Mehmet Özer

Bir süredir, İstanbul’un farklı ilçelerinde evrime dair söyleşiler yapılıyor. Söyleşilere katılım ve gençlerin ilgisi oldukça iyi. Evrimin farklı yönlerine dair genel geçer soruların yanı sıra, detaylara dair ilginç sorular da geliyor bu söyleşilerde.

Katılanların “Evrime dair kitap okudunuz mu?” sorusuna verdikleri yanıtlar arasında ilk sıralarda Hayvanlardan Tanrılara Sapiens[1] geliyordu. Söz konusu kitapla ilgili soruların çoğalması nedeniyle, sadece bu kitabın tartışıldığı söyleşiler düzenlendi. Bu yazı, Sapiens’le ilgili söyleşilerde öne çıkan, sorgulanan, yanıt aranan sorunların incelenmesinden oluşuyor.

Yuval Noah Harari’nin yazdığı kitap, hem ülkemizde hem de dünya genelinde çok satanlar listesinde yer aldı ve hâlâ hem çok satılıyor hem de çok okunuyor.

Bardağın dolu tarafını görecek olursak, yüz binlerce insanın evrime, dahası insanın evrimine dair kitap okuması iyi bir şey. Bu, özellikle gençler arasında, evrime olan ilginin, açlığın ve gerçeği bulma çabasının göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak bardağın bir de boş tarafı var ki, Sapiens kitabı özelinde konuşacak olursak, bardağın büyük oranda boş, dolu kısmındaki suyun ise bulanık olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yazıda, arka kapağında, “Harari’nin eseri kabul görmüş doktrinlerin karşısında duran fikirler ve şaşırtıcı gerçeklerle bezeli…”, “…gelenekleri yerle bir ediyor…”, “…tarihle bilimi bir araya getirerek kabul görmüş anlatıları yeniden ele alıyor…” gibi ‘pazarlama’ cümlelerinin yer aldığı kitabı biyolojik ve tarihsel iddiaları bakımından ele aldık.

ASLINDA 49. SAYFADA BİTEN 408 SAYFALIK KİTAP

Sapiens, her ne kadar “insan türünün kısa bir tarihi” gibi iddialı bir slogana sahip olsa da, bir evrim kitabı değil. Kitapta, insanın evrimine dair hiçbir bilimsel çalışmaya atıf yapılmamış. Harari, daha kitabın 49. sayfasında, insanın biyolojik evrimine dair hiçbir şey söylemeyeceğini açıkça ilan etmiş zaten:

Bilişsel Devrim, tarihin biyolojiden bağımsızlığını ilan ettiği andır. Tüm insan türlerinin Bilişsel Devrime kadar yaptıkları, biyolojinin veya başka bir deyişle tarih öncesinin alanına girer (‘tarih öncesi’ teriminden kaçınmaya çalışırım, çünkü bu terim yanlış bir şekilde Bilişsel Devrim’den önce de insanların kendi başlarına bir kategori olduğunu ima eder). Bilişsel Devrim’den bu yana, tarihsel anlatılar biyolojik teorilerin yerini alarak Homo Sapiens’in gelişimini anlatmakta kullandığımız temel araç hâline geldi.[2]

PEKİ, NEDİR BU BİLİŞSEL DEVRİM?

Harari, “Bilişsel Devrim” diyerek, insanın en yakın kuzeni olan şempanzeden ayrılıp yeni bir tür olarak meydana çıkması sürecini kastediyor. Ancak bu süreç, yaklaşık 7 milyon yıl kadar sürmüştür. Yani, 13 milyon yıl önce şempanzelerin atalarıyla birlikte yaşayan atalarımız, 7 milyon yıl boyunca geçirdikleri değişimler sonucunda, Homo cinsine giden yola girmişlerdir. Engels’in “maymundan insana geçiş” olarak tanımladığı sürece ilk adım, yaklaşık 6 milyon yıl önce atılmıştır.

