Ahmet Cengiz
Bir süreden beri bazı ülkelerdeki iktidarlarla ilgili dünya ölçeğinde çeşitli sol, sol-liberal çevrelerce “güçlü liderler” dönemi, “otoritarizm”, “Yeni Bonapartizm” vb. tartışmaları yapılmaktadır. “Sağ popülist” olarak da tanımlanan “sağ otoriter-milliyetçi güçler” nasıl güçlendiler, ABD gibi bir ülkede “otoritarizm” nasıl zafer kazanabildi, “karizmatik lider figürleri” neyin sonucu, çözülen yerleşik partileri aşarak “yeni Ceasar”lar olarak etkin olabildiler gibi sorular ekseninde giderek yaygınlaşan bir yazın da gelişti. Bu yazında, “Trumpizm 21. Yüzyılın Bonapartizmi midir?” soruları ortaya atıldığı gibi, Macar filozofu Agnes Heller gibi Orban şahsında “yeni Bonapart”lar dahi keşfediliyor.[1] Sonuç itibarıyla, bu tartışmalarda, “neoliberal kapitalizm ile demokrasi arasında” şimdiye kadar sanıldığı gibi bir “özdeşlik” olmadığı, “neoliberalizmin” fikir babalarından Milton Fridman’ın “(neo)liberalizmle faşizmin günün sonunda uyuşmadığı” iddiasının doğrulanmadığı, “demokratik kapitalizmin krizinin” artık göz ardı edilemez olduğu saptanıyor.
Haliyle, “yeni otoritarizm” vakasının çarpıcı bir örneği olarak gösterilen bir rejimin tesis edildiği bir ülkenin solunda da, bu “yeni vaka”nın, bir yönüyle uluslararası bir gelişmenin yansıması olarak, diğer yönüyle son derece kendine özgün veçheleriyle tartışılıyor olmasında şaşılacak bir durum yok. Gelgelelim, ülkedeki mevcut rejimin nasıl tanımlanması gerektiği mevzu bahis edildiğinde, Türkiye sol hareketi içinde birbirinden farklı görüşlerle karşılaşıyoruz. Yani bugünkü politik rejim, Türkiye sol hareketinin genelinin ortaklaşa “şudur” dediği bir netlik sergilememektedir. Karmaşık, girift ve bazı veçheleri bakımından çelişik bir vaziyetin mevcut olduğu şüphesizdir.
Erdoğan rejiminin tanımı konusundaki görüşler kaba hatlarıyla şöyle özetlenebilir: Bir taraftan faşist bir rejimin inşa edilmekte olduğunu tespit edenler, diğer taraftan mevcut rejimi faşist olarak niteleyenler, öte yandan faşizm tespitini bütünüyle yanlış bulanlar. Örneğin HDP’ye göre, “faşist bir rejimin inşa edildiği günlerde”yiz. “AKP-MHP faşist bloğu”, “iktidarını sürdürebilmek adına her türlü zor ve baskı aygıtıyla Türkiye halklarına faşizmi dayat”maktadır.[2] Türkiye’de faşizmin inşa sürecinde olduğu fikri genelde daha yaygın. Ama bu fikrin de kendi içinde nüansları var. Mesela Korkut Boratav’a göre faşizm henüz yerleşmemiştir: “Türkiye, İslamcı/neo-faşist bir rejime dönüşme süreci içindedir. İslamcı faşizm gündemdedir; şimdilik tamamen yerleşememiştir.”[3] Bu arada Ergin Yıldızoğlu gibi, ABD örneğine işaret ederek “süreç olarak faşizm”den söz edenler de var.[4]
Öte yandan, kuruluşunu yeni ilan eden Sol Parti, manifestosunda ülkedeki rejimi “siyasal İslamcı tek adam rejimi” veya “siyasal İslamcı rejim” olarak tanımlarken[5], Oğuzhan Müftüoğlu “faşist bir rejim” veya “siyasal İslamcı faşist rejim”den söz etmektedir.[6] ESP de “faşist rejim” tespitinde bulunmakta; “egemen sınıfların kendi arasında çelişkileri olmakla birlikte, sistemin ve rejimin politik İslamcı faşist karakterinin sürdürülmesi konusunda hem fikirdirler” demektedir.[7]
TKP ise olup biteni daha ziyade dünyadaki “otoriterleşme eğilimi” bağlamında değerlendiriyor. Türkiye gibi bazı ülkelerde bu eğilim, “sermaye birikim süreçlerindeki sorunların yönetilmesinde sermaye sınıfının çaresizliğinin ürünü olarak devreye girmektedir.” Erdoğan ve AKP, sermayenin ihtiyaç duyduğu “bu dönüşümü”, “devlet ve parti ayrımının silikleştiği ve otoriterleşmeye çıkan bir zeminde sürdürebilmektedir.” TKP’ye göre otoriterleşme eğiliminin, “faşizme yol verip vermeyeceği sınıf mücadelelerinin seyri başta olmak üzere birçok parametreye bağlıdır.”[8] TKH’nin tespitlerine göreyse, “rejimin yerleşme-yerleşememe sorunsalı geride kalmıştır”: “bugün sermaye devleti ve sermaye düzeni yeni bir rejimi tesis ederek”, “16 yıllık AKP iktidarının gerici dönüşümünün son noktasını koymuştur.” Böylece, son 20 yıla damgasını vuran “Birinci Cumhuriyet’ten yeni rejime geçiş süreci”, “Başkanlık sistemine geçişle birlikte” tamamlanmış ve “İkinci Cumhuriyet rejimi” tesis edilmiştir. Başkanlık rejimi, “burjuvazinin çıplak diktatörlüğü olarak karşımıza çıkmış” bulunuyor. Değişenin “sistem değil rejim” olduğu vurgusundan TKH şu sonuca varıyor: “Türkiye’de faşizm tespiti bu anlamıyla, burjuva diktatörlüğü kavramının üzerini örten bir işleve sahip liberal siyasetin savı olarak görülmelidir.”[9]
Bu yazının amacı, politik rejimin tanımı konusunda sol hareketin bileşenleriyle toptan bir polemik yapmak değildir. Burada dert edilen, olup bitene dair bir tahlilde bulunmaya çalışmaktan ibarettir. Açıktır ki, Erdoğan rejiminin nasıl nitelenmesi gerektiği sorusu, ne onun kendisi hakkındaki iddiası, ne de onun ideolojik görünümleri esas alınarak yanıtlanabilir. Bunun için, önce günümüz sınıf mücadelelerinin bazı özgün yönlerine değinmemiz gerekmektedir. Daha sonra, AKP iktidarının ortaya çıkışı ve evriminin bazı özellikleri üzerinde durarak, Erdoğan rejimi nedir ve ne değildir sorusunu yanıtlamaya çalışacağız.
I
Marx, “18 Brumaire”de işçi sınıfının 1848 Haziran’daki yenilgisini izleyen yılları değerlendirirken, bu yenilginin, işçileri “yıllar boyu savaşıma elverişsiz kıldığını ve tarihsel sürecin bir kez daha onların başları üzerinden geçip gitmek zorunda” olduğunu tanıtladığını belirtir.[10] Yenilgi dönemlerinin, yenilen sınıfı, sürmekte olan sınıf mücadelelerinde mecalsiz kıldığı, hatta bu sınıfı, kısmi mücadelelerine rağmen olup bitene ciddi bir etkide bulunamaz hale getirdiği anlaşılamaz olmasa gerek. Bilindiği üzere, günümüz işçi sınıfı, 1848 Haziran’ından çok daha büyük bir yenilgi aldı ve bu yenilgi onu derinden sarstığı gibi, burjuva ideolojisine de daha açık hale getirdi, başta özgüveni ve ileri örgütlülük düzeyi olmak üzere pek çok kazanımını kaybetti…
Öncelikle vurgulamak gerekir ki, tekelci burjuvazinin doğrudan karşıtı ve kapitalizmin temel bir sınıfı olarak işçi sınıfının böyle bir duruma düşmesi, yani “tarihsel sürecin” işçi sınıfının başı üzerinden geçip gitmesi, sadece onu değil, tüm sınıfları ve bir bütün olarak günümüzün tüm sınıf mücadelelerini derinden koşullayan ve bu mücadelelere pek çok bakımdan yeni veçheler katan tarihi bir olaydır. Bu tarihsel özgün durum dikkate alınmadan günümüz sınıf mücadelelerinin gerçekçi bir temelde değerlendirilmesi mümkün değildir.
Öte yandan, bugünkü “otoriterleşme” vakası, “otoriter rejimler”in peydahlanması, ırkçı ve milliyetçi söylem ve politikaların revaçta olması ve daha önemlisi bu türden siyasi eğilim ve iktidarların kendilerini “elitler” ve “egemenler” karşısında, “halkın yanında” ve “onun gerçek temsilcileri” olarak gösterebilmesi gibi gelişmeleri, sadece ve dolaysız olarak tekelci sermayeye içkin gericilik eğiliminin bir tezahürü olarak ele almak yetersiz olacaktır. Zira bu eğilim, tekelci sermayenin doğasında olup her daim mevcuttur ve ancak işçi sınıfının mücadelesiyle sınırlandırılabilmiştir.
Açıktır ki, işçi sınıfının, hareketi ve mücadelesiyle sınıflar mücadelesinde tayin edici bir güç olarak devrede olmadığı, “tarihsel sürecin” onun başı üzerinden geçip gittiği, işçilerin politik mücadelelerde bir sınıf olarak adeta devre dışı kaldığı dönemlerde, yani esas itibarıyla tam da günümüzde olduğu üzere, kapitalizme münhasır sosyal ve toplumsal çelişkilerin keskinleşmesinin kavramsallaştırılıp politikaya dökülmesi olayı, esasta hakim burjuva ideolojisinin parametreleri doğrultusunda vuku bulur. Sosyal ve toplumsal çelişkiler, egemen sınıfın doğrudan karşıtı olan sınıfın (işçi sınıfı) mücadelesi temelinde o çelişkilerin doğasına tekabül eden bir içerikle asıl politik kavramlarına kavuşamadığı zaman, bu çelişkilerin neden olduğu politik mücadeleler de ister istemez gerisin geriye hakim sınıfın kavramlarına hapsolur, politik ifadeleri sahte ve bozuşturulmuş “karşıtlıklar” üzerinden şekillenir, haliyle politik mücadeleler de, esasta burjuvazinin (tekelci sermayeden küçük burjuvaziye kadar) çeşitli fraksiyonlarının cebelleştiği bir alana sıkışır.
