değil, toplumun bir kesiminin diğerleri üzerindeki iktisadi egemenliğinin bir unsuru olarak, bu egemenliği korumak üzere tarih sahnesine çıktı. Sınıfların oluşumu ile devletin ortaya çıkışı aynı madalyonun iki yüzüdür. Devlet, bir sınıfın diğer sınıf üzerinde baskı ve egemenlik aracıdır. Bu nedenle, sınıfsal çelişki ve çatışmaların dışında/üzerinde olmak bir yana anlamını, varlığı ve “öz”ünü bu bağlamda kazanır.
“SOMUT İNSAN” VE FAŞİZM
Belirli tarihsel ve toplumsal koşullardaki “somut insan”ın varlığı elbette sadece üretim sürecindeki konumu ile sınırlı değil. Toplumsal cinsiyete, ulusal ya da etnik kimliğe, dünya görüşüne, aile ilişkisine, statüye vb. sahiptir. Ancak insanın bütün bu “kimlik” ve ilişki biçimlerinin üzerindeki yükseldiği temel üretim ilişkileridir.
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır.”[17]
Konu, faşizm kuramı ve faşizmin ele alınışına dair metodolojik bir tartışma olduğunda, somutluğun ilk durağı, yukarıda açıklanan nedenlerle, sınıf ilişkileri olmak durumunda. Bu, faşist harekette ve iktidarında, diğer ilişki biçimlerinin etkili olmadığı anlamına gelmez.
Faşizmin deneyimlerinin bireyci metodoloji ile analizinde temel sorun, Nazi hareketi, hatta Hitler’in dünya görüşü, psikolojik sorunları, takıntıları, huzursuzlukları, içinde doğduğu kültür ve kişisel yaşam hikayesi ya da rastlantılarla ilgilenmesi değildir. Gerçeğe en yakın toplumsal analiz, ekonomik koşul ve koşullanmalar, siyasal atmosfer ve güç ilişkileri, hukuki/yasal çerçeve, yaygın ideolojiler, kültürel gelenek ve eğilimlerin yanı sıra, doğrudan aktörlerin kişisel dünya görüşleri ve biyografik hikayelerini de dikkate almak zorundadır. Sorun, kişiye ait olanı, toplumsal ve sınıfsal bağlamla birlikte alma yeteneğini gösterememesidir. Burjuvazinin egemenliği koşullarında bu bağlamın atlanmış olması bir rastlantı olmaktan çok, faşizmin gerçek toplumsal/sınıfsal temellerinin gizlenmesi ile ilgilidir.
Örnek vermek gerekirse, ekonomik krizler, genellikle çeşitli nedenlerle şirketlerin ürünlerini yeterli kâr elde edecek şekilde satamaması ve iflas etmeleri biçiminde kendini gösterir. Kâr edemeyen işveren batar, yeterince ihtiyaçlarını karşılayamayan tüketiciler yoksulluk batağına saplanır. Ama insanların bu “eylem”lerinin ifade edilmesi, krizin yapısal ve konjönktürel nedenleri hakkında bir şey söylemez. İnsanların bu “eylem”leri neden gerçekleştirdiği, onları bu sürece hangi iktisadi koşul ve sınıfsal ilişkilerin sürüklediği, asıl sorun budur ve bu bireylerin eylemlerinin ötesine geçen bir toplumsal tahlili zorunlu kılar. Bu, yapısalcı geleneğin yaptığı gibi insan eylemini yapının otomatik bir sonucuna indirgendiği anlamına gelmez, ancak örneğin sermaye birikimi gibi iktisadi işleyiş ve yasaların kapitalistin eylemlerini koşulladığı ve belirli zorunlulukları dayattığı anlamına gelir ki, bu da krizin bireylerin ötesinde toplumsal olgularla analizini gerektirir.
Tıpkı faşizm kuramının, bireylerin faşizmi benimsemesinin ötesinde, onları faşizme sürükleyen koşulları ve daha da önemlisi bir devlet biçimi olarak faşizmin kapitalist ilişki ve sınıflar mücadelesi içindeki bağlamını incelemeyi gerektirmesi gibi. Birkaç örnekle söylenenleri açmaya çalışalım.
