İhsan Çaralan

 

21. yüzyılın ilk 20 yılında, emperyalistler arası paylaşım mücadelesinin geliştiği kriz bölgelerinden birisi, hatta birincisi, Akdeniz’in güneyinde Fas’tan başlayıp Afganistan, Pakistan’a kadar uzanan, “geniş” Ortadoğu’ydu. “Genişletilmiş Ortadoğu”nun en sıcak kriz dönemi, AB’nin Irak’ı işgal etmesiyle başlayan, emperyalistlerin ve yerli gericiliklerin IŞİD, El Kaide, HTŞ, ÖSO… gibi cihatçı terörist örgütler üstünden birbiriyle de savaştıkları Suriye iç savaşı oldu.

Bugün, büyük ölçüde Suriye iç savaşının sonuna yaklaşılırken, hesaplaşma Libya ve Doğu Akdeniz’i de kapsayarak derinleşti ve Libya, enerji kaynakları ve deniz yetki alanlarının paylaşım mücadelesinde Türkiye’nin önemli aktörlerden biri olduğu kriz bölgesine dönüştü. Doğu Akdeniz’deki bu paylaşım mücadelesi; Mısır, Libya, Suudi Arabistan (SA) ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin de dahil olduğu ve aynı zamanda Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, Fransa, İtalya, Rusya ile bir adım geriden ABD ve İngiltere’nin, elbette NATO’nun da içinde yer aldığı bir bölgesel egemenlik mücadelesidir aynı zamanda. Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesinden beri Avrupalı emperyalistler ile Rusya arasında en sıcak sorun olan Ukrayna konusu da, geçtiğimiz aylar içinde, Rusya ve NATO’nun askeri güçlerinin karşı karşıya gelmesiyle yeniden ısındı ve dikkatlerin yeniden bu bölgeye çevrilmesine neden oldu.

NATO’nun “Defender Europe 21” adı verilen çok amaçlı tatbikatının hazırlıkları sırasında Rusya da, Kırım ve Ukrayna sınırına yığınak yaparak, Baltık’taki güçlerini hareketlendirdi. Böylece zaten ısınan bölge biraz daha ısındı. Bu gelişmeler; Biden’ın ABD Başkanı olmasıyla güçlerini yeniden organize etme çabasına giren Batılı emperyalistler ile Rusya emperyalizmi arasındaki paylaşım mücadelesinin ‘genişletilmiş Ortadoğu’ ile Avrupa’yı birlikte kapsadığının işaretidir.

Krizin başlıca üç merkezi etrafındaki gelişmeler; Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu arasında hem 70 yıllık bir NATO ülkesi hem de Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin (GOP ya da BOB) en önemli ülkelerinden Türkiye’nin 2007’den itibaren yöneldiği Yeni Osmanlıcı proaktif dış politikasının çok yönlü açmaza sürüklenmesinin nedenlerini de görülür hale getirdi.

Elbette ki bu yazı, bu geniş coğrafyadaki bütün gelişmeleri açıklamak iddiasında değil, ama bir adım gerisinde Çin emperyalizminin de bulunduğu Rusya ile Batılı emperyalistler arasındaki mücadelede Erdoğan yönetimi altındaki Türkiye’nin pozisyonu ve dış politikasının nasıl karşılık bulduğu gösterilmeye çalışılacak.

 

RUSYA’YI BATIDAN KUŞATMA VE UKRAYNA KRİZİ

2021’in başından itibaren ABD, Avrupalı emperyalistleri de yanına alarak, Rusya’yı batıdan kuşatmaya girişti. Baltık ve Karadeniz uzun zamandır olmadığı kadar yoğun askeri hareketliliğe sahne oldu; olmaya da devam ediyor.

Bu hareketliliğin görünür nedeni, Ukrayna’nın NATO üyeliğine başvurması ve NATO’nun da bu başvuruya yeşil ışık yakarken, Rusya’nın herhangi bir müdahalesine karşı Ukrayna’ya destek vereceğine dair teminat vererek, Ukrayna’yı cesaretlendirmesiydi.

Oysa Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesinden beri Rusya’nın yumuşak karnıydı. Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra Polonya, Romanya, Bulgaristan Çekoslovakya (Çekya ve Slovakya) gibi eski Varşova Paktı ülkesi NATO’ya girerken, Rusya’dan çok da itiraz yükselmemişti. Ancak Ukrayna Rusya’nın ‘ulusal güvenlik stratejisi’ kapsamında çok önemliydi ve bu yüzden Rusya Ukrayna’nın talebine çok sert tepki gösterdi.