Yüz yüze olduğumuz olay, emek ile sermaye arasındaki temel çelişkinin hem kendisinin ve hem de ondan türeyen sosyal çelişkilerin, emeğin değil de sermayenin çeşitli fraksiyonlarının “diliyle” politikaya çevrilmesidir. İşçi sınıfının, sosyal çelişkileri onların özüne uygun bir “dilde” politikaya dönüşümünü yapacak bir güce hali hazırda sahip olmaması hem onu hem de diğer alt sınıfları burjuva politikalarının edilgen dolgu maddeleri haline getirmekte ve böylece, keskinleşmekte olan sosyal çelişkiler, o çelişkilerin bedelini ödeyen öznelerin kendi politik hareketinin değil de burjuvazinin fraksiyonlarının politik hareketinin dayanaklarına dönüşmektedirler.
Sosyal çelişkilerin politik mücadeleye çevirisindeki bu büyük tahrifat; günümüz işçi sınıfının sosyal ve ekonomik mücadelelerinin onun bağımsız politik hareketinin ortaya çıkmasını hazırlayan bir süreç olarak rol oynamasını baştan baltalıyor ve ülkelere göre farklı biçimlere bürünerek (yerine göre kültürel, dini, ırkçı ve/veya milliyetçi kisveler altında) işçilerin önemli bir kitlesinin aşamadığı saydam bir bariyer olarak işlev görüyor. Kuşkusuz bu özel durum, doğası gereği geçici bir durumdur, ama hala böylesi bir sürecin içinden geçtiğimiz de göz ardı edilmemelidir.
Madalyonun bir de diğer yüzüne bakalım. Politik mücadelelerin, işçi sınıfının edilgen olduğu bir dönemde belirtilen şekilde cereyan edişinin uluslararası planda “neo-liberalizmin” ve “küreselleşmenin” şahlandığı bir zamana tekabül etmiş olması, öte yandan sözü edilen sosyal çelişkilerin tam da bu süreç boyunca keskinleşmiş olması, ister istemez, burjuva çerçevenin içindeki klasik “karşıtları” sayılabilecek güçleri öne çıkartmıştır. Böylece, “halk adına” yapılan politik muhalefet, küçümsenmeyecek bir oranda, anti-liberal, otoriter, milliyetçi, ırkçı, küreselleşme karşıtlığı vb. üzerinden şekil alabilmiştir. İkilem bellidir: “Liberal demokrasi” mi “otoriter rejim” mi? “Sosyal kapitalizm” mi “otoriter kapitalizm” mi? “Küreselleşmecilik” mi milliyetçilik mi? Sorular uzatılabilir…
Hadise şu ki, çok yönlü neden ve gelişmelerin sonucunda[11], başka şeylerin yanı sıra, özellikle Batı ülkelerindeki burjuvazinin bütünündeki ve burjuva toplumunun çeşitli sınıfları arasındaki İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulmuş olan genel mutabakat ve görece ahenk sarsılmıştır. Ve sadece işçi sınıfı değil, burjuva toplumunun tüm sınıfları bir değişime uğramıştır. Kuşkusuz bu çözülme ve bunlara eşlik eden fraksiyonlar arası mücadele ülkeden ülkeye farklılıklar sergilemektedir. Fakat genel olarak şu söylenebilir: Mali sermaye ve oligarşi kendini ekonomik ve politik olarak dayattıkça, burjuva toplumunun ve burjuvazinin bütünündeki fragmanlaşma ve sarsılma da artmıştır. Esas olarak ekonomik alanda cereyan eden bu sürecin sosyal etkilerinin politik yansımaları, şimdilik, yukarıda kabaca dikkat çekilen ikilemler halinde olmaktadır.
Burjuvazi arasında dağılan görece mutabakatta zararlı çıktığını düşünen burjuva fraksiyonları, başta işçiler olmak üzere kent ve kırdaki emekçileri yedeklemek için özel bir çaba sergilemektedirler. Bu çabalarının neticesinde bazı ülkelerde başarılı olabiliyor ve iktidara geliyorlar, bazılarında politik mücadelelerde kilit bir rol oynuyorlar, en kötü durumda gelişme potansiyelleriyle işbaşındaki “neo-liberal” hükümetleri baskılayabiliyorlar. Bu etkileri görüldükçe de, hoşnutsuz emekçi kitlelerce daha fazla tercih edilir hale geliyorlar.
Uyumun üzerinde yükseldiği zemin bir kere sarsıntı geçirdiğinde, şu ya da bu şekilde hükümet olarak iktidara gelen (ve genel olarak o ana kadar bu mevziyi ele geçirmemiş olan) burjuva fraksiyonlarının temsilcileri, göreceli ahenk koşullarında iktidar olmuş önceki burjuva hükümetlerinden farklı olarak, yürütme gücünü ele geçirmiş olmanın tüm imkanlarını, yerleşik devlet teamüllerini de önemsemeyen bir hırçınlıkla değerlendirmeye yöneliyorlar. Bu özellikleri, ister istemez, sermaye ile devlet arasındaki o zamana kadar oturmuş ilişkileri zorluyor. Devlet yapısındaki değişimler, sadece devlet biçimleri üzerine değil, devletin burjuva toplumu karşısındaki konumu hakkında da yeni tartışmalara vesile oluyor. Devlet ve onun rolü, sürmekte olan politik mücadelelerinin merkezine kayıyor. Hükümet sorunları, rejim ve politik sistem sorunlarına dönüşebiliyor.
Burada “yeni otoritarizm” bağlamında sınırlı bir şekilde olsa da dikkat çektiğimiz hususlar, hem yeni Bonapartizm tartışmalarının neden ortaya çıktığı ve hem de neden gerçek anlamda yeni bir Bonapartizmle yüz yüze olmadığımız konusunda az çok bir fikir veriyordur. Kuşkusuz, “yeni otoritarizm”in görüngülerinde Bonapartizmi çağrıştıran bazı ögelerden söz edilebilir. Ama bunlar, daha ziyade analojik anlamda değerlendirilebilecek Bonapartist çizgilerden ibarettir.
Her şey bir yana, Bonapartizm tanımını temellendiren ögeler, gerek burjuvazi ve gerekse işçi sınıfı bakımından bugün mevcut değildir. Örneğin Marx’ın Bonapartizm bağlamında dikkat çektiği husustan, yani “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini çoktan yitirmiş” olduğundan, günümüz tekelci burjuvazisi bakımından söz edilemez henüz.[12] Aynı şekilde, burjuvaziyi tam da bu bakımlardan zorlayan bir işçi hareketi de mevcut değil daha. Bugün bu iki temel sınıfın birbiriyle baş edememe halinden veya sınıflar arası bir tür pat ya da eşit/yakın güç dengelerinden genel olarak söz edilemez. Kaldı ki, günümüzdeki kapitalizmin ve onun iki temel sınıfının dünya ölçeğindeki gelişmişlik düzeyi ve onlar arasındaki temel çelişkinin tüm kapitalist toplumları kuşatan ve koşullayan özelliği, genelde ara sınıflara dayanan Bonapartist çıkışları tümden olanaksız kılmasa da, kısa sürede bu özelliklerini yitirmesini beraberinde getirmektedir. Türkiye’deki durum açısından da, sınıflar arası güç ilişkilerinin somut verileri Erdoğan’ın ne bir Bonapart ne de iktidarının Bonapartist olduğuna işaret etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde Bonapartizmin peydahlanabileceği toplumsal ve politik koşullar hiç oluşmadı değil. Ancak Türkiye’de bu tür fırsat pencereleri, TSK adına, yani sözüm ona “sınıflar üstü” bir kurum adına yönetime el koyan cuntacı generaller tarafından hep değerlendirildiği için olası Bonapartlar da çıkmadı.
II
Açıktır ki, Türkiye yukarda sözü edilen genel süreçlerden azade değil, bununla birlikte kendine münhasır özellikler taşımaktadır. Bu özelliklere daha yakından bakalım.
Sıfatını nasıl koyarsak koyalım, Erdoğan iktidarı, kendinden önceki burjuva hükümetlerinden ayrışan özellikler sergilemektedir. Birincisi, Türkiye’nin olagelen politik düzenini baştan aşağıya değiştirmek ve “Yeni bir Türkiye” yaratmak iddiasını taşımaktadır. Bu iddiayı yaşama geçirmede epey yol kat ettiği bir gerçektir.
İkincisi, yerleşik politik düzeni değiştirme gibi hiç de hafife alınamayacak bir iddiayı, bir darbe veya bir kalkışmaya dayanarak değil, seçimlerle iktidarda kalmayı sürdürerek yaşama geçirmeye çalışmaktadır. Bunun anlamı şu ki, Erdoğan iktidarının kendine yüklediği tarihi misyonla, bu misyonu yerine getirmek üzere yaslandığı araç (seçilerek iktidarı sürdürme) orantılı değil, yani sabit ve zor bir misyonu seçimler gibi oldukça değişken ve kaygan bir zemine yaslanarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle, seçim ve referandumlar bu iktidarın hem gücünü ve hem de yumuşak karnını teşkil etmektedir. Başta amaç ve araç arasındaki bu uyumsuzluk, Erdoğan iktidarını “davası” uğruna son derece pragmatist ittifak politikalarını izlemeye itmektedir. Kuşkusuz her bir burjuva hükümeti, iktidarı kaybetmemek için uğraşır, ama geneli açısından iktidardan düşme, iddiasını sürdürememe anlamına gelmez. Erdoğan iktidarının misyonunun niteliği ama bu eş anlamlılığı içermektedir.