Birinci Dünya Savaşı’nın Almanya’da yarattığı ekonomik ve sosyal yıkım nedeniyle işçi ve köylülerin kitlesel mücadelesi büyük bir yükseliş gösterdi. 1918 Kasım’ında Alman İmparatorluğu yıkıldı, ülkenin dört bir yanında işçi ve asker konseyleri ve konseylerin seçtiği yerel hükümetler kuruldu. Ülke genelinde konsey hükümeti kurma girişimi ise bastırıldı. İktidardaki sosyal demokrat parti, polis gücünün yanı sıra savaş sonrası işsiz kalan eski asker ve başı boş serserilerden oluşan birlikleri kullandı. Bunların bir kısmı bir süre sonra Nazi Partisi’nde örgütlendi. Ocak 1919’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht sosyal demokratların emriyle infaz edildi. Bir burjuva demokratik cumhuriyet kuruldu. Bununla birlikte örgütlü işçi sınıfı hem bu süreçte hem de sonrasında büyük kazanımlar elde etti: kadınlara oy hakkı, 8 saatlik işgünü, toplu sözleşmelerin genelleştirilmesi, işsizlik sigortası, ‘işyeri konseyleri’nin seçimle oluşturulması vb. Köylüler de örgütlenme hakkı kazanarak kitleler halinde sendikalaştı. Toprak Emekçileri Federasyonu’nun üye sayısı 1918 ortalarında 10 bin civarında iken,1920’de bu sayı 700 bini buldu. Toplusözleşme hakkı, işsizlik sigortası, ‘işyeri konseyleri’ni seçme hakkı gibi imkanlar elde ettiler.[18]
Almanya’da faşist hareket, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, böyle bir dönemde boy vermeye başladı. Burjuvazi tarafından işçi hareketine karşı desteklendi. Bu destek Alman kapitalistlerinin sınıfsal çıkarlarını yansıtıyordu. Nazilerin programı ve sloganlarını saçma ve gerçek dışı bulan kapitalistler bile, konu kendi işletmelerindeki işçilerin direnişleri ya da hakları olduğunda, Nazileri göreve çağırmakta ve desteklemekte bir sakınca görmedi. Kapitalistlerin tutumu “bireysel” bir eylem değil, bir sınıf üyesi olarak somut “birey”in sınıfsal bir eylemiydi.
Almanya’nın en büyük kapitalistlerinden Fritz Thyssen 1924’te “Bizdeki demokrasinin hiçbir varlık sebebi yoktur” diyordu. Eski bakanlardan Dernburgise “8 saatlik iş günü, Almanya’nın içine yerleştirildiği tabutun çivileridir” demişti. Faşist hücum kıtaları işçi sendikalarına, komünistlere ve demokratik güçlere saldırırken Alman burjuvazisi ve junkerleri, ordu ve bürokrasi bu kahverengi terörden gayet memnundu. Bununla birlikte şartlar Alman burjuvazisi açısından faşist bir diktatörlüğün kurulmasını gerektirmediği gibi, bunun koşulları da olgunlaşmış değildi. Bu nedenle faşist hareketi desteklemeyi bıraktı, burjuva demokrat partileri destekledi, Naziler böylece gücünü büyük ölçüde kaybetti. 1929 kapitalist krizinden sonra işler değişti. Alman burjuvazisi ve junkerleri işçi sınıfını geriletmek, ülkenin başlıca politik güçleri arasında yer alan komünist partiyi ezmek, sendikaları etkisizleştirmek, böylece işçi sınıfının kazanımlarıyla iyice düşen kârlarını yeniden yükseltmek için burjuva demokrasisinin yeterli olmadığını kendi deneyimleri ile bizzat gördü. Kriz sonrasında halkın bir bölümünün desteğini de alan faşist hareketi daha etkili bir biçimde kullanmaya yöneldi. Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, toprak sahiplerinden oluşan yakın çevresi ve tekelci kapitalistlerin teşvikiyle, 30 Ocak 1933 tarihinde Hitler’i başbakan olarak atadı.[19]