Batılı emperyalistler ve NATO Ukrayna’da 1990’ların başından beri sağcı-faşist güçleri açıkça desteklerken, Rusya da DONBAS ve DONESK gibi Ukrayna’nın doğusundaki özerk halk cumhuriyetlerini destekleyerek, Ukrayna Hükümeti üstündeki baskısını artırmaktaydı. Nitekim, 18 Mart 2014’te yapılan bir referandumla, SB’nin dağılması sonrasında Ukrayna’da kalan Kırım, Rusya’ya bağlandı. Son yıllarda Ukrayna’da Rusya’ya yakınlık gösteren özerk bölgelerin de ayrılma eğiliminin güçlenmesi ile birlikte Kiev Hükümetinin bu bölgelere askeri birlikler sevk etmesi ve yerel yönetimler üzerindeki baskıyı artırması da gerilimi büyüttü. Özerk cumhuriyetlerde Kiev güçleriyle yerel halk güçleri arasında çatışmalar çıkmaya başladı. Böylece NATO’ya girmek isteyen ve NATO’dan da destek alan Ukrayna, Rusya ile Batılı emperyalistler ve Kiev Hükümeti ile özerk cumhuriyetler arasındaki gerilimlerin giderek büyüdüğü bir coğrafyaya dönüştü.

31 Mart’ta (2021) NATO ve Rusya savaş uçakları Baltık ve Karadeniz’de tehlikeli bir biçimde ‘it dalaşı’ konumuna geldiler. NATO’dan yapılan açıklamaya göre, Karadeniz üzerindeki Rus savaş uçaklarına yönelik önleme uçuşu için Türkiye, Romanya, İtalya ve Bulgaristan’dan NATO’ya ait savaş uçakları havalandırılmıştı. Açıklamada şimdiki karşılaşmanın her yıl yüzlercesi yapılan önleme uçuşlarından daha ileri kapsamda olduğu bildiriliyordu.

Bu dalaş yaşanırken, Rusya tank, top, zırhlı araçlar gibi ağır silahlarla donatılmış 40 bin askerini Ukrayna-Rusya sınırına, bir o kadarını da Kırım’a sevk etmeye başladı. Buna tepki gösteren NATO’ya Rusya’nın cevabı “Kendi topraklarımızda askerimizi istediğimiz yere sevk edebiliriz” oldu. Dahası Rusya, Hazar Denizi’ndeki donanmasından 10 savaş gemisini Karadeniz’e aktardı ve bir tatbikat başlattığını duyurdu.

Ukrayna-Rusya arasındaki gerilim tırmanmaktayken, Putin 9 Nisan’da Erdoğan’ı telefonla aradı. Bu telefon görüşmesi üzerine Kremlin’in yaptığı açıklamada, Putin’in Türkiye’den, Boğazlardan geçen batılı ülkelerin savaş gemileri konusunda daha özenli olmasını istediği belirtiliyor ve Montrö’nün Rusya için önemine değinilerek, Kanal İstanbul’un Montrö rejiminin dışında olamayacağına dikkat çekiliyordu.

Putin’in telefonundan bir gün sonra (10 Nisan’da), Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, İstanbul’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’la buluştu. Erdoğan, düzenlenen ortak basın toplantısında, Türkiye’nin Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini desteklediğini ve Kırım’ın ilhakını tanımadığını ve tanımayacaklarını da belirterek, Putin’in hoşnut olmayacağı şeyler söyledi. Erdoğan’ın “İşbirliğimiz hiçbir surette üçüncü ülkelere karşı bir girişim değildir” demesi de durumu kurtarmadı. Çünkü Türkiye Kırım’ın Rusya tarafından ilhakından beri; Rusya karşısında Ukrayna’ya diplomatik alanda tam destek vermenin ötesinde, İHA ve SİHA’lar başta olmak üzere silah ticareti ve “savunma işbirliği anlaşmaları” da yaparak, batılı emperyalistleri hoşnut eden, ama Rusya’yı da aynı ölçüde rahatsız eden ilişkilere girmişti.