Üçüncü özelliği, kendisinden önceki burjuva hükümetlerinden farklı olarak, iktidarının belirli bir evresinden sonra yerleşik hakim büyük sermaye ile arasının açılması ve onlara rağmen kendi sermaye grubunu palazlandırıp büyütebilmesidir. Yani, sadece tüm diğer burjuva hükümetleri gibi sermaye sınıfının hizmetinde olmakla yetinmeyip aynı zamanda kendi sermayesinin hükümeti olmaya yönelmesi ve bunun sonucunda ülkenin sermaye sınıfının bileşiminde ciddi değişimlere yol açmasıdır.
Dördüncüsü, önce dolaylı, sonra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte açıktan, Türkiye’de olagelen devlet-sermaye ilişkisine yeni ögeler katmasıdır. Üzerinde daha ayrıntılı duracağımız bu ögeler, TÜSİAD ile Erdoğan iktidarı arasındaki sürtüşmelerin temel bir unsurudur.
Beşincisi, Türkiye’deki burjuva ekonomi politikalarının aşamadığı koşullayıcı etmen (ülkenin uluslararası sermayeye ekonomik bağımlılığı) Erdoğan iktidarında artmasına karşın, gelişiminin belirli bir noktasından sonra, özellikle Batılı sermaye ve devletlerinin Türkiye’nin “ekonomi yönetimine” ve dış siyasetine biçtiği sınırları zorlamasıdır. Burjuva siyaseti bakımından kendini “alternatifsiz” kılabildiği sürece bu konumunu, gerek kendi iktidarı, gerek temsil ettiği sermaye grubu ve gerekse kendi tabanı açısından politik güç devşirmenin ve ekonomik kaynak yaratmanın olanağı olarak değerlendirebilmesidir.
Kuşkusuz, başka özellikler de eklenebilir, fakat karşımızda yakın zamana kadar ezber bozmuş ve bu süreçte politik manevra kapasitesini hep yüksek tutabilmiş olağanüstü bir iktidarın durduğunu göstermek bakımından yeterlidir bunlar.
***
Kurduğu rejimle Erdoğan, Roma mitolojisindeki bir yüzü sağa, bir yüzü sola bakan iki yüzlü Janus’u çağrıştırıyor. Bir yüzüyle milletinin adamı, diğeriyle adamı sermaye(si)nin; bir yüzüyle tekel dışı esnaf, diğer yüzüyle tekelci burjuva; biriyle devlete muhalif, diğeriyle hümayun devletin; biriyle mağdur, diğeriyle mağrur; biriyle uhrevi, diğeriyle dünyevi… Bu iki yüzlülük (ikiyüzlülük değil!) bir taktikten ibaret değil, aksine, yol almak ve ayakta kalmak için bir arada tutması gerektiği farklı sınıf ve grupların çıkarlarının varlığının bir sonucudur. Erdoğan ve AKP iktidarının yapısal özelliği olan bu iki yüzlülüğün hem oluşmasını hem de sürdürülebilirliğini mümkün kılan, şahıs ve parti olarak özel meziyetlere sahip olmasından ziyade, dünyanın ve ülkenin belirli koşullarının böylesi bir şekillenmeye ve sürece imkan tanımasıydı.
Tarihte sınıf mücadeleleri bazen öyle özel koşullar ortaya çıkarabilir ki, bunlar, olağan durumlarda gerçekleşmeyecek süreçlere ebelik edebilirler. Anımsayalım: 1989-1991’de Sovyetler Birliği (SB) ile Doğu Bloku çöktü. Burjuva propaganda, on yıllar öncesinde kapitalizmin restorasyonuna yönelmiş bu ülkelerin açık iflasını başarılı bir şekilde “komünizmin çöküşü, kapitalizmin zaferi” olarak lanse etti. Bu tarihi olaylara yaslanarak uluslararası sermaye işçi sınıfına karşı büyük bir taarruz başlattı. Bunun sonucunda kapitalist ülkelerdeki sınıf dengeleri altüst oldu. Sermayenin emek üzerindeki tahakkümünün bu süreçte olağanüstü artması, işçi sınıfının sermayenin eğilimleri karşısında o zamana kadar kurabildiği toplumsal bariyerlerin de yarılmasını beraberinde getirdi. Girilen süreç, mali sermayenin belli başlı eğilimlerinin artık görece rahat ve büyük bir hızla kendini açığa vurduğu bir süreçti. Bu yeni durumun pek çok sonucu oldu, fakat konumuzla sınırlandırarak belirtelim: Örneğin “küreselleşme” dalgası; bir yandan emperyalist ülkelerden “gelişmekte olan ülkelere” yönelen muazzam bir sermaye ihracına tekabül eder ve belirli bir noktadan sonra mali sermayenin kendi ülkesindeki belirli sınıflar arasındaki yerleşik mutabakatı sarsarken, diğer yandan bazı “gelişmekte olan ülkeler”de bir türlü dikiş tutmayan bu mutabakatın yeni bir temelde oluşmasının koşullarını yarattı. Bu gibi ülkeleri “istila” eden sermaye, sadece o ülkelerin büyük sermayesini ihya etmiyordu, küçük ve orta burjuvazi için de bir “nimet”ti ve onların büyüyüp yükselme umutlarını kamçılıyordu. Türkiye açısından yeni temeli şuydu: Daha 2001 krizinde olağanüstü bir sarsıntı geçiren ve kepenkleri indirip sokakta işçileriyle birlikte en ön saflarda yürüyen küçük işletme sahiplerine[13], “işçilerle değil büyük sermayeyle birlikte yürü” denilmiş oldu!
Erdoğan ve AKP, gerek 80’li yıllarda taşradan kentlere sökün eyleyen milyonlarca dışlanmış ve horlanmış yoksul emekçinin sessiz öfkesini, gerekse 2001 krizinin büyük tahribatıyla olağanüstü sarsılmış ve sokağa dökülmüş esnaf ve küçük boy işletme sahiplerinin açık öfkesini siyasal bir kaldıraç olarak değerlendirme kabiliyetini gösterdi. Bu iktidarın hikayesine bakıldığında, asıl esprinin; ilk seçimde tek başına hükümet olacak kadar oy alarak büyük sermayenin ekonomi politikalarını hemen uygulamaya geçmesi değildi. Asıl espri, sınıfsal bakımdan tekel dışı orta ve küçük burjuvaziye yaslanmasına karşın büyük sermayenin programını üstlenip gerçekleştirebilmesiydi. Yola çıkarken doğrudan desteğini aldığı kesimler arasında Ülker gibi görece yeni tekelleşmiş sermayedarların da bulunması, bu görevi yerine getirmesini daha da kolaylaştırdı. Klasik büyük sermayenin çıkarlarıyla tekel dışı sermayenin çıkarlarını birleştirebildi ve aralarında belirli bir ahenk sağladı. Zaten bu ahengi sağlayamasaydı hem seçimlerdeki başarı grafiğini sürdüremezdi, hem de “Anadolu kaplanları”nın arasından kendi sermaye grubunu palazlandırıp büyütemezdi.
Bugün şu ya da bu yönden çözülmeye başlayan bu genel ahengin esas olarak iki temel ayağı bulunmaktaydı: Birincisi, işçi sınıfının örgütlülüğüne ve sosyal kazanımlarına karşı olağanüstü bir hızla harekete geçilerek sonuç alınmasıydı.[14] Böylelikle Erdoğan/AKP sadece sermayenin tüm fraksiyonlarının gönlünü ve güvenini kazanmadı, daha önemlisi işçi hareketinin geriletilmesi ve örgütsüzleştirilmesi oranında, hem uluslararası/ulusal sermayeye ve hem de iktidarının onlarla olan ilişkilerine muazzam bir hareket alanı yaratmış oldu. Bu geniş alanla söylem ve politikalarda taktik cambazlıklar mümkündü artık.
İkincisi, iktidarının ilk 10-12 yılında, para sermayesinin dünya ölçeğinde bol olup “gelişmekte olan ülkeleri” adeta istila etmesi ve böylece kaynak sorununun ucuz döviz ve kredilerle rahatlıkla çözülebilebilmesidir. Bu “dalga”nın yakalanarak ekonominin uzun bir dönem yüksek oranlarla büyümesi, işçi ve emekçilerin yedeklenmesini mümkün kıldı. İşçiler bu süreçte bir taraftan sosyal ve ekonomik hakları bakımından hızla silahsızlandırılırken, diğer taraftan genel ekonomik büyümeden küçük dilimlerle de olsa dolaylı ve krediler gibi geçiciliği baştan belli yöntemlerle bir şekilde nasiplendirildiler.
Sonuç itibarıyla, işçi sınıfı, hareketiyle başka toplumsal kesimleri yanına çekmek şöyle dursun, kendisinin onlar tarafından yedekleneceği bir sürece sokulmuştu. Türkiye işçi sınıfı; 1980 askeri faşist darbenin saldırılarından yavaş yavaş kendine gelmesinden ve 1989-1991’deki büyük hareketiyle, yani tam da SB ve Doğu Bloku çökerken Türkiye burjuvazisiyle hükümetlerini zorlayan bir güç olarak ortaya çıkmasının ardından, AKP iktidarı aracılığıyla hareketi tedricen sönümlendirilecek ve etkileri günümüze kadar sürecek bir darbeyi alacaktı. Türkiye işçi sınıfı 1989-1991’deki hareketiyle, dünyadaki genel tablo karşısında özel bir moment oluşturuyordu, fakat özel moment eninde sonunda genel süreç tarafından sarmalanacaktı. Böylece Erdoğan ve AKP iktidarı, ulusal ve uluslararası sermayenin aktif desteğiyle, öncesi burjuva hükümetlerinin başaramadığını başarmış oldu. Erdoğan, işçi sınıfını ekonomik ve politik olarak silahsızlandırdıktan sonra, bu zor görevin üstesinden gelmiş olarak, klasik büyük sermayenin sofrasına “milletin temsilcisi” olarak müdahil olmaya yöneldi. Kurtlar sofrasında, onlardan da aç yeni bir kurt olarak “müsaade eder misiniz?” bile demeden yerini aldı!