Steven Rose, Harari’nin “tarihin biyolojiden bağımsızlığını ilan ettiği an” diye tarif ettiği bu süreci şöyle anlatıyor: “Bilincin ortaya çıkışıyla, insanlarla diğer türler arasındaki kritik ayrımı oluşturan, ileriye doğru nitel bir evrim sıçraması olmuştur, böylelikle insanlar çok daha fazla çeşitlenmiş ve diğer organizmalar için mümkün olandan daha karmaşık etkileşimlere maruz kalmıştır. Bilincin doğuşu insanın varoluş tarzını nitel olarak değiştirmiştir; bilinçle birlikte, karmaşıklığın yeni bir düzeni, daha yüksek bir hiyerarşik örgütlenme düzeni görünür hale gelir. Ama bilinci statik bir biçim olarak değil de, birey ile çevresi arasındaki etkileşimleri de kapsayan bir süreç olarak tanımladığımızdan dolayı, insan ilişkileri insan toplumunun evrimi boyunca dönüşürken insan bilincinin de nasıl dönüştüğünü görebiliriz. Kafatası kapasitemiz ya da hücre sayımız ilk Homo sapiens’ten pek farklı olmayabilir, ama çevremiz –toplum biçimlerimiz– çok farklıdır ve bu nedenle bilincimiz de çok farklıdır; bu, aynı zamanda beyin durumlarımızın da çok farklı olduğu anlamına gelir.[3]

HARARİ’NİN BAHSETTİĞİ “İLK İNSAN” HİÇ YAŞAMADI

Harari’nin insanın evriminden bahsettiği satırlar ise, sadece insanın değil tüm canlıların evrimine dair bilgilerle çelişiyor. Harari, “Yalnızca 6 milyon yıl önce, tek bir dişi maymunun iki kızı oldu. Bunlardan biri tüm şempanzelerin atası olurken, diğeri de bizim büyükannemiz oldu[4] diyerek adeta evrim karşıtlarının ekmeğine yağ sürüyor. Bu cümleyi okuyan bir evrim karşıtı, “Peki o zaman dinozor yumurtasından çıkan kuşun fosili nerede?”, “Balinayı doğuran memeli neye benziyordu?” diye sormakta son derece “haklı” oluyor.

Oysa, evrim kuramına göre, türlerin “ilk bireyleri” yoktur. Çünkü hiçbir tür, sadece bir nesilde diğer türe evrilmez. Şempanze ya da insan olmayan hiçbir maymun bir şempanze ya da bir insan doğurmamıştır. Türler arasında yumuşak ve uzun süren bir geçiş vardır. Evrimleşen birey değil, belli bir bölgede yaşayan aynı türe ait bireyler toplumudur (popülasyon) ve bu süreç, bir nesilde değil, yüzlerce hatta binlerce nesilde gerçekleşir. Dolayısıyla, “ilk insan” diye bir canlı yoktur!

BİYOLOJİ-KÜLTÜR İLİŞKİSİ TERS YÜZ EDİLMİŞ
Harari’nin tarih kurgusuna evrimsel zemin aradığı bölümler ise, kendisinden önce sosyobiyologlar ve evrimsel psikologlar tarafından defalarca dile getirilmiş iddiaların tekrarından öteye gidemiyor:

Roma Cumhuriyeti gücünün doruğuna MS 1. yüzyılda ulaşmıştı, tam da tüm Akdeniz’den gelen hazineler Romalıları atalarının hayal bile edemeyeceği kadar zenginleştirmişken. Roma siyasi sistemini tam da bu en güçlü olduğu dönemde, bir dizi iç savaş çökertti. Yugoslavya’nın 1991’deki kaynakları tüm vatandaşlarını beslemek için yeter de artardı, ancak ülke bölündü ve kan gövdeyi götürdü.
Bu tür belaların kaynağı, insanların milyonlarca yıl boyunca birkaç düzine bireyden oluşan küçük gruplar hâlinde evrimleşmiş olmasıdır.

Tarım Devrimi’ni izleyen ve şehirlerin, krallıkların ve imparatorlukların ortaya çıkışına tanıklık eden birkaç bin yıllık kısa süre, kitlesel işbirliğini sağlayan bir içgüdünün evrimleşmesi için yeterli değildi.[5]

Peki, bu kötülüklerin kaynağının “insanın doğası” ya da “genetik olarak bu şekilde kodlanmış olduğu” iddiası doğru mudur? Harari’nin iddiasının aksine, insanlık tarihinin çok büyük bir kısmında işbirliği ilkesi esastır. Aslında insan işbirliği olmadan kendisini diğer hayvanlardan ayıramazdı. Rekabet, insan doğasının edebi ve ebedi bir unsuru olmanın ötesinde, yeni bir olgu, özel mülkiyete dayanan toplumsal yapının yansımasıdır.