Versay Antlaşması’yla, dünya paylaşım mücadelesine rakiplerine nazaran geç giren Alman burjuvazisinin elinden hammadde kaynakları, önemli sanayi bölgeleri (Lorrain, Yukarı Silezya, Saar vb.) ve sömürgeleri alınmıştı. Silahsızlanmaya zorlanmış, 132 milyar altın mark tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Hem kaybettikleri pazarları yeniden ele geçirmek, hem de kendilerini önemli bir kâr kaynağından yoksun bırakan silahsızlanma şartından, maliyetlerini etkileyen ve kârlarını düşüren savaş tazminatı yükünden kurtulmak isteyen mali sermaye Almanya’yı saldırgan ve milliyetçi bir dış siyasete sürükledi. Faşistler bunun için biçilmiş kaftandı.[20]
1927’den beri Hitler’in hayranlarından olan ve güçlü Gelsenkirchen metalurji konsorsiyumunun sahibi Emil Kirdorf 1 Mayıs 1936’da şu açıklamayı yapmıştı: “Bütün hayatımı yeniden gözden geçirdiğimde, bana uzun bir ömür bahşeden … ve böylece, tam gerektiği bir anda sevgili Führer’imizin yardımına koşmama imkan verdiren Tanrıma nasıl şükredeceğimi bilemiyorum.” 8 Nisan 1937’de Hitler, Duisburg’da, doksanıncı yaş günü vesilesiyle Kirdorf’u ziyaret edecek ve onu rejimin en yüksek nişanı olan Reich Kartalı’yla onurlandıracaktı.[21]
Faşist hareketin iktidar olmasıyla faşist parti liderleri ve tekeller arasında hızlı bir kaynaşma gerçekleşmişti. 1933’e dek, bazı istisnalar bir yana, büyük sanayi kapitalistleri resmi devlet mevkilerinden uzak durmuştu. Akrabaları, arkadaşları ya da kiraladıkları kişiler aracılığıyla hüküm sürmüşlerdi, ancak kendileri ne milletvekili ne de üst düzey devlet memuru olmuşlardı. 1933’ten sonra ise devlet mekanizmasında yer edindiler. Nazi liderleri de sanayide yönetici oldu. Bu koalisyon ülkeyi savaşa hazırladı. Silah, metal ve maden sektörleri başta olmak üzere tüm sanayide tam bir seferberlik ilan edildi. Bu seferberliğin kazananı da elde ettikleri kârlar ile tekelci sermaye oldu.[22]
İtalya deneyimi de tekellerin, burjuva demokrasine karşı faşizmi açıkça desteklediğini, faşizmin bu destek ile iktidar olduğunu göstermiştir. İtalya’da işçi sınıfı ve emekçi halkın devrimci mücadelesi, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından hızlı bir yükseliş gösterdi. Ücretler arttı, 8 saatlik işgünü yasallaştı, toplu sözleşmeler genelleştirildi. 1919’da 1663 grev, 1920’de ise 1881 grev gerçekleşti. Büyük limanlardaki örgütlü dok işçileri taleplerini armatörlere kabul ettirdi. Metal işçileri sert bir mücadele içindeydi. 600 bin metal işçisi fabrikaları işgal etti, kendi seçtikleri ‘fabrika konseyleri’ ile üretimi bizzat yönetti. Anlaşma sağlandıktan sonra işletme üzerinde denetleme hakkının tanınacağı vaadini aldılar. Köylüler de radikal bir mücadele eğilimi içindeydi. Savaştan döndüklerinde kendilerine vaat edilen toprak reformu yapılmayınca toprakları işgal ettiler. Hükümet bu işgalleri tanımak zorunda kaldı.[23] Ortakçılar sözleşme hüküm ve şartlarını kendi lehlerine düzeltmeyi başardı. Tarım işçileri kırsal komünlerin desteğine dayanarak, sendikalarda, ‘kızıl birlikler’de örgütlendi. Büyük toprak sahiplerini toplu sözleşme yapmaya mecbur bıraktı.[24]