III
Erdoğan iktidarının TÜSİAD ile 2002’den 2010’ların başlarına kadar gayet iyi giden ilişkilerinin bozulmasının ilk belirtilerinden biri, zamanıyla bu ilişkinin güçlenmesinin de önemli bir ögesi olan “yapısal uyum programları” (ana fikri, “ekonomi yönetimi”nde hükümetin siyasi kaygılarla müdahale etmesini sınırlayan bir yapılanmanın oturtulması) konusundaki tutum değişikliğiydi. Türkiye ekonomisi, dünya ekonomisindeki 2008-2009 krizi ve onun %4,8 küçülmeyle “teğet geçmesi”ne müteakip gelişmelere de bağlı olarak, 2010’lu yıllarda birkaç kez büyüme hızında irtifa kaybedip daha sonra 2018’de krize girdi. İktidar, “ekonomi yönetimine” müdahale etmeme disiplinini bozan adımlar atmaya başladı.
Büyümedeki dalgalı seyirlerin artması ve kriz, AKP’nin ekonomik büyüme modelini sıkıntıya sokmuştu. Erdoğan iktidarı, öncelikle; gerek temsil ettiği sermaye grubunun (yeni yetmeler) çıkarlarını koruma, gerekse seçimlerle ayakta kalmasını sağlayan ara sınıflar ile yoksul kitleleri karşısına almama hesabıyla hareket etti. Zira açıktı, büyüme modelini sürdürememesi; küçük ve orta boy sermayenin yanı sıra, sosyal yardımlarla yoksulları, kredilerle emekçi kitlelerini, kısacası kitle tabanını korumakta zorlanmak demekti. Oysa TÜSİAD’ın ondan beklediği sermaye sınıfının disipliniydi, bu sınıfın çıkarlarını üstte tutmak yeniden seçilmemeyi göze almak anlamına gelseydi de! Böylece, tekelci burjuvazinin genel sınıf çıkarlarıyla, bu burjuvazinin hükümeti olan, fakat kendi sermayesinin rejimini ve Türkiye’sini yaratma iddiasını taşıyan bir hükümetin çıkarlarının örtüşmediği bir moment oluşmuş oldu.
“Ekonomi yönetimi”nde “piyasa kurallarına” tam uymamaya, yani politik iktidar olarak kendi manevra alanını genişletmeye, ister istemez, başkalarının alanını daraltmaya (“otoriterleşme”) tekabül etmekteydi. 2013’teki Gezi direnişi, bu eğilimin, yani devlet mefhumuna içkin olan otoriterliğin öne çıkmasını daha da hızlandırdı. Ekonomik gerilemeye paralel olarak emekçi kitlelerin mevcut ve potansiyel direnişlerini baskılama, öte yandan devlet üzerindeki hakimiyetini perçinleme, girilen sürecin tabii gerekleri arasındaydı. Başkanlık sistemi, iktidarını tahkim etmenin en ideal kurumsal biçimiydi.
Şu bir gerçektir ki, bir süreden beri Türkiye’deki burjuva fraksiyonları arasında; ekonomik olarak egemen olan sınıf (tekelci burjuvazi) ile devlet/politik erk (yürütme gücü) arasındaki ilişkinin nasıl düzenleneceği konusunda yeni bir hegemonya mücadelesi sürmektedir. İdeolojik-politik ifadelerini bir tarafa bırakarak söyleyecek olursak, bu hegemonya mücadelesinde asıl mesele; egemen sınıf ile devlet/yürütme gücü arasındaki ilişki yeniden biçimlendirilirken, bu sınıfın (tekelci burjuvazinin) bileşenleri arasından hangisinin, yani hangi sermaye grubunun çıkarlarının (daha özelde de hangi grubun iktisat politikasının) esas alınacağıdır.
Bilindiği gibi, bu kavgada iki ana sermaye grubu öne çıkmakta: Bir tarafta TÜSİAD, diğer tarafta yeni yetme sermaye grubu.[15] Elbette, burjuva fraksiyonları arasındaki dalaşmalar, dünyada ve Türkiye’de hep var olagelen ve bir yerde sermaye sınıfının doğasında bulunan hadiselerdir. Yine de bu kavganın bizdeki güncel şekillenişinde özgün bir boyut bulunmaktadır.
Küçük iken büyüyen ve artık bu ülkenin belli başlı sermaye gruplarından birini teşkil eden bu yeni yetme sermaye grubu, gelişmesi ve palazlanmasını esas olarak politik iktidara, yani Erdoğan iktidarına borçludur. Devletin olanaklarını, zamanıyla klasik büyük sermaye de tepe tepe kullanmıştır, ancak bu genellikle, bir dönem bu hükümet, başka bir dönem diğer bir hükümet aracılığıyla gerçekleşmiştir. Erdoğan iktidarı ile (Erdoğan ailesinin de dahil olduğu) bu sermaye grubu arasındaki ilişkiyse, sermaye ile hükümetler arasındaki olagelen ilişkiden ayrışan, ekonomik varlık ile politik iktidar olmanın bir yerde özdeşleştiği özel bir ilişkidir. Yeni yetme sermaye grubunun diğer bir özelliği de, giderek büyüyen sermaye birikimini; politik yürütme gücünün sağladığı özel imtiyazlar ve dokunulmazlıklar çerçevesinde sürdürebilmesidir. TÜSİAD istediği kadar “piyasa mekanizmalarının tahrip edilmemesi” gerekliliğinden dem vursun, bu grup, adeta piyasa kurallarının dışında ve onlardan muafmış gibi yol almaktadır!
AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne kadar ihale yasalarında 191 kez değişiklik yapılması, bu özel ve kurallardan aşkın durumun bilinen en yaygın örneğidir. Ancak gelinen yerde olay bambaşka boyutlar almıştır. Sadece bir örnek verelim: Politik iktidarı ve yürütme gücünü elinde bulundurmayı özel bir sermaye birikimi kaldıracı olarak işlevsel kılmanın en çarpıcı örneği, 2016 Ağustosu’nda Başbakanlığa bağlı olarak kurulan ve 2018 Temmuz’unda bir kararnameyle doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan Türkiye Varlık Fonu’dur (TVF). Bugün ülkenin 8 farklı sektöründen en zengin 20 kamu şirketinin (ve çeşitli lisans ve taşınmazlarının) yönetimi bir A.Ş. olarak tek bir adamın elinde merkezileştirilmiş durumdadır. Özel hukuk hükümleriyle zırhlandırılmış olan bu şirket, başta gelirler ve kurumlar vergisi olmak üzere birçok muafiyet ve istisnalarla donatılmıştır. Ayrıca, devletin Sayıştay gibi denetim organlarının denetiminden de azadedir![16] Türkiye Varlık Fonu’nun esprisi, sadece on milyarlarca TL üzerinde fiili bir tasarruf hakkına sahip olmak değil, bu fon aynı zamanda devasa bir ipotek mekanizmasıdır. Koydur ipoteği al/aldır milyarlarca dolar/TL krediyi! TVF üzerinden uluslararası sermaye piyasasından milyarlarca dolar krediler alındığı veya “yandaş sermaye”ye yeni finans kaynakları yaratıldığı, aynı anda da TVF’a ait kamu bankalarının borçlarının hızla arttığı; PTT, THY vb. şirketlerinin zarar üstüne zarar bildirdiği herkesin malumudur.
Bilindiği gibi AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin özelleştirme, yani kamu kaynaklarının özel sermayeye aktarılmasının şampiyonudur. Bu, zamanında başta tekelci İstanbul sermayesini ihya eden klasik ve bir dolaysızlık öngören bir yöntemdir: Devlet, mülkiyetini doğrudan elden çıkartmaktadır. Şimdiyse, bir dolaylılık söz konusudur. Devlet, mülkiyetini biçimsel olarak elden çıkartmaksızın elden çıkartmaktadır! Bu yöntemde gerçekte özelleştirilen, devletin şu ya da bu şirketi değil, bizzat kendisidir. Şöyle ki, devletin tüm mülkiyeti; başta belirli bir sermaye grubunun ve onun politik iktidarının çıkarlarının hizmetine koşulmaktadır. “A.Ş. devlet”, “devletin şirketleşmesi” gibi tanımlamalara da vesile olan bu özelleştirmede, irili ufaklı başka sermaye gruplarına da belirli paylar hiç düşmüyor değil, ancak ne öncelik onlarda ne de pastanın büyük payı onlara aittir.
Bu uygulamalar doğrudan yürütme gücünün elinde ve onda merkezileşmektedir. Kamu şirketleri, devlet biçimini korumalarına karşın, devletin hiçbir kurumunca fiilen denetlenememektedir. Belirtilenlerin Türkiye’deki sermaye ile devlet arasındaki ilişkiye yeni bir boyut kattığı açık olsa gerek. TÜSİAD ve burjuva muhalefetinin “kurumsallaşma!” demekten dilinde tüy biterken, yeni rejimde kurumsallaşan şu çelişki oldu: Bir yandan “devletin görece özerkliği” sermayenin geneli karşısında artarken, aynı anda ama, bu görece özerklik belirli bir sermaye grubu karşısında zayıflamakta, hatta büyük oranda yitirilmekteydi. Böyle bir devletin, yani tersten bir özelleştirmeyle kendisi bir tür özelleştirilen bir devletin “bağımsızlığının” da tartışmalı hale geleceği, dahası devletin toplum nezdinde bu intibaını koruyamaması, günlük dilde ifade edildiği şekliyle “AKP’nin devletleşmesi”, tabiatıyla, başta TÜSİAD olmak üzere burjuvazinin bazı kesimlerini kaygılandırmaktaydı.
