Kadir Yalçın

Dergimiz elinize geçtiğinde herhalde seçimler yapılmış olacak.

Özellikle derinleşmekte ve sonuçları her geçen gün yıkıcı hal almakta olan kapitalist krizin desteklerini azaltmakta olduğunu gören hükümet yetkililerinin, oya yansımasını önlemek üzere asılsız suçlamalarla gerginleştirdikleri bir seçim dönemi yaşandı. Tehditlerin, ana muhalefet ve liderine yöneltilmesine kadar varıldı. Ankara başta olmak üzere kaybedilebileceği öngörülen kritik kentlerin adayları hakkında kumpaslar kurulup soruşturmalar açıldı. Seçim döneminin özellikle son ayındaysa, “geçer akçe” varsayılan milliyetçilik tırmandırılarak, muhalif ittifak, hatta ittifak partilerinden olmayan SP de katılarak, “FETÖ” bağlantısının yanı sıra “HDP ile örtülü ittifak” ve “Kandil’den yönetilmek”le suçlanır oldu. Yanıtlarla iş, tam bir milliyetçilik yarışına dönüştü.

En başta krizin zora koştuğu tek adam rejimiyle “Cumhur”cu AKP ve MHP’nin durumları iyi görünmüyor. “Başkanlık sistemiyle her şey düzelecek, Türkiye uçacak” demişlerdi. Tam tersi olduğunu en iyi kendileri biliyor ve görüyor, anketlerden destek kaybettiklerini anlıyor ve bu nedenle hırçınlaşıyorlar. En iyi savunma saldırıdır mantığıyla davranıyor ve olanaklı her yola başvuruyorlar. Seçimlerde de başvuracaklarını göreceğiz.

Ancak burjuva muhalefetin halinin de hal olmadığı ortada.

*

İYİ Parti’nin geldiği yer ve kökeni belli denebilir. Yanlış değildir. Meral Akşener, Susurluk sonrası istifa eden Mehmet Ağar’ın yerine Refah Partisi-DYP koalisyonunun İçişleri Bakanı olmuş, sonra birkaç dönem MHP vekilliği ve yöneticiliği yapmış bir kişi. Parti yöneticileri kısa süre önce eski partilerinden ayrılmış MHP’liler. Yöneticilerinin kimlikleri kadar ideolojik ve politik tutumları da belli. AKP-MHP ittifakını onaylamamaktadırlar, yoksa ne şovenizm hatta ne ırkçılıkla bir alıp veremedikleri vardır. Eski partilerinden faşizm eleştirisi yaparak ayrılmış değiller. Egemen büyük burjuvazi içindeki bölünmede ülkeyi bugüne getiren eski parlamenter yönetim biçiminin yerine bugünkü haliyle tek adam rejiminin geçirilmesini benimsemeyerek MHP’den ayrışmışlardır.

Bu, şüphesiz önemsiz değildir. Tek adam rejimine karşı çıkmaları küçümsenerek değerlendirilmezlik edilemez. Ancak her şey olmadığı ve tek adam rejimine karşı çıkmanın her türlü gerici politika ve tutumu haklı çıkarmayacağı açık.

Erdoğan’ın tek adam rejimini onaylamamaktadırlar, ancak demokrasi adına tarafını tutar göründükleri sandıkta oy kullanarak sisteme dahil edilen halkın gerçekte siyasetten dışlandığı parlamenter tahterevalli oyunu ve burjuva partiler arasında her hükümet değişikliğinde kamu görevlerinin “ganimetler” olarak paylaşılmasından başka bir şey değildir. Halk oy kullanarak siyasetten dışlanmıyor ve “iradesi” ülkenin gidişatına yön veriyor sayılacaksa, seçim dün de yapılıyordu, bugün de yapılıyor. Ancak egemenlik ne dün ne bugün halkın iradesini yansıtmıştır, yansıtıyor. Halkın iradesi ve egemenliği, bütün özgürlükler ve demokrasi küçük bir azınlık açısından değil ama nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan halk açısından geçerli olduğunda mümkün olabilir. Ancak İYİ Parti, ne halkın sendikal ve siyasal örgütlenme özgürlüğünü, ne genel olarak düşünce ve ifade, ne basın ve toplantı-gösteri özgürlüklerini benimsiyor ve savunuyor. Bu özgürlükler ve dolayısıyla demokrasinin kendileri ve küçük bir azınlık için geçerli olmasının ötesinde, örneğin işçi ve emekçiler için geçerliliğini talep ettikleri görülmüş ve duyulmuş değil. Örnekse fabrikalarda sorgusuz-sualsiz işten atmalara ve bir grev yasağına karşı çıkmış ve çıkıyor değiller. OHAL KHK’leriyle TV kanallarıyla basın yayın organlarının kapatılmasını da sorun edinmemişlerdir.

Özgürlükler ve demokrasinin, kendilerinin ve başlıca büyük burjuvazinin dışına, halkı ve taleplerini kapsamasına doğru genişletilmesi konusunda laf ettikleri duyulmamıştır. Yerel yönetimler açısından ranta ve rantçılığa karşı tutum geliştirdikleri, bu yönetimlere halkın gerçek bir katılımını seslendirdikleri de olmamıştır. Sadece onların adayları “daha iyi” yapacak, “daha iyi” yönetecektir! Bir işçiyi herhangi bir ilçede bile aday göstermiş değiller. Ne seçilecek yerel yöneticilerinin bir işçiden en az on misli maaş alacak olmasına itirazları olmuştur ne de bir yolsuzluk, rüşvet ya da düpedüz halk karşıtlığı durumunda seçilecek bir yerel yöneticilerinin seçmenleri tarafından görevden alınması yanlısı olduklarını açıklamışlardır. Bunlar, bugün geçerli yiyicilik ve profesyonel yöneticilik sistemine itirazları olmadığı ve adaylarının seçilecekleri beldelerde kamunun elinde ne varsa ganimet sayarak göz diktiklerini ortaya koymaktadır. Çünkü bugünkünün tam tersi politikalar izlenip halkçı önlemler alınmadığı durumda günümüzün “yukarıdan”cı ve rantçı düzeni sürecek, sadece onu yönetenler değişecek demektir.

Bu şuradan da bellidir ki, bugünkü rantçı düzenin dayanağı olan tekellerin egemenliğine ses çıkarmamaktadırlar. Sorun sanki “Cumhur” ve “Millet” İttifakları arasındaymış ve iki ittifaktan birine mahkum saydıkları halkın kaderi birinden birini sırtında taşımakmış gibi düşünüp davranmaktadırlar.

