İskender Bayhan
Günlük hayat içerisinde söz ile eylem, söylenen ile yapılan arasındaki uyumsuzluklar ve zıtlıklarla sıklıkla karşılaşırız. Bu tür durumları genelde kötü, küçük düşürücü tutum ve davranışlar olarak kabul eder ve konularına, nedenlerine, doğurdukları sonuçlara göre de tutarsızlıktan yalana kadar uzanan sıfatlarla niteleriz.
Sınıflı toplumların tarihi de bize sömürenlerle sömürülenler, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkide sözle-eylemin, görünenle-gerçeğin örtüşmediğini gösteren sayısız örnek sunar. Bu konuda en zengin ekonomik, sosyal, siyasal pratiği ise, adına ‘modern toplum’ da denen kapitalist-emperyalist sistem ve onun egemen sınıfı olan burjuvazi sergiler. Özellikle de devlet ve demokrasi konusunda bunu yapar.
Günlük hayat içerisinde bir kapitalistin veya bir burjuva siyasetçinin genel olarak toplumsal sistemin işleyişinin nasıl olduğu, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığı, kendisini nasıl yenilediği vb. hususlarda; özel olarak da devlet ve demokrasinin ne olduğu, nasıl işlediği, kime hizmet ettiğine dair hususlarda söyledikleriyle yaptıkları, tutarsızlıktan yalana kadar uzanan türlü durumları ve tutumları içerir. Onun içindir ki, fabrikadan mahalleye, çarşıdan pazara, okuldan kampüse günlük yaşam içerisinde bir kapitalistin, burjuva siyasetçinin, bürokratın ya da teknokratın sözlerinden çok eylemine ne dediğinden çok ne yaptığına bakarak görünenin arkasındaki asıl gerçeği öğrenmek mümkün olur.
Bunun en çarpıcı örneklerinden birisini Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı gösterilen tepki ve öne çıkan özerk-demokratik üniversite talebi etrafında verilen mücadele karşısındaki tutum ve tartışmalarda yaşıyoruz. Tek adam hükümetinin ve Cumhur İttifakı’nın bir ve iki numaralı temsilcileri Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli başta olmak üzere, çeşitli düzeylerdeki sivil bürokratlar ve son olarak bir mafya liderinin; rektörlerin göreve getiriliş biçimleri ve üniversitelerin işlevinden başlayan, öğrencilerin ve üniversite hocalarının “yerli ve milli” sorumluluklarından teröristliğe uzanan, nihayetinde de devlet ve demokrasiye bağlanan açıklamalarını, çağrı ve tehditlerini duyuyoruz.
Bu açıklamalardan birkaçını hatırlatalım:
“Rutin bir atamayı üniversitelerimizi karıştırmak için fırsata çevirenleri hep birlikte takip ediyoruz. Terör örgütü iltisaklı kişilerin en ön safta yer aldığı bu tür eylemlerin demokrasiyle hak arayışıyla fikir ve ifade özgürlüğüyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.”[1]
“Bir defa birçoğu maalesef hala şunu öğrenememişler. Bu ülke hukuk devletidir. YÖK’ün yetki alanı var ve bu ülkenin cumhurbaşkanının yetkileri var. Bundan önce ben iki tane rektör atadım. Onların atamasını da yine ben yapmıştım. YÖK teklifini yapmıştır, ben de onadım. Bunları ben yaptım.”[2]
“Aydınım diye geçinen zavallılar, sivil toplum kuruluş hüviyeti taşıyan fırsatçılar, demokrasi ve hukuk sınırları içinde siyaset yaptığını zanneden gafiller tarihi yanlıştadır. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki olaylara destek vermek geldiğimiz bu aşamada teröre destek vermektir.”[3]
“Rektör seçimlerinin illa çok demokratik mi olması gerekiyor? Hayır. Biz sonuca bakıyoruz. Sorun oldukça devletin kuralları işlemeye devam edecek.”[4]
Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektör, tek adam yönetimi ve devletin savunulması üzerinden yapılan bu açıklamalara, sınıf mücadelesinin çeşitli alanlarına ve konularına dair başka birçok açıklamayı eklemek ve listeyi uzatmak mümkün. Bütün bu açıklamalar bize sadece, üniversitelerin yönetimi, öğrencilerle hocaların haklı talepleri ve mücadelelerinin bastırılması vb. açılardan Erdoğan yönetiminin tutumu ve yaklaşımlarını göstermiyor. Aynı zamanda resmi adı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olan tek adam-tek parti yönetiminin üzerinde yürüdüğü siyasi yolu ve ne yapmak istediğini gösteren yeni bir örnek daha sunuyor.
AKP programında şöyle yazıyor: “… üniversiteler idari ve akademik özerkliğe sahip, öğretim elemanları ve öğrenciler üzerinde baskı, dayatma ve antidemokratik uygulamaların bulunmadığı, bilimsel bilginin üretildiği, araştırma ve öğretim faaliyetlerinin esas olduğu kurumlar haline getirilecektir.”[5]
KHK ile düzenlenmiş olan, rektörlerin cumhurbaşkanı tarafından atanması sisteminin, bu programda vurgulanan hedefle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığı açık. Ayrıca tek adam yönetimi, Cumhur İttifakı ve bilumum propagandacılarının, üniversite öğrencileri, akademisyenler ve onları destekleyen bütün özerk-demokratik üniversite savunucuları karşısında takındıkları tutum da programda vaat edilenle taban tabana zıt. Dahası bu zıtlık, devlet ve demokrasiye ilişkin düşündükleri ve yaptıklarıyla söylemleri arasındaki uçurumu somut olarak göstermesi açısından oldukça çarpıcı.
Burjuvazinin, devlet ve hükümetlerinin geçmişten bugüne kullanageldiği temel yönetim tarzlarından birisi baskı ve terör, diğeri sömürülen ve ezilen halk kitlelerine sürekli söylenen vaatler, zorda kalınca verilen küçük tavizler, geçici uzlaşmalardır. Bu iki yöntem, burjuvazinin sınıf egemenliğinin sürdürülmesi için sınıf mücadelesinin çeşitli alanlarındaki güç dengelerinde yaşanan değişimlere göre bir arada kullanılır. Bazen de bu yöntemlerden biri belli bir dönem için esas biçim olarak öne çıkarılabilir. Son birkaç yıldır, tıpkı güncel açıdan Boğaziçi örneğinde görüldüğü gibi, Erdoğan ve tek adam hükümetinin politik-pratik yönetme tutumuna büyük oranda baskı ve şiddet egemen hale gelmiştir. Elbette Cumhur İttifakı’nın küçük ama etkili ortağı konumundaki MHP’nin buna katkısı da göz ardı edilemez.