Bu çelişik duruma yol veren, “Türk usulü başkanlık sisteminin” kendisidir. Bu nevi şahsına münhasır sistemin en önemli özelliği hiç şüphesiz ki, Batı’nın çeşitli devletlerindeki başkanlık sistemlerinin şu ya da bu şekilde içerdiği denetim ve dengeleme mekanizmalarından yoksun olmasıdır. TÜSİAD’ın trajik feryatlarının nedeni de, tam da bu olmazsa olmaz mekanizmaların yokluğunun yol açtığı risklerdir. Trajik diyoruz, çünkü Tayyip Erdoğan, tam da TÜSİAD’ın zamanında Özal’dan talep ettiği ve onun bir yere kadar getirip yarım bıraktığı “yönetişim” reformlarını tamamlayarak bu alandaki hamlelerini yapmıştır![17]
“Ekonomi yönetimini” sermayenin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda dolaysızlaştırmak, yani devlet bürokrasisini azaltmak, yetkili bakanlık ve mercilerin sayısını radikal bir biçimde düşürmek, hızlı ve merkezi karar süreçlerini tesis etmek… bunlar, sadece TÜSİAD’ın değil, uluslararası sermayenin de talepleriydi. Batılı ülkelerin mali sermayesi, hantal, aşırı bürokratik, görece özerkliğini korumaya meyilli bir devlet bürokrasisini ve “kamu yönetimi”ni gereksiz ve sermayenin ülkeye giriş çıkış akışkanlığını yavaşlatan bir bariyer olarak görüyordu. Türkiye’nin klasik büyük sermayesinin de, uluslararası sermaye ile iç içe geçtikçe bu konulardaki değişime olan ihtiyacı artmaktaydı, ayrıca uluslararası mali sermayenin hukuk anlayışını, çalışma prensiplerini ve devletle ilişki tarzlarını da bir şekilde benimsemek zorundaydı.
Bu durum ve gidişat karşısında TÜSİAD’ın ve ona bağlı burjuva muhalefetin talepleri yüz yüze olunan sorunun tabiatı karşısında başka olamazdı: “Kurumların bağımsızlığı”, “hesap verilebilirlik”, “öngörülebilirlik”, “şeffaflık”, “piyasa mekanizmalarının korunması”, “hukuk devleti” vb. Klasik büyük sermayenin sorun ettiği Başkanlık sisteminin kendisi değildi, sorun bu sistemin bu olmazsa olmaz ögelerden yoksunluğuydu. TÜSİAD’ın, Erdoğan rejiminin önce de facto ardından resmi olarak tesis edilmesinden beri diline pelesenk ettiği bu taleplerinin politik tercümesini yapacak olursak, TÜSİAD’ın dediği esasta şuydu: Bu devlet tüm burjuvazinin devletidir! Sadece senin sermaye grubunun devleti derekesine indirgenemez! Ayrıca, devleti özelleştirmek suretiyle onun toplumsal meşruiyetini de dinamitlemektesin! Dönmelisin bu yoldan![18]
IV
Belirtmeden geçemeyeceğimiz bir zümre daha var: Devlet aygıtının esasını teşkil eden asker-sivil bürokrasisi! Kuşkusuz bu zümre de homojen değil, ama yine de bir çekirdeğinin bulunduğu aşikardır. Gemi, birkaç yıldan beri, kendini alternatifsiz gören bu iki mihrakın koalisyonuyla yürütülmektedir.
Türkiye’deki ceberut devlet geleneğinin; yani devletin toplumun üstünde, onun kurucusu ve gerçekliği kendinden menkul bir yapı olarak tasavvur edilmesi ve her şeyin üstünde tutulması, milletin devletinin milleti olması, ülkenin bölünme fobisi veya işgal edilme sendromunun ideolojik olarak hep yeniden üretilerek resmi ya da fiili bir teyakkuz halinin sürekli kılınması vb. hususların, açıktır ki bir ekonomi politiği de bulunmaktadır. Bunun en bariz belirtisi OYAK’tır, fakat çoktan ondan ibaret değildir. Organize Sanayi Bölge Yönetim Kurullarından tekel yönetimleri ile çeşitli vakıf ve savunma sanayi şirketlerine kadar bu konuda geniş bir ekonomik etkinlik alanı mevcuttur.
Toplumsal muhalefeti bastırma, gerektiğinde ezip geçme gibi klasik politik/güvenlik boyutlarının yanı sıra, devlet aygıtının bu kollarının, ülkedeki kapitalizmin gelişmesi oranında giderek daha artan bir boyutta ekonomik ilişkiler yumağının içinde yer alması şaşırtıcı olmasa gerek. Devlet aygıtının özellikle bu kolları, ülkede yaratılan artı-değerden belirtilen kurumsal işlev ve statüye dayanarak pay almaktadırlar. Yani ceberut devlet geleneğinin muhafazası, bu güçler açısından aynı zamanda ekonomik bir sorundur.
Bu kesimler, ceberut devlet geleneğinin sürekli yeniden üretilmesi için verili siyasi iktidarlarla (onların da işine gelen!) işbirliklerini sürdürmeye devam ederler. AKP’nin başlangıç döneminde bu işbirliğin büyük bir risk altına girdiğine dair emareler belirmiş olsa da, gelinen yerde bu tehditler aşılmış ve aralarındaki işbirliği derinleşmiştir.
Devletin sivil-askeri bürokrasisinin özellikle güvenlik kolu bakımından bu işbirliğindeki yeni husus, önceki işbirliklerinde hükümetler karşısında koruyabildikleri görece “bağımsızlıkları”nın büyük bir hasar almış olmasıdır. 15 Temmuz darbesinin oluşturduğu yeni politik koşullar -”milletin darbecilere karşı şahlanışı!”- ve akabindeki tasfiyelerin mevcut “sivil iktidara” biatın benimsetilerek gerçekleşmesi, bu geleneksel işbirliğinin artık o eski özgün ve itibarlı konumdan sürdürülmesini sınırladı. Bir taraftan bazı rakipler aygıttan temizlendi. Diğer taraftan ama bir mevzi kaybı var: Artık AKP ve/veya MHP ile özdeşleşmek, onunla kader birliği yapmak (veya yapıyor gibi yapmak) şart oldu. İlişkilerdeki bu yeni durum, ilgili kesimlerin tutumlarına da yansımaktadır zaten (burjuva muhalefetinin‚ devletin değil “AKP’nin valisi, generali” vb. eleştirileri anımsayalım).
Erdoğan, 15 Temmuz darbe girişiminin geri püskürtülmesiyle devlet mekanizması üzerindeki hegemonyasını tahkim etti, kendine bağlı olan unsurların sayısını da artırdı. Yine de bu hegemonyanın, silahların sonuçta kendi elinde olması anlamına gelmediğini bilerek, bu hegemonyayı başka güçler aracılığıyla da sigortalandırmak anlamını taşıyan adımlar attı. Darbenin hemen ardından Jandarmanın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, silahlı bekçiler ordusunu oluşturması veya Emniyet’e ve MİT’e TSK’nın silahlarını kullanma yetkisinin verilmesi vb. adımlar, devletin zor aygıtı üzerindeki hegemonyasını sigortalandırma çabalarının birer ifadesidirler.
Açıktır ki, bu işbirliğinin belirtilen ekonomik zemini, onun aynı zamanda yumuşak karnıdır. Söz konusu zümre, Erdoğan rejiminden de öteye, kendi konumunu kalıcı ve işlevsel kılacak politikaların sürmesine bakmaktadır. Mevcut konjonktürde bu, Erdoğan rejimiyle sağlanmış bulunmaktadır. Ancak talep ettiği ve beklediği şeyleri şimdiye kadar olduğu gibi alamadığında, tepkisiz bir şekilde kaderine boyun eğmeyecektir.
Bir başka husus da, Türkiye toplumunun son 20 yılda kaydettiği sosyolojik gelişme ve onun beraberinde getirdiği kültürel değişimdir. Erdoğan rejimi, siyasal İslam’ın uhdesinde olan bir kültürü toplumun genelinde hakim kılamadı. Fakat sadece siyasal İslam değil, asker-sivil devlet bürokrasisinin çekirdek kesimi ve siyasi uzantıları da, toplumun, alt yapıda kaydedilen kapitalist gelişmeye mukabil olarak giderek tipik bir burjuva toplumu haline gelmesi karşısında, anakronik bir direniş içerisindedir. Ceberut devlet geleneğinin, zemini giderek güçlenen bu sosyo-kültürel değişimle uyumsuz olduğu her geçen gün daha bariz görülmektedir. Bunun en açık toplumsal belirtilerini bugünkü gençliğin hakim siyasete ve siyasi partilere olumsuz bakışında ve kadın hareketinin cesaretli ve dirayetli çıkışında görmekteyiz. Dolayısıyla bu zümre, kendi gerekliliğini ve vazgeçilmezliğini yeniden üretecek olaylara muhtaçtır. Örneğin Kürt sorununun burjuva anlamda bir çözümünü engellemeyi, tekelci burjuvazinin bir kesimiyle devlet bürokrasisinin bu çekirdeği, hem sözü edilen gerekliliği yeniden üretmenin ve hem de ülke siyasetinde etkin bir güç olmanın bir aracı olarak değerlendirmektedirler (Yoksa mesele, bu sorunu burjuva anlamda çözmeyi akıl edememe değil!).
Tekelci burjuvazinin TÜSİAD kanadının bu devlet anlayışıyla sorunu, devletin bir baskı ve zor aygıtı olarak temel işlevini yerine getirmesi değil elbette. Onun sorunu, devlet içinde izlenecek siyaset ve ekonomi politikalara etkide bulunmayı varlığını sürdürmenin dayanağı kılan bir zümrenin etki alanını daraltmaktır. Bu husus, TÜSİAD’ın uluslararası sermayeyle olan organik ilişkileri bakımından da bir meseledir. TÜSİAD yakın tarihe kadar bu devlet geleneği ve onun yapısıyla bir sorun yaşamadığı gibi, bu zümrenin “hizmetlerinden” (başta darbeler olmak üzere) tepe tepe faydalanmıştır. Ancak gerek ülkedeki kapitalist ilişkilerin geldiği düzeyin toplumun anlayışı ve kültüründe yaptığı değişimler, gerekse uluslararası sermayeyle kurduğu organik ilişkiler ve bu ilişkilerden kaynaklanan talepler, bu devlet anlayışı ve zümrenin etkisinin sınırlanmasını gerektirmektedir.