Harari’nin içine düştüğü yanılgı, evrimsel psikoloji (ruhbilim) ekolünün iddialarıyla örtüşüyor. Bu ekole göre, insan, genetik kodlarını bir yandan içinde yaşadığı kültürü oluştururken diğer yandan kendi kurduğu kültüre uyum sağlamakta zorluk çekmektedir. “250.000 yıl önce ortaya çıkan modern Homo sapiens, nasıl olur da aynı biyolojik yapıya sahip olmasına karşın, yaklaşık 240.000 yıl avcı-toplayıcı olarak yaşamış ve yalnızca 10.000 yıl önce tarımı keşfetmesiyle bugünkü toplumsal yapıya ulaşmıştır? Tarımın keşfedilmesinden günümüz toplumsal yapısına kadar geçen sürede insan kültürü muazzam bir değişim göstermiştir. Aynı zamanda bu süre, biyolojik bir evrimsel sıçramanın oluşabilmesi için de ihmal edilebilecek denli kısa bir süredir. Bu anlamda beynin biyolojik yapısının son 10.000 yılda evrimsel bir değişim göstermediğini söylemek başka bir şey, aynı biyolojik yapının kendisini zora sokan çevresel şartların da sorumlusu olduğunu iddia etmek başka bir şeydir.

Evrimci ruhbilimin temel yanılgısı burada yatmaktadır. Kültürü bir yandan biyolojik yapının zorunlu bir sonucu olarak görmekte ve aynı zamanda kültürün biyolojik yapıya uyumsuz olduğunu iddia etmektedir. Sanki sihirli bir el değmiş ve taş çağında hayatta kalmaya çalışan insanı birdenbire modern günümüz uygarlığının ortasına atmıştır. Bu bakışın hatası, kültürel üretimi, biyolojinin zorunlu bir sonucu olarak görmesinde yatmaktadır. İnsan doğayı emek aracılığıyla değiştirmeye başladıkça, aynı emek insanın da değişmesini sağlamıştır. Bu değişimin, doğada değil kültür içinde yaşadığı için, insan doğasının zorunlu bir sonucu olması gerekmemektedir.[6]

Dobzhansky’nin de belirttiği gibi, “Kültür, onun başlamasına ve ilerlemesine yol açmış olan biyolojik süreçlerden muazzam ölçüde daha verimli olan bir uyarlanma aracıdır. Diğerlerinden daha verimlidir, çünkü daha hızlıdır. Değişen genler yalnızca ilk olarak ortaya çıktıkları bireylerin çocuklarına iletilirler; eski genlerin yerini almak için, yeni genleri taşıyanların yavaş yavaş çoğalmaları ve öncekilerin ayağını kaydırıp onların yerine geçmeleri gerekir. Değişen kültür ise, biyolojik soya bakmaksızın herkese iletilebilir, ya da diğer halklar tarafından hazır bir şey olarak alınabilir.[7]

HARARİ YENİ BİR ŞEY SÖYLÜYOR MU?

Peki, Bill Gates, Mark Zuckerberg, Barack Obama gibi isimlerin “mutlaka okunmalı” dediği Sapiens, iddia edildiği gibi, yeni bir şey söylüyor mu? Arka kapağında yazdığı gibi, “mitleri yıkıp gelenekleri yerle bir ediyor” mu? Bu soruların yanıtı “Hayır”dır. Fakat, Sapiens’in bu kadar popüler olması ve tek satır bilimsel bilgiye yer vermemesine rağmen, evrimi öğrenmek isteyen herkesin önüne çıkmasının sırrı, paragrafın başında verdiğimiz isimlerde gizlidir. Harari’nin kitabı, kapitalizmin günahlarını aklamak için dinlerin başvurduğu “kader”in yerine “genleri” koyan biyolojik determinizmin yeniden üretilmesinden başka bir şey değil.