Tabii ki öyle değildir. “Cumhur” ve “Millet” İttifakları birer gerçektir ve aralarında tek adam rejimini savunup savunmama gibi bir politik fark olduğu da aşikardır; ancak halkın sırtından birbirleriyle çekişme halinde oldukları da gerçektir. Aralarındaki farka rağmen, ülkedeki asıl bölünmenin bu iki ittifak arasında olmadığı su götürmez. Nihayetinde, elektrikle doğalgaz zamlandı, patlıcanla patates fiyatı arttı ya da işsizlik oranı yükseldi diye iki ittifakın partilerinin yöneticileri ne aç ne de işsiz kalıyor. Ülkedeki asıl bölünme ekseni ise tam da burada. Eskisi gibi beslenemeyip işsiz kalan ya da kalma riski yaşayan işçi ve emekçi milyonlarla, krizin olduğu kadar işsizlikle yoksulluğun da nedeni olan tekelci kapitalizm arasında bölünme. O kapitalizm ki, işçilerin emek sömürüsü üzerine kurulu olduğu gibi, emekçi halkın tüm maddi ve manevi değerlerini talan etmektedir. Özgürlükler ve demokrasinin asıl düşmanı da tekellerdir, adı üzerinde yönetimin merkezileşerek tekelde toplanması da tamamen mali sermaye ve tekellerin dikte eğilimlerinin bir ürünüdür.

Tekellere, sömürü ve dayatmalarına ses çıkarmadan ne özgürlüklerle demokrasiyi savunmak mümkündür ne de tek adam rejimine gerçek bir karşı tutum geliştirmek! O nedenle İYİ Parti, tek adam rejimine karşı olduğunu söylemekte, ama AKP ile MHP’den farklı hemen hiçbir şey yapmamakta ve iddiaları bir yana, politika ve uygulamalarıyla bu iki partiden ayırt edilememektedir.

*

CHP, İYİ Parti’den çok mu farklıdır? Kim CHP’nin izlemekte olduğu politika ve tutumlarıyla giderek daha çok AKP’ye benzemekte olduğunu inkar edebilir?

Öncelikle İYİ Parti için söylenenlerin CHP için de geçerli olduğu belirtilmelidir. O da günümüzün tek adam rejimine karşı çıkmaktadır ve bu karşı çıkış yine önemsiz sayılamaz. Ancak tek adam rejimine karşı çıkışın, demokrasinin halkı siyasetten dışlayan “parlamenter” bir mengeneye sıkıştırılarak sadece burjuvazi, hatta onların küçük bir tekelci zümresi için geçerli sayılmasını doğrulamayacağı gibi, geliştirilmekte olan AKP ve MHP ile onların oyun alanlarında yarışma politikalarını haklı çıkarmayacağı açıktır. Üstelik CHP açıkça ve yüksek sesle “parlamenter rejime dönüş” istemekten bile kaçınmaktadır. “Meclis”e ve Cumhurbaşkanının tarafsızlığına vurgu yapmakta, ama fazla ötesine geçip ayrıntıya girmemektedir. Önceki Cumhurbaşkanı adayları M. İnce’nin konuşmalarına bakıldığındaysa, onun çoktan bugünkü türden bir cumhurbaşkanlığına ısınmış olduğu söylenebilirdi.

Parlamenter ya da tek adam rejiminde olduğu gibi halkın sadece sandığa gidip oy kullanarak “katıldığı” bir demokrasi, halkın hiçbir derdine deva olmadığı gibi, ne nesnel çıkarlarına uygundur ne de taleplerine yanıt vermektedir. Tek adam rejiminde halkın siyasetten daha fazla dışlandığı doğrudur, ancak bu, halkın daha az dışlanma durumunun tercih edilmesi zorunluluğunu doğrulamaz. Dışlanma dışlanmadır ve halkın kendi dert ve sorunlarının çözümünü dolaysız olarak üstlenmeye ve bu amaçla, siyaset yapmak demek olan devlet işleriyle bizzat ilgilenmeye ihtiyacı vardır.

Sadece “ama”larla dolu Anayasa ve yasaların engellemesi nedeniyle değil ama halkın örgütlü olarak tüm siyasal özgürlüklerden engelsizce yararlanabilir olmaması nedeniyle de, CHP tarafından öngörülen “işlevli Meclis” ve herhalde “parlamenter demokrasi”nin bu ihtiyacı karşılamadığı deneyle sabittir. Sınırsız bir örgütlenme özgürlüğü olmadan halkın iradesini özgürce şekillendirmesi ve egemenliğini gerçekleştirmesi mümkün değildir. CHP ise halkın sendikal ve siyasal örgütlenmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını değil, ama Cumhurbaşkanlığına, milletvekilliğine ve belediyelere gösterdikleri adaylarla halkın yerine –elbette AKP’ninkinden daha iyi olacağı iddiasıyla– kendisinin yönetmesini yeterli saymaktadır. Her şeyden önce sayılan mevkiler ya da “kamu görevleri”ne halktan ortalama kişilerin aday olabilme olanağı yokken ve halka ancak aday olabilenlerden (bir diğer deyişle belirli burjuva partiler tarafından aday gösterilebilenlerden) birini seçme şansı tanınıyorken, parlamenter sistemin halka kapalı ve öyleyse güdük bir demokrasi olmadığı nasıl ileri sürülebilir? CHP halkın kendi kendisini yönetmesi yerine sadece kendisini yönetecekleri seçmesini, demokrasi anlayışının hareket noktası edinmiştir. Bu tür bir demokraside halka, talepleri ve özgürlüklerine konulmuş kısıtlar anlaşılmaz olmadığı gibi, bunlar parlamentarizmin önkoşulları durumundadır.

Böyle bir demokraside, tek adam rejimiyle karşılaştırıldığında düzeyi daha düşük olsa bile, basın özgürlüğünün kayıt altına alınmış haliyle kısıtlı oluşu önsel bir gerçeklik oluşturacaktır, geçmişte böyle olmuştur. Bu düşünce ve ifade özgürlüğü için de böyledir. Tek adam rejimi ve hatta AKP hükümetleri öncesinde düşünce ve görüşler serbestçe ifade mi edilebiliyordu ki, bugünkü gericiliğin alternatifi olarak geçmiş siyasal rejime öykünülsün? Aynı şey, toplantı ve gösteri yürüyüşleri özgürlüğü için geçerlidir. Az yürüyüş mü yasaklanıyordu, az toplantıya mı izin verilmiyordu parlamenter demokraside?