V
Geçen yıl tanık olduğumuz üzere, “serbest piyasa ekonomisi”nin kurallarına karşı diklenmeler yara bere içinde sonlandırıldı. “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur!” naraları, tavşanın dağa küsmesi misali, piyasalar tarafından kâle bile alınmadı. Aksine; ekonomideki vahim gidişat, Erdoğan’ın kendi sesinden ürkmesiyle sonuçlandı. Ve bastırdı kendi sesini! Tabii geri basmasına muhteşemlik katmadan olmazdı: Damadın “af talebi kabul edildi”! Aynı solukta, Merkez Bankası ve Hazine ve Maliye Bakanı değiştirildi, piyasanın kurallarına uyulacağı sözleri verildi. Erdoğan bu sözleri verirken adeta bir TÜSİAD metnini okuyor gibiydi: Artık “şeffaf” ve “öngörülebilir” olunacaktı, “hukuk devleti ilkesi” güçlendirilecekti ve bunlar “serbest piyasa ekonomisi kurallarından taviz vermeden” yapılacaktı.[19]
Güncel ekonomik durum çaresiz değil ama, oldukça kritik. Sadece pandemiden dolayı değil, ekonomik ve politik alandaki meydan okumalar nedeniyle de hamle değişimleri kaçınılmazdı. Hemen faiz artışlarına gidildi. Buna paralel politik hamleler geldi: Avrupa Birliği yeniden keşfedildi! “Geleceğimiz orada” denildi. Bu arada, o kadar yoklamalar çekilmesine karşın, ABD’nin yeni yönetiminden teselli edici bir işmar gelmemişti daha. Sonucu henüz meçhul olsa da yeni bir diyalogun adımları atılmıştı.
Ne oluyordu? Tarih; birincisinde trajik, ikincisinde komik olmak üzere tekerrür mü ediyordu? İşbaşı yaparken uluslararası ve ulusal tekelci sermaye ile ittifak halinde generallerin ve sivil devlet bürokrasisinin “vesayetine” karşı “demokrasi” bayrağıyla öne fırlayan Erdoğan, şimdilerde tam da o “vesayet güçleri”nin bir kısmıyla işbirliği içinde faşist bir diktayı ilmek ilmek ördüğünü hiç kimse bilmiyormuşçasına yeniden “reformlar” muştuluyordu! Zayıfken güçlü ittifakları kurmuş olmak bir meziyet sayılabilir. Ancak, sırt dönülen bu ittifaklara, üstelik gücünün zirvesindeyken “geri dönmek”? Bu, hem bir sıkışmışlık belirtisiydi, hem de öncekisinin etkisine sahip olamazdı!
İktidarı yeni bir düğüm noktasına daha gelmişti, fakat şimdiki koşullar onu büyük bir tezatla yüz yüze bıraktı: Toplumsal desteğinin en güçlü olduğu zamanlarda devletteki bugünkü hegemonyasından yoksundu. Şimdilerdeyse devlet aygıtı üzerindeki hegemonyasının zirvesinde ama, toplumsal desteğinin zayıflaması da görece zirvesindeydi. Öyleyse bu tezatı küçültecek adımlar atılmalıydı.
Bunun için öncelikle emperyalist devletler ve mali sermaye ile diyalogu koyulaştırması gerekiyor. Erdoğan muştuladığı “yargı refomları”yla, uluslararası yatırımcı çakallarına adeta samimi bir teklifte bulunuyordu: “Ülke içinde tırmandırılan baskı ve zorbalık sizi hiçbir şekilde ürkütmesin. Sizin özgürlük-demokrasi söylemlerinizin özü sermayeye özgürlük değil mi? Buyurun, sırf sizin için geçerli olacak özel hukuk devleti düzenlemelerini yaptık!” Erdoğan, sermayenin tek değerinin, artı-değer olduğunu gayet iyi biliyor! Bu bakımdan “yargıda reform” ilanı, tırmandırılan baskı ve zorbalıkla sadece görünüşte çelişmektedir. Gerçekte biri, diğerinin sürdürülebilmesinin bir gereğidir!
İçte de hem oyalayıcı hem de rejimi güçlendirici adımlar atılmaktadır. Ekonomide sınıf dengelerini gözeten ve mümkün olduğunca hiçbir sermaye grubunu kökten küstürmeyecek bir ortam ve paylaşım lazım. Dış kaynak geldikçe de orta ve alt sınıfları en azından isyandan alıkoyacak yardımlar, hibeler, krediler, vergi ertelemeler vb. yöntemlerle durum idare edilmeye çalışılacak. Erdoğan rejiminin verili koşullarda ne tam eski ekonomik büyüme modelini yeniden yakalama, ne de yeni bir model tesis etme imkanı var. Bir taraftan sermaye içerisindeki farklı çıkar grupları arasındaki dengeyi muhafaza etme, merkezkaç eğilimlerin güçlenmesine alan açmama, diğer taraftan darboğazı bir şekilde geçme ve dünya ekonomisindeki değişimlerle birlikte yeniden bol sermaye akışının gerçekleşeceği bir dalgayı yakalama… şu anda iktidarın üzerinde yürüdüğü hat bu.
Uzatmadan söyleyelim: Erdoğan zamana oynuyor! İktidarın zaman konusundaki açmazıysa, ekonominin toparlanması için gerekli olan zamanın eli boş geçmemesidir. Nitekim ekonomik kriz derinleştikçe, sosyal çelişkiler çekilmez boyutlar almaya başlıyor. İşsizlik, yoksulluk, borçluluk, iflaslar vb. konulardaki gidişat, hoşnutsuzluk ve tepkileri artıran bir tempo ve doğrultudadır. İktidar ile emekçi halkın tahammül ve zaman mefhumları giderek karşı karşıya geliyor: Halkın, sabrının sınırlarını zorlayan duruma katlanma tahammülü azalırken; iktidarın, zaman kazanmak için sabır telkin ettiği halkın tepkisine tahammül marjı yok!
Zor durumu görece hafifleten faktörlere gelince. Şurada veya burada işçilerin kısmi grev ve direnişleri olsa da işçi hareketinden henüz bir tehdit gelmiyor. Burjuva muhalefete gelince, o, kendi adından korkuyor! İşçileri, emekçileri, köylüleri, esnafı, gençliği sokağa veya isyana sürükleyebilecek söylemden (!) dahi sakınıyor. Zira işçilerin, emekçilerin biriken öfkesinin önü açıldığında nereye varacağını kestiremiyor. Elinde tek bir umut reçetesi var: “İlk seçimde gidecekler!”
Bu sefilliğin çok somut sınıfsal bir nedeni olduğu açık. Hatırlayalım: AKP’nin büyük sermayeye en büyük hizmeti, işçi ve emekçi hareketini sönümlendirebilmesiydi. Haliyle klasik büyük sermaye, emek üzerinde elde ettiği mevzileri kaybetmek istemiyor. Ona gerekli olan, bu mevzilerini tehlikeye atmayacak, işçi ve emekçi kitlelerini sokaklara döküp kendine gelmesine kapı aralamayacak bir muhalefettir.
Tekelci burjuvazinin işçi sınıfı karşısındaki kazanımlarının korunması zorunluluğu, ülkedeki “muhalefet sorununu” ortaya çıkarmaktadır. AKP ve Erdoğan’ın oy oranlarının görece yüksek çıkmasının temel nedeni de burjuva muhalefetinin bu koşullanmışlıktan doğan sefilliğidir. Erdoğan burjuva muhalefetin bu açmazını bildiğinden, “Benim dışımda hiç kimse bu gemiyi yürütemez!” diyebilmektedir. Ve sadece demekle kalmayıp bu iddiasının gereğini yapmaktadır. Zira bu iddianın gereği, siyasi mücadele alanını tüm hasım partilere daraltmayı, yani politik anlamda alternatifsizliği dayatmayı gerekli kılmaktadır. Bu nedenle Erdoğan rejimi için, siyasal yaşam ve mücadeleyi boğmak, geçilmekte olunan şu zorlu süreçte bir ölüm kalım meselesidir.
VI
Asıl sorun, rejimin toplum içindeki hegemonyasında ciddi bir çözülmenin baş göstermesidir. Bu çözülme sürecini tetikleyen en önemli neden ekonomideki vahim gidişattır. Hoşnutsuzluk her geçen gün artarken, bu hoşnutsuzluğu az çok giderecek ekonomik tedbirlerin kendisi ve onların olası müspet sonuçları ise zaman gerektirmektedir. Krizin yükünü işçi-emekçi kitlelerinin sırtına yükleme (bu şimdilik tedricen yapılıyor) işin bir yanı, diğer yanı örneğin bağımlı bir ekonomide yabancı sermayeyi çekmek için faiz artışlarına başvurma zorunluluğun özellikle küçük ve orta burjuvazide hoşnutsuzluklara neden olmasıdır.
İktidar açısından kestirilemeyen alt ve orta sınıfların olası tepkileridir. İşçi hareketinin örgütsüz olması, her türlü eyleminin baştan boğulmaya çalışılması, toplumun şu ya da bu kesiminin “terörist” damgası yemeden tepkisini ortaya koyamaması; bunlar, işçi ve emekçilerin saflarında bir yandan belirli bir tepki birikiminin artmasına neden olurken, diğer yandan ani, kontrolsüz bir tepki patlamasının olasılıklarını büyütüyor. Erdoğan iktidarı, bu olasılığı şimdiden önceleyen “güvenlik” merkezli tahkimatını güçlendirirken, öte yandan rejimini politik açıdan tamamen oturtmanın adımlarını da (“yeni anayasa”, yeni partiler yasası vb.) hazırlamaya bakıyor.
Halk kitlelerine göz bağı ve gözdağı ile yaklaşmak, burjuva muhalefetinin etkinlik alanını daraltmak, sermaye fraksiyonları arasında büyük kapışmaları önleyici ince bir denge tutturmak, uluslararası ilişkileri yumuşatmak, yabancı sermayenin gelişini teşvik edici “reformlar” yapmak ve buna uygun bir para politikası izlemek… her ne kadar evdeki bu hesabın çarşıya uymaması ihtimali daha güçlü ise de, tutturulması olanaksız olan bir hesap da değildir.