Biyolojik determinizm, indirgemeciliğe sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanların davranışının bireylerin sahip oldukları genler tarafından belirlendiğini iddia eder ve böylece tüm insan toplumunun, o toplumdaki tüm bireylerin davranışlarının toplamının egemenliği altında olduğu iddiasında bulunur. Harari gibi yazarlar, amaçlarının bu olmadığını iddia etseler bile, savundukları düşünceler egemenler tarafından sevinçle karşılanır. Bu düşünceye göre, toplumsal eşitsizlikler birer talihsizliktir, ama bunlar kalıtsaldır ve değiştirilemezler; bu nedenle de toplumsal araçlarla bunların çaresini bulmak imkansızdır, çünkü böyle davranmak “doğaya karşı çıkmak” olur.

Prof. Dr. Richard Lewontin, biyolojik determinizm için şöyle diyor: “Canlılar, içsel nedenler, yani genler tarafından belirlenmiş şeyler olarak anlaşılmaktadırlar. Genlerimiz ve onları meydana getiren DNA molekülleri ‘takdir’in modern biçimleridirler ve bu görüşle genlerin neden meydana geldiğini bilirsek, ne olduğumuzu anlayabileceğiz. Dışımızdaki dünya kendimizin yaratmadığı, fakat yalnızca nesneler olarak görünen belli sorunları önümüze koyar. Sorunlar eş bulmak, yiyecek bulmak, diğerleriyle rekabette yarışı kazanmak, dünya kaynaklarını kendimize mal etmektir ve eğer doğru cins genlere sahipsek sorunları çözebileceğiz ve daha fazla döl bırakacağız. Öyleyse bu görüşe göre, gerçekte bizim aracılığımızla kendi kendini üreten bizim genlerimizdir. Biz sadece onların aracıyız. Bizi dünyaya yayılmak için başarılı veya başarısız kılan kendi kendini tekrarlayan moleküllerdir. Bu biyolojik görüşü öneren önde gelen isimlerden biri olan Richard Dawkins’in deyişiyle biz, genleri ‘bedenimizi ve aklımızı yaratan’ ‘akılsız robotlar’ız.

Biyolojik determinizmi kastederek, “Böyle bir görüş statükoyu tehlikeye sokmaz” diyen Prof. Dr. Lewontin, “… Aksine güçsüz olanlara durumlarının kendi doğal eksikliklerinin kaçınılmaz sonucu olduğunu, dolayısıyla yapılacak hiçbir şey olmadığını söyleyerek statükoya destek verir.” ifadesini kullanıyor.

Prof. Dr. Steven Rose da, benzer ifadeler kullanıyor: “Evrim teorisi, insanın belli yönlerinin –kapitalizm, milliyetçilik, ataerkillik, yabancı düşmanlığı, saldırganlık ve rekabet– ‘bencil genler’imize ‘sabitlendiği’ anlamına mı gelir? Bazı biyologlar bu soruya olumlu yanıt verdiler ve liberter monetaristlerden neo-faşistlere dek sağın büyük politik teorisyenleri bu biyologların resmi açıklamalarına kendi politik felsefelerinin ‘bilimsel’ doğrulanışı olarak sarıldılar.[8]

Biyolojik determinizmin el üstünde tutulmasının nedeni, kapitalizmin neden olduğu toplumsal çelişkiler ve yıkımlar için “bilimsel” açıklamalar sunmasıdır. Harari gibi tarihçiler de, biyolojik determinizmi savunan biyologlar da, yaşadıkları ve çalıştıkları toplumların ön yargılarından ve sistemin dayattığı politikalardan azade değiller.

HARARI, EVRİMCİ KILIĞINA GİRMİŞ ADNAN OKTAR’DIR

Genel olarak canlılığın ve özellikle de insanın nasıl ortaya çıktığı konusunda karşıt tarafta duran Harari ile Adnan Oktar’ı (Harun Yahya) aynı noktada birleştiren neden de bu politikalarda yatıyor.