Üstelik emekçi halkın tartışılır olmayan bir diğer ihtiyacı, siyasal demokrasinin, biçimselliğinin yetersizliği nedeniyle toplumsal demokrasiye doğru genişletilmesi zorunluluğudur.

En tam siyasal demokrasinin bile, gerçekleşme koşullarından yoksunsa işçi ve sömürülen yığınların işine yaramayacağı tartışma götürmez bir gerçektir. Diyelim ki sınırsız ifade özgürlüğü vardır, ama medya araçlarından yoksun olduklarında işçiler düşüncelerini sınırlı bir çevrede ifade edebilmelerin ötesinde nasıl yayacak, halka nasıl ulaştıracaklardır? Gazeteleri yoksa, –bu yetmez– gazetelerini basacak matbaaları bulunmuyorsa, –bu da yetmez– basacak kağıt stoklarından yoksunlarsa, fikirlerini işçi ve emekçi halk kitlelerine nasıl anlatacaklardır? Ya da toplantı salonları özel mülkiyet konusu ve açık hava toplantıları için alanlar belediyelerin ya da valilerin iznine bağlı olmanın ötesinde hiç değilse bir bölümü üstelik ateş pahasıyken, nasıl toplantı ve gösteri özgürlüğünden yararlanarak fikirlerini kitlelere mal etme imkanı bulacaklardır? Örnekler çoğaltılabilir; ancak tümünün içeriğiyle ortak noktası, siyasal özgürlüklerin gerçekleşme koşulları olmadan fazla bir anlam taşımayacakları ve bu nedenle siyasal demokrasi savunusunun toplumsal demokrasi savunusuna ilerletilmek zorunda olunduğudur. Ancak siyasal demokrasiyi halkın kendi kendisini değil ama CHP’li adayların temsil etmesine indirgeyen CHP, öyleyse AKP karşıtı patlıcan, patates pahalılığı ajitasyonu ötesinde, hiç değilse bir miktar toplumsal adalet, tekelci mülkiyetin sınırlandırılması ve kriz koşullarında olsun servet vergisi konulması türünden toplumsal demokrasiye ilişkin önlemler kapsamında küçük adımlar atmada hareketsiz olduğu kadar tümüyle sessizdir de. Öylesine sessiz bir “majestelerinin muhalefeti” durumundadır ki CHP, lideri, hükümeti ürkütmemek kaygısıyla ve “istikrarın bozulmamasını” gözeterek olmalı, “Cumhur İttifakı” Ankara ve İstanbul gibi büyük kentleri kaybettiğinde erken seçim bile istemeyeceklerini söylemiştir.

Ama oy istemektedir! Ne için? Sadece tek adam rejimine karşı olduğu ve yerellerde daha iyi yöneteceği gerekçesiyle!

*

Peki, “eh! demokrasi anlayışımız farklı, ama madem CHP de tek adam rejimine karşı, bu bir birlik zeminidir” denebilir mi?

Öncelikle, bir “Meclis” ve “Meclis’in işlevli olması” ihtiyacına vurgu yapmaktadır; ancak pratik olarak CHP’nin tek adam rejimine karşı çıktığını ileri sürebilmeye “bin şahit gerek”tir. Üstelik sözcüleri arada “cumhurbaşkanının tarafsız olma”zorundalığından söz etmekle birlikte, CHP, laf düzeyinde de tek adam rejimini suçlamak bir yana eleştiriyor bile görünmemektedir.

Ve ötesinde, sorun demokrasi anlayışının farklılığından ibaret kalmamaktadır; bu anlayış farklılığının da kaynaklandığı tekeller ve tekelci kapitalizm karşısında CHP tam bir benimseme, savunma ve temsiliyet talep etme durumundadır.

Eskiden, feodalizm karşıtı mücadele günlerinde burjuvaziyle işçi ve sömürülen kitleler, şüphesiz en başta demokrasi ve dayanaklarına ilişkin olarak farklı sınıf tutumları alırlardı. Hatta bu tutum farklılığı, 1848’de Avrupa ölçeğinde ve 1870-71’de Fransa ve özellikle Paris’te birbirini takip eden farklı devrimlere neden oldu. 1848 Şubat’ında ve 1870 Eylül’ünde feodal aristokrasi ve imparatorluklara karşı bütün halkın katıldığı devrimler gerçekleşti. Ancak burjuvazinin gericiliğin kollarına atılmaya hazır oluşu ve iki yüzlülüğü 1848 Haziran’ıyla 1871 18 Mart’ında işçi devrimlerinin patlamasına götürdü.

Devrimci patlamaların arasındaki uzun evrim dönemlerindeyse, burjuvazi daima kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları olarak gösterip işçi ve sömürülen yığınları peşine takmaya çalıştı ve bunda büyük ölçüde başarılı oldu. Bunu mümkün kılan, feodal aristokrasinin egemenliği ve dayanağı durumundaki feodal imtiyazlarla dayatmaların varlığı ve bunların orta sınıf burjuvazi dahil tüm halkı baskılamasıydı. Tüm sınıfların bu baskıya karşı ileri sürdükleri kendi talepleri vardı, ama herkesi baskı altında tutan feodal zordan kurtuluş, ortak talep durumundaydı. Yerine ne konacağı konusunda elde hazır reçete yoktu ya da rivayet muhtelifti, ancak feodalizme karşı mücadelede ve ondan kurtuluşta “ortaklaşma”, baskı altındaki sınıfların en örgütlüsü olmasının yanında  alttan alta gelişmekte olanın kapitalizm oluşu, burjuvaziye kendi toplumuyla kendi özel çıkarlarını herkesin kurtulacağı toplum ve ortaklaşacağı çıkarlar olarak gösterme olanağı vermekteydi. Sonunda burjuvazi sömürülen yığınları da peşine takarak kendi sömürücü toplumunu kurdu.

Yalan, ikiyüzlülük ve manipülasyon, buradan itibaren, burjuva toplumun, kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olarak burjuvazi açısından küçümsenmez önemde işlev üstlendi. Kendi özel çıkarlarını, dolambaçlı yollardan ve yalana dayalı olarak bütün toplumun genel çıkarı olarak göstermeden azınlık durumundaki burjuvazi egemenliğini sağlayamazdı, böyle sağladı. Başlangıçta yine de bir gerçek payı vardı. Feodalizme karşı mücadele ve feodal bağlardan kurtulma yönelimi, toplumun farklı sınıflarını birleştirici gerçek bir zemin sağlamaktaydı. Gerçeği yalanlarla pekiştirerek işe koyuldu burjuvazi.