Savaş sırasında büyük kârlar elde eden tekelci burjuvazi şimdi bu kârlarından yoksun kalmıştı. Savaşa katılmasıyla kendisine vaat edilen sömürgeleri ise alamamıştı. İşçi sınıfı ve köylülüğün mücadelesi ile kâr alanları daralmış, 1921 yılı boyunca süren ağır iktisadi kriz onları iyice zora sokmuştu. Burjuva demokrasisinin barışçıl yöntemleri ile işçi sınıfına geri adım attırmak, boyun eğdirmek, eski kâr oranlarına kavuşmak ve büyük ölçekli üretim için yeni sömürgelerden yararlanmak mümkün değildi. Bu koşullarda, İtalya’da faşist hareket, işçi örgütlerine saldırı karşılığında burjuvazi tarafından beslenen basit bir aparat olmanın ötesine geçiyordu. 1922 Ekiminde faşistleri iktidara taşıyan Roma’ya Yürüyüş’e Sanayi Konfederasyonu üyesi kapitalistler milyonlar döktü. Sanayi Konfederasyonu ve Tarım Konfederasyonu yöneticileri Roma’ya çektikleri telgrafta buhrandan çıkmanın tek yolunun bir Mussolini hükümeti olduğunu bildirdi. 28 Ekim’de Mussolini ile Sanayi Genel Konfederasyonu’nun ileri gelenlerinden milletvekili Stefano Benni ve Gino Olivetti arasında yoğun görüşmeler gerçekleşti.[25] Başbakan Luigi Facta yürüyüşe askeri müdahalede bulunmak istedi, ancak kral izin vermedi. Bir gün sonra Kral III. Vittorio Emanuele, Mussolini’yi başbakan olarak atadı. Faşistler herhangi bir çatışma olmadan iktidara gelmiş oldu.[26]
Elbette, Almanya ve İtalya’da, faşistlerin doğrudan tekelci burjuvazi tarafından desteklenmesi, onların basit birer kukla olduğu anlamına gelmiyordu. Egemen sınıflarla devlet, siyasal parti ya da liderler arasındaki ilişkiler, basitçe emir-komuta ilişkisi değildir. Karşılıklı birbirini etkileyen, öznel alanın da dahil olduğu, ancak iktisadi ve diğer toplumsal şartların güçlü bir biçimde koşulladığı ve sınırladığı bir ilişkidir. Dolayısıyla buraya dahil olan “öznellik”, “özgür irade” anlamına gelmez. Bununla birlikte yer yer burjuvazinin bazı kesimlerinin istemediği ya da onların taleplerini aşan eylemlerin de yapılabileceği anlamına gelir. Siyasi alan (parti, hükümet, devlet vb.) ile iktisadi alan (iktisaden sınıflar, üretim ilişkileri, sermaye birikimi vb.) arasında yakın bir ilişki olmasına rağmen siyasetin nispi bir özerkliği vardır. Faşizm tartışmaları açısından sorun, tüm Nazi icraatlarının emrinin doğrudan tekelci sermayenin yöneticileri tarafından verilip verilmediği değildir. Sermaye-hükümet ilişkisi –kimi dönemler dışında– zaten böyle olmaz. Nazi Partisi içinde de çok sayıda çatışma ortaya çıkmış, tasfiyeler yaşanmıştır. Ancak, Nazilerin içindeki güç mücadelesi bir yana, onlara bu katliamları gerçekleştirme olanağı sağlayan zemin, tekelci sermayenin sunduğu destektir.
Alman tekelci sermayesi burjuva demokratik devletin sınırları içerisinde kendi çıkarlarını yaşama geçiremediği için faşist bir devlet aygıtını tercih etmiş, bu doğrultuda faşistleri açıkça desteklemiş ve iktidarın yolunu açmıştır. Faşist devlet, tekelci sermayenin çıkarlarını şiddet ve terör yoluyla hayata geçirmiştir. İşte bu devlet biçimi, tekelci sermayenin çıkarlarının bir ifadesi olmuş, ona hizmet etmiş, böylece her türlü “aşırılık”, cinayet, keyfi yönetim, katliam ve soykırımın yolunu açmıştır.
Almanya ve İtalya’da faşist iktidarı, kapitalistler ve işçi sınıfı arasındaki mücadeleyi göz önünde bulundurmadan kavramak mümkün değildir. Tekelci kapitalistler, kâr oranlarını yükseltmek, işçi sınıfının kazanımlarını ortadan kaldırmak ve hareketini ezmek, kaybettiği sömürgeleri yeniden kazanmak için burjuva demokrasisi koşullarının yeterli olmadığını gördü. Faşizm, ancak bu destekle, nispeten kolayca iktidarı aldı ve kısa sürede devletin faşist dönüşümünü tamamladı.
