Mustafa Yalçıner

Roger Bourderon, “Faşizm: İdeoloji ve Uygulamaları” başlıklı çalışmasında “Kara Gömleklileri” ile henüz daha başlangıç dönemindeki İtalyan faşizmini anlatır:

Kamyonlara binmiş [. . . ] ‘Kara Gömlekliler’ baskınlarının hedefi olan yere doğru ilerlerler. Varır varmaz da, sokaklarda rastladıkları, flamalar geçerken şapkasını çıkarmayan ya da kırmızı bir kravat, kırmızı bir atkı, kırmızı bir bluz taşıyan herkesi sopalamaya başlarlar: Eğer biri kafa tutar, eğer bir savunma hareketi olur, eğer bir faşist yaralanır ya da biraz hırpalanırsa, ‘cezalandırma’ genişler. Emek Borsası, Sendika, Kooperatif, Halkevi merkezlerine saldırılır, kapılar zorlanır, eşyalar, kitaplar, mallar sokağa atılır ve benzin tenekeleri boca edilir; birkaç dakika sonra da alev alev tutuşur her şey. Basılan yerlerde bulunanlar vahşice dövülür ya da öldürülür. Bayraklar yakılır ya da ganimet olarak götürülür. Çoğu kez belli bir erekle, basılan yeri ‘temizleme’ ereğiyle yapılır baskın. O zaman kamyonlar hemen ‘kızıl’ örgütlerin merkezleri önünde durur ve yerle bir edilir bu merkezler. Faşist gruplar, belediye başkanı ve belediye meclisi üyesi, ‘dernek’ -sekreteri, kooperatif başkanı gibi ‘şef’lerin ardına düşer, onları istifaya zorlar, öldürme ya da evlerini yıkma tehdidiyle, yaşadıkları yerlerden dönmemek üzere sürerler onları. Eğer kaçıp kurtarırlarsa bunlar kendilerini, öçleri ailelerinden alınır.[1]

Faşist diktatörlükler altında resmileştirilmiş ölüm mangalarının bireysel ve kitlesel katliamlarıyla, toplama kamplarıyla örneğin, gaz odalarıyla… yaptıkları da biliniyor.

İtalya Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yeni çıkmış, aradan geçen dört yıl fazlasıyla zorlu olmuştur. İtalyan burjuvazisine verilen sözlerin tutulmadığı ve umduklarını bulamadıkları savaştan geriye, doyurulmamış “milli” özlemlerin yanında yıkım, yüksek enflasyon, işsizlik, yokluklar içinde ve bıraktıkları yerden yaşamlarını sürdürme zorluğu çekip “kahramanlık” hikayeleriyle avunan savaş gazileri kalmıştır. Yıkımla işsizlik ve sefalete karşı mücadele içinde güçlenen işçi sınıfı, 1921’de bile yaygın grevler gerçekleştirmiş, “işçi konseyleri” olarak örgütlenmiş, fabrikalarda geniş ölçekte işgallere yönelmiştir. Benzer durum kırsalda tarım işçileri ve köy yoksulları açısından da geçerlidir. Ancak hem işçi sınıfı siyasal olarak birleşip ilerleyememiş, hem de dalga geri çekilmeye başlamıştır. Genel olarak sosyal demokrasi ve bir ara III. Enternasyonal’e üye de olan Sosyalist Parti dağıtıcı rol oynamış, yeni gelişen ve “sol” hatalar da yapan komünistlerin ise faşizmin önünü kesmeye gücü yetmemiştir.

Almanya’da gelişmeler benzer olsa bile süreç az çok farklıdır. Savaşın ertesinde ayaklanmalara ve kısa sürede sosyal demokrat hükümet tarafından ezilen işçi ve asker Sovyetlerine tanık olunan ülkede, irili-ufaklı ayaklanmalar 1923’e kadar sürer. Yönettikleri “Freicorps”larla 1918 sonu ve 1919 baharında Berlin ve Münih işçi ve asker konseylerini yıkan, 1920’de Kapp Darbecilerini durduran Berlin’in grevci işçilerini ortada bırakıp Ruhr Kızıl Ordusunu dağıtarak Ruhr’da ve 1921’de orta Almanya’da karşı devrimci terör estiren sosyal demokratlar, tek başlarına ya da sağcı burjuva partileriyle burjuvazinin savunucusudurlar. İşçilerle orta sınıflardan oy alan bu parti, izlediği politikalarla oylarının yarıdan çoğunu ve milyonlarca işçinin desteğini kaybetmekle kalmaz, işçilerin sosyalizm umutlarını söndürücü rol oynarken, emekçilerde sosyalizmin acil taleplerine çözüm olmadığı algısının oluşmasına yol açar. Son olarak 1923’te giderek güçlenen KPD’nin her şeye rağmen iki eyalette birlikte “işçi hükümetleri” kurduğu SPD işyeri konseylerini yine kaderine terk eder. Oysa 1923’te, krizin vurduğu işçilerle kent ve kırların küçük burjuvazisi ayaktadır ve örneğin Ocak’ta 250 mark olan ekmeğin Kasım’da 200 milyon marka satıldığı koşullarda kendilerini ortada bırakmayarak taleplerini savunacak güç arayışı içindedir. Ancak hem İtalya hem de Almanya’da sosyal demokratlar kitlelerin taleplerini savunmadıkları ve faşist saldırganlıkla mücadelede komünistleri yalnız bıraktıkları gibi, kitlelerin denetimini kaybetmeleri nedeniyle burjuvazinin gözünde değerlerini yitirerek alternatifleri olmaktan çıkmak üzere hükümetten uzaklaştırılır.

İtalya’da Mussolini kısa sürede hükümeti kurmak için davet edilir. Almanya’daysa kapitalizmin görece istikrar kazanmasıyla devrimci dalga geri çekilir ve Hitler tekellerin ihtiyacını karşılamak için on yıl daha beklemek zorunda kalır. Ancak, İtalya’da kendisini iktidara taşıyan, Almanya’da ise güçlü bir kitlesel hareket olarak gelişmeye yönelen faşizm, büyük zorluklarla boğuştukları savaşın yıkımı ve kriz koşullarında taleplerini karşılayamayan sosyal demokrasi ve sair düzen partilerinden kopmaya yönelmiş işçilerle kentin ve kırın yoksulları ve küçük burjuva orta sınıfın taleplerinin istismarının yanına savaş ve (komünistlerin de zamanında karşı ajitasyon geliştiremedikleri Almanya’da Versay Anlaşması dayatması gibi) sonuçları üzerinden milliyetçiliğin tırmandırılmasını ekleyerek gelişme olanaklarını iyi değerlendirir.

FAŞİZMİN SINIF NİTELİĞİ

1. Faşizm, emperyalizm ve proleter devrimleri çağına özgüdür

Tekelci kapitalizmde egemen olan mali sermaye ve tekelci burjuvazidir. Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağının bir akımı olarak faşizm, tekelci burjuvazinin en gerici, saldırgan ve terörist akımı; bir burjuva devlet biçimi olarak faşist diktatörlük ise, gericiliği temsil eden tekellerin karakterini verdiği bir dizi gerici devlet biçiminden kan-içici terörist niteliğiyle ayrılan en gerici olanıdır.

Lenin’in dediği gibi, tekel, adı üstünde, her şeyi tekeline ve kontrolüne alma eğilimi olarak, kapitalist gelişmenin dinamiği olan rekabetin yanında ama üstünde yer almış; yatırım, miktarıyla birlikte üretim ve pazarları en yüksek kâra ulaşma kaygısıyla seçerek belirleme olanağı elde etmiştir.

…  emperyalizm, genellikle, bir şiddet ve gericilik eğilimidir.[2] Çünkü “Emperyalizm, her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren mali-sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise şöyle olmaktadır: siyasal rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı ölçüde yoğunlaşması.[3]

Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri şunlardır: mali-oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda gericilik ve artan ulusal baskı.[4] Ve “… emperyalizm, genel olarak, tüm siyasal demokrasiyle çelişir[5]

Ekonomik tekel her şey demektir. Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder… Gerek dış politikada, gerek iç politikada emperyalizm demokrasiyi ihlal etme, gericiliği kurma eğilimindedir. Bu anlamda emperyalizm, genel olarak demokrasinin, onun istemlerinden yalnızca birinin, yani ulusların kendi kaderlerini tayin isteminin değil, tüm demokrasinin su götürmez biçimde, ‘yadsınması’dır…: demokrasiyi ihlal etmenin yollarını arar.[6]

Mali sermaye egemenliği ve tekellerin demokrasiyi ihlal etme ve gericiliği kurma eğiliminin yoğunlaşmış ifadesi faşizm, siyasal üst yapının, burjuva devlet örgütlenmesinin en gerici biçimi ise faşist diktatörlüktür. Şüphesiz buradan hareketle faşist diktatörlüğün, mali sermayenin gericilik eğiliminin otomatik ve zorunlu bir sonucu olduğu ileri sürülemez, bu eğilimin faşist bir devlet biçimine götürüp götürmemesi, tekellerin ihtiyaçları kadar somut nesnel koşullara ve sınıflar arasındaki güç ilişkilerine bağlıdır.

Faşist diktatörlük, faşist hareketin yedekleyip sürüklediği kitlelerin sınıfsal aidiyetleri ya da şef/reislerinin sınıf kökenleriyle değil, ama iktisaden egemen olan mali sermaye ve tekeller ve nesnel sınıf çıkarlarının gericiliğiyle karakterizedir.