Peki, günümüzde tek adam hükümeti ve Cumhur İttifakı’nın yönetme tarzında baskı ve şiddetin daha fazla öne çıkmasına esas olarak ne yön vermektedir? Başta yandaş şirketler olmak üzere tekelci burjuvazi ve kapitalist sömürücülerin sınıf çıkarlarını kararlılıkla koruma çabası ve onların yürütme komitesinden başka bir şey olmayan devletin yönetici koltuklarını bırakmama tutumu.
Özellikle son iki yıl içerisinde, önce ekonomik kriz, ardından onu daha da ağırlaştırarak bütün bir toplumsal hayatı kuşatan salgın koşulları ve dış politikadaki sıkışmışlığın yarattığı zorluklar altında bunu yapmaktadırlar. Yine aynı koşullar nedeniyle, her geçen gün daha da kötüleşen yaşam ve çalışma koşullarının sömürülen ve ezilen halk kitleleri üzerinde yarattığı hoşnutsuzluk, huzursuzluk ve tepkinin öyle ya da böyle sindirilmesini sağlamak zorundalar.
Bütün bunlar, hem tek adam yönetiminin devlet aygıtını gerici-faşist temelde yeniden örgütlemek için attığı adımların nesnel zeminini oluşturuyor, hem de onu hızlandırıcı bir rol oynuyor.
Peki, bu noktaya nasıl gelindi?
Bu sorunun yanıtını bir dergi makalesinin sınırları içerisinde kronolojik ve ayrıntılı bir serüven analizi temelinde irdelemek mümkün değil. Ancak yakın geçmişte yaşanan dönüm noktalarını kısaca hatırlayarak, sonuçlarına dikkat çekebiliriz.
KENDİ TASNİFİNE GÖRE ERDOĞAN’IN İKTİDAR DÖNEMLERİ
Tayyip Erdoğan’ın bir burjuva siyasetçi olarak “gelişme anlamında değiştim” dediği ve AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 erken genel seçimleri döneminden, “millet ve devlet adına” konuştuğu bugünlere kadar geçen süre içerisindeki iktidar dönemlerini farklı açılardan tasnif etmek mümkün. Özellikle başta tekelci kesimleri olmak üzere kapitalist sömürücülerin çeşitli parti ve klikleriyle kurduğu bağlar, yaşadığı çelişki ve çatışmalar, izlediği politikaların çeşitli milliyet ve inançlardan işçi ve emekçiler üzerindeki etkileri vb.’den yola çıkarak bu dönemlerin analizi yapılabilir.
Ancak Erdoğan’ın kendi iktidar dönemleriyle ilgili kendisinin yaptığı tasnif üzerinden hareket etmek daha pratik olacaktır.
Erdoğan, 12 Haziran 2011 yılında yapılan genel seçimlere giderken, o döneme kadarki hükümet sürecini “çıraklık ve kalfalık dönemleri olarak” isimlendiriyor. 2011’den 24 Haziran 2018’e kadar olan döneme ise “ustalık dönemi” diyor. 2018’den bugüne gelen ve 2023’te yapılacak seçimlere kodladığı dönemi ise “büyük ustalık dönemi” olarak nitelendiriyor.
Erdoğan’ın bu tasnifi üzerinden “çıraklık ve kalfalık” döneminin öne çıkan özelliğinin kapitalist sistem ve devlet örgütlenmesi içerisinde güçlenme, kadrolaşma ve yerini sağlamlaştırma olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönem içerisinde gerek tekelci sermaye grupları, burjuva partiler ve kliklerle olan ilişkilerinde, gerekse işçi sınıfı ve diğer sömürülen ve ezilen emekçi halk kitlelerine yönelik politikalarında öne çıkan yönetme tarzı ise, esas olarak, sürekli yeni vaatlerde bulunma, zorda kalınca küçük tavizler verme ve uzlaşmalarla ilerleme temelinde şekillendi. Erdoğan’ın bu yıllarının, tekelci burjuvazinin geleneksel kesimleriyle (daha sonra zaman zaman tartışmak durumunda kalacağı TÜSİAD ile) iyi geçinme, bununla da yetinmeyip kendisinin ve aile çevresinin de doğrudan bir parçası olduğu sermaye gruplarının, yandaş kapitalistlerin büyümesi için yoğun çalışma dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan’ın başbakan olarak katıldığı, Sanko Holding’e ait Çatalca Rüzgâr Enerjisi Santrali’nin açılış töreninde söyledikleri hem o yıllardaki durumu hem de “ustalık dönemi” dediği 2011-18 arası döneme ilişkin hedeflerini özetlemesi açısından çarpıcıdır:
“Özel sektör bunu hızla başarıyorsa, niçin bunun önüne bariyer çekiyoruz? ‘Bu ülkede taş üstüne taş koyanın başımız üstünde yeri var’ dedik, biz yolları açtık. ‘Peki yüzde yüz başarılı oldunuz mu?’ Hayır olamadık, çünkü Türkiye’de bu bürokratik oligarşi olduğu sürece bunu başarmak zor. Tabii yarın medya yazacak, ‘Çözün bunu’ diyecek. Dünyanın hiçbir yerinde yasama organları bunu çözememişler ki biz çözelim. Çünkü yine gelip takıldığı yer bürokratik oligarşi. Bunun çözülme yolu var, ama o da demokrasiyle bağdaşmıyor. Sıkıntı burada. Demokratik kurallar içinde bunu aşmanın gayreti içindeyiz. …
“Derdimiz şu; eğer Türkiye sanayi ve teknolojide büyük patlama yapacaksa, Cumhuriyet’in 100. yıl dönümünde dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girecekse, bunu başarmak zorundayız. Türkiye’de sadece bürokratik oligarşi bariyer oluşturmuyor. Türkiye’de özelleştirmeye inanmayan ve kabul etmeyen bir mantık var. Bu da siyasetin içinde, onlar da bariyer oluşturuyor.”[6]
Erdoğan ilerleyen yıllarda (ustalık döneminde) devletteki bürokratik oligarşiden daha çok yakınacak, kapitalist sömürücülere sınırsızca hizmet etmek ve kendi iktidarının çıkarlarını kararlıca savunmak için mevcut burjuva devlet normlarından ve kurallarından daha çok şikâyet edecek ve onları değiştirmek üzere hamlelerini sık sık gündeme getirecektir. Kalfalık döneminin sonuna doğru gündeme getirdiği anayasa değişikliği ise, bunun en ciddi adımlarından birisi olacaktır. Bu adım Erdoğan-AKP kliğinin o zamana kadarki siyasi iktidar yılları içerisinde burjuva hükümet ve devlet yapısında gerçekleştirdiği ikinci önemli değişiklik hamlesidir. Bu çerçevedeki ilk önemli hamle Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin önünü açan 21 Ekim 2007 referandumudur. 12 Eylül 2010’da yapılan anayasa değişikliğinin kapsamı 21 Ekim’dekine göre oldukça geniştir.
O yıllarda ve özellikle 2010 referandumunda Erdoğan’ın en büyük müttefiki, “beraber yürüyoruz biz bu yollarda” dediği, ancak ustalık döneminin en büyük kavgalarından birini yaşayacağı ve “en makbul cemaatten” “en tehlikeli terör örgütü-FETÖ”ye evrilecek olan Gülen hareketidir. Erdoğan’ın ‘ustalık dönemi’nin ilk yarısına kadar en güçlü müttefiki olan Gülen grubu, bu ittifak sayesinde Türkiye’nin sayılı tekelci sermaye gruplarından birisi haline gelmiş ve 2010 referandumunun ardından burjuva devletin başta yargı, emniyet ve ordusu olmak üzere, sivil ve askeri bürokrasisi içerisinde önemli yer edinmiştir.
Bu referandumun özel ve özgün bir yanı da demokratik hak ve özgürlüklerden yana olan siyasi parti ve örgütler, sendikacı, aydın, sanatçı ve bilim insanları başta olmak üzere demokratik muhalefet güçleri arasında yaşanan en büyük bölünme ve Erdoğan’a verilmiş bir “Yetmez ama evet” desteği olarak tarihe geçmesidir.
“Çıraklık ve kalfalık” diye isimlendirdiği dönemlerin sonunda Erdoğan, başbakan adayı olarak son kez girdiği seçimlerde (12 Haziran 2011) öncekilere oranla en yüksek olan oyu (yüzde 49,83) alır. Böylece “ustalık dönemi” olarak nitelendirdiği ve yaklaşık üç yıl sonra başbakanlığı bırakıp halk oyuyla seçilen ilk Cumhurbaşkanı olacağı yıllar, “çıraklık ve kalfalık” döneminde sistem içerisinde yerini sağlamlaştırdığı temel üzerinde yükselir.
‘USTALIK’ YILLARI VE TEK ADAM YÖNETİMİNİN KURULUŞU
Bugünden dönüp geriye bakıldığında Erdoğan ve arkasındaki kapitalistlerin, tek adam yönetimi kurma ve bu temelde devletin gerici, faşist dönüşümü gerçekleştirmeye dönük hedef ve adımlarının en başından beri planlı olduğu, 2000’li yılların başına, hatta daha öncesine dayandığının işaretleri bulunduğu öne sürülebilir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu yıllarda yaptığı ve Başbakan olduğu dönemde de birkaç kez tekrar ettiği “Demokrasi bir amaç değildir demokrasi bir araçtır. Bunu böyle bileceğiz” çıkışları, “…Ben tüccar siyasetten bahsediyorum. Bugün tüccar siyasete ihtiyacımız olduğunu söylüyorum. Biz, beyin kadrosu dediğimiz ekipleri değiştirmek zorundaydık”[7] açıklamaları, birkaç aylığına cezaevine girmesine ve bir dönem siyasi yasaklı olmasına neden olan şiir ve söylemleri buna işaret olarak gösterilebilir. Ancak bu doğru bir tarihsel yaklaşım olmaz. Bunlar ancak Erdoğan’ın, sömürücü kapitalistlerin sınıf çıkarları neyi gerektiriyorsa onu kararlılıkla savunan, kendisinin çıkarlarını bu politikalarla “ustalıkla” bağdaştıran, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre sınıf çıkarları için her türlü anti demokratik, gerici, faşist uygulamayı gündeme getirmeye açık ve yatkın bir devlet ve yönetim anlayışına sahip olduğunun ifadesi olabilir.
Erdoğan’ın “ustalık dönemi” dediği yıllar; tekelci burjuvazi başta olmak üzere kapitalist sömürücülerin devlet, siyaset ve sermaye örgütlenmeleri içerisindeki çeşitli klikleriyle sert çatışmalar yaşayacağı yıllardır. Bu çatışmaların seyri ve ortaya çıkardığı güç dengeleri içerisinde, dün karşı karşıya olduklarıyla bugün yan yana olduğu ya da bunun tam tersi durumların bir-iki yıl içerisinde yaşandığı (Ergenekon Davaları ve paralel devlet-cemaat operasyonları vb.) ve birbirinin karşıtı politik ittifakların yer değiştirilerek kurulduğu yıllardır bu yıllar.
2013 Mayısının son günlerinde başlayıp haziran ayının sonuna kadar devam eden ve yurt genelinde milyonlarca yurttaşın katıldığı Gezi Direnişi, bu “ustalık döneminde” gerçekleşti. “Açılım” çıkışları, Kürt sorununa ilişkin “müzakere süreci”, ardından çatışmalı sürecin yeniden başlaması, kayyumlar ve yaygın tutuklamalar da “ustalık” dönemindedir. Erdoğan’ın, PKK’nin kör terör eylemlerini ve daha sonra başkanlık konseyi üyelerinin taktik bir yanılgı olduğunu söyleyecekleri “hendek çatışmalarını” gerekçe yaparak ırkçı-şoven saldırganlığını artırmaya yönelmesi de ağırlıklı olarak bu dönemin ortalarında başlamıştır.
On binlerce metal işçisinin mücadele ve direnişine sahne olan Metal Fırtına günleri de bu dönemde yaşanır. Aralarında Şişecam, Çöllolar Kömür Sahası ile Çayırhan Kömür İşletmesi, Anadolu Isuzu, Demisaş Döküm, Federal Mogul, Sarkuysan ve Türk Prysmian Kablo’nun da olduğu onlarca fabrika ve işyerindeki grevler bu dönemde yasaklanır, grev yasakları ustalık döneminin tamamına yayılırken Erdoğan, başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı döneminde en çok grev yasağı kararı alan burjuva siyasetçi olarak tarihe geçer.
“Ustalık dönemi”, Erdoğan ve hükümetlerinin yönetme tarzı açısından “çıraklık ve kalfalık dönemleri”ne göre belirli farklılıklar gösterir. Erdoğan kapitalist klikler ve politik temsilcileri başta olmak üzere, egemen sınıflar arasındaki çelişkilerde uzlaşmalar, tavizler, ileri geri oynamalar sergiler; başta işçiler olmak üzere sömürülen ve ezilen halk kesimleri söz konusunda olduğunda ise baskı, yasak, resmi terör neredeyse tamamen tek yönetme tarzı olarak öne çıkar.
Yukarıda özetlenen koşulların karakterize ettiği “ustalık” yıllarının tam da ortası sayılacak bir dönemde Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılır. Erdoğan, 10 Ağustos 2014 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasının ardından başkanlık sistemi tartışmalarını sistematik olarak gündemde tutmaya başlar. Sık sık bunun gerekliliği üzerine konuşur ve istediği anayasal düzenlemeleri yapabilmek için bütün toplum kesimlerini, AKP’nin seçimlerden 400 milletvekili çıkarmasını sağlayacak oy desteğini vermeye çağırır. “Ne diyorum 7 Haziran’da bu ülkede seçim var. 7 Haziran seçimlerinde biz yeni Türkiye’yi istiyorsak 400 milletvekilini vereceğiz. Diyoruz ki yeni anayasa istiyorsak 400 milletvekilini vermek lazım. Bunlarla böyle uğraşmaya gerek yok ve bir başkanlık sistemi istiyorsak 400 milletvekilini vermek lazım. Ki bu gerçekleşsin.”[8]
Ancak AKP, 7 Haziran 2015’te yapılan seçimleri kaybeder ve 400 vekil bir yana hükümet kuracak milletvekili sayısını bile çıkaramaz. Bu Erdoğan’ın partisinin uzun yılların ardından aldığı ilk seçim yenilgisidir ve bu yenilgiden kurtulmak için hemen harekete geçer. Erdoğan, 7 Haziran- 1 Kasım arasında IŞİD’in terör eylemleriyle yaratılan korku iklimi koşullarında, “teröre karşı milli birlik” adı altında kışkırtılan ırkçı-şoven propaganda eşliğinde, cumhurbaşkanlığı yetkilerini de kullanarak, 1 Kasım’da ülkeyi tekrar seçime götürür. AKP bu koşullarda da 400 vekil çıkaramaz, ancak oylarını artırarak, Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığında bir kez daha hükümete gelir. Kısa bir süre sonra Türkiye bir ilkle daha karşılaşır. Erdoğan’ın fiilen azletmesi üzerine Davutoğlu başbakanlıktan istifa eder ve Binali Yıldırım AKP Kongresi’nde genel başkanlığa getirilerek, seçimlere girmeden başbakan koltuğuna oturur.
Erdoğan, bütün bu çelişkili-çatışmalı yıllar içerisinde her vesileyle ülkenin yönetim biçiminin değişmesini gündeme getirmeyi sürdürür. Parti içi çatışmalardan işçi ve emekçilerin hak mücadelelerine, demokratik hak ve özgürlüklerden dış politikada yaşanan zikzaklara, kendisinin ve hükümetinin önüne gelen her konuda dönüp dolanıp ülkenin yönetim ve devlet biçimini tartıştırmaya yoğunlaşır, hep başkanlık sistemi eksenli bir değişimin zorunlu olduğunu öne sürer.
15 Temmuz 2016’da yaşanan başarısız darbe girişimi bu açıdan kritik bir eşik olur. Erdoğan “Şu anda bu çıkış, bu hareket Allah’ın büyük bir lütfu” diyerek, başarısız darbe girişimini tek adam tek parti yönetimine geçişte bir dayanak olarak kullanır. Burjuvazinin Gülen kliğiyle çatışmaya girdiği günlerde yazmaya başladığı “büyük ihanet ve aldatılma” hikayesine “Allah’ın büyük lütfu” başlığıyla yeni bir bölüm ekleyip yoluna kararlılıkla devam eden Erdoğan, OHAL ilanı ve KHK’lar aracılığıyla tek adam tek parti düzeninin fiilen kurulması sürecini hızlandırır. “Darbecilerle mücadele” adı altında esas olarak sömürülen ve ezilen halk kitlelerini hedefe koyan Erdoğan ve AKP Hükümeti, sendikal hak ve özgürlüklerden basın özgürlüğüne, gösteri ve yürüyüş hakkından düşünceyi ifade özgürlüğüne birçok alanda darbe dönemlerini bile aratacak bir resmi baskı ve terörle yönetmeye başlar. Ve bu süreçte temel desteği, yaklaşık 2 yıl sonra “Cumhur İttifakı” adı altında kol kola yürüyeceği, Türkiye burjuvazisinin geleneksel faşist partisi MHP ve Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den alır. Bahçeli Anayasa değişikliği teklifini Meclis’e getirmesi için 2016’nın Ekim ayında hükümete çağrı yapar ve iş birliği içinde olma sözü verir. O günden sonra da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında kurulacak tek adam tek parti düzeninin anayasal güvenceye kavuşmasına yönelik bütün çalışmaların 2. mimarı olur. 16 Nisan 2016’da OHAL koşullarında yapılan referandumdan çok küçük bir oy farkıyla yeni hükümet sistemine “evet” oyu çıkar. Yüksek Seçim Kurulu’nun sayım devam ederken geçerli oy kuralını değiştirmesi nedeniyle, bu referandum, tarihe “şaibeli” olarak geçer.
Böylece, Türkiye’nin burjuva parlamentosuna dayalı hükümet sisteminin yerini tek adam-tek parti düzeni almış olur. Bu anayasa değişikliğiyle birlikte devletin yürütme komitesinin yönetim sorumluluğu 5 yılda bir seçilecek olan tek bir kişiye verilir ve bu kişi bundan böyle bakanlar kurulu kurmak dahil olağanüstü yetkilerle donatılır. Burjuva parlamenter sistemlerin yasama, yürütme ve yargı olarak isimlendirilen klasik üç ayağından birisi olan yürütmenin yetkileri tek adamın elinde toplanır ve artırılır, kendisinin ve atayacağı yardımcılarıyla bakanların yargılanması pratik olarak neredeyse imkânsız hale getirilir.[9]
Erdoğan, referandumun birkaç gün öncesinde yaptığı bir konuşmada şöyle der: “Meclis’te ilk tur görüşmeleri tamamlanan anayasa değişikliği, yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkileri yeniden düzenliyor. Her ne kadar kâğıt üzerinde farklı erkler olarak gözükse de her ikisinin de aynı güçte toplanması gerekiyor. Geçmişte siyasi sistemin tıkandığı dönemlere baktığımızda bu iki güç arasındaki uyumsuzluğun öne çıktığını gösteriyor.”[10]
Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve kurmayları, yeni hükümet biçiminin Meclis çalışmasına ve yargı sistemine ilişkin hakimiyetinin daha fazla olmasını istemiş, ancak sınıf güç ilişkilerinin durumunun müsaade ettiğini düşündükleri kadarına razı olarak, taslağı Meclis’in gündemine getirmekle yetinmişlerdir. Asıl hedefleri yasama, yürütme ve yargının cumhurbaşkanının şahsında tek bir elde toplanması, Meclis’in büyük oranda veya tamamen bir istişare organına dönüştürülmesi ve halkın ülke yönetimine biçimsel katılımının 5 yılda bir yapılacak seçimlerde kuyruğa girip oy kullanmaya indirgenmesidir. İşin aslı budur ve burjuva siyaset her zamanki gibi asıl işlerini kapalı kapılar arkasında yürütmeyi sürdürür. İşçi, emekçi halk kitleleri gerçeğin tamamını yaşayarak ve görünenin arkasındakileri aşındırarak öğrenebilirler ancak.
Türkiye’de tekelci kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğinin bir aracı olan burjuva devlet, esas olarak anti demokratik bir karaktere sahipti ve zaman zaman da faşist baskı ve terör yöntemlerini kullanıyordu. Ancak Erdoğan ve Bahçeli, yapılan bu anayasa değişikliğiyle devletin anti demokratik yapısını daha da pekiştirerek, kapitalist sömürücülerin, tek adam yönetimi ve Cumhur İttifakı’nın sınıf çıkarlarına bağlı olarak gerici-faşist bir yönetim biçimini devreye sokma hedeflerini açıkça ilan etmiş oldular.
CUMHUR İTTİFAKI VE ‘BÜYÜK USTALIK DÖNEMİ’
Erdoğan ve Bahçeli referandumdan daha iyi bir sonuç bekliyordu. Hedeflerini hızla gerçekleştirmek için arkalarındaki halk desteğinin daha fazla olmasına ihtiyaçları vardır. Erdoğan bu beklentisini, referandum öncesinde, cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oyun üzerinde bir “evet” beklediğini söyleyerek dile getirmiştir. Sonrasında ise, Erdoğan-Bahçeli ikilisi, şaibeli sonuçlarla kıl payı kazanılan referandumu “memleketin bekasının garantiye alınması yolunda kazanılmış büyük zafer” olarak ilan edip, istedikleri oranda halk desteği alamamanın boşluğunu OHAL, KHK’lar ve yeni kadro atamalarıyla doldurarak yola devam ettiler. Çünkü gelinen noktada gerici-faşist bir politik rejim inşa etme yolunda kararlılıkla yürümeyi tek çıkış olarak gördüler. Bu konudaki ilk açıklamalar ve çağrılar genellikle Bahçeli’den gelir, ardından Erdoğan’la görüşülerek atılacak adımlara ilişkin mutabakata varılır.
Referandumla birlikte yeni hükümet biçimine geçiş için yapılacak ilk seçimlerin tarihi 3 Kasım 2019 olarak belirlenir. Bahçeli, daha 2017 Kasımından başlayarak AKP ile ittifak içerisinde hareket edebileceklerinin mesajını verir ve Meclis çalışmalarında hükümeti destekler. 8 Ocak 2018’de Bahçeli, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ı destekleyeceklerini açıklar. Nihayetinde 22 Şubat 2018’de Cumhur İttifakı’nın resmen kurulduğu ilan edilir. O günden sonra bazı AKP ve MHP yöneticileri ittifakın fiili olarak 15 Temmuz’da kurulduğunu söyleyeceklerdir.
Cumhur İttifakı’nın kuruluş amacı, “devletin bekası ve milletin birliği”nin sağlanması, korunması vb. gerekçelerle açıklanır. Görünürdeki bu gerekçelerin arkasında yatan gerçek ise, bu ittifakın, tekelci burjuvaziye ve kapitalist sömürücülere hizmet eden, programları bu açıdan hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar açık olan iki sermaye partisinin, farklı ideolojik-politik geleneklerden gelseler de devletin yönetici koltuklarını, sivil-militarist bürokratik aygıtını, ekonomik ve siyasi ayrıcalıklarının avantajlarını paylaşmak üzerine kurulmuş olmasıdır. Devletin kutsallığı, baskı aracı olması; din, millet, bayrak, vatanda tekliğe dayanması ve yönetiminin olabildiğince tek elde merkezileşmesinde ortaklaşmışlardır. Cumhur İttifakı, Panislamizm ve Yeni Osmanlıcı yayılmacılıkla Panturanizm ve Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türk dünyası yayılmacılığının, tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına uyarlanmış ittifakıdır. Kurulduğu günlerden bugüne kadar gelen süreçte çeşitli sıkıntılar yaşasalar da temelde var olan çıkar birliği ve onun ihtiyaçları bu sıkıntılara baskın gelir ve gelmeye devam eder.
Bu ittifakın önemine ve gücüne çok inandığını her fırsatta dile getiren Bahçeli, Cumhur İttifakı’nın kuruluşunun hemen ardından, 3 Kasım 2019’da yapılması gereken seçimlerin, 2018 Ağustosunda yapılması için çağrıda bulunur. Seçimlerin zamanında yapılmasını düşündüğünü söyleyerek Bahçeli ile görüşmeye giden Erdoğan, yarım saatlik görüşmenin ardından, seçimlerin 24 Haziran’da yapılmasına karar verdiklerini açıklar.
Erdoğan, bundan yaklaşık bir ay sonra, 24 Haziran seçimlerini kazandıkları koşullarda resmi olarak başlayacak olan tek adam yönetimi sürecinin “büyük ustalık dönemi” olacağını ilan edecektir. OHAL koşullarında yapılan 24 Haziran seçimlerinde de tek adam yönetiminin cumhurbaşkanı olur. Milletvekili seçimlerinden ise, Cumhur İttifakı’nın birbirine bağımlılığını artıran bir sonuç çıkar. AKP Meclis çoğunluğunu alamaz ve yasa yapma gücüne ancak MHP’nin desteğiyle ulaşabildiği bir Meclis aritmetiğiyle karşı karşıya kalır. Bu seçimler, merkezinde CHP ve İP’nin yer aldığı burjuva muhalefetin de “Millet İttifakı” çatısında birleştiği bir seçim olmuştur. Devrimci, demokratik güçler ise, ortak bir muhalefet bloku oluşturamaz ve farklı seçim taktikleri belirlerler.
Geldiğimiz noktada Türkiye, 24 Haziran seçimlerini kazanan tek adam yönetiminin, Cumhur İttifakı destekli ve 2023 hedefli (eğer Bahçeli çıkıp baskın seçim ilan etmezse!) “büyük ustalık dönemi”ni yaşıyor.
İşçi ve emekçilerin artan hoşnutsuzluğu ve biriken öfkesinin kitlesel mücadelelere dönüşmesini bastırmak ve gerici-faşist bir politik sistem inşa etmek üzere atılan adımlar arasında, mahalle bekçiliği sisteminin yeniden uygulanmaya başlanması, doğrudan saraya bağlı olarak oluşturulan Takviye Hazır Kuvvet Müdürlükleri örgütlenmesi, İçişleri Bakanına dernek ve vakıfların kapatılması yetkisi verilmesi vb. düzenlemeler “büyük ustalık dönemi”nde gerçekleşmiştir. Barolar ve meslek örgütlerini etkisizleştirmeye yönelik düzenlemeler, çocuk istismarına af, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme gibi hamleler, sosyal medya platformlarını denetim altına alma ve sansür amaçlı yasalar da “büyük ustalık dönemi”nin icraatları olur. Sayıları milyonları bulan göçmen ve mülteci işçilerin ucuz işgücü sömürüsünün merkezine konması, ırkçı-faşist kışkırtmalar için dayanak yapılması ve batıya karşı koz olarak kullanılması da bu dönemde yoğunluk kazanır.
Erdoğan’ın “büyük ustalık dönemi” 3. yılını doldurmak üzere. Bu dönemin ilk yılının sonlarına doğru patlayan ekonomik kriz süreci ve 2020 yılının Mart ayından itibaren yayılmaya başlayan salgın süreci bu döneme damgasını vurdu, vurmaya da devam ediyor. Kriz sürecinde gidilen 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde Erdoğan ve Cumhur İttifakı ilk ciddi yenilgisini alır; sanayi kentlerinde önemli oy kayıpları yaşarken, ellerinde bulunan beş büyükşehirde (İstanbul, Ankara, Adana, Antalya, Mersin) belediyeleri kaybeder. Bu süre içerisinde tek adam-tek parti hükümetinin gerici faşist bir politik rejim kurmaya yönelik hamle ve uygulamaları, işçi ve emekçi kitleler içerisinde istenilen karşılığı bulamaz; aksine halk desteği zayıflamaktadır. Başta Suriye ve Irak olmak üzere Ortadoğu, Libya-Akdeniz, Azerbaycan-Ermenistan üzerinden gündeme gelen “millilik, yerlilik, ulusal çıkar” propagandasının, halk kitleleri içerisindeki etkisi ise azalan bir seyir izlemektedir. Bir bütün olarak kriz ve salgın koşullarında izlenen ekonomik, sosyal politikalar ile anti demokratik baskı politikaları, işçiler ve emekçiler içerisinde hoşnutsuzluk ve huzursuzluğun büyümesine yol açmaktadır.
Elbette bu somut gerçeklik, Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın hedeflerinden vazgeçeceği anlamına gelmiyor. Aksine önümüzdeki süreçte salgınla ağırlaşan kriz koşullarını dayanak yaparak aynı yolda yürümekte ısrar edecek görünüyorlar. Grev hakkı, sendikal ve siyasal faaliyet sürdürme ve örgütlenmeye ilişkin haklar, seçme-seçilme hakkı, toplu gösteri ve yürüyüş hakkı, basın ve ifade özgürlüğü gibi temel demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin yasak, sınırlama ve baskıcı uygulamalar sürerken, bu hakların kalan kırıntılarını da kullanılamaz hale getirmek için ellerinden geleni yapacaklardır.
Devlet ve demokrasi biçimleri, farklı toplumsal sınıfların çıkarları temelinde yaşanan çelişki ve mücadeleler içerisinde şekilleniyor. Günümüzde de çağımızın başlıca çelişkilerinin merkezinde yer alan emek ile sermaye, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişkiler bu açıdan tayin edici rol oynuyor. Bununla birlikte ezilen halklarla emperyalistler arasındaki çelişkiler ile emperyalistler ve işbirlikçi egemen sınıfların kendi aralarındaki çelişkiler de devlet ve demokrasi biçimlerinin şekillenişinde etkilerde bulunuyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum sınıflı toplumun bu nesnel gerçekliğinden azade değildir.
“Büyük ustalık dönemi”nin önümüzdeki sürecinde de Erdoğan ve Cumhur İttifakı, egemen sınıf ilişkileri, çıkar çatışmaları ve mücadeleleri içerisinde devlet ve demokrasinin örgütlü ve sistematik zor kullanımı yönüne daha fazla sarılacaktır. Son birkaç ay içerisinde Erdoğan’ın “ekonomi ve adalette reform” diye başlattığı ve “yeni sivil anayasa yapmalıyız” açıklamalarıyla devam ettirdiği hamlelerini de bu eksende değerlendirmek gerekir.
Bugün için tek adam yönetimi ve Cumhur İttifakı, devletin faşist temelde yeniden örgütlenmesinde henüz istediği başarıyı elde edememiştir. Bunun tayin edici nedenlerinin başında sömürülen ve ezilen halk kitlelerinden bu devlet biçimi için gerekli desteği alamaması gelmektedir. Dahası kriz ve salgınla birlikte saflarında çözülme başlamış ve var olan halk desteğindeki zayıflamada hızlanmıştır.
Emperyalist güç merkezleriyle, uluslararası sermaye çevreleriyle ilişkiler ve ülke ekonomisinin nasıl yönetileceği konusunda tekelci burjuvazi içerisinde mutlak liderliğini kuramamıştır. Hükümet ve devlet biçimi konusunda tekelci burjuvazinin bütün kesimlerinden (özellikle TÜSİAD yönetimi ve üyelerinin çoğunluğundan) güçlü bir destek bulamamıştır. Aksine gelinen noktada aralarındaki çelişkiler ve çatışmalar derinleşmiş, burjuvazinin çeşitli kesimlerden aldığı destek de azalmıştır.
Burjuva hükümetin, seçimler ve siyasi partiler sistemi içerisinde belirlenmesini rafa kaldıramamış, yasama organı olarak Meclis’i tasfiye edecek bir hakimiyet kuramamıştır. Cumhur İttifakı’nı desteklemeyen siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, odalar, birlikler, dernekler vb. örgütlenmelerin faaliyetlerinin yasaklanması ve kapatılmasını sağlayacak gücü elde edememiştir.
Kürt halk hareketine ve örgütlerine yönelik baskı ve saldırılarının yarattığı moral bozucu etkilere ve kitlesel mücadelesinde yarattığı gerilemeye rağmen Kürt halkı içerisinde güç toplayamamıştır. Aksine Kürt halkının saflarındaki tepki ve hoşnutsuzluk büyürken, direnme tutumu devam etmiştir.
En çok yakındığı konu olan ideolojik-kültürel hegemonyasını kuramamıştır.
Yani kazanılmış demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlamaya yönelik sistematik bir çaba içerisinde olsa da faşist bir devlet örgütlenmesi konusunda henüz ortada elde edilmiş bir zafer yoktur; önümüzdeki aylar ve yıllarda elde edip edemeyeceğini de sınıf mücadelesinin seyri belirleyecektir.
BURJUVA MUHALEFETİN TUTUMU
CHP ve İP’in merkezinde bulunduğu Millet İttifakı, Cumhur İttifakı’nın ardından 5 Mayıs’ta kuruluşunu duyurdu ve tek adam yönetimine karşı olduğunu ilan etti. İttifakta yer alanlar ve destekleyenler, içeriğini nasıl doldurduklarına ilişkin ortak bir politik program açıklamasalar da tekelci burjuvazinin farklı kliklerinin sözcüleri olarak “parlamenter sisteme dönüş” konusunda söylemde bir uzlaşı içinde hareket ediyorlar.
İşçi ve emekçiler arasında ciddi bir rüzgâr estiremese de belirli düzeylerde beklenti yaratan bu burjuva blokun, AKP’den kopan siyasetçiler tarafından kurulan DEVA ve Gelecek Partisi’nin katılımıyla genişleyip güçlenme hesaplarına ve emekçi halk kitleleri üzerinde etkili olma çabalarına tanık oluyoruz. Tek adam yönetimine karşı mücadele konusundaki tutumları ise Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın “ilk seçimlerde gideceği” beklentisi yaratıp, sömürülen ve ezilen halk kitlelerinin hoşnutsuzluğunu sandığa endeksleyip, sistem içinde bir çözümün umudu yeşertmek üzerine kurulu.
Millet İttifakı’nın sürükleyici gücünü oluşturan CHP, demokratik hakların kararlı bir savunucusu olduğu iddiasında. CHP’nin egemen siyasetin mevcut şekillenişi içerisinde sınırlı da olsa kimi burjuva demokratik hak ve özgürlükleri savunduğu ve bu açıdan önemli bir gücü temsil ettiği inkâr edilemez. Ancak CHP’nin, tekelci burjuvazinin sınıf egemenliğini işçilere, emekçilere daha kabul edilebilir gösterecek ve yabancı sermayenin ülkeye daha fazla gelmesini sağlamak için kimi kuralları daha iyi işletecek bir yönetimin önemini sık sık vurgulayarak sistemin bekasını savunduğu da inkâr edilemez başka bir olgudur. Dolayısıyla CHP’nin ve Millet İttifakı’nın içinde ve etrafındaki diğer partilerin çağrıları ve tutumlarını değerlendirilirken gerek programları gerekse pratikleriyle, tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin egemenliği için çalışan sermaye partileri olduğu gerçeği bir an bile unutulmamalıdır. Daha muhalefetteyken işçi ve emekçilere çalışma ve yaşam standartları açısından önerdikleri koşullar, emek güçlerini açık sınırıyla yoksulluk sınırı arasına sıkışmış bir fiyatla kapitalistlere satarak, varlığına şükredecekleri “liyakatli” bir burjuva devletin egemenliği altında yaşamaktır.
Neredeyse her gün, ülkenin herhangi bir köşesinde yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik bir sorun veya olay karşısında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu başta olmak üzere partinin üst düzey yöneticilerinin “adaletin çivisi çıktı”, “devletin-sistemin çivisi çıktı” diye veryansın ettiğine tanık oluyoruz. Siyasal hak ve özgürlüklerden grevlere, sendikal hak ve özgürlüklere, düşünceyi ifade ve basın özgürlüğünden akademik özgürlüklere, kılık-kıyafet özgürlüğünden temel hak ve hürriyetlere birçok konuda yaşanan baskılara ve anti demokratik uygulamalara kadar her şeyi getirip devletin-sistemin yeniden düzene sokulmasına bağlıyorlar.