***
Faşizm, ortaya çıktığı her ülkede, kültürel, dinsel, ahlaki ve diğer tarihi unsurlardan etkilenir, onların bir kısmını içerir, bir kısmına karşı mücadele eder, ancak bu bağlamın içinde yer alır. Bütün bunlar tarihsel bir oluşum olarak faşizmin analizinde önemli olgulardır. Faşizm kuramı, bu tarihsel olguları değerlendiren bir analizin sonucu olabilir. Bununla birlikte, faşizm deneyimlerinin tarihsel analizinin ekonomiden kültüre, sınıflardan partilere ve bireylere uzanan çok yönlü niteliği, faşizmin bütün bunların belirsiz bir karışımı olduğunu anlamına gelmez. Emperyalizm döneminin ürünü ve devlet biçimi olarak faşizm, ancak tekellerin egemenliği, çıkarları ve sınıf mücadelesi bağlamında anlaşılabilir.
Bu açıdan faşizm, farklı kültürel, sembolik, etik biçimler alabilir. Almanya’daki faşist harekette dini argümanlar zayıfken, Avusturya’daki faşist harekette güçlüdür. Alman faşizminde anti-liberal söylem sık sık kullanılır, hatta Nazilerin programında yer bulurken, Augusto Pinochet’in darbesiyle, -“liberal” denilen parlamenter demokrasiye eleştirileri bir yana- faşizm Şili’yi neoliberal politikalar için bir laboratuvara çevirmiştir. Keza Türkiye’de 12 Eylül faşizminin iktisadi programı 24 Ocak Kararları’nda ifadesini bulan neoliberal programdır.
Elbette tarihteki faşizm deneyimlerinin milli şeflik, aşırı milliyetçilik, tarihsel bir köken icat etme, yayılmacılık, militarizm gibi çok sayıda ortak özelliği vardır. Ancak bunları temel edinerek geliştirilen faşizm kuramları faşizmin sınıfsal özünün gizlenmesi ve onun belirli bir ideoloji ya da siyasete indirgenmesine yol açar.
Bununla birlikte faşist hareketlerde ortak olan kimi özellikler, başka bağlamlarda faşist olmayan devlet biçimleri ve rejimlerde de görülebilir. Örneğin halk hareketlerinde, askeri bürokrasinin önder ya da “önderliği çalan” rolü nedeniyle Afrika’da anti-emperyalist kurtuluş mücadelelerinin sonucunda kurulan bazı iktidarlar askeri/militarist nitelikte oldu. Keza bu ülkelerde tek parti rejimleri kuruldu. Ancak bunlar faşist değil baskıcı, tek parti temelinde örgütlenmiş otoriter diyebileceğimiz devlet biçimlerine tekabül ediyordu. Faşizmin bu tür bir biçimsel ele alınışının tipik hali totalitarizm literatüründe görülebilir.
Özetle, faşizm, farklı ulusal biçim ve formlar alır. Ancak onu, faşizm yapan, ona “öz”ünü veren içinde şekillendiği kapitalist üretim tarzıdır: emperyalizm koşullarında tekelci burjuvazinin egemenliğinin en şiddetli, en terörist biçimi olmasıdır.
Faşizmin sınıfsal temelde analizi ona karşı mücadelenin temel yönlerini de belirler. Faşizme karşı mücadelede, işçi sınıfı ve partisi, burjuva nitelikteki demokratik hak ve özgürlükleri savunur. Ancak ufku ve hedefi burjuva demokratik devlet değildir. Bu, faşizme karşı mücadelede burjuva demokratik çizgide mücadele birlikleri ya da reformistlerle ittifakların reddedildiği anlamına gelmez. Ancak bu ittifakların sınırlarını ortaya koyar, onların burjuva-tutarsız çizgisini eleştirir. Hangi ittifak söz konusu olursa olsun, kendi bağımsız devrimci çizgisini örgütler ve güçlendirmeye çalışır. Burjuva muhalefetin restorasyonu faşizmi geriletebilir, çözebilir ancak farklı burjuva klikler arasında bir uzlaşma ile yetinir. Ancak işçi sınıfı ve partisinin/programının önderliğinde bir mücadele faşizme karşı mücadeleyi tekellere karşı mücadele bağlamında ele alır, onun kökünü kazıyabilir, faşist katillerin yargılanmasını sağlayabilir, demokratik hak ve özgürlükleri emekçiler için gerçek anlamda kullanılabilir hale getirir. Bu, faşizme karşı mücadeleyi devrim perspektifine bağlamayı gerektirir.