2. Faşizm uluslararası bir olgudur

Uluslararası karakteri belirgin emperyalizm ve proleter devrimleri çağının olgusu olarak faşizm, tekil ulus ya da uluslara özgü değildir, ancak uluslararası çerçevesiyle anlaşılabilir. Tek tek ülkelerin yerel ve tecrit edilmiş gerçeği olarak açıklanamaz.

Akım, hareket ve devlet biçimi olarak belirli tekil ülkelerde ortaya çıkmış olan faşizm, yüceltip yoğunlaştırdığı şoven milliyetçiliği, hatta ırkçılığıyla biçim olarak millidir, en çok istismar ettikleri arasında milli değerler öncelikli yer tutar ve her ülkenin faşizmi kuruluşu ve şekillenişiyle diğerinden farklı milli özellikler taşır.

Ancak milli değerleri sadece istismar eder; emperyalist ülkeler ve tekelci burjuvazileri bakımından faşizm, gelişmiş kapitalizmin baskın eğilimi olan uluslararası eğilime sahip olmakla kalmaz; tekelci saldırganlığı, talancılığı, kaba kuvvet ve savaşı yöntem edinmesi ve en başta sermaye ihracı, dünyanın ekonomik ve toprak olarak paylaşılması içeriğiyle bu eğiliminin hakkını en ileriden verir.

Emperyalizme bağımlı ülkeler ve tekelleri bakımından da aynı uluslararası eğilim işlevseldir; bu ülkelerin belirli bir gelişkinlik, ölçek ve güce ulaşmış olanları gerek kendi tekelleri adına gerekse emperyalistlerin taşeronu olarak ülke dışında milli bayraklarını sallayıp halklarını peşlerine takmak üzere milliyetçiliği yüceltmelerine de hizmet ederek, –misliyle fazlasını ithal etseler bile– kendi cürümlerine göre sermaye ihracı yapmaya, bölgesel ekonomik ve toprak paylaşımlarına katılmaya çalışırlar. Ülke ölçeği büyüyüp kapitalizmin gelişme düzeyi yükseldikçe –faşizmin geliştiricisi bir unsur olarak– ülke dışındaki arayışlar artar. Tek farkla ki, ezilen uluslar ve zayıf komşu halklar karşısında hak tanımazlık, yayılmacılık ve zoru benimserken, emperyalistler karşısında taşeron çıkarlarını savunmakta bile zorlanır, emperyalistler arasındaki çelişkileri manevralarının dayanağı edinerek kendilerine alan açmaya çalışırlar.

3. Faşizm kapitalizmin kriziyle ilişkilidir

Geçen yüzyılın başlarında faşist hareket, emperyalist savaşın yıkımı ve alternatif bir dünya sistemi kurmaya girişen proletaryanın Rusya’da iktidara gelmesi ve kapitalist pazarın parçalanmasıyla ağırlaşan kapitalizmin krizinin oluşturduğu ortamda ortaya çıktı. İtalya’da 1922-23 krizi koşullarında topladığı güçle, Almanya’da ise 1929 Krizinin ardından hızla gelişerek iktidara geldi.

Kapitalizmin işsizlik ve yoksulluğu tırmandıran krizleri, karşısında sosyalist ülke/ülkeler olmasa bile, hele kapitalizmin tüm başlıca çelişkilerini keskinleştirip sonuçlarını ağırlaştıran genel kriziyle birleştiğinde, sömürü koşulları ve devamını zora sokması ölçüsünde artarak, tekeller de dahil burjuvaziyi olumsuz etkiler. Aynı etkenler, en başta sonuçları olan işsizlik ve sefaletin derinleşmesiyle asıl, işçi ve emekçi kitlelerini yaşamlarından bezdirir. Tekelci burjuvazi kriz koşullarını batmakta olan şirketler ve varlıklarını ucuza kapatarak yeni bir atılımın hazırlığına dönüştürmeye yönelirken, hoşnutsuzluğu artan ve bunu dışa vurup eyleme dökmeye başlayan işçi ve halkın yükselme eğilimi gösteren muhalefeti karşısında zorlanır. Bu çerçevede, iç ve dış koşulları açısından sermayenin egemenliği ve sömürünün eski siyasal biçimler çerçevesinde devamı zora girdiğinde faşizm, tekellerin “kapitalizmin ve egemenliklerinin devamını sağlayıp sağlamlaştırma” arayışı olarak ürer.

Düzenden kopmaya ve yeni arayışlara yönelen emekçilerle orta sınıfları kazanmak amacıyla taleplerini istismar ederken baş vurduğu kapitalizm karşıtı aldatıcı ajitasyon bir yana, faşizm, dolaysızca tekellerin kapitalizmin –yeni pazarların ele geçirilmesini de kapsayarak– istikrara kavuşturulması ihtiyacının ülke içi ve dışında zora dayalı örgütlenmesidir.

Kapitalizmin her kriziyle faşizm arasında doğrudan ve mekanik bir ilişki kurmaktan kaçınılmalıdır; kapitalizmin olağan krizlerini az-çok olağan yöntemlerle atlatabildiğini pratik olarak biliyoruz, faşizm açısından, başka koşulların da bir araya gelmesi ve söz konusu krizlerin örneğin siyasal krizleri de koşullayacak ağırlık ve etkiye sahip olması gerektir. Örneğin İspanyol faşizmi, 1931’de Cumhuriyet kurularak, 36 seçimlerini “Halk Cephesi”nin kazandığı, ama generallerin ayaklanıp faşist hareketi sürüklediği kötü ünlü 1929 kriziyle bağlantılıdır. Şili yine öyle: 1971’de ABD’nin doların altına çevrilebilirliğini tek yanlı kaldırmasıyla uluslararası para sisteminin çökmesinin yanı sıra gıda ve enerji kriziyle de iç içe geçen 1973 Krizi. Uluslararası ölçekte etkili olan krizler güçlü faşist dalgaları koşullandırmışken, daha az etkili ya da bölgesel ve ulusal olanların etkisiyse daha sınırlı olur, ama olur. Yakın tarihlerde 2001 ve onun önlemleriyle birlikte sonuçlarının taşındığı 2008 ile bağlantılı olarak faşist hareketlerde bir yükseliş görülmektedir.

4. Devrim ve potansiyel devrim ihtimali tekelleri faşizme yönelticidir

Geçen yüzyıl sınıf mücadelelerinin tecrübesi, faşist diktatörlüklerin genellikle devrim durumlarının oluştuğu ve işçi ve emekçi hareketlerinin yükselişinin iktidar sorununu gündeme getirdiği ya da mücadele eden sınıflar arasındaki gerginliğin hemen hemen buna yakınlaştığı koşullarda gündeme girdiklerini göstermektedir.

Sermaye ilişkisi olarak daha ötesi olmayan “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tekelci kapitalizmi, Lenin, “bir geçiş kapitalizmi, daha doğrusu can çekişen bir kapitalizm” olarak tanımladı. Bu, mali sermaye ve egemenliği bakımından, iktidar sorununun ortaya çıkmasının varlık-yokluk sorununa olması demektir. Egemen tekelci burjuvazi bunu 1917 Ekim Devrimi ile kesin bir biçimde sınamış, ’17 sonrasında iktidar sorunuyla her yüzleşmesi durumunda, hatta ihtimaliyle bile karşılaştığında en sert tutumları alıp en gerici politikaları uygulamaktan kaçınmamıştır. Faşizm ve faşist diktatörlük, devrimin yükseldiği ya da devrim ihtimalinin baş gösterdiği, dolayısıyla egemenliklerinin tartışmalı hale gelme eğilimine girdiği koşullarda tekellerin verdiği karşı-devrimci tepki ve yanıttır. Devrime ve dayanaklarına yöneltilmiş bu yanıt, tekellerin gericilik eğiliminin iktidar sorunu bağlamındaki yoğunlaşması olarak belirir.

İtalya’da, Almanya ve İspanya’da, Polonya, Bulgaristan ve Yunanistan’da, sonra Şili ve Brezilya, Uruguay, Guatemala gibi diğer Latin ülkelerinde böyle olmuştur. Bundan doğalı da yoktur. Sosyal devrimler çağı olan çağımızda, kapitalist toplumlarda egemenliği elinde toplayıp toplumun en uç noktalarına kadar yaymış olan tekelci burjuvazinin, iktidarının tehlike altına girdiği durumlarda, egemenliğini devam ettirebilmek için gericileşmede sınır tanımayarak, burjuva diktatörlüğünü en gerici biçim altında yeniden örgütlemeye girişmesi tamamen anlaşılır şeydir.

5. Faşizm, başlıca tekellerle işçi sınıfı ve halk arasındaki çelişkinin ürünüdür

Kuşkusuz egemenler açısından faşizmin bir ihtiyaç haline gelişinde, eski paylaşımdan umduğunu bulamamış emperyalist tekellerin yenisini talep ederek “cephe gerisini” sağlamlaştırma, savaş ekonomisine ve militarizmde atılıma yönelmelerinde yansıyan emperyalistler arası çelişkinin olağanın ötesinde keskinleşmesinin rolü görmezden gelinemez. Ancak faşizmin ve faşist diktatörlüğün kuruluşu kadar yıkılışında da, emperyalistler ve gericiler arasındaki çelişki belirli bir rol oynamakla birlikte, başlıca ve asıl olarak, emperyalizm ve gericilikle işçi ve emekçi halk arasındaki çelişki ve bu kapsamdaki mücadele belirleyicidir. Faşizm, uluslararası ihtiyaç ve yönelimleri bir yana, egemenler arasındaki mücadelenin çözümü olarak türemiş bir olgu değil, ama eski yöntemlerle egemenliklerini sürdürmede zorlandıkları koşullarda mali sermaye ve tekellerin işçi ve emekçileri denetim altına alma ve buna yönelik olarak mücadelelerinin tehdit ediciliğinden kurtulma ihtiyaçlarının ürünü olarak gündeme gelir.