Kesin olan, Erdoğan’ın ve fiilen ittifak yaptığı güçlerin hedefidir, yani mevcut rejimi ortak bir anlayışla her bakımdan tahkim etmek ve son çiviyi çakmaktır. Erdoğan rejimi; açık ve gizli faşist güçlerle işbirliğinin geliştirildiği ve herhangi bir büyük sosyal isyan sonucu tümden tehlikeye düşmesi halinde hemen faşist bir diktatörlüğe dönüşmeye hazır gerici, milliyetçi-dinci ve otokratik bir rejimdir. Başka bir ifadeyle, Erdoğan rejiminin henüz faşist bir diktatörlüğe tekabül etmediğini belirtmek gerekiyor.
Sınıfsal temeli itibarıyla faşizm, tekelci burjuvazinin gaddar ve terörist bir diktatörlüğüdür. Gaddar ve terörist sıfatları bir keyfiyetin sonucu değil, başta işçi sınıfı olmak üzere örgütlü emekçi halkın ve ilerici güçlerinin hareketi ve mücadelesinin tekelci burjuvazinin sınıfsal çıkarları gereği bastırılması ve tasfiye edilmesi zorunluluğun bir sonucudur. Öyleyse ilk sorulması gereken soru, bugün Türkiye’deki işçi sınıfının sermayenin egemenliğini tehdit eden bir durumda olup olmadığıdır. İşçi sınıfının hali hazırda böyle bir konumda olmadığı açıktır. Diğer bir gerçek de; devlet zoru her ne kadar öne çıkartılmış olsa da, işçi ve emekçilerin ve ona bağlı siyasi yapıların hala belirli bir hareket alanın var olmasıdır.
Açıktır ki, faşizmin inşasında mali sermayenin “en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının” harekete geçerek bu sürecin motor gücü olarak öne çıkmaları, tekelci burjuvazi arasında bu süreç boyunca ve neticesinde yeni bir saflaşma ve konsensüsün oluşmasını gerektirir. Bu esnada, tekelci burjuvazi arasından özel konum ve çıkarlarından hareketle bu sürece itiraz edenler de çıkabilir veya önce mesafeli durup sonra aktif destekleyenler de olabilir. Olası çatışmaları da içeren böylesi bir sürecin doğasıdır bu. Fakat faşist diktatörlüğün inşasının tamamlanmasıyla birlikte, iç sürtüşmeler tümden kalkmasa da, tekelci burjuvazi arasında genel bir konsensüs sağlanmış demektir. Peki, bugün Türkiye’nin tekelci burjuvazisi arasında böyle bir konsensüsün varlığından söz edilebilir mi? İki ana sermaye grubunun eğilimlerine bakacak olursak, belli ki söz edemeyiz henüz. Yeni yetme sermaye grubu ve onunla iltisaklı olan çevreler Erdoğan rejiminin faşist bir diktatörlüğe evrilmesini isterlerken, ülkenin hala en büyük ve güçlü sermaye grubu olarak TÜSİAD faşist bir inşanın aksine olan talepler ileri sürmektedir.
Daha önemlisi, klasik bir tablo sergilemeyen böylesi bir girift durum ve rejim türüne nasıl gelmiş olduğumuzun unutulmamasıdır: 12 Eylül faşist diktatörlüğü, 80’li yılların ikinci yarısından itibaren işçi ve emekçi hareketi tarafından orasından burasından yarıldıktan sonra, 90’lı yıllar boyunca işçi sınıfının ve Kürt ulusal hareketinin mücadeleleriyle fiilen de aşıldı. Hiçbir burjuva hükümeti dikiş tutturamamaktaydı. Erdoğan ve AKP, sınıf dengelerinin bu gel-gitliği koşullarında iktidara geldi ve klasik büyük sermayeyi rahatsız eden bu durumun aşılmasını sağladı. “İyi AKP” döneminde atılan ve burjuva demokrasisinin unsurları sayılabilecek bazı kısmi adımlar da ikili bir özelliğe sahipti: Bu adımlar bir taraftan AKP öncesi işçi/emekçi/gençlik hareketiyle Kürt ulusal hareketinin mücadelelerinin fiilen elde ettiği kazanımlardan soyutlanamazdı, diğer taraftan ama işçi hareketinin silahsızlandırılıp sönümlenmeye başladığı bir dönemde atılmaktaydı. Yani bir yönüyle bu adımlar, 1989/91 işçi hareketinin düzeyindeki bir işçi hareketinin aktüel ve dolaysız olarak zorlamasının sonuçları değildiler. Esasta klasik büyük sermayenin üstyapıda yapmak istediği ve o dönemki AKP iktidarının da işine gelen değişimleri kapsamaktaydı. Bu özelliği, yani şu ya da bu ölçüdeki demokratik değişimin işçi hareketinin veya halk hareketlerinin birebir mücadelelerine dayanmaması; bu tür değişimlerin köklü olmaması, kolay bozuşturulabilmesi ve egemen sınıflar arasındaki ihtiyaçlar veya mücadelelere göre çelişik biçimler almasının da temel nedenidir. AKP iktidarıyla önce genişleyen, sonra büzülen bu değişimlerdir.
AKP iktidarını mümkün kılan tarihsel özgün koşulları, o koşullar içerisindeki evrimini ve o esnadaki toplumsal beklentilerin yönünü göz önünde bulundurduğumuzda, şimdiki Erdoğan rejiminin bunlar karşısında belirli bir hat değişimini ifade ettiği ve gelişimini henüz tamamlayamamış geçiş halinde bir rejim olduğunu söyleyebiliriz. Orta burjuvazinin içinden yükselmiş bir grup sermaye, dünyanın ve ülkenin özgün bir döneminde işçi sınıfına karşı uluslararası ve klasik büyük sermaye (TÜSİAD) ile ittifak halindeyken politik yürütme gücünü uzun bir süre elinde tutabilmiş, bu süreçte palazlanıp büyük sermaye katına yükselmiş, fakat şimdi de devlet içindeki hegemonyasına yaslanarak egemen sınıf içindeki nüfuzunu ve gücünü büyütme ve perçinleme amacına ulaşma mücadelesi vermektedir. Otokratik özelliği, elde edilmiş olunan konumu korumanın bir gereği iken, ekonomik gidişat, kitlelerde artan hoşnutsuzluk vb. gelişmeler karşısında mevcut konumu korumak daha “ileri” bir yönelimi, yani faşist bir rejimi giderek zorunlu hale getirmektedir. Asker-sivil bürokrasisiyle kurduğu yeni ittifaklar da bu yönelimine uygundur. Bu süre zarfında da, klasik büyük sermaye içerisinde yeni müttefikler bulmaya çalışmaktadır. Erdoğan rejimi bu nedenle ya mevcut yönelim ve iddiasını yitirip gidecek ya da faşist bir diktatörlüğe evrilecektir.
Peki, devlet içindeki hegemonyasının zirvesinde olan Erdoğan ve AKP neden hemen faşist bir diktatörlüğü inşa etmeye yönelmiyor diye sorulabilir? Erdoğan ve AKP’nin çekirdek kadrosu, doğrudan faşist bir diktatörlüğü inşa etmenin ve bunu sürdürebilmenin verili koşullarda son derece riskli bir girişim olacağını bilmektedirler. İlkin, ülkenin en büyük ve klasik sermaye fraksiyonu mevcut koşullarda faşist bir diktatörlüğün kurulmasından yana bir eğilim göstermiyor. Öte yandan, toplumun %50’sini çoktan aşan bir kitle mevcut rejime tepki duyuyor. Diğer taraftan, şimdiye kadar iktidarı destekleyen kitlede ciddi çözülme belirtileri görülüyor. Ve en nihayetinde, Erdoğan iktidarı döneminde ülkede sözünü etmeye değer bir sermaye birikimi gerçekleşmekle birlikte, Türkiye’nin ekonomik bağımlılığı düne göre çok daha artmış bulunmaktadır. Soğuk Savaş dönemindeki gibi “NATO’nun Güney Doğu cephesi zayıflamasın da ne olursa olsun” diyen bir Batı cephesi de yok ortalıkta. Kaldı ki mevcut iktidar tam da o eski Batı cephesinin önde giden ülkeleriyle ilişkileri bozmuş durumda. Mevcut halinden bile memnun olmadıkları bir rejimin açık bir faşist diktatörlüğe evrilmesi, yani her türlü muhalefeti ezip geçmesi, bu emperyalist devletlerin verili koşullarda destekleyeceği bir gelişme olmasa gerek. Türkiye’deki ekonomik ve politik işbirliği seçeneklerini sınırlamak istemeyeceklerdir.
Erdoğan ve ortakları bütün bu faktörleri bilmiyor olamaz. O nedenle, böyle bir adımın risklerini almadan tedricen ilerleyebilmek ve bu arada ülke içinde bu rejimin bekasını tehlikeye sokacak tüm karşıt güçleri etkisiz bir pozisyonda tutmak – verili koşullarda rejim açısından en gerçekçi hareket tarzı budur.
Rejim açısından durum buyken, klasik büyük sermaye açısından da içinde bulunulan süreci kendi çıkarları doğrultusunda tedricen şekillendirme çizgisi en uygunudur. Klasik büyük sermayenin çekirdeği, ülkenin başta devlet olmak üzere genel olarak üstyapısının; (devlet-sermaye ilişkisindeki sorunsalın yanı sıra) bugünün kapitalist gelişme düzeyine ve bu düzeyinin talep ettiği kültürü, eğitimi, bireyselliği geliştirmeye bazı açılardan uygun olmadığını çeşitli vesilelerle ifade etmektedir. Burjuva devriminin güdük kalışından kaynaklı noksanlıkların yalnızca bazılarını (esasta sermaye birikimine iyi hizmet etmeyen taraflarını) ama yine yukardan, hükümet ve devlet koridorlarında hal etmeye çalışmaktadır.