Sonra burjuvazinin gelişen işçi hareketinden duyduğu korkuyla, kendisini, bu gerçekliğe zemin sağlayan feodal gericiliğin kollarına atışına gelindi. Yalan ve manipülasyonla bir aradalığında ve onlara belirli bir inandırıcılık kazandıran gerçek, alanı, süreç içinde tamamen yalan ve çarpıtmaya terk ederek, siyasal toplumsal sahneden çekildi. Geriye sadece yalanla çarpıtmaya yer kaldı. 19. yy.’ın ikinci yarısı yalan ve manipülasyonun burjuva egemenliğinin temel dayanağı haline gelişine tanıklık etti. Kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüştüğü, mali sermaye ve tekellerin egemenliğini ilan ettiği bu yüzyılın sonlarıyla 20. yy.’ın başlarından itibarense artık burjuva egemenliği salt yalanla çarpıtma üzerine oturdu.

Bundan böyle, maddi gerçek, burjuvazinin sömürülen yığınlarla herhangi ortaklığı değil, ama bu yığınların azgın tekelci sömürü altında tutuluşu ve tekellerin egemenliğinin dış koşullarını sağlayan şiddet aletinin geliştirilmiş hiyerarşisi tarafından “kamu görevleri”nin tam kontrol altına alınışıyla, tankı topu, füzeleri ve bunları üreten askeri sınai kompleksi ve tümünü olumlayan –medya adı takılmış yalan makinesinin giderek öne çıktığı– ideolojik egemenlik aygıtları oldu.

Emperyalist burjuvazinin kendi dışındaki nedenlerle örneğin “sosyal devlet” adını koyduğu tavizler politikası izlemeye mecbur kaldığı ve sömürülen yığınların taleplerinin bir kısmını karşılama durumunda olduğu koşullar da oldu. Buna ama, kendi egemenliğini garanti altına alma amacıyla katlanması bir yana, bu tür “tavizler” tekellerin çıkarlarının sömürülen yığınlarınkiyle ortaklaştığı noktalar olmadı, tersine burjuvazi bu tavizleri kullanarak kitleleri kendisine bağlamaya çalışmaktan geri durmadı. Gene de olanca kendi çıkarlarını sömürülenlerin de çıkarıymış gibi gösterme, öyleyse yalana dayanma ve sahtekarlığına karşın “sosyal devlet” dönemi, yalan ve çarpıtmanın yanına, amacı kendisine bağlamak olsa bile, “ikna edici” maddi çıkar sağlamanın eklendiği özel bir dönem oldu.

Ardından gelen neoliberal dönem, burjuvazinin sömürülen yığınlarla ilişkisinin, yeniden bu çarpık haliyle de maddi gerçekle ilgisiz salt yalan ve dayatmaya dayalı manipülasyonlara olanak tanınan açık bir saldırganlık dönemiydi.

Şimdi artık “yapacağız.. edeceğiz” türü vaatlerde bile bulunulamıyor. Olumsuzlukların üstesinden gelinmeye çalışılıyor: Oy kaybından kaçınabilme, en azından aşırı kayıplarının önünü alabilme kaygısıyla, kriz koşullarında aşırı pahalanan patlıcan, patates, soğan, domates türü yiyecek maddelerinin zararına satışı örgütlenmekte ve herkesin seçim ertesinde kaldırılacağını bildiği tanzim satış kuyrukları “bolluk kuyrukları” olarak nitelenmektedir. Kriz giderek derinleşir ve sanayi üretimi sanayide kapasite kullanımıyla birlikte eskisine göre daha da düşer ve her ay “kötü”nün yerini “daha kötüsü” alırken, ekonomiden sorumlu damat “kötünün geride kaldığını” ilan ederek herkesin gördüğü gerçeği olduğundan farklı göstermeye çalışmakta sakınca görmemektedir. Gerçeklerin bu açık ters-yüz edilişini destekleyici tek silahsa manipülasyondur. Argümanı, “” ve daha da çok içeridekilerin işbirliği yaptıkları iddia edilen “dış düşmanlar”dır. “Kriz yok” denip varlığı reddedilse bile, inandırıcı olmadığı bilinerek, işin içinden, suç, Türkiye’nin AKP yönetimindeki büyümesini kıskanıp engellemeye yönelmiş “dış düşmanlar”a atılarak çıkılmaya çalışılmaktadır.

Daha da ileri gidilmekte ve AKP’nin İstanbul ve İzmir Belediye Başkan adayları aksini belirterek İçişleriyle Savunma Bakanları “terör karşısında zafer kazanılmakta olduğunu” bildirmelerine rağmen, “dış düşman”ı işaret eden manipülasyonun etkisi Osmanlıcı hayallerin yanı sıra “terör” ve “terörle işbirliği” yapılmakta olduğu iddiasına dayandırılan “devletin bekası” vurgulanarak güçlendirilmek ve böylelikle destek kaybının üstesinden gelinmek istenmektedir!

Ve gerçek, CHP ile İYİ Parti ittifak kurmuşken Saadet Partisi’nin ülkenin tüm beldelerinde kimseyle ittifak yapmadan kendi adaylarıyla yerel seçimlere katıldığı şeklinde olmasına ve bunu herkes bilmesine rağmen, bu parti de katılarak, tümünün HDP ile ittifak yaptıkları “Cumhur İttifakı” sözcülerince döne döne yinelenmektedir. Üstelik bu “dörtlü ittifak”ın Kandil ve Pensilvanya’dan talimat alan, PKK ve FETÖ ile kurulmuş bir ittifak da olduğu ileri sürülmektedir. Siyasal toplumsal koşulların iktidarlarının devamı bakımdan iyice zorlaştığını görenlerin dilinin kemiğinin bunca kaybolup gitmesinde anlaşılmayacak şey herhalde yoktur.

*

Ancak AKP ve MHP sözcülerinin özel olarak CHP ve “Millet İttifakı”na yönelttikleri “terör destekçiliği” suçlamasının yanıtlanması bakımından bulunan ve tutulan yol, anlaşılmaz olmamasına rağmen, tamamen problemlidir.

İYİ Parti, söylendi, MHP kökünden geliyor.

Ancak CHP öyle değil ve “solculuk” ilan edip “sol” jargon kullanagelmiş, demokrasi yüceltisi yapan bir parti.

Sağ kulvar”ın tek yol bellenerek İYİ Parti ile ittifak yapılması ve adaylıkların bonkörce paylaşılması bizi ilgilendiren bir sorun değil. Ancak sağcı muhafazakarlık “özentisi” daha genel. CHP kendi adaylarını da, parti içi ve dışından tepkilere rağmen, genellikle sağ eğilimli kişilerden derledi. Bu partiye egemen olan AKP ve MHP ile ancak M. Yavaş ve E. İmamoğlu ve hele Siverek’ten M. F. Bucak gibi AKP’lilerden pek ayırt edilemeyecek adaylarla yarışılabileceği şeklindeki görüşün CHP’yi iyice sağcılaştırmakta ve rakiplerine benzetmekte olduğu ortada. Özellikle Yavaş ve Bucak ülkücülükleriyle övünüyorlar ve CHP adına ne tür bir belediyecilik yapacaklarını ancak kendileri biliyor olmalılar.

Giderek AKP ve MHP’yle benzeşme, ittifak ve adaylarının ötesinde, CHP’nin kendisine yöneltilen suçlamaları “toplum huzur istiyor” gerekçesiyle yanıtsız bırakması ve bunu politika düzeyine yükseltip –“tahrik etmemek” adına– tek adam rejimi partileri ve uygulamalarına eleştiri yöneltmeyerek politika alanını rakipleri lehine terk etme üzerinden de ilerleyen bir süreç. Kendinizi bile savunmuyorsanız, tabanınızı suçlamalar karşısında donanımsız bıraktığınız kadar sizi suçlayanlara teslim olmanıza birkaç adım kalmış, ama hepsinden önemlisi yanıt verecek malzeme ve mecalden yoksunsunuz ya da yanıtlamayı önemsemiyorsunuz, çünkü suçlayıcılara benzemektesiniz demektir.

*

Benzeşme, en ileri düzeyde ise, milliyetçilik yarışında kendisini belli etmektedir.

Bu benzeşmeyi tahrik edip gelişmesinin önünü açmada, haklarını teslim etmek gerek ki, Erdoğan ve AKP’si fazlasıyla mahir. HDP’nin bazı illerdeki desteğini parmağına dolayarak, “Millet İttifakı” ve partilerini öylesine “milli” bir ketenpereye getirme ve “terörle işbirliği”yle suçlamaya girişti ki, bu partiler bir yandan AKP platformuna kaymadan, bir yandan da onunla milliyetçilik yarışına girmeden edemediler. Hoş, zaten milliyetçiydiler, ama hatta kendilerine destek vermesine rağmen Türkçülük yüceltisiyle HDP’ye verip veriştirmeye yöneldiler.

İYİ Parti’nin ırkçı ve faşist olduğu kadar şoven milliyetçi bir geçmişe sahip olduğu biliniyor. Milliyetçilik babında AKP ve MHP ile aynı kulvarı paylaşması ve yarışmasında anlaşılmayacak şey yok.

Aynı şey, son yerel seçim sürecinde bir kez daha belirgin olarak görülmüştür ki, CHP açısından da geçerlidir ve onun da rakipleriyle milliyetçilik konusunda yarışmasında anlaşılmayacak bir yön bulunmamaktadır.

CHP, son günlerde genel başkanı Kılıçdaroğlu tarafından da sıkça dile getirildiği üzere “altı oku”ndan biri “milliyetçilik” olan bir parti. “Altıok”un ilk benimsenmesinden başlanarak alınırsa, “ok”lardan biri olan “milliyetçilik”, bir yönüyle Kurtuluş Savaşı’nın cılız da olsa anti-emperyalizmini ima ediyor; ancak emperyalizm karşısında “milli değerler”in yüceltilmesi ve savunulmasıyla sınırlı olmadığı söylenmelidir, üstelik anti-emperyalizmin milliyetçiliğe eşitlenebileceği iddia edilemez.

Lozan’da Türkiye heyeti tarafından Kurtuluş Savaşı’nın sadece Türklerin değil, Türkler, Kürtler ve sair Müslüman halkların tümünün savaşı ve bu halkların Türkiye devletinin “kurucu unsuru” olduğu savunulmuş ve “azınlık hakları” yalnızca Müslüman olmayan halklar açısından öngörülmüştür. Ancak uygulama bu yönde olmadığı gibi, kısa süre içinde ajitasyonuna başlanan Türkçülüğün ideolojik ve politik olarak temellendirilmesi ve dayanak edinilmesine girişilmiştir. “Türk tarih tezi” ve “Güneş-dil teorisi”, ’24 Anayasasıyla Türkçe’nin resmi dil olarak kabulünün ardından 1930’lara gelinirken gündeme alınmıştır. Kürtlerin Koçgiri ve Şeyh Sait isyanlarıysa bu süreçte başlayan Türkleştirmenin gerekçeleri olmuştur.

Gerçek ise, Kurtuluş Savaşı’na halkın aşağı tabakalarının yabancı işgali karşısında yurdunu, toprağını savunma kaygısıyla, üst tabakalarının ve örneğin orta sınıf durumundaki –daha çok tefeci-tüccar nitelikli olan bu açıdan feodal toprak beyleriyle ittifak kuran– burjuvazinin ise pazar ve toprak mülkiyeti üzerinden para ticareti kaygısıyla katıldıklarıdır. Aşağı tabakalardan, işgalci yabancılar karşısında aşını, ekmeğini ve toprağını/yurdunu savunma kapsamıyla yurtseverlik eğilimi kaynaklanırken, üst tabaka, burjuvazi ve ittifak yaptığı eşraf ve feodal toprak beyleri ise yabancılar karşısında pazarlarını ve toprak mülkiyetini savunma kavgasında milliyetçiliğe sarılmışlardır. Pazar kimin olacak, topraklar kimin mülkiyetinde bulunacak –burjuvazi ve feodal beylerin kavgası bu olunca, İngiliz emperyalizmi ve Yunan milliyetçiliği karşısında Türk milliyetçiliği yüceltilmiştir.

Milliyetçilik, tekçi ve tekelcidir; çünkü pazarın kimin elinde olacağı ve sömürünün kimin tarafından yürütüleceği kararlaştırılacaktır. Ya İngilizlerle Yunanlıların ya da kapitalizm ulusal biçimlere bürünerek ve belirli bir pazarı mesken tutarak geliştiğinden, onlarla rekabet edecek bir başka burjuvazinin. “Vatan”a eşitlenerek üzerinde çatışılan pazar Türkiye pazarı olduğuna göre, Türk burjuvazisinin. Türkiye’nin ikisinin birden ortak pazarları olması olanaksızdır. Ya işgal başarıya ulaşacak ve Türkiye’de İngilizlerin denetimi altında Yunanlıların borusu ötecektir ya da işgal püskürtülecek ve kendi pazarında Türk burjuvazisi egemen olacaktır.

Benim”! “Hayır, benim”! Belirli pazarlar üzerinde farklı uluslardan burjuvazilerin tutumu budur ve ulusal kavgalar buradan çıkmıştır. Ulusal sorun, emperyalizm öncesi dönemde ve kalıntı olarak emperyalizm dönemine ertelendiği yerlerde farklı uluslardan burjuvalar arasındaki pazar kavgası olagelmiş; ulusal sorunun bu içerikle şekillenişine pazarlara el koyup ülke ve ulusları sömürgeleştiren emperyalizm son vermiş, emperyalizm döneminde ulusal sorun emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüşmüştür.

Bugünkü durum farklıdır. Bugün örneğin Yunanistan’da belirli Türk yatırımları, Türkiye’de de Yunan ulusal bankası Ethniki’nin sahibi olduğu Finansbank’ı satmasından sonra hala Titan (Çimento) ve Chipita (Gıda) gibi Yunan yatırımları bulunmaktadır. Ancak daha da önemlisi Yunan şirketleri Makedonya ekonomisinin %45’ini kontrol etmek üzere bu ülkeye yatırım yapmışken Türk şirketleri de ekonominin geri kalanını kontrol etmekte ve iki ülkenin tekelleri bir başka ülke pazarında “kardeş kardeşe” olmasa bile rahatlıkla birlikte yaşayabilmektedir.

İki ülke burjuvazilerinin gerek birbirlerinin ülkelerinde gerekse üçüncü ülkelerde bugün birlikte faaliyet sürdürmeleri bir siyasal egemenlik sorununa neden olmuyor olmasına karşın, birbirleriyle ilişkileri egemenlik dayatması ve bu dayatmanın kırılması olarak şekillenen 1920’ler Türkiye’si ve İngiltere desteğindeki Yunan işgali koşullarında bu olanaklı değildi.

Kapitalizmde rekabet olmazsa olmazdır. Bu, kapitalizmin tekelci dönemi açısından da geçerlidir; tekelin rekabetin yerini aldığı doğrudur, ancak bu kez asıl olan tekeller arasındaki rekabet olmuştur. Ve iki başlıca eğilime sahip olan kapitalizmin geliştikçe uluslararası eğilimi öne çıkmasına karşın, o daima bir ulusal eğilime de sahip olmuş, çünkü evrenselleşmeden edememekle birlikte, ortaya çıkışından başlayarak belirli ve “ulusal” bir pazar etrafında merkezileşmiştir.

Uzlaşma ve anlaşmaları geçici ama tekelci niteliği ve paylaşım inkarcılığı genel olan burjuvazi ve tekelciliği buradan kaynaklanan burjuva milliyetçiliği, bugün örneğin pazarlar ve paylaşımını konu alan rekabetlerini belirli verili koşullarda sürdürmektedir. Burjuvazi, bugün hala “benim” demekten vazgeçmiş değildir: “Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan” sloganı buradan çıkmıştır. “Benim pazarım”… “Benim fabrikalarım”… “Benim rezervlerim (hammadde kaynaklarım)”…

Peki, böyle midir? Siyasette burjuva milliyetçiliği hala tekçi ve tekelcidir. “Tek devlet” ve “tek vatan”, bunları temsilen “tek bayrak”ta ısrarlıdır ve başka milletlerle uyuşmazlık içindedir: “Tek millet”! Bu ısrarı, nihayetinde “kendi pazarı” üzerinde denetim ve son söz hakkının kendisinde olmasına dairdir. Kendi topraklarında hüküm süren kendi devletinde kendi sözü yasa olacaktır.

Burjuva milliyetçiliğin kendi siyasal tekeli konusunda ısrarlı ve iddialı olduğu doğrudur; ancak emperyalist burjuvazilerinkiler kadar, emperyalizmle birleşen ve uluslararası burjuvazinin bir parçasını oluşturan bağımlı ülkeler burjuvazisinin bu niteliği dolayısıyla yönelimi, politika ve uygulamalarıyla hayatın gerçeğinin kağıt üzerindeki iddialarıyla örtüşmediği de ortadadır. Türkiye, burjuva milliyetçilerinin elinde örneğin bir NATO ülkesidir ve bu açıdan siyasal egemenliği sınırlanmıştır. Topraklarında kendi generallerinin bile giremediği NATO üsleri ve nükleer başlıklı olanlar dahil yabancı komutası altında silahlar bulunmaktadır.[1] AB üyeliği sürecindedir ki, üyelik halinde siyasal egemenliğin sınırlanacağı, hatta gümrükler üzerindeki “egemenliği” bakımından Gümrük Birliği ve AİHM kararlarının Anayasaya üstünlüğü hatırlanırsa bugünden sınırlandığı ortadadır. Papaz denmiş, “ben buradayken katiyen…” denmiş, ama serbest bırakılmıştır. Vb. vb..

Ekonomi alanında ise, burjuva milliyetçiliği tamamen fiyaskodur. “Benim” denilen pazarın hiç de söylendiği gibi olmadığı, millilikle ilgisinin neredeyse hiç kalmadığı, örneğin borsanın dörtte üçüyle çoğu bankanın çoğunluk ya da önemli oranda hisselerinin yabancı sermayenin mülkiyetinde olduğu bilinmektedir. Fabrikaların durumu farklı değildir. Devletin elindeki fabrikaların hemen tümü özelleştirme furyasıyla yabancı sermayeye satılmıştır. En son, şimdi Kılıçdaroğlu Adapazarı Tank Palet Fabrikasının Katar Ordusu’na satışı dolayısıyla Erdoğan’ı sıkıştırma çabasındadır.

CHP tarafından milliyetçilik yarışı en çok bu alanda yürütülmeye çalışılmaktadır. Çünkü neo-liberalizmi ve bir yandan özelleştirmeciliği bir yandan da Türkiye ekonomisini dünya ekonomisine en ileriden entegre etmiş oluşu, AKP’nin “zayıf karnı”dır.

Kılıçdaroğlu, AKP ve Erdoğan’ı patatesi bile dışarıdan ithal etmekle suçlamakta ve “bu nasıl milliyetçilik” diye sormaktadır. Devam etmekte ve şöyle konuşmaktadır:

Sadece 2018’de 115 milyon dolarlık pamuk ithal ettik Yunanistan’dan. 13 milyon dolarlık tütün ithal ettik. Buğday ekilir mi Türkiye’de, ekilir. Batının egemen güçleri diyor ki, kim doyuracak bu 82 milyonluk Türkiye’yi?

Bir ülkenin büyümesinin bir tek yolu vardır bütün dünyanın bildiği: Üretim. Üretirseniz büyür, kazanırsınız. İstihdam alanı açılır. Peki Türkiye ne oldu? Üretimden koparıldı. Fabrikaları sattılar. Patates getirtiyorlar. Bu iradenin arkasında durmak mıdır milliyetçilik! Üretmezseniz başkalarının ürettiklerini tüketir, büyüyemezsiniz. Onlardan emir almaya başlarsınız. Tıpkı papaz olayı gibi. Hepimizin düşünmesi lazım. Hepimizin sorumluğu var.[2]

Bağladığı yer, siyasal alandır.

Dış düşman” argümanını elinden alma amacıyla, Erdoğan’ı Ecevit’le karşılaştırmaktadır:

Bizim bir Karaoğlan’ımız vardı. Adı Bülent Ecevit. Kıbrıs’a çıkartma yaptığı zaman bir sürü ambargo uygulandı. Silah ambargosu, gıda ambargosu, her şey uygulandı. Ecevit hiç kimsenin önünde diz çökmedi. ‘Bizim milliyetçiliğimizi yazdığımız yer Kıbrıs’ın Beşparmak Dağları’dır’ dedi. Şimdi Trump telefon ediyor, ‘Papazı bırak’ diyor. Nefes almadan papazı bırakıyorlar.[3]

Sonra Tank Palet Fabrikasına geliyor:

17 yıl tek başına yönetti. Vergi dediler aldılar, 70 milyar dolarlık özelleştirme yaptılar. Yani bütün o fabrikaların tamamı satıldı. Şimdi sıra geldi Tank ve Palet Fabrikası’nı Katarlılara satmaya. Milliyetçi diyorlar, ne milliyetçiliği kardeşim. Milliyetçi dediğiniz adam Tank Palet Fabrikası’nın yabancılara satılmasına karşı çıkar. Milliyetçilik, vatanseverliktir. Milliyetçiyseniz önce kendi insanınıza sahip çıkacaksınız. Sen Yozgat’ın kokulu mercimeği dururken Kanada’dan mercimek getirirsen ben senin milliyetçiliğini sorgularım. Önce benim köylüm kazanacak. Ülkücülük budur. Silah fabrikasını yabancılara satıyorsanız, orada her şey biter. Ne karşılığında veriyorsunuz; bedava uçak verdi diye. Bir uçak için devasa bir fabrika Katar ordusuna peşkeş çekilir mi?[4]

Özelleştirme ve yerli ve yabancılara fabrika satışları CHP’nin reddettiği şeylerden değildir ve parti programında yeri vardır. Zaten Kılıçdaroğlu konuşmalarında “Vergi dediler, tamam dedik, şu fabrikayı satacağım dediler, tamam dedik, bu fabrikayı satacağız dediler, tamam dedik…” diye başlamakta ve Tank Palet Fabrikası’na gelince “olmaz” demektedir. Gerekçesi, bu fabrikanın “TSK’nın olması ve silah üretmesi”dir. Karşı çıkış nedeni, anlaşılıyor ki, yine siyasaldır. Ekonomik açıdan Kılıçdaroğlu ve CHP de milli değerlerin savunulmasında ısrarlı değildir; ama madem savaş araçları üretiliyor, madem savaşta ihtiyaç olacak, buradan millicilik, milliyetçilik yarışına girmektedir. Oysa açıktır, sadece Tank Palet’in satışı gündemde değildir. Şeker fabrikaları daha yeni satılmıştır, hatta bazı satışlar henüz mahkemeliktir ve CHP bu konuda bir eleştiri yapmamaktadır.

Ve şu anda gündemde olduğu ve ajitasyon değeri taşıdığı için tarım ürünleri ve üretimlerini, patates, mercimek, nohut ve soğanı, ülkede üretimlerini savunmaktadır.

Özelleştirilmelerine ve özellikle yabancılara satışlarına karşı çıkılarak fabrikalarla tarım ve hayvancılığın savunulmasında kuşkusuz bir olumsuzluk yoktur. Sorun olan, “milliyetçilik bu değil”, “ülkücülük bu değil” diyerek, sanki milliyetçilerle ülkücüler özelleştirmeciliğe, fabrika satışlarına karşıymış ve tarım ve hayvancılığın ihya edilmesi peşindeymişler gibi, bu savunmayı milliyetçilik yarışına dayanak yapmaktır.

Tabii ki ithalat değil. Tabii ki hele patates-soğan, mercimek-nohut ya da et, yani canlı hayvan gibi köylünün başlıca üretim ve halkın temel tüketim maddelerinin ithalatı benimsenip savunulamaz. Yerli üretim. Tarım ve hayvancılığın geliştirilmesinin bir ihtiyaç olduğu tartışmasızdır. Bu, köylünün geçimi bakımından olduğu kadar kentlerin işçi ve emekçileri için ucuz beslenmenin temelidir.

Tabii ki fabrika. Satılmak bir yana yenilerinin kurulması ihtiyaçtır. Fabrikaların kimin mülkü olduğu ve olacağı konusunun atlanması olanaksızdır; tabii ki toplumun olmalıdır, ancak bu başka bir sorundur, siyasal değil toplumsal bir sorundur. Ve mülkiyet sorunu ileri sürülerek fabrikaların özellikle yabancılara satılması karşısında sessiz ve tarafsız kalınamaz.

Ancak şu da tartışmasızdır ki, ne tarım ve hayvancılık ne de fabrikalar burjuva milliyetçiliğin ve bu alandaki yarışın konusu edilemez.

İşini, aşını, çiftini-çubuğunu ve toprağını, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle yurdunu sevip sahiplenmek ve bunları savunmak için ölümü göze almak başkadır –bunun adı yurtseverliktir. “Benim olsun” diye ölüm makineleri üretiminin üzerine titremek, “vatan” diye pazarı ve tekelci mülk sahipliğini bellemek, dünyayı tekellerin, müteahhitlerle fabrikatörler ve bankacıların gözünden seyreylemek başka –bunun adıysa burjuva milliyetçiliğidir.

Günümüzde, ancak burjuvazinin alt tabakalarının, kısmen orta ve özellikle küçük burjuvazinin milliyetçi kaygı ve yönelimlerle emperyalizm karşısında bir mücadele potansiyeli taşıdığı söylenebilir; yoksa milliyetçilik, mali sermaye egemenliği, tekeller ve emperyalizm çağında artık büyük burjuvazinin bir eğilimi olarak, anti-emperyalist bir içerik taşımaz, tersine sömürülen yığınları etkileyip yedeklemek için milliyetçi önyargıları kullanmak üzere ne yaparsa yapsın, emperyalizmin işbirlikçiliğiyle karakterizedir.

Geri kalan milletler karşısında kendi milletinin yüceltilmesi olarak tekelci nitelikli olan burjuva milliyetçiliği; emperyalist ülkelerde hala birbirleriyle rekabetlerinde tekelci burjuvaziye yön veren “America first” (Önce Amerika) ya da “Deutschland uber Alles” (Her şeyden önce Almanya) düsturlarında yansıyan bir ulusal eğilime sahip olmakla birlikte artık kozmopolitizm, egemen burjuvazinin çoktan emperyalizmle birleştiği bağımlı ve yarı ya da yeni sömürge ülkelerdeyse emperyalizmle ilişkilerdeki payını yükseltme uğruna çekişme ve içi boş bağırıp çağırmaların ötesinde özellikle çok-uluslu ülkelerde ülke içindekiler başta olmak üzere komşu ve bölgedeki geri kalan uluslarla çekişme ve düşmanlık biçimini alır/almıştır. Birincisine örnek, ABD ile Avrupa ülkeleri ve Çin arasındaki “ticaret savaşları”dır. İkincisinin örnekleriyse, ABD ve Almanya vb. karşısındaki boş böbürlenmelerin yanında Türk-Arap ve Arap-Fars çekişmesi ve düşmanlığı, Türk-Yunan çekişmesi ve düşmanlığı, Türk-Kürt düşmanlığı gibi burjuva milliyetçiliğin asıl görünümleridir.

Seçim öncesi milliyetçilik yarışının tam da bu çerçevede sürdüğü görülüyor. “Cumhur”cular “Kürt kardeşim” derken “Millet”çileri “Kürdistan” diyenlerle, HDP ile “gizli ittifak” yapmakla suçlayıp Kürt düşmanlığı üzerinden yürüyorlar: “Dünya beşten büyüktür” diyecek, “Filistin’e yönelik İsrail zulmü”nü suçlayacak, ama kendin başka milletlere ne hak ne eşitlik tanıyacak, sadece baskı ve şiddeti reva göreceksin ve bunun adı da “adalet” olacak! Karşılığında, “Millet”çiler de, “Cumhur”cuları, yine Kürt düşmanlığı üzerinden, “Andımız”ı reddetmek ve kaldırmakla, “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyememek ve bunu devletin literatüründen silmekle, PKK ile Oslo’dan başlayarak Dolmabahçe’de masa devrilene kadar görüşmeler yapıp birlikte davranmakla suçluyorlar: Kürt oylarına ihtiyaçları olduğunu biliyor ve desteklerini bekliyorlar, ama aşağı görüyor, yanlarına yaklaşmamalarını istiyor ve ileri gidenleri ağızlarından küfrü bile eksik etmiyorlar.

Burjuva milliyetçiliği yarışı bakımından asıl olan, Amerikan ya da Rus emperyalizmine karşı ulusal değerleri ve ülkenin bağımsızlığını savunmak değil, ama Kürt düşmanlığı üzerinden yürütülen çekişmedir. Patates ithaliyle Tank Palet fabrikasının Katar’a satılması ya da 25 yıllığına devredilmesinin suçlanması işin çeşnisi olmaktadır.

Oysa başka milletler üzerinde üstünlük taslanması olarak tekelci niteliği net olan burjuva milliyetçiliği tam da bu nedenle yarışma konusu edilemez. Bunun, taraflarının, diğer milletleri aşağılayarak kimin daha fazla Türkçülük ve Kürt karşıtlığı yaptıklarını kanıtlamaya uğraştıkları bir yarış olduğu ortadadır. Ya “Kürt kardeşim” sözünün gereği yapılacak ve iki milletin birbiriyle kardeşliği, ama öyleyse eşitliği teslim edilecek ve milletlerin eşit haklara sahip oldukları kabul edilecek ya da yürütülen yarışta yapıldığı gibi, kendi milleti dışındaki milletler aşağılanacaktır. Milliyetçilik yarışı içinde, millet yüceltisi ve aşağılamasıyla yollarını açmaya çalışanların, ne denli eşitlik, özgürlük ve demokrasiden söz açarlarsa açsınlar, milletler arasında eşitliği ve milletlerin özgürlüğünü öngörüp savunmadıkları, dolayısıyla demokrasiden de nasiplerini almadıkları tartışmasızdır.

Milliyetçilik burjuvaziye özgüyken, yurtseverliğinden kuşku duyulamayacak işçi sınıfı ve sömürülen yığınların çıkarlarıysa milliyetçilikle bağdaşmaz; bütün ülkelerin işçileri sınıf kardeşleridir ve ortak sınıf çıkarlarına sahiptir: Sömürüden kurtulma ve kendilerinin efendileri olacakları sınıfsız, savaşsız, baskı ve zora yer olmayan bir dünyada insanca yaşama. İşçiler, sömürüden kurtulma amacıyla, milliyetçi eğilimleri de içinde olmak üzere kendi burjuvazilerinin egemenliğine karşı bütün ülkelerde mücadele etmek zorundadırlar. Şüphesiz bu mücadeleyi, uluslararası dayanışma ve birlik içinde, her ülkenin işçi sınıfı kendi ülkesinde yürütecek, bu nedenle sosyal kurtuluş mücadelesi ulusal biçim alacaktır. Ancak bu mücadelenin içeriği asla ulusal olamaz; bütün ülkelerde ortak çıkarlara sahip kardeşler ve vatanları tüm dünya olan işçilerin mücadelesi, biçimi ulusal, ama içeriği uluslararası olan bir mücadeledir.

Milliyetçilik ve milliyetçilik yarışıyla işçi sınıfının uzaktan yakından bir ilgisi yoktur!


[1] Hatta AKP sözcüleri, denetleyemedikleri İncirlik Üssünün, 15 Temmuz Darbesinde koordinasyon ve darbecilerin uçaklarına yakıt ikmali yapılması türünden önemli bir rol üstlendiğini ileri sürmüşlerdir.

[2] Yeniçağ, 15. 03. 2019

[3] HaberTurk. 14. 03. 2019

[4] Milliyet, 08. 03. 2019