6. Burjuva demokrasisinin kaldırılması

Gericilik ve gericiliği kurma eğiliminin yoğunlaşmış ifadesi olduğu kadar, tekellerin “yollarını aradıkları” “demokrasiyi ihlal etmenin” kriz ve hele ulusal siyasal kriz dönemleri ya da sosyal devrim ihtimaliyle bağlı somut biçimi faşizm ve faşist diktatörlüğün kurulmasıdır.

Serbest rekabete uygun düşerek başlıca parlamenter sistem olarak şekillenmiş olan burjuva demokrasisi ya da burjuvazinin demokratik biçim altındaki diktatörlüğü, burjuvazinin iç çekişmelerinin oluşturduğu zorlukla birlikte işçi ve emekçi muhalefetinin bastırılarak kapitalizmin ekonomik ve siyasal krizinin aşılmasında yetersiz kalıp yönetememe sorunu baş gösterdiğinde, demokrasiyi ihlalin yolu olarak, demokratik hak ve özgürlükler kaldırılıp bir kenara atılarak, diktatörlüğün biçiminin değiştirilmesi gündeme gelir. Burjuvazinin demokratik hakların kullanılabilir olmasını kapsayan eski parlamenter yöntemlerle yönetemeyeceği bir gelişme aşamasına varılmıştır, gericiliğin kaynağı olarak demokrasiyi ihlal eğiliminde olan mali sermaye ve tekeller, egemenlikleri için ayak bağına dönüşen demokratik haklar ve seçim ilkesiyle burjuva parlamentodan vazgeçerler. Zaten devlet işlerinin kararlaştırıldığı yer olmayan parlamento, karar alma sürecini uzatarak yönetmeyi zorlaştırmakta, bu nedenle tekellerin ihtiyacı olan merkezileştirilmiş hızlı kararlar alınması ya da dikte edilmesi ihtiyacını karşılayamaz olup gereksiz hale gelmektedir. Ne tekellerin çıkarlarının gerçekleştirilmesini zorlaştırıp geciktiren, yeterli güçle kullanıldığı kimi zamanlarsa engelleyen ve üstelik kullanıp siyasete müdahale ederek proletaryanın sosyalist eğitimini tamamlamasına yarayan demokratik haklar, ne de uzun ve sonuç verici olmayan tartışmalar – gerekli olan dayatma, yasaklama ve kaba kuvvettir. Zor ve yıldırıcı terör.

7. “Milli şef/reis” ve seçim ilkesi yerine atama ve kayyum

Hızlı olduğu kadar demokratik tartışma ve müdahalelerle tekellerin çıkarlarını yansıtmaktan uzaklaştırılmamış işçi ve halk düşmanı kararlar, tekelin ekonomideki merkezileşmesine uygun bir siyasal merkezileşmeyi gereksinir: Siyasal tekel, siyaset tekeli. Faşizm siyaset tekelidir ve başka siyasal örgütlenme tanımaz.

Öte yandan tekelci burjuvaziye hızlı ve çıkarlarını tam karşılayan kararları garanti altına alma olanağı sağlayacak olan; merkezileştirilip hızlandırılmakla kalmayan, ama giderek istişarenin azalıp –dar çevresiyle– tek kişinin, şefin/reisin belirleyeceği kararlar, seçim yerine atama ilkesinin geçirilmesi, dikte etmenin genelleşmesi ve muhalefetin hayat hakkı tanınmayıp zorla ezilmesiyle burjuva devletin faşist diktatörlük olarak örgütlenerek biçim değiştirmesidir. Faşist hareketin yönetici düzeydeki unsurları da dahil, tüm kademe örgütleri ve alt reislerle devlet organlarının yöneticilerinin şef/reis tarafından atanması, faşizme içerili kural niteliğindedir. Örneğin İtalya ve Almanya’da önceden seçimle gelen alt-şefler kısa süre sonra şef tarafından atanır olmuştur. Zamanında propaganda edilmiş olsa bile “halk iradesi”/“milli irade”, genel oy ve seçim ilkesi, eski demokratik devlet biçimine ait fenomenler olarak fırlatılıp atılır. Eskiden kalma demokratik ya da az-çok demokratik gelenek ve uygulamalar yasa ve kararnamelerle değiştirilir, en beğenilmeyenlerinden başlanarak seçilmişler yönetici mevkilerden uzaklaştırılarak, yerlerine “güvenilir” yenileri atanır, geçiş sürecinde kayyum çok kullanılan yöntemlerden biri olur.

8. Faşist diktatörlük kitlelerin siyaset dışına itilmesidir

Feodalizm ekonomi-dışı zoru gereksinir ve onun üzerine kuruludur: Kişiye ve toprağa bağımlılık ilişkileri, feodal toplumun temel ilişkisidir. Kapitalizm ise, istisnai olarak örneğin ABD’nin güney eyaletlerinde kapitalizmin gelişmesi döneminde baş vurulan yoğun köle emeği bir yana bırakılırsa, ekonomi-dışı zoru tanımaz. Açlıktan ölmeme ya da ölmeyi seçmekten ibaret olsa bile, işçi, işgücünü kiralayıp kiralamamakta ve kaça kiralayacağının pazarlığını yapmakta özgürdür. Ancak ekonominin yasaları geçerlidir: ölmemek için kiralar ve kira bedelini –elbette örgütlü mücadelesi etkilemekle birlikte– yedek işçi ordusunun varlığıyla işgücü arzı ve talebinin dalgalanması belirler. Sermaye, her şeyden önce iktisaden egemendir. Sermayenin iktisadi egemenliği sürdükçe bu gerçek değişmez ve siyasal rejimin niteliği ne olursa olsun sermayenin ekonomik egemenliğiyle işgücünün bir bölümüne karşılıksız el koyma sürer. Bu nedenle, tekelci kapitalizme gelinceye kadar burjuva demokrasi ya da demokratik parlamenter sistem kapitalizmin olağan üstyapısı olmuştur.

Ancak burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğünün “hak-tanır” olsa bile bir biçimi ve işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki zorbalığın örgütlenmesi olmasına karşın, işçi sınıfı, burjuva demokrasisi koşullarındaki mücadelesiyle sadece demokratik haklardan yararlanmakla kalmaz, ama onları kullanmanın mücadelesini vererek, bu hakların garantörü de olurken, aynı zamanda sosyalist eğitimini tamamlamakta mesafeler alır, üstelik sendikal ve siyasal kitle örgütleri kurup örgütlenir. Krizlerle sosyal devrim ihtimali ve pratik olarak gerçekleşmeye başlaması koşullarında bunun yarattığı tehlike, burjuvaziyi, egemenliğini sürdürüp sağlama kaygısıyla kendi demokrasisini yok etmeye yöneltirken temel bir hareket ettiricisi, ekonomi-dışı zoru, yani siyasal zoru kapitalizmin bir dayanağı kılmaktır. Faşizm, faşist diktatörlük, 1) iktisadi ve sosyal alana ilişkin dayatmaları kabullenmesini sağlamak üzere, sömürülen kitlelerin, örgütleri dağıtılıp yasaklanarak örgütsüzleştirilmeleri yoluyla siyaset dışına itilmesi, 2) siyasal zorla son derece düşük ücretlerle çalışmayı kabule zorlanmış işçi ve emekçilerin yanı sıra, savaş tutsakları ve örneğin Almanya’da (ve işgal ettiği ülkelerde) Yahudilerin “köle işgücü” niteliğiyle zorunlu çalışmaya zorlanması[7] olarak, ekonomik zorun siyasal zorla birleştirilerek pekiştirmesi demektir. Dolayısıyla faşizm, aslında, ekonomik zora dayalı olan kapitalizmin kendisini yadsıması olmakta ve bu, burjuvazinin üretici güçlerin toplumsal niteliğini tanımak zorunda kalması dolayısıyla kapitalizm koşullarında özel mülkiyetin yadsınması olarak değil, ama mülk edinmenin yeniden siyasal zora dayalı gerçekleşmesine yöneliş olarak belirmektedir. Bir kapitalist egemenlik biçimi olarak faşizmin siyasal zora dayanmasının bir diğer unsuru ve örneğiyse, gaz odalarının yanı sıra özellikle işgal bölgelerinde Sovyet halkına yönelik olağan uygulama durumundaki kitle kırımıdır ki, savaş muhabereleri dışında, ezici çoğunluğu “cephe gerisini emniyete almak” üzere “arkada canlı bırakmama” ilkesiyle öldürülen Sovyet yurttaşlarının sayısı en az 20 milyondur.

9. Faşist diktatörlük burjuvazinin açık terörist devlet biçimidir

Anlaşılmış olmalıdır ki, faşist diktatörlük, ne tekellerin taleplerini istismar ettiği küçük burjuvazinin, ne özellikle savaş ve krizin savurduğu sınıf dışı unsurların, ne de iktidarı almaya güç yetiremeyen işçi sınıfı karşısında kendisi de yönetemeyecek kadar takatten düşüp güçsüzleşen tekelci burjuvazinin kendi adına yönetmesi için iktidarını terk ettiği Bonaparte türü “şefler”in egemenliğidir. Faşist diktatörlük, bir burjuva diktatörlüğüdür. Tekelci kapitalizm çağındaki bir burjuva diktatörlüğü olarak, faşist diktatörlük, kendi dışındaki burjuva tabakaları dışlayarak[8], mali sermayenin oligarşik egemenliğine dönüştürüp elinde topladığı egemenliğinin aracı olan burjuva devletin bir biçimidir: onun en gerici, herhangi bir hukuk kuralıyla sınırlanmamış açık kan dökücü, terörist biçimi. Tekelci burjuvazinin çıkarlarını ifade eder, onun egemenliğinin aracıdır ve tekelci sömürü ve yağmanın dış koşullarını oluşturup garanti altına alır, onun ihtiyacı olan politikalar izler, uygulamaları bu ihtiyaçları karşılamaya yöneliktir. Faşist diktatörlük, mali sermaye egemenliğinin aracı, tekelci burjuvazinin zorbalığı ve açık terörünün örgütlenmesidir.

Komintern’in ve özellikle 7. Kongre Raporu’nda Dimitrov’un faşist diktatörlüğü mali sermaye ve tekellerinin değil, ama onların “en gerici”, “en saldırgan” vb. belirli bölüm ya da gruplarının diğerlerini dışlayarak daraltılmış diktatörlüğü olarak değerlendirip tanımladıkları iddiaları doğru değildir. Öncesinde “Faşizm, emperyalizm ve toplumsal devrim döneminde, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğünün sınıf hakimiyeti sistemidir[9] diyen Dimitrov, raporda ise, “Burjuvazinin faşist diktatörlüğü kudurmuş bir güçtür, ama dengesizdir[10] demekle kalmamış, şunları da söylemiştir: “Faşizm kendini bütün sınıfların ve tabakaların tek temsilcisi ilan etmiş… bütün bu tabakaların çıkarlarını, ulusun çıkarlarını korur görünmüştür. Ama faşizm, büyük burjuvazinin diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı için kendi toplumsal kitle temeliyle çelişkiye düşmesi kaçınılmazdır…[11] 1948’de Bulgaristan Komünist Partisi 5. Kongresi’ne sunduğu uzun Merkez Komite Raporunda ise “…faşizm, büyük iş çevrelerinin gaddar, terörist diktatörlüğünden başka bir şey değildir[12] diyen yine aynı Dimitrov’tur.

Öte yandan, faşist diktatörlüğün bir devlet biçimi olması, aynı zamanda, faşizmin iktidara gelişi ve burjuvazinin devlet biçimleri arasındaki değişikliğin, basit bir hükümet değişikliğinden ibaret olmaması demektir: “Faşizmin iktidara gelişi, basitçe bir burjuva hükümetin yerini bir diğerinin alması değildir, ama sınıf egemenliğinin bir devlet biçiminin –burjuva demokrasisi– bir diğeriyle –açık terörist diktatörlükle– yer değiştirmesidir.[13] Dolayısıyla, basitçe gerici, faşizan ve genellikle faşizmin önünü açan önlemler alan her hükümet “faşist” olarak nitelenmemelidir.[14]

FAŞİST DİKTATÖRLÜK VE TEKELLER

Öte yandan Dimitrov’un gerek “iktidardaki faşizm” vurgusuyla Alman faşizmini, gerekse genel olarak faşist diktatörlükleri “finans kapitalin en emperyalist, en saldırgan unsurlarının diktatörlüğü” olarak nitelemesi nedensiz de değildir. Faşist diktatörlüğün tekellerin egemenlik aracı ve burjuvazinin en gerici ve açık terörist devlet biçimi oluşu, başından sonuna faşizmin bütün gericilik macerasında tekeller ve mali sermaye gruplarının tümünün onunla aynı mesafede olduğu anlamına gelmediği gibi, bunu şart da koşmaz.

Faşistleşme süreçlerinin pratiği, tersine, açıkça mali sermaye grupları ve tekellerin faşizme yaklaşım ve tercihlerinin farklılığını gösterir ki, bundan doğalı yoktur. İşçi sınıfı ve emekçi halk/halklar karşısında genel çıkarları itibarıyla birleşmekle birlikte, mali sermaye grupları ve tekellerin aralarında çıkar farklılıkları olması ve özel çıkarlarının çakışmaması; tekelci rekabetin yanı sıra farklı yatırım, üretim, hammadde, pazar ve kredi vb. bakımından farklı pozisyonlarıyla değişik sektörlerde yoğunlaşmalarından gelebilecek çıkar farklılıklarına sahip olmaları sadece olağan değil, kaçınılmazdır da. Bu çıkar farklılıkları, faşizmin oluşum ve inşa süreçlerinde farklı tekel ve tekel gruplarının tutum farklılıklarında yansır.

Tekeller ve tekel gruplarının birbirlerinden hangi ölçütlerle nasıl farklılaştıkları ayrı sorundur; ancak çoğu kez yapıldığı gibi örneğin “sanayi tekelleri” ile bankalar veya“finans tekelleri”nin ya da, “hafif sanayi tekelleri” ile “ağır sanayi tekelleri” vb.nin karşı karşıya konması, tekeller ve sınai sermayeyle banka sermayesinin iç içe geçmesiyle oluşan mali sermayenin şekillenişi ve niteliğinden bihaber oluşla açıklanabilir. Oysa Lenin’de de açıktır, kapitalist pratikte de. Lenin “… sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi – işte mali-sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü[15] der ve “iç içe geçme” genellemesiyle bırakmaz: “En gelişmiş kapitalist ülkelerdeki üç-beş büyük banka, sınai sermayenin ve banka sermayesinin ‘kişisel birliği’ni gerçekleştirmiş ve bütün ülkelerdeki sermaye ve gelirin en büyük bölümünü oluşturan milyarların denetimini kendi ellerinde toplamış bulunuyorlar.[16] Gerek sanayi ile bankaların bu “iç içe geçmesi” gerekse “kişisel birlik”i de kapsayan birlikleri çözülmeyecek denli ileri ölçüdedir ve siyasal alanı da kucaklamaktadır: “… bankalar ve büyük ticari ve sınai işletmeler arasında bir çeşit kişisel birleşmenin, hisse senetleri alımı yoluyla bir kaynaşma olayının geliştiği, bunun da sınai ve ticari işletmelerin denetim (ya da yönetim) kurullarına banka müdürlerinin geçmesiyle, ya da tersinin olmasıyla, gerçekleştiği de görülmektedir… Bankaların ve sanayilerin ‘kişisel birlik’i, hükümet ile bunlar arasındaki ‘kişisel birlik’le tamamlanmıştır.[17]

Kapitalist ülkelerin pratiği de bu yöndedir. Bankalar mali sermayenin kalbidir ve kapitalist toplumların olduğu kadar dünyanın ekonomik yaşamı da odağında az sayıda bankanın bulunduğu mali sermaye ve tekel grubunca kontrol edilir. Mali sermaye gruplarının egemenliği altında örgütlenmiş tekelci kapitalist ekonomi kadar kapitalist devletler de –kendi aralarında rekabet eden, kimi zaman ve bazı konularda anlaşıp başkalarında çatışan– aynı grupların siyasal egemenliğini temsil ederler. İleri boyutlarda varan uluslararasılaşma dolayısıyla birbirleriyle az-çok iç içe geçmiş olsalar bile, genellikle önemli farklılık ve uzun vadeye yayılan ve hemen bütün alanlarda karşı karşıya gelmeye götüren çıkar farklılıkları ve rekabet, “ulusal” bakımdan farklı pazarlar etrafında odaklanmış (günümüzde Amerikan, Çin, Rus, Alman vb.) mali sermaye grupları arasındadır. Bu çıkar farklılıkları ve karşı karşıya gelişler, düzeyi ve çapı azalarak, örneğin Amerikan (ve şüphesiz diğer ülkeler) menşeli Rockefeller, Morgan, Dupont vb. mali sermaye ve tekel grupları arasında da kaçınılmazdır ve görülür.[18] Bu çıkar farklılıklarında grup yatırımlarının gerçekleştiği ağırlıklı sektör farklılıkları da bir rol oynar, ancak mali sermaye grupları, tek ya da birkaç değil, ama çok sayıda sektörde birden yatırımlara sahip olmak ve faaliyet göstermekle serbest rekabet döneminin tek tek fabrikatörleri ve tüccarlarından farklılaşmışlardır.

İşte bu çıkar ve buradan kaynaklanan eğilim farklılıklarıyla mali sermaye grupları ve tekeller faşizm karşısında da farklı tutumlar sergiler.

1920’lerin başlarında başkalarının yanında çok sayıda faşist çete birleşip NSDAP yeni kurulduğunda ayaklanma halindeki işçilere saldırıp sınıf düşmanını dağıtıcı rol oynadığından tekel patronlarından belirli bir mali yardım ve destek gören faşist hareketin, 1924-27 arasında işlevi yiter gibi olur. Canlanan Almanya ekonomisi atılım yaparken, işçi hareketi yatışmış, tekellerin faşist çetelere ihtiyacı azalmıştır. 1927’de yükselmeye başlayan işsizlik ’29 kriziyle birlikte patlama yapar, sanayi üretimi yarı yarıya düşerken, üzerine mali kriz de binince, işçiler yeniden ayaktadır ve tekellerin faşist harekete ihtiyaçlarıyla birlikte destekleri yeniden artmaya başlar ve giderek genişleyen kesimleri faşizme yönelir. 1928’de 800 bin oy alan Hitler ve partisi, bu kez Gelsenkirchen Metalurji Konsorsiyumu’nun sahibi E. Kirdorf, Hitler’e desteğini hiç esirgemeyen Thyssen patronu, 60’tan çok gazetesi, gemi taşımacılığı, madencilik (kömür), çelik ve elektrik endüstrisine yatırımları ve bankasıyla, Alman savaş malzemeleri üreticilerinden H. Stinnes, 1931’de AEG ile birleşen ve sonradan savaş malzemeleri üreten lokomotif üreticisi Börsig, elektro-kimya tekeli IG Farben ve bankalar başta olmak üzere, tekeller tarafından fazlasıyla desteklenmeye başlar. Artan maddi olanaklarıyla NSDAP 1930 seçimlerinden yaklaşık 6,5 milyon oy ve 107 milletvekiliyle ikinci büyük parti olarak çıkar. Artık başlangıçta desteğini esirgeyen Krupp ve başkalarınca da desteklenmektedir. 1932 Temmuz seçimlerindeyse 13,5 milyon oy (%37) ve 230 vekille birinci parti olur.

Destekçi baba-oğul Krupp Nurnberg mahkemesi önüne çıkar: “25 Nisan 1931’de Von Bohlen Krupp, Alman Sanayi Derneği’nin başkanı olarak hareket ederek derneği Nazi politik çizgisine taşıdı. 30 Mart 1933’te Bakan Schacht’a ‘Tarım ve bankacılık dünyasını kapsayarak Alman sanayi çevrelerinde Hitler Fonu adıyla NSDAP Führerinin kullanacağı bir para toplanması için inisiyatif almam öneriliyor. Yönetim Konseyi Başkanlığını kabul ediyorum’ diye yazdı. Krupp, Nazi fonuna, ana Krupp şirketinin kasasından 4,738,446 mark katkıda bulundu. Haziran 1935’te kişisel hesabından Nazi partisine 100 bin mark katkıda bulundu. Nazi partisi, Krupp’un yaygın etkisindeki Alman sanayinin desteğini sağlamadan Almanya’yı kontrolü altına almayı başaramadı. Önce Alfried (oğul) ve sonra da Von Bohlen (baba) Nazi partisine üye oldu.[19]

Ancak aralarında AEG, kimya-ilaç ve gıda alanlarındaki yatırımlarıyla bilinen tekeller ve bankaların da bulunduğu desteklemeyen önemli sayıda tekel de vardır. AEG Başkanı Rathenau hatta SPD hükümetinde bakanlık yapar, ancak henüz 1922’de faşistlerce öldürülür. Faşizm destekçileri giderek çoğalır ve sonunda iktidara gelen faşizm tekelleri kendi programı etrafında birleştirir.

Sonuç şu ki, çözüm olarak faşizm ve faşist diktatörlüğün kurulması, bazı tekellerce özellikle tercih edilip desteklenirken, gericiliklerinden şüphe edilemeyecek başka bazı tekellerce ise tercih edilmeyebilir. Bir adım daha atılırsa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde tekeller faşizmin programı etrafında birleşirken, İngiltere, Fransa ve ABD gibi ülkelerin tekellerinin o günün koşullarında faşizmi tercih etmedikleri bilinir.

Somut koşullarda eski biçimlerle yetinemez olup terörist yöntemlere en çok ihtiyaç duyan belirli mali sermaye gruplarıyla tekeller koçbaşı rolü oynayarak öncelikle faşizme yönelebilir ve yönelirler. “İktidardaki faşizm”e ilişkin olarak ve asıl olarak Alman faşizmini kastederek, Komintern’in önce 1934’teki 13. Oturumunda ve ardından 1935’te 7. Kongresinde yapılan “finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü[20] tanımı bu durumu yansıtmaktadır.

FAŞİST DİKTATÖRLÜK VE TEKELLER: POLİTİKANIN EKONOMİDEN ÖZERKLİĞİ

Tekeller faşist program etrafında birleşmelerine karşın aralarındaki çıkar farklılıkları, çelişki ve rekabet sürdüğü gibi, tutum farklılıkları ortadan kalkmaz. Tersine ekonomi ile politika ve tekellerle bu kez faşist devlet arasındaki özerklik ilişkisi, rolünü oynamayı sürdürür.

Tekellerin kapitalizmi istikrara kavuşturma ve egemenliğini sağlama bağlama arayışı ve çözümü olarak iktidara gelen faşizm, öte yandan bir dizi kapitalizm karşıtı talebin istismarı ve hatta partinin adında da yer alan bir tür “sosyalizm” iddiasıyla yola çıkmış, SA ve SS türünden milis çetelerini bu temelde derlemiştir, ve bu, bir zorluk nedeni olmuştur. Üstelik ’29 Bunalımının yıkıntısının ardından iktidara gelmiş olmanın zorluğu yanında Versay’ı tanımama ve yeni bir paylaşım talebinin ihtiyacı olan devasa savaş sanayinin gereksindiği yüksek kamu harcaması şüphesiz en başta işçi sınıfına yıkılır, ancak bundan tekeller içinde olmak üzere “üst” tabaka da payını alır: Henüz 1934’te Maliye Bakanı’nın “Alman halkının bütün tasarruf imkanları yeniden silahlanma faaliyetinin emrine verilmelidir[21] açıklamasının ardından büyük birikimleriyle tüm tasarruf sandıkları ve bankalar devlet denetimi altına alınır. Gelirleri 100 bin mark üzerinde olan şirketlerden alınan gelir vergisi oranı 1936’da %20’den 30’a; 1938’de ise %35’e ve sonraki iki yıl için %40’a çıkarılır. 1938’de ayrıca bu verginin %30’u kadar tutan yeni bir “savunma vergisi” konur, ithalat izne bağlanır vb. vb. Aynı dönemde çoğunun benzerlerine “demokratik” ülkelerde de tanık olunmuştur.

Görüntü, faşist devletin tekellerle sorunlu olduğu şeklindedir. Özellikle başlangıçta bu, kitleleri aldatıp yedeklemek için faşizmin işine de gelmiştir. Ancak öncelikle krizde kapanan haddehanelerini yeniden açan Thyssen ve Krupp türünden makine ve savaş araçları üretimiyle fabrikaları tam kapasite çalışan ve kamu harcamalarının büyük bir dilimini yutan tekeller bakımından tersine silahlanma politikası arzulanır ve benimsenir şeydir ve uygulama tüm ekonomiyi –üretime yönelik üretim olmadığından krizi öteleyerek geçici canlandırsa da– canlandırıcıdır. Başlangıçta (ve bir bölümü açısından sonra da) tek tek şirketlerin olumsuz bulup tercih etmediği, ancak faşist iktidarın, tekeller ve tekeller Almanya’sının genel çıkarlarını karşılamak üzere –şüphesiz mali sermaye kodamanlarıyla birlikte ve onların ihtiyaçlarını karşılamak üzere– geliştirdiği program, plan ve politikalar kimilerince gönüllü kimilerince az-çok gönülsüz şekilde kabul görür. Tek tek tekellerle tekelci kapitalist ekonominin özel ve genel çıkarları arasındaki çelişkiyle ekonomi ve politika arasındaki özerklik ilişkisinin ifadesi olarak beliren bu farklılıklar; ABD ve Avrupa ülkelerinde anti-tekel yasalar uyarınca bazı tekellere uygulanan yüksek para cezaları, Türkiye’de Aydın Doğan gibi bazılarına yüksek vergi cezaları kesilmesi ve Koç gibi bazılarının devlet ihalelerinden yararlandırılmaması örneklerinde görülebileceği üzere ne yalnızca faşist diktatörlük koşullarına özgüdür; ne de tekeller arasındaki rekabet ve çelişkiyle de ilişkili olan faşist diktatörlüğün belirli tekellerin çıkarlarına daha çok uygun düşüp bu çıkarları özellikle karşılaması onun tekellerin egemenliğindeki burjuva devletin en gerici biçimi olmadığı, ama örneğin “faşistlerin”, “faşist şeflerin” Bonapartist diktatörlüğü ya da belirli tekellerin artık egemenlerinden olmadıkları türden “yarım” veya örneğin “küçük burjuva” bir diktatörlük olduğu anlamına gelir.

Tekeller arasındaki çelişkiyle ekonomi ve politika arasındaki özerklik ilişkisi; Doğan ve Koç örneklerinin ötesinde, söz gelimi Almanya’da faşist diktatörlük koşullarında tekeller, generaller ve faşist şefler arasında kanlı hesaplaşmalara, SA ve SS’lerin bir bölümünün dağıtılıp kalanınsa tamamen devlete bağlanmasına, SA şefi Roehm ve başkalarının infazına, Hitler’e yönelik sonuncusunun (20 Temmuz 1944) ardından birçok general, burjuva ve toprak sahibinin idam edildiği çok sayıda suikasta yol açmıştır.

FAŞİZME BONAPARTİZM YAKIŞTIRMASI

Geçmişte sosyal demokratların temel iddiaları faşizmin Bonapartist bir iktidar olduğu şeklindedir, bu iddianın günümüzde de savunucuları vardır. İddianın politik körlüğe girmeyecek olan vehme dayalı kaynağı burjuvaziye faşizmi yakıştırmayacak kadar onunla içli dışlı olmaktır. Teori düzeyine yükseltilmiş körlük ise; başta küçük burjuvazi olmak üzere, savaşın tahribatıyla Versay türü ulusal aşağılanma türünden ulusal kaynaklı olumlu ve olumsuz bütün çıktıları galeyana getirecek sonuçlarıyla kapitalizmin krizinin yıkıma uğratıp çıkış yolu arayışına yönelttiği orta sınıfları, hatta işçilerin geri kesimlerini, özellikle sınıf dışı unsurlarını kendisine çeken faşist harekete dayanarak kurulan iktidarın sınıf niteliğinin sürüklediği bu kesim olduğunun sanılmasıdır. Devletle mali sermaye ve tekeller arasındaki göreli özerklik ilişkisinden, işçi sınıfı almaya güç yetiremezken, tekellerin de mecalsiz kalıp yönetemedikleri iktidarı geçen çağın Bonaparte’ı benzeri bir imparator yerine “Führer/Duçe/Reis”e terk ettikleri iddiasına varılması, her şeyden önce çağı şaşırmaktır!

1920’lerde SPD’nin sağ kanadının önderlerinden A. Thalheimer “Faşizm Üzerine” başlıklı makalesinde İtalya’da faşizmin egemenliğinden söz ederken, “Diktanın Bonapartist şeklinin temel nitelikleri burada da karşımıza çıkıyor: Yine ‘yürütme gücünün özerkleştirilmesi’, burjuvazi de dahil olmak üzere, bütün kitlelerin büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin sosyal hakimiyetinde faşist devlet iktidarına bağımlı kılınmaları… Faşist parti, Louis Bonaparte’ın ‘Aralık çetesinin’ bir eşi. Sosyal tabanı, bütün sınıfların, küçük burjuvazinin, köylülüğün, işçi sınıfının deklase unsurlarından kurulu… Aynen Bonapartizm’de olduğu gibi, İtalyan faşizminde de, proletaryanın başarısızlığa uğramış hareketi, ardından işçi sınıfında çaresizlik, burjuva sınıfında bitip tükenmişlik, sosyal iktidarını pekiştirecek bir kurtarıcıyı arayış var[22] diyor. Thalheimer’ın yanı sıra başkalarının makalelerini derleyerek sunan üç yazar, “giriş”lerinde Thalheimer’in “Burjuvazinin sosyal iktidarını sağlam kazığa bağlayabilmek için, bu sınıfın dolaysız siyasi iktidarı faşist parti tarafından devralınır. Bir hakimiyet mekanizması olarak devlet, faşizmde, burjuvaziye karşı da özerkleşir. Burjuva sınıfın ‘siyasi’ ve ‘sosyal’ iktidarı arasındaki ayrım, Thalheimer’ın teorisinin en önemli yanıdır[23] diyorlar ki, yanlış değil.

Avusturya Marksizminin babası” sol kanat sosyal demokrat Otto Bauer de benzer görüşte: “…tıpkı 19. yüzyılda Bonapartizmin bir yandan burjuvazi ile soyluluk, öte yandan da proletarya ile burjuvazi arasındaki geçici bir kuvvetler dengesinde oluşması gibi, bu yeni, faşist mutlakiyetçilik de ne burjuvazinin proletaryaya sözünü geçirebildiği ne de proletaryanın burjuvazinin boyunduruğundan kurtulabildiği ve bu yüzden her iki sınıfın da başlangıçta kapitalist sınıf tarafından proletaryaya karşı maşa olarak kullanılmış bir haydut çetesinin diktasına tabi olduğu geçici bir denge durumundan oluşmuştur.[24]

Örgütlenmiş kalabalıklar ve saldırgan terörist milislerin başında sivrilmiş, sözü kanun olan karizmatik şef ya da reisler, burjuvaziyle proletaryanın birbirine diş geçiremeyişlerinden istifade, bu iki sınıfı da diktaları altına alıyorlar! Politikanın ekonomi ve devletin egemen sınıftan görece özerkliğinin abartılışı: Burjuvazi sosyal olarak egemen, ama siyasal olarak faşist diktatörlük altında inliyor, “faşist dikta, kapitalist örgütleri de kaldırmakta, en azından vesayeti altına almaktadır[25]!

Özetle: faşist diktatörlük, en azından siyasal olarak burjuvaziye ait değil, onun bir devlet biçimi de değil – günümüzün bazı aydınlarının da onayladığı, sosyal demokratların faşizme karşı mücadeleyi mali sermaye egemenliğiyle tekellere karşı mücadeleden koparmak için buldukları pespaye formül budur!

Günümüzde faşizme yatkın sağ popülist “şefler” yok değildir, hatta sağlı sollu olağan burjuva düzen partilerinin emekçi kitleleri denetimleri altında tutmakta zorlanmaları ve örneğin parlamento ve seçimlere aldırmazlık ve katılmama tutumunda yansıyan düzene karşı tepkinin yükseldiği ama örgütlü biçimde kapitalizme karşı yöneltilemediği koşullarda emekçileri ve tepkilerini istismar edip peşlerine takmak üzere neredeyse modadırlar. Ancak görüntü ile ilgilenilmeyecekse Bonaparte’a özenmemektedirler bile ve yüzlerini gizleme başarıları bir yana net olarak mali sermaye ve tekellerin çıkarlarının savunucularıdırlar.

AŞAĞIDAN VE YUKARIDAN FAŞİZM VE DEVLETİN FAŞİSTLEŞTİRİLMESİ

Faşizmin ve bizatihi faşist diktatörlüğün gelişmesi, tarihi, toplumsal ve ekonomik koşullar, verili ülkenin ulusal özellikleri ve uluslararası durumuna göre farklı ülkelerde farklı biçimler alır.[26] Tarihte paralellikler olur ama tekrar yoktur. Yine de çeşitliliği içinde, gelişme özellikleri bakımından faşizm, alt farklılıklarıyla birlikte iki genel gruba ayrılabilir: “aşağıdan” ve “yukarıdan”. İlki, faşizmin, milis örgütlenmeleriyle birlikte kitle hareketi olarak gelişerek iktidara uzanmasıyken; ikincisi, hükümette belirli bir yer tutan faşist (ya da faşistleşmekte olan) bir örgüt/parti aracılığıyla, devlet güçlerini kullanarak ya da bizzat onlara, başlıca orduya (ve sair silahlı devlet güçlerine) dayanarak yukarıdan aşağıya örgütlenmesidir. Ancak her “aşağıdan” gelişmenin belirli bir noktasında, genellikle hükümetin ele geçirilmesinin ardından her halükarda bir devletin faşistleştirilmesi süreci (faşizmin inşası) yaşanır ve iki gelişme süreci genellikle iç içe geçer.

İtalya ve Almanya “aşağıdan” gelişme örnekleridir. 1922’de faşist milislerine ve bir kitle hareketine dayanarak hükümeti ele geçirip faşizmi iktidara taşıyan Mussolini, acele etmez. İşçi hareketi ve sendikalarla liberaller ve sosyal demokrasi henüz hala güçtürler ve sınıf güç ilişkileri uygun değildir, devletin faşistleştirilmesi süreci uzayarak neredeyse 4 yılı bulur. Mussolini liberallerden de bakan alarak hükümet kurduğunda devlet memurlarına emir yayınlar: “Disiplini ve başkasına karşı saygıyı korumalıyız. Hiçbir durumda kişi hürriyetlerini çiğnememeliyiz.[27] Liberaller inanırlar ve onların desteğiyle, oyların %25’ini alan partinin vekillerin 2/3’ünü alacağını belirten yeni bir seçim yasası çıkarılır. 1924 seçimlerine ortak liberal-faşist listesiyle girilir ve faşist parti 35 vekilini 286’ya yükseltir. Öte yandan ise, faşistler sosyal demokrat, liberal ve Katolik belediyeleri zorbalıkla ele geçirmeyi sürdürmüş, işçilerle sendikalara, biri vekil Matteotti olmak üzere bir yıl içinde 166 anti-faşistin öldürüldüğü saldırılar düzenlemişlerdir. Liberaller desteklerini çekseler de artık geçtir ve Mussolini’ye suikast iddiasıyla OHAL ilan edilip ilerlenir. Parlamento ve siyasal partilerse bir süre daha açık kalacaktır.

Almanya’daysa Hitler, Başbakan atanmasının ardından Hindenburg’a parlamentoyu feshettirip 5 Mart’ta seçim kararı alır. Bu arada Berlin Emniyeti’ni tepeden tırnağa yenilenerek yönetime Naziler atanır ve polise açık toplantılarla muhalif gazeteleri yasaklama yetkisi ve hukuki korunma teminatı verilir. SA ve SS’lerden seçilen “Cumhurbaşkanına bağlı polis” benzeri 50 bin kişilik “yardımcı polis teşkilatı” kurulur. Nazi saldırılarında iki ayda 51 anti-faşist öldürülür. Seçim öncesinde “darbe” söylentisi çıkarılır ve KP merkezinde yapılan aramada kanıtının bulunduğu ileri sürülür. Yetmeyince, parlamento binası yakılarak, “komünistlerin darbesi”nin işareti ilan edilir ve o gün Parlamento Başkanı’na anayasal özgürlükleri kaldırıp OHAL ilan eden bir kararname imzalatılır. Tüm yetkilerin verildiği polis, “yardımcı polis” faşist milislerle birlikte terör estirmektedir. Militan işçiler öldürülür, muhalefetin seçim toplantıları yasaklanır ve komünist vekiller tutuklanırken yapılan seçimlerde NSDAP 288 vekil çıkarır. Mutlak çoğunluk için yetmeyince, KP yasa-dışı ilan edilip bazı sosyal demokrat vekiller tutuklanarak yeterli sayıya ulaşılır ve silahlı milislerin işgalindeki parlamentoda yapılan 24 Mart oylamasıyla artık kararnamelerle yönetecek Hitler’e “tam yetki” verilir. Ardından muhalif partilerle uyum göstermeyen sendikalar kapatılır. İtalya’da yıllar süren devletin faşistleştirilmesi eşiğinin atlanması Almanya’da iki aya sığar.

11 Eylül 1973 Şili veya 12 Eylül 1980 Türkiye’sinde askeri darbeler aracılığıyla ya da asıl Mussolini’nin izlediği süreçle benzerlikler taşıyan seçim yoluyla elde edilmiş hükümet ve ordu, polis, özel birlikler türünden devlet kurumlarına dayanarak yukarıdan “inşa” ya da devletin faşistleştirilmesi sürecinin bir örneğine de şimdi yakından tanıklık ediyoruz.

Şu söylenmelidir ki, faşistleşme ve faşist diktatörlüğün inşası süreçlerinin çeşitliliği, yukarıdan ve aşağıdan biçimlerin iç içe geçmesi kadar, faşizmin, burjuva diktatörlüğünün demokratik biçimiyle, burjuva parlamentarizmiyle ilişkisini de kapsar. Faşist diktatörlüğün inşasının burjuva parlamentarizmiyle birleşip birleşmeyeceği, faşizmin parlamentoyu kullanıp kullanmayacağı ya da parlamentonun hangi süreyle açık tutulup kullanılıp kullanılmayacağı tamamen verili sınıf güç ilişkilerine bağlıdır. Bunu ve ötesinde faşist inşanın gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceğini tayin edecek olan;

1) İşçi ve sömürülen kitleler ve örgütlerinin hoşnutsuzluk ve hareketliliğinin bastırılıp bastırılamadığı ve ne ölçüde kontrol altına alınabildiği,

2) orta sınıfların hangi ölçüde kazanılabildiği, ve

3) burjuvazinin çıkar çekişmeleriyle ne ölçüde bölünmüş ya da birleşmiş olduğudur.

Faşizmin toplumsal tabanının görece zayıflığınca koşullanarak 1920’ler İtalya’sında parlamento uzun süre açık kalır, 12 Mart 1971’de Türkiye’de hiç kapatılmazken; 1967 Yunanistan’ı, 1973 Şili’si, Hitler Almanya’sı ve 12 Eylül 1980 Türkiye’sinde kapatılmıştır. Bugün faşistliğinden kuşku duyulamayacak Bolsonaro’nun yönettiği Brezilya’nın yanı sıra Türkiye’de ise, faşist diktatörlüğünün kurulup kurulamayacağını yine sınıf güç ilişkilerinin somut şekillenişi kararlaştıracaktır.

SOSYAL DEMOKRASİNİN İŞLEVİ

Tarihsel örneklerde genel olarak burjuva gericiliğinin, özel olarak sosyal demokrasinin faşizm karşısındaki tutumu, istisnalar dışında laf yarıştırıp mücadele etmeme, burjuva devlet ve organlarından medet umma ve faşizmin iktidara yürüyüşünü kolaylaştırma olmuştur.

İtalya’da henüz parlamentoda 35 vekili varken SD’ler faşistleri küçümser ve hatta faşizmin çökmekte ve parçalanmakta olduğundan söz ederler. Almanya’da da öyledir ve hatta 1932 seçimlerinde oylarının azalmasının ardından merkez yayın organlarında “Biz nasyonal sosyalizmin iflasını on yıl öncesinden gördük” diye yazarlar. Oysa iki ülkede de faşist milisler sömürülen kitleler ve militanlarına kan kusturmaktadırlar.

Faşizmin ilerleyişi karşısındaysa, iki ülkede de SD’ler faşizmin önünü açmakta olan kurulu düzeni savunup İtalya’da kral, Almanya’da ise Cumhurbaşkanı ve orduya iktidarı faşistlere teslim etmemeleri için yakarırlar. Sonrasında ise, İtalya’da 1924’te hala seçime bel bağlayıp iyi bir seçim kampanyası yürütmeyi çare sayarken, kontrollerindeki sendika Konfederasyonu CGL, Mussolini’den faşist çetelerin vahşetini durdurmasını isterken, “Konfederasyonun siyasetine ön kabuller hakim olamaz” diyerek devletin istişare organlarına ve tartışmalarına katılmayı kararlaştırır. Mussolini ise, Meclis’te SD muhalefetle alay etmektedir: “Rakiplerimiz ne haldeler, ne yaparlar? Genel grev, hatta kısmi grevler mi koyuyorlar? Sokak gösterileri mi düzenliyorlar? Ordu içinde isyan mı çıkarmaya çalışıyorlar? Hiçbiri değil; basın kampanyalarıyla yetiniyorlar![28]

SD’ler Almanya’da huzur çağrıları yapmaktadırlar. Hitler’in başbakanlığı sonrası Şubat 1933’te Berlin Federasyon Başkanı “Bilhassa provokasyonlara kapılmayınız. Berlin işçilerinin hayat ve sağlığı, bizler için, kumar masasına yatıramayacağımız kadar azizdir. Bunları esas mücadele günü için elde tutup korumak gerek[29] çağrısı yapar.

Hitler’in mutlak çoğunluğu sağlamak üzere düzenlediği 5 Mart seçimleri gecesiyse, SPD’nin milis örgütlenmesi olan Reichsbanner’ın belli başlı kent yöneticileri motosikletleriyle Berlin’e gelerek, kendilerine artık mücadele izni verilmesini isterler. Aldıkları yanıt şu olur: “Sakin olun! Hele sakın kan dökülmesine meydan vermeyin.[30] Oysa faşizm oluk oluk dökülen kandır!

Bugünkü gibidir, faşizmin yükselişi ve faşist diktatörlüğü kurması karşısında sosyal demokrasi, sadece laf üretmekle yetinir!

ALTERNATİF NE?

Burjuva devletin açık terörist biçimi olan tekellerin faşist egemenliğinden, aynı egemenliğinin değişik (parlamenter vb.) biçimlerine dönmeyi perspektif edinerek kurtulmak herhalde çare değildir.

Faşizm, parlamentarizmin dölyatağında serpilip gelişmiştir; ve gerek parlamentarizm gerekse faşizm, tekellerin egemenliğinin ve aynı burjuva devletin biçimleridir. Bu nedenle, faşizme ve faşist diktatörlüğe karşı, mali sermaye ve tekelleri, onların sınıf egemenliğini ve bu egemenliğinin aracı olan burjuva devleti hedef almadan tutarlı bir mücadele yürütmek ve faşizmi yok etmek olanaksızdır.

Burjuvazi (beraberinde büyük toprak sahipleri olmak üzere, en başta tekelci burjuvazi) içindeki çelişki, rekabet ve çekişmeden değil ama tekellerle işçi sınıfı ve emekçi halk arasındaki çelişki ve kavgadan üreyen, ve tekellerin, işçi ve halk muhalefetini bastırıp egemenliklerini sağlama almanın çözümü olarak başvurdukları faşist diktatörlüğün alternatifi, çeşitli biçimleriyle tekellerin egemenliğinin dışında ve ötesinde aranabilir. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan tekelci kapitalizmin dışı ve ötesi ise, arada “sosyal kapitalizm” vb. türü başka bir aşama olmaksızın sosyalizmdir.

Öyleyse, siyasal olarak, –başına “güçlendirilmiş” vb. hangi sıfat takılırsa takılsın– yeniden parlamenter sisteme dönüş amaçlanamaz; faşist diktatörlüğün alternatifi, tartışmasız biçimde proletarya diktatörlüğü ve “halk cephesi hükümeti” ve halk demokrasileri örneği ona geçiş biçimleri olabilir.

Bu, aynı zamanda faşist diktatörlüğünün kuruluşu gibi yıkılışının da basitçe bir hükümet değişikliği olarak anlaşılamayacak olması nedeniyle de böyledir. Faşizmle, yerine, tekellerin bir diğer egemenlik biçimi ve bir burjuva hükümetin geçirilmesi perspektifiyle mücadele yürütülmesi, geçici ve kısmi başarılara götürebilse bile, faşizmin kökünün kazınmasına yol açmayacağı gibi, dokunulmaz sayılmış tekellerin ihtiyaç duydukları uygun koşullarda yeniden baş vurabilecekleri faşizme kapının açık bırakılması olacaktır. Doğrusu; yalnızca “tek adam” vb. karşıtlığıyla sınırlanmadan, faşizm ve dayanağı olan tekellerden talan, yolsuzluk ve zorbalıklarıyla emperyalizme bağımlılık ilişkilerini derinleştirmelerinin hesabının sorulması ve bunu gerçekleştirmek üzere halk egemenliğinin kurulmasının hedef edinilmesidir.

Ancak anti-faşist mücadelenin parlamentonun ihyasını değil halk egemenliğini amaçlaması, faşizmin demokratik hak ve özgürlükleri çiğneme ve parlamentoyu işlevsizleştirip kaldırmaya yönelmesi karşısındaki kayıtsızlığın nedeni olamaz; tersine siyasal özgürlüklerin elde edilmesi mücadelenin amaçları arasındadır ve bu mücadele, faşist saldırı karşısında burjuva demokratik bir kurum olarak parlamentonun da savunulmasıyla gelişebilir.

Öte yandan, tıpkı kurulması gibi, “tarihi, toplumsal ve ekonomik koşullar, verili ülkenin ulusal özellikleri ve uluslararası durumuna göre farklı ülkelerde farklı biçimler” alabilecek olan faşist diktatörlüğün yakılması ve demokrasiye geçiş de çeşitli biçimlerde gerçekleşebilir.

Faşist diktatörlüğün kurulması bir karşı-devrim sorunu olduğu kadar yakılmasının da bir devrim (iktidar) sorunu olduğu ve sağlam bir zafer için anti-faşist mücadelenin bu perspektifle yürütülmesi gerektiği tartışma götürmez. Ancak bundan, tekeller ve egemenliklerini hedef alıp mücadele konusu etmeyen, burjuva demokrasisi ve parlamentarizmin ihyasını amaçlayan reformist içerikli, tutarsızlığı bir yana faşizmle bir hesaplaşmayı da içermeyen ve uygun koşullar bulduğunda yeniden baş belası olmasına kapıyı açık bırakan türden liberal, sosyal demokrat anti-faşist varsayımlar olamayacağı ve faşizme karşı mücadelenin bu görüş sahipleriyle hiçbir ilişki olmadan ele alınması gerektiği sonucu çıkmaz.

Faşizme ve tekellerin egemenliğine karşı sosyalizmi hedef edinen devrimci mücadele perspektifine sahip olmak ve halkın bu perspektifle birleştirilmesini temel almak, tutarsız ve düzen içi platformlarda “mücadele” önerenlerle, emekçi halkın faşizme karşı birleşmesine hizmet etmesi koşuluyla, uzun ya da kısa vadeli eylem ve güç birlikleri ve ittifakların yapılabilmesini dışlamaz, tersine varsayar.

Öte yandan faşist diktatörlüğün yıkılmasının bir devrim sorunu olması ve faşizme karşı mücadelenin tekellerin egemenliğinin devrilmesini amaçlayan devrimci bir mücadele olarak yürütülmesi zorunluluğundan, faşizmin bir devrim gerçekleşmeden de devrilemeyeceği ve örneğin yerini belirli demokratik devlet biçimlerine bırakamayacağı sonucu çıkarılamaz.

Mali sermayenin egemenliğini de hedef alan anti-faşist devrimci mücadele bir iktidar değişikliğine güç yetiremese bile ve/veya –örneğin burjuvazinin ulusal ve uluslararası ihtiyaçları gibi– kendi dışındaki başka etkenlerin de eklenmesiyle, yan ürünü olarak faşizmin devrilmesine yol açabilir. II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Fransa, İtalya ve Yunanistan’da böyle oldu.

Öte yandan halkın kendiliğinden ayaklanması da benzer sonuca götürebilir. Nitekim Mısır’da örneğin gerçekleşen buydu.

Yine uygun koşullarda kitleleri peşine takarak tekel-dışı burjuvazinin, orta ve özellikle küçük burjuvazinin düzen-içi anti-faşist mücadelesinin belirli bir başarıya ulaşması da tamamen olanaksız değildir.

Ve son olarak, olanaklı olduğu kadar, tanık da olunan faşist diktatörlüğün bir başka ve “aradan çekilme” türünden ortadan kalkış biçimi, 12 Mart ve 12 Eylül, Şili’de Pinochet vb. faşist diktatörlüklerinin yerlerini güdük demokrasilere bırakması örneklerinde görülmüştür: İşçi sınıfı ve halkın kitleselleşerek gelişen mücadelesi faşist diktatörlüğün çeperlerinde gedikler açmaya ve diktatörlük işlemez hale gelmeye, bu arada önce fiilen ve giderek yasal olarak da –141 ve 142 maddelerin TCK’dan kaldırılması gibi– demokratik haklar kullanılmaya başlanırken, ordu vb. türünden dayanakları henüz sağlam görünse bile burjuva klikler arasında birliğin bozulmasının da faşist yöntemlerin uygulanmasını zorlaştırmasıyla, –12 Eylül örneğinde olduğu gibi, kurduğu YÖK türü kurumlar ve yeni faşist anayasa ve yasalarla takviye edilmiş– burjuva parlamentarizmine görece “barışçıl” geçiş gerçekleşebilir. Faşizmin sahneden sürülüp atılmasının biçimini belirleyecek tek ölçüt, sınıf güç ilişkileridir.

Reçete yoktur; ancak işçi sınıfının devrimci partisinin yaklaşımı net ve vazgeçilmezdir: proleter devrimin bir bileşeni olarak faşizme karşı mücadele, emperyalizm ve tekellerin egemenliğine karşı mücadeleden ayrılamaz.


[1] Bourderon, R. (1989); Faşizm- İdeoloji ve Uygulamaları, çev. K. Somer, Onur Yayınları, 1. Baskı, Ankara, sf. 146-147

[2] Lenin, V.İ. (2009) Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. C. Süreya, 12. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 102, abç

[3] Lenin, age, sf. 136, abç

[4] Lenin, age, sf. 125, abç

[5] Lenin, V.İ. (2008) Emperyalist Ekonomizm Marksizmin Bir Karikatürü, çev. Y. Fincancı,  Sol Yayınları, 3. Baskı Ankara, sf. 46, abç

[6] Lenin, age, sf. 42, abç

[7]Savaş başladıktan sonra, hem Von Bohlen ve hem de Alfried Krupplar, Almanya’nın işgal ettiği ülkelerden getirilen köleleştirilmiş işgücü çalıştırmak ve savaş tutsaklarını kendi ülkelerine karşı kullanılacak silah ve cephane yapımına zorlamaktan doğrudan sorumludurlar. Onların Krupp gözetimi ve hizmetinde yetersiz beslenmiş ve aşırı çalıştırılmış, suistimal edilmiş, insanlık dışı muameleye maruz bırakılmış olduklarına ilişkin yeterli delil var. Ele geçirilen kayıtlar, Eylül 1944’te Krupp tröstünde 54.990 yabancı işçi ve 18.902 savaş tutsağı çalıştırıldığını gösteriyor.” (Official Documents (1947) Trial Of The Major War Criminals Before The International Military Tribunal Nuremberg 14 November 1945 – 1 October 1946, [Resmi Tutanaklar, Nurnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’nde Başlıca Savaş Suçlularının Yargılanması 14 Kasım 1945-1 Ekim 1946] Nurnberg, Almanya, sf. 136)

[8] Tekel-dışı burjuvazi, sömürü altında olmayan bir sınıf olarak hala iktisaden egemen olmasına egemendir, sömürücü ve mülkiyet sahibi bir burjuva tabakadır; ancak tekeller, ek tekel kârlarını, elde ettikleri artı-değerin bir bölümünü de tekel fiyatı, kredi, hammadde ve pazarları kontrol etme vb. yollarla ekonomi-dışı olmayan zor aracılığıyla onlardan sızdırdıklarıyla çoğalttıkları gibi, onları sadece iktisaden değil siyasal olarak da kendilerine bağlamaya yönelmişlerdir.

[9] Dimitrov, G. (1989) Faşizme Karşı Birleşik Cephe, çev. S. Cılızoğlu-A. Özer, 7. Baskı, Ekim Yayınları, sf. 57

[10] Dimitrov, G. (1938) The United Front: The Struggle Against Fascism and War [Birleşik Cephe: Faşizm ve Savaşa Karşı Mücadele], Lawrence&Wishart, London sf. 15, abç

[11] Dimitrov, age, sf. 35, abç

[12] Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, sf. 398, abç

[13] Dimitrov, The United Front: The Struggle Against Fascism and War, sf. 4

[14] Wilhelm Pieck’in Komintern 7. Kongre’sine sunduğu KEYK Çalışma Raporu’nda belirttiği gibi, zamanında Almanya Komünist Partisi bu yanlışa düşmüştür: “Almanya’da komünistler oldukça uzun süre sosyal demokrat Hermann Müller hükümetinin faşistleştirme uyguladığı, Brüning hükümetinin zaten bir faşist diktatörlük hükümeti olduğu görüşündeydiler.” (3. Enternasyonal’de Faşizm Üzerine Tartışmalar Belgeler-II (1992) çev. İ. Yarkın, 1. Baskı, Dönüşüm Yayınları, İstanbul, sf. 151)

[15] Lenin, V.İ. (2009) Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. C. Süreya, 12. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 54

[16] Lenin, age, sf. 139

[17] Lenin, age, sf. 47

[18] Burada, teknolojik gelişmelerin bankacılık sektöründe neden olduğu değişikliklerle örneğin “bitcoin” türü dijital paralarla “platform bankacılığı” olarak anılan yeni sistemlerin gelişmekte olmasını ve yanı sıra “yeni teknoloji şirketleri” olarak anılan, tamamen dijital işlemlerle çalışan ve örneğin kendisi “Apple Card”ı çıkaran Apple ile Microsoft ve henüz kendi “bank card”ını çıkarmamış olsa bile kasasız Amazon Go mağazaları ve bu mağazaları ya da sitesindeki online gezintilerinizin tüm bilgilerini depolayan Amazon ve daha yeni WhatsApp’i de satın alan online devi FaceBook’un bankalaşma yönündeki eğilim, hatta atılımları konusuna girmiyoruz.

[19] Resmi Tutanaklar, Nurnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi Önünde Başlıca Savaş Suçlularının Yargılanması 14 Kasım 1945-1 Ekim 1946 Nurnberg, Almanya, sf. 135-136

[20] Dimitrov, The United Front: The Struggle Against Fascism and War, sf. 2, abç

[21] Guerin, D. (2014) Faşizm ve Büyük Sermaye, çev. Bülent Tanör, 1. Baskı, Habitus Kitap, İstanbul, sf. 260

[22] Thalheimer, A.; Bauer, O.; Tasca, A. (1999) Faşizm ve Kapitalizm, çev. R. Serozan, Sarmal Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, sf. 54-55

[23] Age, [Kitaba, Kliem, K.; Kammler, J.; Griepenbung, R. tarafından yazılan Giriş: Faşizmin Teorisi Üzerine], sf. 21

[24] Thalheimer, age, sf. 105

[25] Thalheimer, age, sf. 105

[26] Dimitrov, age, sf. 3 

[27] Guerin, age, sf. 142

[28] Guerin, agy, sf. 146

[29] Guerin, agy, sf. 147, abç

[30] Guerin, agy, sf. 147