Ortak yönleri ise, halk kitlelerinin bu işe karıştırılmamasıdır! Nitekim burjuva muhalefet, rejimin zayıflaması ve seçimle uzaklaştırılması yoluyla bu işi çözmekten yana. İktidar ise “durmak yok, yola devam!” diyerek, ele geçirmiş bulunduğu devlet ve sermaye gücünü bir daha bulamayacağı saikiyle de, tam aksi bir istikamette yol almaya bakmaktadır.
İşçi sınıfına gelecek olursak, onun güçlü ve bağımsız bir hareketinin yokluğu, Türkiye halklarını burjuvazinin bu sefil iç mücadelelerinin ehven-i şerine mahkum kılması itibarıyla, bunun dışında bir seçeneğin, en tutarlı ve gelişkin bir demokrasi blokunun oluşamamasına kaynaklık ediyor. İleri öğelerini bir tarafa bırakıp geneli açısından söyleyecek olursak, işçi sınıfının verili koşullarda uğruna mücadele etmeye hazır olduğu esasta ekonomik taleplerdir, demokratik talepler konusunda ise daha ziyade sendikal hak talepleri öne çıkmaktadır. Halk saflarında burjuva demokrasisinin temel hak ve özgürlüklerini şu aşamada talep eden, işçi sınıfının “beyaz yakalı”ların bir kesiminin yanı sıra, esasta kent küçük burjuvazisidir. Onların demokrasi mücadelesi de ama sosyal boyutu bakımından hala ciddi bir zayıflık içerisindedir. Bu genel durum ülkede, sosyal demokratik (sosyal demokrasi mihrakı değil!) bir hareketin henüz oluşamadığını göstermektedir.
Açıktır ki, bütün bu belirtilenler, ekonomik ve politik durumunun istikrarlılık sergilemediği, dahası istikrarsızlık ögelerinin arttığı, siyasal gündeminin çok hızlı değişebildiği bir ülkenin yalnızca anlık bir resmi olabilir. Şimdiden görülen o ki, şu anda çatışmalı ve ikircil bir belirsizlik döneminde bulunuyor olmamız, yani rejimin kendi inşasını, öncesinde oluşturmuş olduğu genel hegemonyasının tam da çözülme belirtileri gösterdiği bir zaman diliminde nihailendirmeye yönelmiş olması, her sıradan toplumsal tepki ve eyleme olağan zamanların ötesinde bir anlam katmaktadır. Rejim, kaygan ve tam kontrol edemediği bir zeminde yol almaya çalıştığının bilinciyle verdiği her orantısız tepki, tepki verdiği olayların etki derecelerini büyüttüğü gibi, onları doğrudan siyasallaştırmaktadır da. Vurgulayalım ki, burada rejimle halk kitleleri arasındaki ilişkide yeni bir dinamiğin oluştuğu görülüyor. Zira, sıradan ekonomik veya sosyal bir talep ya da rejimin herhangi bir kararına verilen tepki, rejim açısından bir tehdit, hemen bastırılması gereken tehlikeli bir eğilim olarak ele alınmaktadır. Bu orantısızlık, rejimin klasik kutuplaştırıcı siyasetinin de etkisini giderek zayıflatmakta, zira toplum rejimin reaksiyonundaki abartı ve orantısızlıkları artık görebilmektedir.
Netice itibarıyla, Erdoğan rejimi, pek çok bakımdan 2002 Türkiye’sinin daha ilerisinde olan bir toplumu, cebren ve hile ile gerici-dinci bir korsenin içine sokmaya çalışıyor. 2020’lilerin Türkiye halkları bu deli gömleğini giymeyecektir!
[1] Özetlemeler için bkz. Beck, M.; Stützle, I. (2018) Die neuen Bonapartisten (Yeni Bonapartistler), Dietz Berlin
[2] HDP Parti Meclisi Kararları (2020) https://www.hdp.org.tr/tr/fasizme-karsi-direnis-hattini-oruyoruz/14726/
[3] Boratav, K. (2020) “Bir Söyleşi: 2020 başında Türkiye’de sol”, Sol haber, https://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/bir-soylesi-2020-basinda-turkiyede-sol-282470
[4] Yanardağ, M. (2020) “Süreç olarak faşizm”, Birgün, https://www.birgun.net/haber/surec-olarak-fasizm-331553
[5] Sol Parti manifesto (2019), https://solparti.org/manifesto
[6] Müftüoğlu, O. (2019) “Müftüoğlu SOL Parti’yi ortaya çıkaran koşulları anlattı”, Avrupa Postası, https://www.avrupa-postasi.com/politika/muftuoglu-sol-parti-yi-ortaya-cikaran-kosullari-anlatti-h106189.html
[7] ESP PM, (2018), “ESP sonuç bildirgesi açıklandı”, Gaziantep Haberler, http://www.gaziantephaberler.com/haber/esp-pm-sonuc-bildirgesi-aciklandi-haberi-41578.html
[8] TKP (2020) “13. Kongre Türkiye Konferansı Raporu”, http://www.tkp.org.tr/tr/temel-metinler/13-kongre-turkiye-konferansi-raporu
[9] TKH (2018) “2018 Yaz Konferansı Siyasi Raporu”, https://www.tkh.org.tr/tkh-2018-yaz-konferansi-siyasi-raporu/
[10] Marx, K. (1990) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. S. Belli, 2. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 76.
[11] Sovyetler Birliği ile Doğu Blok’un 1989/1991’de çökmesi ile birlikte yeni bir politik döneme girilmesinin yanı sıra; bilim ve teknolojideki gelişmeler, bunun üretimin teknik temeline yönelik başta verimlilik olmak üzere çeşitli yansımaları, bu yansımaların sınıf ve katmanların sosyal konum ve yaşamına yaptığı etkiler, uluslararası işbölümündeki değişimler, sermaye fazlalığının son 30 yılda hızlı ve olağanüstü artışı, bunun sermaye birikim süreçlerine dolaylı/dolaysız etkileri, Çin gibi yeni emperyalist rakiplerin ortaya çıkıp gelişmesi, 2008/2009 gibi büyük bir dünya ekonomik krizinin cereyan etmiş olması ve akabinde verili sosyal dengeleri altüst etmesi vb.
[12] Marx, K. (2003) Fransa’da İç Savaş, çev. K. Somer, Eriş Yayınları, Ankara, sf. 56.
[13] Bahadır Özgür’ün, Ümit Akçay ile yaptığı 6 bölümlük Ekonomi Politik programında 2000’lerin başındaki esnaf ve küçük ve orta boy işletme sahiplerinin eylemiyle ilgili paylaştığı şu izlenim önemliydi: “İlk defa Türkiye tarihinde Ankara sitelerde, Ostim’de küçük işletme sahipleri, kepenkleri indirerek işçileriyle birlikte sokağa çıktılar.” Özgür, AKP’nin işçiler üzerindeki etkisini bu tür ara katmanları da kullanarak sağladığını vurgulamaktaydı. Yeri gelmişken belirtelim: AKP’nin iktidara gelişinin koşulları, geçtiği aşamaları ve bugünkü açmazlarını kapsayan Ekonomi Politik’in bu dizisi boyunca oldukça önemli hususlara dikkat çekilmektedir. Bu makalede AKP iktidarının süreci ele alınırken, bu son derece yararlı programdan da faydalanılmıştır. Bkz: https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi-politik-2001-krizi-akp-nasil-iktidar-oldu-video-1504082
[14] AKP, bizzat TÜSİAD’ın talep ettiği ekonomi politikayı uygulamakla işe başladı. İş Kanunu’nda emek aleyhine yapılan ciddi değişiklikleri hatırlamak yeterlidir. Fiili sendikalaşma oranlarındaki ciddi düşüşler de yeterince açıklayıcıdır. Bkz: http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2019/02/Sendikalasma-Arastirmasi.pdf
[15] Gruplar bunlardan ibaret değil kuşkusuz, ama öne çıkanlar bunlar, diğerlerinin mevzilenmeleri şimdilik bunların durumuna göre şekilleniyor. Başta TÜSİAD olmak üzere bu sermaye gruplarının kendi içinde homojen olmadığı, gruplar arası geçişler olduğu ve birbirleriyle çatışan ve örtüşen bir angajman ve ilişkiler ağı içinde yer aldıkları açık olsa gerek.
[16] Cumhurbaşkanlığına bağlanan diğer bir kurum da, yaklaşık 50 milyar liralık aktif toplamı ile Türkiye’nin en büyük ikinci şirketi konumunda olan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’dur (TMSF).
Bkz: Güzelsarı, S. (2019) “Neoliberal Otoriterleşme, Devletin Şirketleşmesi ya da Şirket-Devlet: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, Ayrıntı Dergi, https://ayrintidergi.com.tr/neoliberal-otoriterlesme-devletin-sirketlesmesi-ya-da-sirket-devlet-cumhurbaskanligi-hukumet-sistemi/
[17] Daha ayrıntılı bilgiler için bkz: Dik, E. (2015) “Özal Ana Modelinin Tamamlanması: 2011 KHK’leri ile Kurumlaşan Tek Elde Yönetim Modeli”, Ayrıntı Dergi, https://ayrintidergi.com.tr/ozal-ana-modelinin-tamamlanmasi-2011-khkleri-ile-kurumlasan-tek-elde-yonetim-modeli/
[18] Klasik büyük sermayenin, burjuvazinin tümünün gözetilmesi, yani şu ya da bu grubun değil de sınıfının genel çıkarlarının esas alınması talebi, kendi özel grup çıkarlarından bir vazgeçiş olarak anlaşılmamalı. Zira o şundan emindir: “Piyasa mekanizmaları” tahrip edilmediği müddetçe, yani rekabet ortamı ve kuralları devlet ve politik yürütme gücü aracılığıyla bozuşturulmadıkça, büyük sermaye diğer sermaye grupları karşısında üstün gelecektir.
[19] Erdoğan ve yeni bakanlarının konuşmalarını TÜSİAD’ın talepleriyle nasıl bire bir örtüştüğünü Hakkı Özdal şu iki makalesinde çok net bir şekilde ortaya koymaktadır: