Yusuf Akdağ
“POPÜLİZM” “KÖTÜLÜK” MÜ, “OLANAK” MI?
“Popülizm” üzerine kalabalık yazın bazı belirlemeler yapmayı mümkün kılıyor:
I-) Burjuva “merkez partileri”nin yönetici ve sözcüleri, kendi dışlarındaki parti ve hareketlerin, özellikle de sol-sosyal demokrat ve reformcu partilerin “halk iradesi ve halkın istemleri” söylemiyle siyasal iktidara yönelttikleri eleştirileri “popülizm” olarak nitelemektedirler. Burjuva “merkez”ci bu yaklaşımda “popülizm”, ‘sağ’dan ‘sol’a; dini-milliyetçi çıkışlardan ekolojik ve feminist kitle politikalarına, tekelci sermaye başta olmak üzere emperyalist ve işbirlikçi burjuvazinin oligarşik diktatörlüğünden başka bir şey olmayan burjuva demokrasisine itirazın her türünü içerecek şekilde ele alınıyor. Bu eleştiride “popülizm”, “gerçekleştirilemez” ve “olanaksız” istemlerin “sorumsuzca ileri sürülmesi”yle ilişkilendirilerek olumsuzlanır. “Popülizm”i “demokrasi için büyük bir tehlike” gösteren ve popülist politikaları “uygulanamaz”, “imkansız” ve “gereksiz” gösteren bu “kötüleme”, sömürü ve baskı koşullarının burjuva sınıf iktidarı altında “demokratik işlerliği”ni sürdürme iddiasını taşır ve yerleşik burjuva ve kapitalist sistem savunusunu esas alır. Asıl hedef, kurulu sisteme “halk kitleleri”nin taleplerini söylem konusu yaparak küçük burjuva reformist bir eleştiri ve karşı çıkışolarak ortaya çıkan sol popülist politika olmakla birlikte, “merkez dışı sağ-aşırı sağ” parti ve hareketler de popülist olarak suçlanırlar. “Tipik” olmamakla birlikte liberal sağ bir gazeteci ile bir akademisyenin makaleleri bu yaklaşım yönünden veri olarak alınabilir. Hürriyet yazarı Taha Akyol, AKP’nin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “popülizmin gözü kör olsun” sözünden hareketle “popülizm” sorununu kendi görüş açısından irdelerken, “popülizm”in “21. yüzyılın siyasi hastalığı haline gelmek üzere” olduğundan söz eder.[1] Devlet iktidarı mevziinden, kendi dışındaki partilerin politikalarını, “gerçekleşemezliği” iddiasıyla olumsuzlayan AKP Dışişleri Bakanının söylemini paylaşan Akyol, 1930’lar Avrupa’sında “halkın desteğiyle dikta rejimleri”nin yükselmesine benzer biçimde günümüzde de “demokrasinin çoğulculuk, özgürlük ve kuvvetler ayrılığı gibi temel değerlerine karşı fakat klasik anlamda diktatörlük olmayan otoriter popülist akımlar”ın geliştiğini belirtir ve ABD’li Prof. Jean-Werner Müller’in “Popülizm Nedir” başlıklı kitabından “zamanımızdaki popülizmin özelliği”ne dair bir bölüm aktararak, “popülizm”in demokrasi karşıtlığı üzerinde durur. [2]
Benzer bir yaklaşımı Dr. Barış Yetkin gösterir. “Bir Siyasal İletişim Tarzı Olarak Popülizm: Turgut Özal’ın ‘İcraatın İçinden’ ve Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Ulusa Sesleniş’ Konuşmalarının Karşılaştırılmalı İncelemesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alarak yayımladığı makalesinde Barış Yetkin, “popülizm”i, “demokratik sistem” olarak nitelediği burjuva demokrasisi koşullarında ortaya çıkan “siyasal ve ekonomik bunalımlarda bireylerin karşılanamayan gereksinmelerini kullanarak, sistemi yeniden işler hale sokacağını ya da yeni bir sistem getireceğini” vaaz eden bir politika üzerinden tarif eder. Ona göre, “popülizm”, “temsil sisteminin unsurlarını” düşman ilan ederek ve “kutuplaştırma yoluyla kendine özdeşleşebileceği homojen bir halk” üreterek, halk üzerinden kurguladığı “milli iradeden aldığı güç”le ve meşruiyet iddiasıyla kendini “parti-devlet” olarak tesis eder ve “devlet kaynaklarını kullanır.” Yetkin, “proto-totaliter bir ortamda işleyen popülizmin oluşturduğu kütle, böylece demokrasi üzerinde karanlık bir gölge oluşturur” diye ekler.[3]
Bu “karanlık gölge”ye karşı savunulan, “demokrasi” olarak görülüp gösterilen burjuva sınıf diktatörlüğünün sürdürülmesidir. Taha Akyol bunu, Müller’e de atıfta bulunarak daha net şekilde dile getirir ve bu “büyük tehlike”ye karşı, “demokrasiyi savunanlar”ın (burada elbette burjuva demokrasisi) “çoğulculuğun gerekliliğini daha iyi anlatmaları” ve “yargının teminatı altındaki temel hak ve özgürlükleri” savunmalarını önerir.[4]
II-) “Popülizm”i “faşizmden doğan” ve günümüzün “belirleyici olgu”su olarak, aynı zamanda faşizme de “alternatif” olabilir gören yaklaşım.
Bu yaklaşımda “popülizm”, özellikle Latin Amerika ülkelerindeki askeri faşist diktatörlükler ve Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz gibi Avrupa ülkelerinde savaş ve faşizm sonrası koşullarda ortaya çıkan bir “siyasal-ideolojik biçim” olarak gösterilir ve özellikle “sol popülist politikalar” bağlamında ilerici bir rol oynayacağı ileri sürülür. “Faşizmden Popülizme” adlı kitabında, Arjantinli tarih profesörü ve New York City’de New School for Social Research Tarih Kürsüsü öğretim üyesi Federico Finchelstein, “faşist güçlerin Arjantin’in seküler ve demokratik geleneklerini tarihe gömmek istediği 1930 darbesi döneminde” yaşanılan gaddarlıklarından söz ederek, Latin Amerika, ABD ve Avrupa’daki gelişmeler üzerinden “yeni yüzyılımızın geçen yüzyılın ilk on yıllarına ürkütücü benzerliğine” dikkat çeker.[5]
Donald Trump’ın Amerika Birleşik Devletleri’ne başkan seçilmesinden “birkaç ay önce” Teknik Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek faşizm ve popülizm konulu bir seminere başkanlık etmek üzere Dresden’de bulunurken, “neo-naziler ile yabancı düşmanı popülistlerden oluşan bir Alman gösterici grubunun arasında” kaldığını söyleyen profesör Finchelstein; “Batı’nın İslâmlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar”(Patriotische Europäer Gegen Islamisierung Des Abendlandes – PEGIDA) tarafından her hafta aynı gün düzenlenen gösteri nedeniyle –bu bir tesadüf sonucu olmuştur– etraflarının “ırkçı bayraklar ve öfkeli yüzlerle sarılı” olduğunu belirterek şöyle der: “Kelimenin gerçek anlamıyla günümüz popülizminin en uç numunelerinden birisi otelle aramıza dikilmişti.” İşte tam bu sırada, o zaman sekiz yaşında olan en büyük kızının “Bunlar Anne Frank’ı öldüren Naziler mi” diye sorduğunu belirtir ve kendisinin de “Hayır, bu neo-naziler onun katilleri değil, fakat öldürülmüş olmasından da memnunlar, diye yanıt verdi”ğini yazar. Finchelstein, kızlarını, “demokrasilerde şiddete eğilimli militanların yapabileceklerinin bir sınırı olduğunu” söyleyerek yatıştırmaya çalıştığını; çünkü, bu yabancı düşmanlarının “retorik düzeyde kalan popülist şeytanlaştırmayı ulu orta bir şekilde faşist fiziksel saldırganlığa kadar götürmeye cesaret edemeyeceklerine” güvendiğini belirtiyor. Bununla birlikte, ama diyor, “popülizm tarihi bize gösteriyor ki, bu insanlar hoşgörünün ve en nihayetinde de demokrasinin altındaki zemini oyar”lar.[6]
Finchelstein, bu yaklaşımını, çocukluk yıllarının Arjantin’indeki askeri faşist yönetim koşullarıyla Almanya’nın bugünkü koşularındaki neo-nazi ve yabancı düşmanı “sağ popülizm” arasında yaptığı kıyaslama üzerinden açıklamaya çalışarak Holokost tarihi ve Hitler’in Yahudilere yaptığı zulüm üzerinde durduktan sonra, “ancak” diyor, “İlk modern popülist rejim ABD’de değil, Arjantin’de ortaya çıktı, fakat son zamanlarda popülist gücüyle dünyanın geri kalanını tehdit etmekte olan ülke dünyanın en büyük gücü ABD’dir. Baskın olarak sosyal bilimciler olmak üzere pek çok Amerikalının daha önceleri hiç ihtimal vermediği bir gelişmedir bu”.[7]
Finchelstein’a göre, “Amerika’da ve dünyanın geri kalanında yeni bir popülizm çağına” girilmiştir ve bu durum, “popülizmi dünya çapındaki tarihsel gelişim süreci içinde inceleme”yi gerektirmektedir. Bu yapıldığında, diyor yazar, faşizm ile popülizm arasındaki ilişki daha iyi görülmüş olacaktır. Sadece günümüzde yeniden doğmuş olmamakla birlikte, “içinde olduğumuz yüzyıla karakterini veren dinamikler”in “kriz, yabancı düşmanlığı ve popülizm” olduğunu söyleyen yazara göre, bugün, popülizmin “yeniden doğuşu gibi görünen şeyi anlamak” için, “popülizmin zamana bağlı olarak uyarlanmasının ve yeniden kurgulanmasının tarihini kavramak” gerekir.[8]
“Amerikan popülizmi”nin “bu yeni evresi”nin (Trump dönemi), dünyanın başkaca ülkelerindeki popülist gelişmeden farklı bir özellik göstermediğini, popülizm irdelenirken “jeopolitik”in değil tarihselci yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini belirten yazar, bu gerekliliğin, “özellikle de sınırları ve okyanusları aşıp her birimizi etkisi altına alan ideolojileri analiz ederken” önem taşıdığını ifade ediyor. Finchelstein’a göre,”günümüzü şekillendiren olgu tarihsel süreç içinde faşizmden popülizme geçiştir.”[9]
“Modern popülizm”in “faşizmden doğduğu”nu ileri süren yazar, Latin Amerika’da popülist yönetimlerin faşist diktatörlükler sonrası ortaya çıkmasından ve Almanya-İtalya gibi ülkelerde savaş sonrası gelişmelerden hareketle faşizmin yenilgisiyle birlikte onun totaliter düzeninin yol açtığı siyasi şiddet ve soykırımın en uç biçimleri karşısında “yeni bir popülist modernite”nin doğduğunu ileri söyler. Ona göre, “Hitler ve Mussolini’nin ölümünden sonra popülizmin demokrasi ve diktatörlük arasında yaşadığı faşizm sonrası yapısal gerilime yön veren şey, onun faşist kökleri ve etkileri olmuş” ve “popülizm” bu gibi ülkelerde iktidara gelmek için faşizmin “diktatoryal temellerini reddetmesine karşın faşizmi tümüyle terk de etmeyen” bir hat izlemiş; “liberalizm ile komünizm arasında yeni bir ‘üçüncü yol’u” benimsemiştir!
Bu irdelemede “popülizm” faşizmden doğan ancak faşizmden farklı olan ve fakat burjuva liberalizmine alternatif bir politika ve ideoloji kimliği kazanır. “Popülizm”in “liberalizm ile komünizm arası yeni bir ‘üçüncü yol’” olarak bu tanımı, Juan Peron’un “Justicialismo” politikasını örnek almış görünmektedir. Finchelstein, Trump’ı “Amerikan popülizmi”nin temsilcisi göstererek, tekelci burjuvazinin siyasal gericiliğini “popülizm” ile özdeşleştirir. Faşizm ve “popülizm”in, “liberal demokratik düzenin ahlâki bakımdan mahkûm edilmesini” içerme ve “elitler ile mutat siyasete karşı –güçlü liderlerin halk adına daha da ileri taşıdığı– kitlesel tepkiyi” ifade etmede birleştiklerini, ancak buna rağmen, “aslında birbirine alternatif siyasi ve tarihsel güzergâhları” temsil ettiklerini söyleyen Finchelstein, “popülizm” ile “popülist politikalar”ın aynılaştırılmasını doğru görmez.[10] Ona göre, “sol popülistler” tarafından “kitlesel yurttaş katılımı ve halkın eşitlikçi toplumsal ve siyasi talepleri”nin göz ardı edilmemesi durumunda, onun “ilerici varyantları”, “demokratikleşmeyi başlatabilir ya da ilerletebilir”. Ve öyleyse diyor Finchelstein, “popülizm ile genellikle popülist diye damgalanıp reddedilen diğer demokratik ve özgürlükçü biçimler arasında bir ayrım yapmanın etik ve politik bakımlardan bir gereklilik olduğu” kabul edilmelidir.
“Popülizm”i otoriter olan ve olmayan şeklinde tasnif eden Cenk Saraçoğlu’nun “otoriter” ya da sağ “popülizm” ile faşizm arasında kurduğu ilişki, Finchelstein’in yaklaşımıyla benzerlik gösterir. Finchelstein, “Amerika’da ve dünyanın geri kalanında yeni bir popülizm çağına” girildiğini, bunun da geçmişte yaşananlara bakınca faşizm tehlikesini akla getirdiğini söylemişti.[11] Saraçoğlu, “sağ popülizm”in, ABD (Trump), Fransa (Macron) ve Türkiye (AKP ve Erdoğan) örneklerini de işaret ederek, otoriter yönetimlerin, faşizmin ihtiyaç duyduğu belirli özellikleri hazır hale getirmeye uygun düştüğünü belirtir. Bu analiz, bu tür yönetimlerin siyasal şiddeti yoğunlaştırarak ve biçimsel burjuva demokrasisinin sınırlarını daha da daraltarak “faşizme hizmet etmelerine” işaret etmekle birlikte, emperyalist ve işbirlikçi tekelci sermaye iktidarlarını “sağ popülizm” tanımına dahil ederek, iktidar olmamış sağ, gerici, faşist ya da faşizan hareket ve partilerle aynı kategoride göstermek gibi bir handikap içerir. Söz konusu partilerin başında bulunduğu iktidarlar tekelci sermayenin çıkarlarını politika edinmişlerdir ve halk karşıtlığı bu politikanın en belirgin özelliğidir. Saraçoğlu, “sağ popülizmin Türkiye örneği” olarak işaret ettiği Erdoğan-AKP iktidarının belirleyici özelliği, “popülizm” değil, tekelci gericiliğin çıkarlarının temsili ve işçi sınıfı ve emekçi halk karşıtlığıdır. Bu parti örneğin, milliyetçi ve otoriter olmakla kalmayan, “tek adam rejimi” ya da yönetimi olarak tarif edilebilecek denli “lider” odaklı olan, geçmişin bugüne bıraktığı yükü özellikle “yeni Osmanlıcılık” olarak da adlandırılan yayılmacı İmparatorluk özlemleri, dini önyargılar ve ideolojik yaklaşımlar aracıyla etkin kılmaya çalışan, halkı değil “millet”i, üstelik çok uluslu toplum gerçekliğine rağmen söyleminin etkin “öznesi” olarak kullanan bir politik-ideolojik hat izlemektedir. Parlamenter sisteme ve genel burjuva kurumların “kuvvetler ayrılığı”na dayanan biçimsel demokratik devlet yapılanmasını dahi “yük” olarak tarif ederek bütün yönetim yetkilerini “tek adam yönetimi”ndeki oligarşik bir zümrenin elinde yoğunlaştıran yönetim biçiminden faşizme ‘geçiş’, Batı Avrupa ve ABD’deki “sağ popülist”, “aşırı sağ” aktörlere kıyasla daha elverişsiz olmayıp aksine daha da “kolay”dır.
III-) “Popülizm”i özellikle “sol popülist politikalar” bağlamıyla “kitle politikası olanağı” olarak gören liberal sol anlayış.
Bu anlayış birçok liberal sol yazar ve akademisyen tarafından benimsenmektedir. Ancak onu en yalın ve denebilir ki en net haliyle teori düzeyine çıkaranların Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’dir. Onlar “popülizm”in sınıflarsız teorisini oluşturanların başını çekiyorlar. Bu bakımdan Laclau’nun “popülizm” kurgusunu daha ayrıntılı olarak irdelemek gerekir.
“Marksist Teoride Siyaset ve İdeoloji” (1977) ve “Popülist Akıl Üzerine” (2002) başlıklı kitaplarında yürüttüğü tartışmada, popülizmin; popülist akıl ya da mantığın “kritik dönemeçler”de etkili ve “yaygın” bir işleyiş olarak işlev gördüğünü söyleyen Ernesto Laclau, “popüler demokratik mücadeleler” ile birikmiş ve çözümsüzlüğü süren toplumsal sorunlar kaynaklı çelişki ve rahatsızlıkları “içeren ortak bir tema”yla onu öne çıkaran “siyasal özne” arasında kurduğu bağ üzerinden “popülizm”i, onun (siyasal özne), toplumun bu ‘huzursuz ve şikayetçi’ kesimlerini “iktidar bloğu”na ve egemen ideolojiye karşı harekete geçirmek üzere başvurduğu siyaset olarak tarif eder.[12] Ona göre, popülist politikanın uygulanabilir olması için önemli olan, toplumsal siyasal “bir yarılma”nın varlığıdır. Bu zemin üzerinde “popülizm”in farklı biçimleri (sağ ya da sol) işlevli olma olanağı bulurlar.[13] “Popülizm”i, halkın “bir siyasal özne olarak kurulması” politikasıyla ilişkilendiren bu yaklaşıma göre, popülizm, “halk” ve siyasal iktidarın iki karşıt kutbu oluşturduğu toplumsal “yarılma” durumunda, “halkın sözcülüğü” iddiasına dayanan bir politik çıkışı ifade eder.
Laclau, Mouffe ile birlikte “Hegemonya ve Sosyalist Strateji”de[14] ortaya koyduğu “heterojen tikellikler”in eşdeğerlikler olarak “eklemlenmesi” anlayışını “popülizm” irdelemesinde de sürdürür ve talepler çoğulluğuyla “eklemlenmiş” heterojen “bütün” içindeki “popüler kimlikler”i ve taleplerini “halkın inşası” kurgusunun bileşenleri olarak alır.
“Popülist Akıl Üzerine” başlıklı kitabının önsözünde, “grubu, toplumsal çözümlemenin temel birimi olarak kabul eden ya da bu birimi daha geniş işlevselci veya yapısalcı paradigmalara yerleştirmek suretiyle aşmaya çalışan sosyolojik perspektifleri” tatmin edici bulmadığını belirterek “bu tarz toplumsal işlevselciliklerin öngördüğü” mantığın, “kimliklerin inşası sırasında devreye giren hareketlerin çeşitliliğini kavrayabilmek için fazlasıyla basit ve tek biçimli” olduğunu ileri süren Ernesto Laclau, “popülizm” irdelemesini “grup”, “birim”, “kimlik” kavramları dolayımında yapmaya özen gösterir ve kendi ifadesiyle, ilk iş olarak “grubun birliği”ni “talepler olarak” adlandıracağını söylediği “daha küçük birliklere” böler. Ona göre, “grubun birliği, taleplerin eklemlenmesinin bir sonucudur. Ancak bu eklemlenme, birleşik bir bütünlük olarak kavranabilecek durağan ve pozitif bir düzenlemeye karşılık gelmez: Tersine, bütün talepler doğaları gereği belli bir kurulu düzene yöneltilmiş istekler olduklarına göre, talep [eklemlenme] bu düzenle, onun hem içinde hem de dışında olması itibariyle, kendine özgü bir ilişki içindedir. Düzen, talebi tamamıyla özümleyemeyeceği içindir ki, kendini tutarlı bir bütünlük olarak kuramaz; buna karşılık talep, eğer ‘sistem’e istek olarak kaydedilebilir olan herhangi bir şeyde somutlaşacaksa belli bir tür bütünselleşmeyi gerektirir.” [15]
Laclau’nun gerekçesi, “bir toplumsal oluşumun birliğini, kavramsal olarak anlaşılabilir herhangi bir nesnede sabit kılmanın olanaksızlığı”dır. “Heterojen ögeleri birbirine bağlamak için toplumsal çimentoya ihtiyaç var”dır ve bu ögelerin (“yeni toplumsal fenomenler” söylemi anımsanmalı) “eklemleme mantığı” (işlevselci ya da yapısalcı) çerçevesinde ve Freud’un da “çok önceden açık bir biçimde” anladığı üzere “libidinal bir bağ”la toplumsallaşması için, “eşdeğerlik ve farklılık mantıkları”nın “boş gösterenler” doldurularak birleştirilmesine; yani yukarıda söz ettiği türden “grup”ların ve “halkın” talepler üzerinden “inşası”na ihtiyaç vardır! “Halk” söylemsel olarak “üretilebilir” olduğundan, var olduğunu ileri sürdüğü “boşluk” da, heterojen kimlikli halk tarafından yine söylemsel olarak “doldurulur”. Halk çünkü bu projede bir “boş gösteren”dir ve “kimlik”ler değişebilir olmakla birlikte tikellikleri yok olmaksızın bu “boş gösteren”in içini doldurmak üzere talepleriyle ve “eşdeğerlik”li eklemlenme yoluyla, bir araya getirilebilirler.[16] “Popüler talepler”in heterojen çoğulluğunu popülist politika(lar) açısından verimli gören Laclau’ya göre, “Halk”ın, popüler taleplerin “eklemlenmesi”ni olanaklı kılacak “kolektif” ya da “bütünlük” olarak kurulması, “popülizm”in (halkçılık) bu toplumsal “kimlik”ler aracıyla politik alana “nakli”ni mümkün kılar.
Kurgusunda “nihai evrensellik”lere yer olmadığından; yani hiçbir toplumsal öge, “kimlik” ve “özne” hiçbir zaman “tamamlanmış” olmadığı ve “tam olarak” kurulamayacağından “halk”ın da bir tamamlanmışlığı ve bütünlük halinden söz edilemez. O “kurulmalı”dır; başka bir söyleyişle “siyasetin boş alanı” halkın “inşası”yla yeniden doldurulmalıdır! Bu kurgu, Laclau’ya, “popülizm”i siyasetin farklı biçimleriyle ilişkilendirerek açıklama olanağı verir. Ancak bu açıklamada, ilişkilendirme söylemden sosyal varlığa doğru, tersinedir. Ona göre, “…siyaset ve onun türevi olan popülizm olduğu sürece toplumsal bölünmeler olacaktır. Bu toplumsal bölünmenin tabii bir sonucu, toplumun bir kesitinin kendisini bir bütün olarak toplumun ifadesi ve temsilcisi olarak sunacak olmasıdır” diye belirtir.[17]
“Temsil ve demokrasi kavramlarını” tartışırken, “bu konulara bir popülizm tartışması içinden değinme”ye neden ihtiyaç duyduğundan söz eden Laclau, “popülizmin yadsınması”nı eleştirir; “politikanın toptan (tout court) azli” olarak görür. Chantal Mouffe ile birlikte yazdıkları “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” başlıklı kitabından da tanık olduğumuz “özerk kimliklerin eklemlenmiş” demokratik potansiyelleri üzerinden kurgulanan “liberal radikal demokrasi” anlaşıyışıyla uyumlu şekilde, bu eserinde de proletaryanın “evrensel sınıf olma” olgusunu reddetme tutumunu sürdüren ideolog, “popülizm”e yönelik Marksist eleştiriyi “mutlak kötüleme” olarak görür ve buna karşı, onun “iyi ve kötü” olarak nitelenmesinin “bir dizi çatışmacı eklemlenme süreci”yle bağlı olacağını ileri sürer.
“Popülizm”in “her zaman rasyonel topluluğun açık seçik kalıplarını sorgulayıcı tehlikeli bir artıkla ilişkili görül”düğünü belirten Laclau, “bu nedenle” diyor “benim amacım, bu artığa içkin özgül mantıkları gün ışığına çıkartmak ve bunların, uç olgulara işaret etmek şöyle dursun, herhangi bir komüniteryan [toplulukçu] uzamın fiilî işleyişinde kayıtlı olduklarını tartışmaktı.”
Bunu akılda tutarak ve “Freud’un Grup Psikolojisi” [Group Psychology] anlayışında olduğu üzere, “herhangi bir toplumsal kimliğin oluşumuna içkin olan unsurların nasıl artan bir içselleştirilmeye tâbi olduğunu” göstereceğini belirten Laclau, sosyal analizlerde “‘popülizm’in göndergesinin” her zaman muğlak ve belirsiz olduğunu; “popülizm üzerine yazın”da kavramın belirsizliği ve değişkenliğine çok fazla göndermede bulunulduğunu; kendisinin ise, “popülizmin, tanımlanabilir bir olguya değil, etkileri pek çok olguyu kesen bir toplumsal mantığa atfedilmiş olması itibariyle herhangi bir göndergesel birliğe sahip olmadığını göstermek” istediğini söyler.[18] Talepler üzerinden kurulacak “popüler kimlikler”in, “eşdeğerlik zincirlerini kullanarak harekete geçmeleri”yle tikel talepler üzerinden “eklemlenmiş” politikanın olumlu şekilde radikalleşeceğini düşünen Laclau, farklılıkların ve farklı söylemsel kimliklerin, farklılık ve “eşdeğer”likleriyle “bütünlük”ün “kesişme noktası”na taşınarak yeniden kurulabilir ve “bütünün temsili”ni mümkün kılan politikanın inşa edilebilir olduğunu ileri sürer![19] Bu aynı zamanda bir “dışlama” siyasetinin olanağına işaret eder ve orada da muhafazakar sağ-“yeni sağ”ın popülist politikası inşa ortaya çıkar.
Söz konusu kitabının “önsöz”ünde, “popülizm”i, kendileri ancak talepleriyle varlık kazanan ve hiçbir zaman tamamlanmayacak olan “kimlik”lerin “eklemlenmiş” politikaları yönünden üretken bir kavram olarak aldığını söyleyen ideologun bu kavramlaştırma ve “halkın kuruluşu” (kurtuluşu değil) projesinde işçi sınıfı “bir grup” olarak dahi özel kimlik oluşturmaz.
Chantal Mouffe ile birlikte “yeni toplumsal fenomenler” üzerine inşa ettikleri teorilerinde tekil işçilere yer olsa da işçi sınıfı artık “yok”lar arasındadır! İşçi sınıfını merkezine alan ve “popülizm”i burjuva-küçük burjuva demagojik söylem olarak niteleyen Marksist teorik belirlemeleri “çağdışı” kalmakla ve politikayı toptan reddetmekle özdeş gören Laclau, “sol”a, “popüler bir kimliğin inşası siyaseti” izlemesini ve sağ popülistlerin kullandığı “sembolik mekanizmaları”, kendi ilerici düşünceleri doğrultusunda kullanmasını önerir. Sağ’ın “otoriter popülizmine” karşı, sol’un “demokratik popülizmi!” Laclau ve Mouffe’un “halkı inşa” projesinde çözüm olarak gösterdikleri budur. Burjuva parlamentolarının “halkın kendine sosyal dünyada bir yer edinmesini sağlayan sembolik belirteçler olma görevi” gördüğünü ileri süren Mouffe, çözümün “gerçek bir çoğulculuk”ta olduğunu söyler ve bunun için, “lider” yönetimindeki “merkezi bir kurum” tarafından “halk”ın “yeniden inşa edilmesi”ni ve temsili kurumların “daha çok kişiyi temsil etmesi”nin sağlanmasını ister.[20]
“Popülizm” tartışmasını sınıflar gerçekliğine dışsal bir alanda sürdüren Laclau ve Mouffe, “popülizm”i toplumsal sorunlara çözüm arayışı kapsamında “demokratik” ya da olmayan politika olarak nitelerken, kurulu sistemi ve ‘sınırlarının içinde’liği veri almakta ve “kötü popülizm”in (sağ gerici, şovenist ve faşizan) “demokrasinin tümüyle ilgası”na varmasını önleyici bir ‘mekanizma’dan da söz etmemektedirler. Ancak Laclaucu kurguda burjuva toplum “rasyonel topluluk” şeklinde kimlik değişimine uğramıştır! Laclau, “popülizm”in, “demokratik siyasal faaliyeti” mümkün kılarak “özgürlükçü radikal demokrasi”ye hizmet edebileceği gibi, gerici diktatörlüğe de götürebileceğini söyleyerek bu tehlikeyi işaret eder gibi görünmesine rağmen, kurgusunda “popülist hareket”in lider önde olmak üzere faşizm dahil gerici evrilmesi olasılığını önleyecek olanın ne olduğu konusu üzerinde durmaz. Onun “sol popülizm”i “sol”a “çıkış yolu” gösteren liberal reformist teorisinin pratik politik sonuçlarını görmek için ise, siyasal miyop olmamak yeterlidir. Mali sermaye ve tekellerin egemenliği koşullarında daha fazla biçimsel hale gelen burjuva demokrasisi, tekelci kesimi başta olmak üzere sermayenin çıkarlarının “parlamenter sistem” aracıyla egemen kılınmasını ifade eder. Bu egemenlik koşulları ve sınırlarını aşmayan politik akım, hareket ve partilerin “alternatif olma” iddiası en ileri düzeyinde dahi, reformculuğu aşamaz. Arjantin’de Peron, Brezilya’da Vargas ve özellikle de Lula, Yunanistan’da Çipras örneklerinde olduğu gibi, halkın çıkarlarının savunulacağı iddiasıyla ortaya çıkıp uluslararası sermaye ve tekellerin çıkarlarına bağlanan politikaların uygulamaya konması, yakın dönemdeki örneklerdir.
“Popülizm” ve “popülist politikalar” üzerine teorik-siyasal tartışmaların; özellikle de liberal sol yazının belirgin bir ortak özelliği, “popülizm” ile “halk” ya da “kitle” arasında kurduğu ilişkidir. Buna göre “sol popülizm”, “karizmatik lider(ler)” yönetimindeki ‘sol partiler’in “kitleler”e, “halk”a yönelik söylemiyle halkın talepleri zemininde geliştirdiği veya geliştireceği “kitle politikası”nı ifade etmektedir. Liberal reformist yazar ve akademisyenler, son on yıllarda ortaya çıkan gösterilerin heterojen bileşiminden hareketle, izlenecek politikanın etkili olabilmesi ve kitleleri seferber etme kapasitesi göstermesi için, “klasik öncü parti ve M-L sosyalizm modeli”nden uzak durmaları ve “gevşek, ademi merkeziyetçi ve esnek karakter”de olmaları gerektiğini ileri sürmektedirler. Önceki bölümlerde ayrıntılarıyla gördüğümüz gibi, Latin Amerika’daki ve Avrupa’daki burjuva-küçük burjuva reformist hareketlerle yabancı düşmanı sağ faşizan ya da hatta faşist partilerin kitlesel destek görmeleri bunun için dayanak gösterilmekte; Venezuela’daki “Bolivarcı devrim” ve Chavez’in uygulamaya koyduğu ekonomi politikaları, “halkçı devrimci politikaların en ilginç, en esin verici örnekleri” arasında gösterilmekte ve başarının “sosyalist ya da komünist bir parti tarafından” yönlendirilmemiş olmasına bağlı olduğu ileri sürülmekte; Latin Amerika ülkelerinde başarıya ulaşan “sol” devrimci hareketlerin, “eklektik ideolojilerden esinlendikleri”, “doğrudan demokrasi ve halk iktidarı”na vurgu yaptıkları ve “bir ya da birkaç karizmatik bireysel liderin tayin edici rolünü öne çıkardıkları” için başarıya ulaştıkları iddia edilmektedir.[21]
Laclau ve Mouffe başta olmak üzere çok sayıdaki Latin Amerikalı yazarın yanı sıra (D. L. Raby bunlardan sadece biridir) Jager, Belge ve “kimlik politikaları” savunucusu bir dizi sol liberal teorisyen ve yazar “sol popülizm”in ve sol popülist politikaların benimsenmesini, “Sol’un içinde bulunduğu açmazların aşılması” adına ileri sürmekte ve istemektedirler. Bu önerme –yukarıda belirttiğimiz gibi– “popülizm” tartışması ve politikayı sınıflar gerçekliği dışındaki bir alandan; ya da bu gerçekliğin aşıldığı vaazı esas alınarak kurgulanmaktadır. İşçi sınıfı ve sosyalizme güvensizliği değil sadece, ona karşıtlığı da içeren bu anlayış, proleter sınıf karakterli sosyalizme karşı burjuva, küçük burjuva konumdan bir “alternatif” oluşturma kurgusundan ibarettir ve pratik örneklerinde de kanıtlandığı üzere bu gibi yazar ve teorisyenlerin çözüm olarak gösterdikleri (bunu örnek olsun Laclau ve Mouffe bir “halk inşası” projesiyle somutlamaya da girişirler) “sol popülizm” işçi sınıfı bir yana ezilen diğer emekçi kesimler açısından da en ileri ölçekte bile ancak bazı reformist iyileştirmelere varabilmektedir. En ileri örneği olarak Chavez’in yönetiminde dahi kapitalizm varlığını sürdürmüş ve emekgücü sömürüsü devam etmiştir. Gerçek o ki, proleter kitleleri başta olmak üzere çalışan halk yığınlarının sömürü ve baskıdan kurtuluşu için gerekli ve ilk şart kapitalist sistemin tasfiye edilmesi, burjuva sınıf iktidarına son verilmesidir. “Sol popülist” program ve partilerin ne böyle bir hedefi vardır ne de bunun güçlerini örgütleme gibi bir amaç ve işlevi. Laclau gibi teorisyenlerle onların Türkiye temsilcisi kürsüsünden konuşan M. Belge gibi yazarların önermeleri bu bakımdan kapitalizm içi reformist iyileştirmelerden ibarettirler. Tekil reformlar için mücadele edilir, ama reformlarla sınırlı bir “demokratik program ve mücadele” yaklaşımı aşılmaksızın sömürüden kurtuluş mümkün değildir.
GÜÇ İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİM VE POPÜLİST SÖYLEM VE POLİTİKANIN OLGUSAL ETKENLERİ
Bütün bunlardan sonra yanıt bulması gereken soru şudur: Nasıl oluyor da, “burjuva merkez” olarak da adlandırılan sermayenin başlıca iktidar-hükümet partilerinin uyguladıkları ekonomi politikalar nedenli yıpranmışlıklarının arttığı bir dönemde; proletarya başta olmak üzere sömürülen ve ezilen sınıfların çıkarlarını savunan ve sömürüden kurtuluş için mücadele eden işçi sınıfı partileri ve örgütleri değil de, burjuva küçük burjuva sınıf platformundan ve kapitalizm içi reformist “sol popülist” ya da şoven gerici ve hatta faşist ve gerçekte kapitalizm savunucusu “sağ popülist” denen partiler güç toplayıp hükümetler düzeyinde yönetime bile gelebiliyorlar?
Bu sorunun yanıtı, dergimizin önceki sayılarında yer alan birden fazla makalede, çeşitli yönleri ve boyutlarıyla verilmiştir. Özetin özeti olarak belirtilirse, sadece “popülizm” olarak adlandırılan ve sanki bütünüyle yeni bir ideolojik-politik söylem ve tarzmış gibi gösterilen “sol” ve “sağ popülist” politikaların halkla, kitlelerle, “millet”lerle kurulan ilişkide belirli bir karşılık bulmasının başlıca etkeni, makalenin önceki bölümlerinde de yer yer değinildiği üzere, mali sermaye ve tekellerin çıkarları doğrultusunda ve daha çok kâr için uygulanan ekonomik sosyal politikaların çalışan halk yığınlarının yaşam ve çalışma koşulları üzerindeki ağır ve yıkıcı etkisidir. Bu koşullara ve içinde bulunulan duruma duyulan tepki ve bu durumdan çıkış ya da yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirme arayışı, kendilerine durumları, koşulları ve talepleri üzerinden düzeltme, iyileştirme “kurtarma” vaadiyle yaklaşan parti ve hareketlere ilgi gösterilmesine yol açmış ve açmaktadır. Böylesi durumlarda, proleter kitleleri başta olmak üzere çalışan halk yığınlarının işçi sınıfı partilerine kitlesel akışının kendiliğinden olmayacağı; bunun olabilmesi için sistematik ve kesintisiz devrimci bir çalışma ile işçi sınıfının devrimci dünya görüşünün sınıfın ileri kesimi başta olmak üzere kitlesel bir etki kazanması ve maddi değiştirici güce dönüşecek bir çekim merkezi haline gelmesi gerektiği, sınıf mücadeleleri tarihinin en önemli dersleri arasındadır. Popülist olarak adlandırılan parti ve hareketlerin “at sırtına çıktıkları” dönemin bu bakımdan çarpıcı bir özelliği ise, eskinin devrimci işçi sınıfı partilerinin, sosyalizmin yenilgisiyle birlikte büyük güç kaybı ve revizyonist-reformist çizgide politika izlemekle de kalmayıp doğrudan burjuvazinin saflarında yer tutmaları; fakat yeni devrimci ve Marksist partilerin (bir kısmı eskilerden kopmuş ya da yıkıntıların küllerinden yeniden doğmuştur) de, henüz çalışan halk yığınlarının proleter ve proleter olmayan kesimleriyle güçlü ilişkiler kurup güven oluşturucu bir duruma gelmemiş olmalarıdır. Bu durum süreçsel, yani geçici olmakla birlikte nesneldir de. Bununla birlikte işçi sınıfının sınıfsal birliğini önlemek için bin türlü engel oluşturulmuş; mücadelesine karşı her türden burjuva küçük burjuva ideolojik saldırı daha da yoğunlaştırılmıştır. Başlıca kapitalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerin önemli bir kısmında neoliberal ekonomi politikaların uygulayıcısı konumundaki partilere duyulan güvenin sarsıldığı; onların kendi sorunlarını çözecek durumda olmadıkları anlayışının geliştiği böylesi bir durumda, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirileceği söylemiyle karşılarına çıkan burjuva küçük burjuva partilerin ilgi çekici olmaları şaşırtıcı olmamak gerekir. Sömürülüp ezilmiş olmak dolaysızca sömürüden kurtuluş politikasına götürmez ve proletarya ile kent-kır emekçileri sermaye partilerini deneyerek onlardan umut kestikleri zaman ancak sermaye sistemine karşı alternatif ve kurtuluşçu harekete yönelir ve sosyalizm ile işçi hareketinin kitlesel birleşmesinin koşulları olgunlaşır. Toplumsal yaşamda ve sınıf mücadelesi alanında ekonomiyle politika arasında otomasyon ilişkisi olsaydı, devrimci sınıf partisine de, kitle içinde parti çalışmasına da gerek kalmazdı. Ve politik mücadele alanında güven önemli bir güç ve etkendir; salt “maneviyat” sorunu olmayıp aksine esas olarak değiştirici maddi işlevle ilişkilidir. Syriza, Podemos, ya da Latinlerdeki sol popülist yönetimler ya da “burjuva merkez”den daha sağdaki (Macaristan, Polonya, İtalya, Avusturya, Fransa’da olduğu türden) yabancı düşmanı, şoven ve faşist parti ve hareketler, kitlelerin arayışına “çare bizim politikamızdadır” diye yanıt vererek destek gördüler. Şimdilerde “çare” olmadıkları ve olamayacakları sınanarak öğrenilmektedir. Arayış sürecek ve sahte ya da gerçek alternatiflerle yol alınmaya devam edilecektir. Bu süreçte burjuva ideolojisinin farklı varyantlarıyla yığınlara boca edilmesinden de vazgeçilmeyecektir. “Popülizm” demagojisinin yeni bir ideolojiymiş gibi sunulmasında olduğu gibi!
‘POPÜLİZM’ VE POPÜLİST DEMAGOJİYE KARŞI MARKSİST TUTUM
Tarihin eski çağlarında Platon, demokrasi ile “halk egemenliği” arasındaki ilişkilerden söz ederek, halkın eğitimsizliği ve “övgüye düşkünlüğü”nün onu istismar etmesini bilen otokrat diktatörlerin önünü açma tehlikesine karşı, devletin “erdemli seçkinler”ce yönetilmesinin şart olduğunu söylemişti. Günümüzde ise, devletin sınıflar ve mücadeleleri alanının dışına çıkarılmasını da içerecek şekilde bir “erdemsiz elitler”-“seçkinler” analizi ve sözümona bunların karşıya alınması ve “halk” ya da “millet” iradesinin temsili iddiasıyla ortaya çıkan sağ gerici ve faşist parti ve hareketlerle sol liberal ve reformcu partilerin söylemi “popülizm”; politikaları da “popülist” olarak niteleniyor.
Tarihsel açıdan söylenirse, buraya, çeşitli dünya/toplumsal görüş, hareket ve uygulamalardan geçilerek gelindi. Burjuva demokrasisi, işçi sınıfı ve emekçilere (Lenin’in deyişiyle “çalışan halk yığınlarına”) karşı burjuvazinin sınıf diktatörlüğüdür. Mali sermaye ve tekellerin hakimiyeti altında bu “demokrasi”nin yaldızları dökülüp ikiyüzlülüğü ve biçimselliği iyice açığa çıktı; faşizme tarihsel ve politik sınır çekme olanaksızlığı (bu, farklılıklarının ortadan kalktığı yönündeki anarşizan saçmalıkları doğrulamaz) tecrübe edildi. Halk iradesinin gerçek temsilinin ancak sosyalizm koşullarında mümkün olacağı pratikte kanıtlanırken, kapitalist gericiliğin uluslararası kuşatmasıyla sosyalizm ve halk demokrasisi devletleri yıkıma sürüklendiler. Marksizme karşı liberal oportünist, Troçkist vb. çeşitli “sol” teoriler bu durumu dayanak edindiler. “Popülizm”in, “kitle politikası” ve “demokratik iktidar olanağı” olarak liberal sol övgüye boğulması, tümüyle yeni bir “vakıa” olmamakla birlikte bu koşulların ürünüdür.
“Popülizm”, Latince kökeninden (“populo”-“populus”) hareketle “halkçılık” olarak kavramsallaştırılmış ve popülist politika halkın iradesi ve talepleriyle “elit bir tabaka” ya da “siyasal iktidar seçkinleri” karşıtlığı üzerinden tarif edilmiştir. “Popülizm” üzerine liberal sol yazında popülizm; “halk”, “millet” ya da “kitleler”i, siyasal iktidar tarafından (bu bazen “elitler”, bazen de “otoriter yönetim” şeklinde tarif edilir) karşılanmayan talepleri üzerinden “siyasal özne” alan politika olarak gösterilir. Buna göre, “popülist söylem”, halkı referans alarak talep ve endişelerinin dikkate alındığını ya da alınacağını vaaz eden söylemdir. Bu tür bir genelleme birçok yönden sorunludur. “Popülizm” olarak tarif edilen politika ve ideoloji, her şeyden önce burjuva politik ideolojik çerçeve dışında kendi başına bir varlık göstermez/gösteremez. “Popülizm” üst başlığı altında sıralanan “sol” ve “sağ” popülist politikaların sınıf karakteri (yukarıda bunu göstermeye çalıştık), bunu başkaca kanıt gerektirmez biçimde ortaya koyar. “Popülizm”, belirlilikten ziyade belirsizliğe, netlikten ziyade muğlaklığa işaret eder. “Popülizm”in, “halk”ın ya da “millet”in talepleri ve “iradesi” üzerinden tarifi ve açıklanması, tüm siyaset alanının “popülizm” şemsiyesi altına alınmasını olanaklı kılar.[22]
Kapitalist toplumsal ilişkilerin “sınıfsal belirsizlik” merkezli bu tarifinde, halkın iradesi ve istemleri iddiası, proletaryanın sınıfsal varlığının olumsuzlanması üzerinden kurgulanmıştır. “Popülizm”in “biz” ve “onlar” ayrımı, “biz”i iyi ve doğrunun; “onlar”ı kötü ve yanlışın temsilcisi olarak gösterir. Ne var ki “biz” ve “onlar” işaret zamiri işlevinden farklılaşan somutluk göstermezler; muğlaklıkları, belirlenimsizlikleri ifade ederler ve sınıfsal karşılıkları yoktur. “Biz”in, diyelim ki işçileri ifade etmesi için, “biz işçiler” olarak belirli bir üretim ve toplumsal ilişki içindeki, yaşam ve çalışma koşulları benzerliği ve ortaklığı üzerinden (emekgücünü satarak yaşam gereçlerini edinen ve yaşama olanağını ancak bu koşulla bulabilen) bir araya gelmiş insan topluluklarının göstereni olması gerekir.
“Halk” kavramı, bir nüfus çoğunluğunu, ancak sınıfsal aidiyetleri ve talepleri birbirinden farklı olmakla kalmayıp koşullara bağlı olarak farklılaşan farklı toplumsal kesimlerin heterojen “bütün”lüğünü kapsayıcı bir kullanışa sahip olmakla birlikte muğlaklıklar içeren bir kavramdır. Farklı sınıflardan olup tekelci gericilik tarafından baskı altında tutulan kesimlerin tümü, örneğin, kimi durumlarda “halk” kavramı parantezine alınırken, kimi zaman bu kavram işçi, köylü, kent küçük burjuvazi gibi kısmen daraltılmış kesimleri işaret etmek üzere kullanılır.
İçerebileceği vatandaşların/bireylerin bir tür “toplamı” olan halk, tıpkı bireylerin her birinin farklı iradeleri, amaç ve hedeflerinin olması ve bunların birbirleriyle de çelişmesinin neredeyse kaçınılmaz bir durum oluşturmasına benzer biçimde farklı kesimlerin farklı ve benzer konumlardan –ve yine farklı ve benzer talepleriyle– oluşturdukları bir “yığın”dır. Böylece, halkın iradesi, sonuçta, bu farklı birey ve kesimlerin birbirleriyle de çelişebilen iradelerinin belirli tarihsel süreçlerde ve belirli ortak istemler üzerinden kendilerini ortaya koymalarıyla belirir. Bu durum ve bu “yığın” stabil değil, hareketli ve değişkendir. Gelişme, toplumun giderek birbirinden ayrılan iki büyük toplumsal sınıfa bölünmesi yönünde olmakla birlikte, bu, bir hamlede ve kısa sürede gerçekleşmeyeceği gibi, arada yer alan çeşitli toplumsal kesimlerin saflarındaki değişikliklerle birlikte halkı oluşturan kent ve kır emekçileriyle küçük üretici-küçük burjuva kesimlerin iradelerini ortaya koyma tarz, biçim ve yöntemleri, siyasal-ideolojik tutum ve düşünceleri de değişim gösterir.
“Halk iradesinin temsili” ve siyasal sosyal taleplerinin savunulması iddiasıyla ortaya çıkan küçük burjuva liberal ve reformist hareketlerin sol popülist politikaları kapitalist-burjuva sistem kanalları içinde “solma”ya mahkumken; “sağ popülist” olarak adlandırılan sağ gerici, şovenist ve yabancı düşmanı parti ve hareketler sömürü koşullarının ve sermaye iktidarının kendilerinin yönetiminde sürdürülmesi için çalışır; işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin mücadelesinin önünü kesmeyi hedeflerler. Popülist politikaları “çıkış yolu” olarak gösteren liberal sol teorisyen ve yazarların handikabı, bu durumu göz ardı etmeleri ve burjuvazinin sisteminin “gediklerini kapatma” ve tahkim çabalarına böylece güç vermiş olmalarıdır.
Siyaset yapma ve siyasi alanda var olma iddiasındaki herhangi birey, parti ya da örgütün kendiyle “halk” veya “kitleler” arasında söylemsel ya da pratik-gerçek varlıksal ilişki kurmaksızın siyaset yapması mümkün olmayacağına göre, sınıflar mücadelesi alanında yer alan tüm parti ve “lider”lerinin halk desteğine ihtiyaç duymaları ve buna yönelik bir söylem kullanmaları kaçınılmazdır. Ne var ki, politikanın ve politik-ideolojik mücadelenin zemini ve alanı sınıflı toplumun kendisidir. Herhangi politik ideolojik düşünce ancak Marx’ın “maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi” olarak ifade ettiği ekonomik-toplumsal ilişkiler ve koşullar zemininde şekillenir, anlam ve karşılık bulur. İnsanlık tarihi boyunca insan soyunun üretici etkinliğinin tarihsel sürecinden bağımsız olarak ortaya çıkmış hiçbir düşünsel yaratı olmadığı gibi, bu etkinlik içinde yer alan grup, kesim, sınıf vb. gibi toplumsal kesimlerin damgasını taşımayan, onların çıkarlarıyla şöyle ya da böyle birleşmeyen bir “-izm” de olmamıştır.
Ancak bu böyleyse, politikasını nüfusun ya da kitlelerin belirli kesimlerinin çıkarları, amaç ve hedefleri üzerinden oluşturup ifade etmeyen siyasal oluşum ve partiden söz etmek doğru olmayacaktır. Kuşkusuz faşist veya ırkçı-şoven ve başkaca halk ve “millet”lere düşman bir partinin kitle desteğine ihtiyacıyla bağlı olarak “halkın” ya da “milletin iradesi”nden riyakâr söz edişiyle halkın çeşitli kesimlerinin taleplerini şu ya da bu kapsam ve sınırlıkları içinde savunan liberal reformist “halkçılık” politikası özdeşleştirilemez. Politikalarının sınıf karakteri üzerinden söylenecek olursa, Marksistler işçi sınıfının; devrimci demokratlar küçük burjuvazinin; “sol popülistler” olarak işaret edilenler küçük ve alt orta burjuva kesimlerin; sağ liberal, gerici ve faşist politikacı ve partiler tekelci kesimi başta olmak üzere sermayenin çıkarlarının temsilcileridirler.
İşçi sınıfı ve sosyalist partisi açısından, “tüm halk”ın siyasal özgürlükler ve sosyal-iktisadi talepler için mücadele birliği ve dayanışması, burjuva devlet iktidarına karşı mücadelesini başarıyla sürdürmesi ve zaferle sonuçlandırması açısından temel önemde bir sorundur. Ama bu politika, diğer yandan, burjuvazi ve proletarya arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığını bulandıracak her tür oportünizmin reddini içerir ve gerektirir. Proletarya “doğru bir mücadele sloganı”na sahip olmalıdır. Lenin, Marx’ın öğretisindeki asıl şeyin, “sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkarılması” olduğunu söylemişti.[23]
Rus Narodnikleri “halkçı”ydılar; halkın iradesini savunuyor, Rus köylülüğünü bu iradenin temsil adresi olarak görüyor ve demokratik devrimci dönüşüm için “bireysel terör eylemleri”ne girişiyorlardı. İddiaları, “çalışan halkın ideolojik sözcüsü olmak”tı. “Narodnoya Volya” olarak anılan “Narodnik terörcüler”, Çarlığın devrilmesini, “Halkın sürekli temsilciliği”nin kurulmasını; demokratik özgürlüklerin sağlanmasını, toprakların halka devredilmesini istiyorlardı. Lenin, Rusya işçilerinin tarihsel rolünü anlamayan –ya da anlayamayan– bu “devrimci Narodnizmi”, “küçük burjuva radikal teorisi” halinde yozlaştığını belirterek eleştirdi.
Proletarya partisinin “çalışan insanların en geniş yığınlarıyla”, “çalışan insanların proleter olmayan yığınlarıyla” en yakın ilişkiler kurmasının önemini vurgulayan Lenin, devrimin başarısı ve proletarya partisinin taktik ve stratejik hedeflerine ulaşmasının “yığın hareketi”nin pratik eylemiyle bağlı oluşuna dikkat çekerken, sınıfsal kavramları bulanıklaştıracak oportünist yaklaşımları mahkum eder.[24] Fabrika işçileri başta olmak üzere, işçi sınıfı, emek gücü sömürüsünü olanaklı kılan toplumsal koşullarla üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması için mücadele ederken, genel demokratik istemlerin gerçekleştirilmesinde yararı bulunan “çalışan halk”ın bütün öteki kesimleriyle ilişki içinde, demokratik taleplerini “sahiplenerek” onların burjuva sınıf egemenliğine ve “gerici toplumsal tabaka ve kurumlara” karşı devrimci seferberliğini örgütlemeye çalışır.
Sömürülen ve ezilen insanların “en geniş yığınları” içinde proleter ve proleter olmayan kesimler yer almaktadır ve “halk” kavramı çoğu kez, asıl olarak toplumun bu “en geniş yığınları”nı tarif edecek şekilde kullanılır. Ancak, halkın karşı karşıya bulunduğu sorunlar, “emeğin sermaye tarafından ezilmesi” sorunuyla bağlıdır.
Sosyalizm karşısında “popülizm” burjuva ideolojisi ve biçimlerinden ibarettir ve “sol popülizm”, “halk dalkavukluğu” olarak “ucuz politika”dır! “Sınıfçı olmayan” popülizm, kapitalizme içsel ideolojik-politik söylem ve hedefleriyle burjuva sınıfçılığıdır; burjuva, küçük burjuva sınıf çıkarları platformunda konumlanır. “Halk”ın diğer kesimlerinin yaşam koşullarına ve taleplerine kayıtsız kalamayacak olan proletaryanın çıkar ve hedefleriyle örneğin küçük üretici-küçük burjuva kesimlerin çıkar ve hedefleri aynı değildir. Sosyalistleri ve politikalarını bütün öteki toplumsal sınıf ve kesimlerin çıkarlarının savunucusu parti, örgüt ve politikacılardan ayıran asıl belirleyen budur. Bu belirleyici ayrım, proletaryanın sosyalist mücadele platformu ve politikasını her türden reformist, oportünist burjuva politik-ideolojik dünya görüşünden ayırmakla kalmaz; onun her türüyle karşıt duruma da getirir.
Sosyalistler için işçi sınıfının kurtuluşu aracıyla bütün ezilenlerin toplumsal kurtuluşunun gerçekleşmesi asıl hedeftir. Lenin’in deyişiyle “çalışan halkın proleter olmayan yığınları”nın çıkarlarını da bu temeldesavunurlar. Bu ayırt edici özgünlük çerçevesinde sosyalistler de halkçıdırlar. Ne var ki bu halkçılık, halkın kendi içindeki bölünmüşlüğünün temelini oluşturan farklı sınıfsal çıkarların ve bunlarla bağlı farklı öncelik ve taleplerin gözardı edilmesini gerektirmez. Onlar, sermayeye karşı proletaryanın sömürüden kurtuluşu için mücadelenin, halkın genel demokratik talepleri için mücadele ile bağını kurarlarken, bu mücadelenin farklı içerik ve kapsamını göz ardı etmezler. Bu yönüyle örneğin halka seslenmekle proleter kitlelere seslenmek birbirinden farklılıklar gösterir ve sol popülist bir partinin programıyla proletarya partisinin programı, kapitalist sömürüden kurtuluş gibi belirleyici bir temel hedefe sahip olup olmamak üzerinden ayrışır. “Sol popülizm”, ideolojik olarak sosyalizm olmayıp hatta ona karşıtlığı ifade ettiği gibi, sol popülist siyaset de sosyalizm mücadelesini değil, kapitalizm içi reformist siyaseti ifade eder. Sol popülist politikalar, yürürlükteki ekonomi politikaların eleştirisi üzerinden reformcu iyileştirmeler talep etmelerine rağmen, kapitalist üretim ilişkileri ve toplumsal koşulları aşma özelliği göstermezler.
Bitirirken şunlar söylenebilir:
a-) Burjuva siyasal iktidar sözcüleri başta olmak üzere sermayenin “merkez partileri” ve hükümetlerin yöneticileri tarafından halkın, emekçilerin taleplerini konu edinen (bunun istismar ya da samimiyetle bağlılık gibi birbiriyle tümüyle farklılık gösteren biçimlerini de ayırmaksızın) politik söylemleri “popülizm” olarak suçlanagelmiştir. Bu suçlama, kapitalizmin ve burjuva sınıf iktidarının kendileri tarafından temsili ve sürdürülmesini esas alır.
b-) Her siyasal parti ve hareket kitlelerle ilişki kurmak üzere onların belirli taleplerinden ve içinde bulundukları durumdan söz edip sorunlarını çözme vaadinde bulunarak desteğini almaya çalışır. Söylemlerinin popülist ögeler içermesinden hareketle bütün bu parti ve hareketler popülist olarak görülemez ve nitelenemezler. Kitlelerden, “millet” ya da halktan söz etmelerinden hareketle, şoven gerici ve faşist olanları dahil her türden sağcı ve ‘sol’cu parti ve hareketin “popülist” olarak nitelenmesi bir saptırmadan ibarettir. Sermayenin faşist, neo-Nazi ve başka halklarla milletlere düşman şovenist partileri, “popülist” değil, ırkçı, halk düşmanı ve sermaye uşağıdırlar.
c-) Kitlelere yönelik sadakacı politikaları ve özellikle de Erdoğan’ın “millet” söylemiyle ve de kiminde TÜSİAD’ın büyük holding patronlarına, kiminde “aşağı sınıfları”, “göbeğini kaşıyan”lar olarak küçümseyen burjuva aristokrat tabakadan yazar ve “aydınlar”a karşı çıkışları dolayısıyla, AKP ve Erdoğan’ı “popülizmin Türkiye’deki temsilcisi” gösteren anlayışlar sakattır. Erdoğan ve AKP’nin politik söylemi popülist unsurlar taşımakla ve aynı nedenle de emekçilerin belirli kesimlerinden destek görmekle birlikte, bu parti ve liderliği halkçılığın değil halk karşıtlığı politikasının temsilcisidir. Tekelci sermayenin en gerici ve saldırgan politikalarını faşist bir rejimin inşası yönünde yoğunlaştırma konumundaki bir partinin “popülist” olarak gösterilmesi, işçi sınıfı ve ezilen diğer emekçi kesimlerin karşı karşıya oldukları tehdidi görmelerini engelleyici işleve sahiptir.
d-) İşçi sınıfı ve partisi, tüm sömürülen ve ezilen toplumsal kesimlerin hak ve taleplerinin en tutarlı savunucusudur. Mücadele programının halkçı demokratik unsurlar taşıması, popülizminin değil devrimciliğinin gereğidir. Kapitalist sömürü koşullarının ortadan kaldırılması, ezilen ve baskı altına alınan tüm yurttaşların özgürlüğü ve eşitliğinin teminatı olacaktır ve bunu ancak proletarya gerçekleştirebilir. Mücadelesinin ve taleplerinin kapsamı kapitalizmi aşan tek sınıf odur! “Popülizmi” ve popülist politikaları sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlerin önüne sözümona bir seçenek olarak koymaya çalışan ve “sol”a, sınıfsal olmayan, işçi sınıfının kapitalist üretim koşullarındaki varlığı ve işlevinin özel ve özgün herhangi sınıfsal farklılığı bulunmadığını vaaz eden liberal sol söylem, dayanak olarak aldığı sosyal hareketlerin Latin Amerika ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerindeki siyasal pratiklerince sergilendiği üzere, burjuvazinin sınıf hakimiyeti koşullarını aşma perspektif ve hedefine sahip değildir. Proletaryanın ve onun aracıyla tüm ezilenlerin kurtuluşu ise, gerçek o ki, ancak kapitalist sömürü koşullarının, kapitalist toplumsal ilişkilerinin aşılmasıyla mümkündür. Marksizm-Leninizm, bunun yol, yöntem ve araçlarını gösteriyor.
[1]Akyol, T. (2017) Popülizm nedir?, Hürriyet Gazetesi, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/taha-akyol/populizm-nedir-40570199
[2]Akyol’un, Müller’den özetleyerek aktardığı bölümde günümüz “popülizmi”nin özellikleri ; a-) halkın tek temsilcisi olarak kendisini işaret eder; b-) kendi dışındakileri “illegal” görür; anti-elitist olması aslında anti-çoğulcu olmasındandır. Demokrasinin çoğulculuk prensibini benimsemez; c-)Popülistler “halk iradesi”nin serbest tartışmalarla oluşmasını benimsemezler, çünkü “gerçek halk” kendileridir ve halk iradesi kendilerinin iradesidir. (Akyol burada, Müller’in, seçim kaybettiklerinde Fransız Le Pen ve Macar Orban’ın ‘seçimleri millet kaybetti’ diye konuştuklarını örnek verdiğini belirtir.) d-) Devleti işgal ederler. Halkın yegâne temsilcileri olma iddiasıyla “sivil toplum”a baskı yaparlar. Siyaset anlayışları dışlayıcıdır. e-) “Popülizm bu özellikleriyle sadece liberalizme değil, demokrasiye karşı da bir tehlike olup devleti ve siyaseti halka daha yakın hale getiren bir akım değildir” şeklinde sıralanır.
[3]Barış Yetkin (Dr.)yetkinbari[email protected] ISSN:1308-3198 Erciyes İletişim Dergisi “akademia” 2016 Cilt (Volume): 4, Sayı (Number): 3, (68-82)akademia
[4]Akyol’un yanı sıra birçok liberal sol yazar ve politikacının “popülizm” tarifi ve eleştirisi AKP ve lideri Erdoğan’ın manipülatif söylemini de kapsar. Akyol, Çavuşoğlu’nun sözünü anımsatmasına rağmen, “halkın yegâne temsilcisi olma” iddiası ve yargının ele geçirilmesi gibi eleştirilerinin hedefinde AKP de yer alır.
[5] Finchelstein, Faşizmden Popülizme, sf. 13
[6] Finchelstein, Faşizmden Popülizme, sf. 14
[7] Finchelstein, Faşizmden Popülizme, sf. 15
[8] Finchelstein, Faşizmden Popülizme, sf. 16
[9] Finchelstein, Faşizmden Popülizme, sf. 17
[10] Finchelstein, Faşizmden Popülizme, sf. 18
[11] Finchelstein, Faşizmden Politikaya, sf. 15-16
[12]Aktaran İnsel, A. (2014) Laclau, popülizm ve Erdoğan, Radikal 2, http://www.radikal.com.tr/radikal2/lacla
[13] Laclau, Popülist Akıl Üzerine, sf. 171
[14]Laclau-Mouffe’ın “Hegemonya ve Sosyalist Strateji”de ileri sürdükleri görüşlerin eleştirisi ayrı bir makalenin -belki de kitabın- konusudur.
[15] Laclau, Popülist Akıl Üzerine, sf. 9
[16] Laclau, Popülist Akıl Üzerine, sf. 18
[17] Laclau, Popülist Akıl Üzerine, sf. 145, vurgu yazara ait
[18] Laclau, Popülist Akıl Üzerine, sf. 10-11
[19] Laclau, Popülist Akıl Üzerine, sf. 99
[20] Aktaran Jäger, Popülizm Savaşlarının Ön Saflarında
[21] “Eğer Küba devrimi devam ediyorsa” diyor Raby, “bunun nedeni, kesinlikle onun sosyalizminin birçok önemli açıdan diğerlerinden farklı olması ve gerçekleştirdiği devrimin farklı köken ve karakteristiklere sahip olmasıdır.” Raby, Venezuela’daki başarıyı, “Sosyalist bir partinin önderlik etmediği, sosyalist bir program ya da ideolojiye sahip bulunmayan (ya da yakın zamana kadar sahip değilmiş görünen), başında geniş ve bir ölçüde şekilsiz bir halk hareketine önderlik eden karizmatik bir kişilik bulunan, eski bir askerin liderlik ettiği” bir hareket olmasıyla ilişkilendirir. Ona göre, Şili’de Allende’nin başkanlığındaki “Halk Cephesi (Unitad Popular)”, “alışılmış Marksist bir ideoloji”yi benimsediği, Sol’un “geleneksel siyasal partilerinin oluşturduğu bir koalisyon” olduğu ve “bireysel olarak karizmatik” olmayan bir liderin yönetiminde olduğu için başarılı olamamıştı! (Raby, Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, sf. 37)
[22] “Halk” kavramını bin türlü eğip bükerek sınıf kavramlarının üstünü örtecek şekilde kutsayan küçük burjuva devrimci demokratlarıyla aynı kavramı, “alt sınıfları”, “ayaktakımı, akılsız ve cahil yığın” olarak tarif eden sermayenin asalak ve rantiye tabaka mensuplarının (medya bürokrasisi bu tabaka içinde etkin bir bölük oluşturur) “halka yabancı” ve karşı tutumları bir yana bırakılırsa, halk; halkla ilişkiler, halkın talepleri ve halk iradesi sorunu, politik mücadele alanında yer alan her sınıf ve parti için, amaç ve hedeflerine ulaşmada, kayıtsız kalamayacağı, daha doğrudan söylenirse, bulunduğu ve durduğu sınıfsal konum ve politik platformdan ilişkili olmak zorunda kaldığı en önemli sorunlardan biri olagelmiştir. Bülent Ecevit bir dönemler “Ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen!” ve “Toprak işleyenin, su kullananın!” şeklinde sloganlaştırdığı politik söylemiyle işçi ve emekçilerin saflarında ve tekellerin baskısı altındaki üretici kesimlerde büyük bir hayranlık uyandırmış, “Karaoğlan” nitelemesiyle sahiplenilmiş ve kısa bir dönem için de olsa hükümeti kurma düzeyinde halk desteği görmüştü. 1970’li yıllarda askeri cuntaya da karşı çıkan Ecevit, “Sol popülizm”in önemli bir figürü olarak gösterildi. Ancak sonraki süreçte, özellikle milliyetçi-şoven bir hat üzerinden tekelci burjuvazinin “neo-liberal” politikalarına bağlanmaktan kurtulamadı. Süleyman Demirel, “benim işçim, benim köylüm, benim memurum” söyleviyle meşhurdu. Ancak izlediği politikaları belirleyen, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarıydı. Johnson’la çektirdiği fotoğrafla politikaya girmiş, IMF-Dünya Bankası kararları olarak bilinen 24 Ocak neo-liberal saldırganlığının uygulanabilmesi için “askeri cunta”yı işaret etmişti. Özal, Dünya Bankası bünyesinde çalışan bürokratlardan biriydi; neo-liberal ekonomi politikalarını acımasızca uygularken, siyaset alanında “dört eğilimi” birden temsil ettiğini söyleyecek denli de manipülatif bir “politika madrabazı”ydı.
[23] Lenin, V. İ. (1997) Marx, Engels, Marksizm, Çeviren: Vahap Erdoğan, Ankara: Sol Yayınları, sf. 89
[24] Lenin, V. İ. (1996) Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal demokratlara Karşı Nasıl savaşırlar?, Ankara: Sol Yayınları.