[1] Reich, W. (1979) Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, 2. Baskı, Payel Yayınevi, İstanbul, sf. 11-12.
[2] Reich, agy, sf. 12.
[3] 15. yüzyılda, özellikle İtalya’da, temel faaliyeti ticaret olan kent devletlerinde, zengin tüccar aileler, herhangi bir dinsel referans olmaksızın siyasal iktidarı elinde tutuyordu. Bu tür bir egemenliğin dinsel temelde açıklanması mümkün değildi. Egemenliğin kaynağına ilişkin ilk seküler analizlerin İtalya’da yapılmış olması da rastlantı değildi. Niccola Machiavelli, Hükümdar adlı kitabında hükmetmenin yol ve yöntemlerine dair uyarılarını yazdığında siyaset biliminin başlangıcı kabul edilen ilk kapsamlı analizi yapmıştı.
[4] Hobbes dahil toplumsal sözleşme kuramcıları gerçekten bir “doğa durumu” olduğunu ileri sürmedi. Bu, egemenliğin temellerini açıklamak için kullanılan kavramsal bir araçtı. Ancak teorinin kalanını da belirlediği için bu varsayımın kendisi sonraki düşünürlerce eleştiri konusu oldu.
[5] Hobbes, T. (1993) Leviathan, çev. S. Lim, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, sf. 94
[6] Aydın, B. (2019) “Toplumsal Sözleşme Teorilerinin Marx ve Foucault Temelli Eleştirisi”, Liberal Düşünce Dergisi, 94, 65-87, sf. 70.
[7] Hobbes, Leviathan, sf. 131-136
[8] Tunçay, M. (1969) Siyasal Düşünceler Tarihi-2, AÜ SBF Yayınları, Ankara, sf. 164.
[9] Locke, J. (2002) Two Trealises of Government, Cambridge University Press, Cambridge, sf. 288.
[10] Aydın, agy, sf. 73.
[11] Jean-Jacques Rousseau’nun sözleşmeci kuramı, insanların eşitsizliklerini de dikkate alan özgünlükler içermekle birlikte, benzer eleştirilere tabidir.
[12] Abeles, M. (2012) Devletin Antropolojisi, çev. N. Ökten, Dipnot Yayınları, Ankara, sf. 32.
[13] Strauss, L.’den aktaran Abeles, agy, sf. 34.
[14] Marx, K. ve F. Engels (2008) Alman İdeolojisi, çev. S. Belli, Sol Yayınları, Ankara, sf. 23.
[15] Marx, K. (2016) Louis Bonaparte’nin On Sekiz Brumaire’i, çev. T. Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 145.
[16] Marx, K. (1979) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. S. Belli, 4. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 25. Marx’ın orijinal metnindeki Almanca “bürgerliche gesellschaft” kavramının karşılığı olarak çevirilerdeki “sivil toplum” yerine “burjuva toplum” kavramı kullanılmıştır.
[17] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf. 25.
[18] Guerin, D. (2014) Faşizm ve Büyük Sermaye, çev. B. Tanör, Habitus Kitap, İstanbul, sf. 36.
[19] Bauer, O. (2018) “Faşizm”, Faşizm ve Kapitalizm içinde, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, sf. 82, 86-7.
[20] Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, sf. 38.
[21] Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, sf. 42
[22] Kuczynski, J. (1979) Nazi Yönetimi Altında İşçi Sınıfı ve Çalışma Koşulları, çev. N. Himmetoğlu, Bilim Yayınları, İstanbul, sf. 49
[23] 2 Eylül 1919 tarihli Visochi Kararnamesi
[24] Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, sf. 28-29
[25] Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, sf. 35.
[26] Lyttelton, A. (2008) The Seizure of Power: Fascism in Italy, 1919-1929, Routledge, New York, sf. 75-77.