Oysa memleketin yakın ve uzak siyasi tarihi, devlet geleneğinin toplam birikimi ve çeşitli dönemlerde politik sistemde yaşanan değişiklikler (özellikle darbe dönemleri) dikkate alındığında, burjuva cumhuriyetin, demokratik haklar ve özgürlükler açısından sicili hiçbir zaman parlak olmamıştır. Bugün de epeyce bozuk ve kötü olduğu açıktır. Yani geçmişten günümüze gelen hikayesi “bir varmış, bir yokmuş, çoğunlukla da yokmuş”un hikayesidir. Yani çivileri çoğunlukla ya çıkıktır ya da bir başka ifadeyle hep böyle çakılıdır. Hem Erdoğan ve Cumhur İttifakı, adaletin-devletin-sistemin çivilerini çıkarmıyor, gerici-faşist bir politik rejim inşa etme yolunda bir bölümünü yenileyip eskilerinin yerine çakıyor. MGK, YÖK, RTÜK vb. gibi işlerine gelen birçoğunu da koruyup kullanıyorlar.
Bu çivilerin eskisinden daha paslı ve sivri olduğu açıktır. Ancak bunun ilacı, eskilerinin biraz düzeltilip yeniden yerlerine çakılması değildir. Bu hem gerçekçi değil hem de Türkiye’nin sömürülen ve ezilen halk kitleleri başta olmak üzere, bölgemiz ve dünya halklarının derdine “DEVA” olmaz.
“Adaletin-devletin-sistemin çivisi çıktı” yaklaşımı, bunları genel olarak maddi yaşamın ve toplumsal ilişkilerin düzenli yürümesini sağlayan kurumların toplamı olarak görmek veya göstermek gibi büyük bir yanlışın ürünüdür. Böyle bakınca, devleti-sistemi birkaç yüz veya birkaç bin bilgili, akıllı, adil ve vicdan sahibi yöneticinin-yüksek memurun idaresine teslim edip ülkeyi düzlüğe çıkarmanın mümkün olacağı sanılır. Devletin tarih sahnesine ilk çıktığından bu yana, esas olarak bir sınıfın baskı ve zor aracı olduğu gerçeğini yok sayan bu “devlet teorisi” döner dolanır ve gelip son noktada sömürülen ve ezilen halk kitlelerinin çıkarlarının karşısında konumlanır.
Geçmişte sınırlı da olsa adaletin tecelli ettiği anlar, olaylar ve zamanlar olmuştur. Demokratik haklar ve siyasal özgürlükler alanında kazanılmış kimi haklar burjuva hukuk sistemi içerisinde yer alabilmiştir. Tek adam yönetiminin kendi yaptığı yasalara uymadığı bugünün koşullarında bile bütün güdüklüğüne rağmen kimi haklar hala yer almaktadır. Ancak bu haklar, CHP Genel Başkanı ve merkez yöneticilerinin yaptığı gibi işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin hak mücadelelerinin yükselmesi karşısında “aman ha dikkatli olun” diyerek kazanılmamıştır. Ya da “sandığı bekleyin, bize oy verin, her şeyi düzelteceğiz” diye yaratılan beklentilerle hiç kazanılmamıştır.
Açıktır ve bilinir ki, demokratik hak ve özgürlüklerin varlığı ve kullanılması mümkün olmuş ve oluyorsa, bunun nedeni işçilerin, köylülerin, emekçi halk kitlelerinin mücadele ve örgütlülüğünün ilerlemesidir. Ekonomik, sosyal, demokratik hak ve özgürlükler grevlerin, genel grevlerin, kitlesel eylem ve halk direnişlerinin örgütlenmesiyle kazanılmıştır ve kazanılabilir. Bugün ve gelecekte de başka türlüsü mümkün değildir!
Onun için de burjuva devletin-sistemin eskisiyle yenisiyle bütün çivilerini söküp atarak; siyasal haklar ve özgürlüklerden örgütlenme, TİS ve grev hakkına, basın, ifade, inanç özgürlüğü ve laiklikten parasız, bilimsel, demokratik eğitim hakkına, kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasından Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümüne daha birçok demokratik hakkın ve siyasal özgürlüğün tam ve eksiksiz kazanılması için kararlı bir tutumla mücadele etmek gerekir.
Böylesi hem daha gerçekçi hem de geleceğe umutla yürümek açısından bilime ve akla daha uygun olan tek çıkıştır.
[1] Cumhuriyet (2021) “Erdoğan’dan yeni ‘Boğaziçi’ açıklaması”, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdogandan-yeni-bogazici-aciklamasi-1804782
[2] Hürriyet (2021) “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Boğaziçi protestoları tepkisi”, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/cumhurbaskani-erdogandan-onemli-aciklamalar-41733520
[3]Euronews (2021) “Bahçeli’den Boğaziçi açıklaması: Olaylara destek vermek teröre destek vermektir”, https://tr.euronews.com/2021/02/03/bahceli-den-bogazici-ac-klamas-olaylara-destek-vermek-terore-destek-vermektir
[4] Cumhuriyet (2021) “Süleyman Soylu’dan Boğaziçi açıklaması: Rektör seçimlerinin demokratik olması mı gerekiyor?”, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/suleyman-soyludan-bogazici-aciklamasi-kayyim-rektor-atadiniz-demek-fasist-bir-yaklasim-1810862
[5] AKP Programı, 5. Bölüm: Sosyal Politikalar-Eğitim, https://www.akparti.org.tr/parti/parti-programi/
[6] NTV (2009) “Erdoğan: Bürokratik oligarşi en büyük engel”, https://www.ntv.com.tr/turkiye/erdogan-burokratik-oligarsi-en-buyuk-engel,6gl7qYSfjky5aYBQ6nGfjQ
[7] Hürriyet (2003) “Erdoğan: Biz tüccar siyaset yapacağız”, https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/erdogan-biz-tuccar-siyaset-yapacagiz-136979
[8] Evrensel (2015) “Erdoğan: 400 milletvekili şart!”, https://www.evrensel.net/haber/104036/erdogan-400-milletvekili-sart
[9] Bu konuda anayasanın 104, 105, 106 ve 108. maddeleri incelenebilir. Bkz. https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=2709&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5
[10] Cumhuriyet (2017) “Erdoğan artık açık açık söylüyor: Yasama, yürütme ve yargı…”, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdogan-artik-acik-acik-soyluyor-yasama-yurutme-ve-yargi-662027