İlk alıntı Harari’den:

Din insanüstü bir düzene olan inanca dayanan bir insani değerler ve normlar sistemiyse, Sovyet Komünizmi İslam’dan daha az din değildir. İslam elbette komünizmden farklıdır; dünyayı yöneten insanüstü düzeni kadiri mutlak bir tanrının yarattığına inanır. Oysa Sovyet Komünizmi tanrılara inanmaz. Öte yandan tanrılarla pek alakası olmayan Budizmi ise din olarak sınıflıyoruz. Budistler gibi komünistler de, insanın eylemlerini yönlendirmesi gereken, doğal ve engellenemez yasalara dayanan bir insanüstü düzene inanıyorlardı. Budistler bu yasaların Siddhartha Gautama tarafından keşfedildiğine inanırken, komünistler Karl Marx, Friedrich Engels ve Vladimir İlyiç Lenin’in saptadığına inanıyorlardı. Benzerlikler bu kadarla da kalmıyor. Diğer dinler gibi komünizmin de kendi kutsal metinleri ve kitapları vardı. Örneğin Marx’ın yazdığı ve tarihin yakın bir zamanda proletaryanın kaçınılmaz zaferiyle sonuçlanacağını ileri süren Das Kapital. Komünizmin Bir Mayıs İşçi Bayramı ve Ekim Devrimi’nin yıl dönümü gibi kutlamaları ve bayramları vardı. Marksist diyalektik uzmanı ilahiyatçıları ve her Sovyet ordusunun komiser adı verilen, askerlerin ve subayların bağlılığını denetleyen görevlileri de vardı. Komünizmin de şehitleri, kutsal savaşları, ayrıca Troçkizm gibi sapkın akımları vardı; Sovyet Komünizmi fanatik ve tebliğci bir dindi, inançlı bir komünist Müslüman veya Budist olamazdı, ve gerekirse hayatı pahasına, Marx ve Lenin’in öğretisini yayması beklenirdi. Bazı okuyucular bu mantık yürütme karşısında rahatsız olabilirler. Eğer sizi daha iyi hissettirecekse, komünizme din değil de ideoloji diyebilirsiniz, hiçbir şey değişmez.[9]

İkinci alıntı Adnan Oktar’dan:

…Her insanın bir dini vardır. Allah’ın dinine uymayanlar, hatta kendini ateist olarak tanıtanlar bile, gerçekte ‘dinsiz’ değildirler, sadece batıl bir dinin mensubudurlar. Bu dinlerin bir kısmı, günümüzde ‘din’ olarak tanımlanmıyor olabilir. Ancak Kuran’da belirtildiği gibi hepsi de birer dindirler. Örneğin Marksizm de bir anlamda batıl bir dindir, çünkü bu ideoloji bir kısım insanların ‘gittikleri yol’dur. Marksistler, Marx’ın ürettiği düşünce sistemini benimsemiş, onun düşünce yöntemini kabul etmişlerdir. Dünyayı onun koyduğu kıstaslara göre değerlendirirler. Nasıl var olduklarını ve ölümün ne olduğunu da Marx’ın (ve Engels’in) bilim dışı mantıklarına dayanarak açıklarlar. Kısacası Marksizme inanmışlardır ve hayatlarını da ona göre yönlendirir, olayları ona göre değerlendirirler.[10]
Bir “evrimci”nin bir evrim karşıtıyla Marksizme karşı aynı safta birleşmesi, olsa olsa bu evrimcinin materyalist olmadığını, materyalist bir temeli olan bir öğretiyi (evrimi) oldukça idealistçe yorumladığını gösterir! Harari, evrim kuramını savunuyor gibi görünerek, aslında idealizm propagandası yapıyor. Bunu, bir yandan insanın doğasının “değişmezliğini”, biyolojinin görece mutlak sabitlerine yaslanarak temellendirirken, diğer yandan da ideolojiyi kendi maddi kaynaklarından soyutlayıp salt bir “inanç” olarak ele alarak yapıyor. İşin bu boyutu, onun evrimciliğinin kaba ve mekanik materyalizmi aşamadığını ve bu özelliğiyle ters yüz edilmiş bir idealizm olduğunu gösteriyor.


[1] Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens,  İnsan türünün kısa bir tarihi, çeviren: Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, İstanbul, 2016

[2] Age, sf. 49

[3] Steven Rose, The Conscious Brain, sf. 179

[4] Age, sf. 19

[5] Age, sf. 112

[6] Evrimci Ruhbilim Mümkün mü, Cogito, Sayı 60-61, Yapı Kredi Yayınları, sf. 426

[7] T. Dobzhansky, Mankind Evolving, sf. 21

[8] Rose, S. ve diğerleri (1985), Not in Our Genes. Pantheon, Londra

[9] A.ge. s.229

[10] Harun Yahya (Adnan Oktar), Adamlık Dini, Araştırma Yayıncılık, İstanbul, 2015, sf. 37