Böylece Türkiye, NATO üyeliğinin gerektirdiğinden daha ileri giderek ve Ukrayna’nın yanında somut adımlar atarak, bu konuda en kararlı ülke olduğunu göstermiş oldu. Ukrayna’ya bu yakınlık, Rusya ile daha önce başlayan ilişkilerdeki soğumayı artırıcı bir rol oynadı.

 

BATI CEPHESİNDE CİDDİ ASKERİ HARETLİLİK VAR!

Ne Ukrayna’nın NATO’ya üye olmak için girişimde bulunduğu ’90’lı yıllarda, ne Ukrayna’da batılı emperyalistlerden yana güçlerin Kiev sokaklarında barikat kurduğu zamanlarda, ne de Kırım 2014’te Rusya tarafından ilhak edildiğinde ABD ve batılı emperyalistler ile Rusya arasındaki gerilim bu ölçüde çok yönlü ve şiddetli olmuştu! Ne de Karadeniz şimdi olduğu kadar ısınmıştı!

Rusya ve batılı emperyalistler arasındaki kriz yeni bir gelişme değil. 30 yıl öncesine kadar gider. Fakat öncesi bir yana, Trump’ın, başkanlık koltuğuna oturduktan hemen sonra Rusya ve Çin’i açıkça düşman ilan ederek geliştirdiği “Ulusal Güvenlik Stratejisi”yle birlikte, emperyalist güçler arasındaki mücadelenin daha da sertleşmesi ve bu sertleşmenin Ortadoğu’da, Pasifik’te ve Avrupa’da ekonomik, siyasi ve askeri rekabeti şiddetlendirmesi bekleniyordu.

Nitekim Trump Çin’le ticaret savaşlarını başlattı ve ABD, Barack Obama dönemindeki AB Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso’nun girişimleriyle başlayan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’ndan çekildi ve Avrupa’yı da karşısına aldığı bir politikayı öne çıkardı.

Trump, Avrupa’nın NATO’ya ilişkin vaatlerini ve ekonomik katkılarını yerine getirmediği takdirde ABD’nin de getirmeyeceğini Avrupalı liderlere ilan etti. Bu, Çin ve Rusya ile sertleşen bir mücadele içindeki batılı emperyalistler arasında da her kafadan ayrı bir sesin çıktığı bir sürecin de yolunu açtı.

Nitekim 7 Kasım 2019’da The Ekonomist’e konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ABD’nin Suriye’nin kuzeyindeki güçlerini müttefikleriyle görüşmeye gerek duymadan çekeceğini ilan etmesini eleştirerek, “Avrupa ülkelerinin savunmalar için artık NATO ve ABD’ye güvenemeyeceğini” söylüyor ve “Şu an deneyimlediğimiz şey, NATO’nun beyin ölümüdür diyordu.

Yeni başkan Biden’ın, Trump’ın aksine, Rusya ve Çin’le ilişkileri daha ılımlı bir çizgiye çekmesi, yaptırımları gözden geçirmesi ve sorunları “kurumsal” görüşmelerle çözme yöntemi izlemesi bekleniyordu.

Ancak Biden bu beklentileri boşa çıkarmakla kalmadı; Rusya’nın önünü kesmek amacıyla AB’yi de yanına alıp, batılı emperyalistlerin en büyük savaş örgütü olan NATO’nun etkinliğini artırma yoluna girerek, kılıcı kınından çıkardı.

Bu çizgi doğrultusunda, hazırlıkları Biden’ın koltuğa oturmasından itibaren başlayan ve Mayıs-Ağustos ayları arasında gerçekleştirileceği duyurulan “Defender Europa 21” tatbikatı, askeri güçlerin yetenek ve imkanlarının sınanıp geliştirileceği sıradan bir tatbikat değildir. Aynı zamanda ABD’nin NATO’daki müttefikleriyle ilişkilerini perçinleyerek onları hizaya sokan çok hedefli bir tatbikat olarak planlanmıştır.

Defender Europe 21” tatbikatının daha “hazırlık safhası”nda;

  • Ukrayna’nın NATO’ya girme başvurusunun alınması ve Doğu Ukrayna’daki özerk cumhuriyetlere yönelik askeri operasyonların başlatılması,
  • Ukrayna’ya Rusya karşısında güvence verilmesi ve buna; enerji ihtiyacını büyük ölçüde Rusya’dan (Kuzey Akımı boru hattı) karşılayan ve bu ülkeyle özel ilişkiler geliştiren Almanya, ABD’nin NATO içindeki muhalifi olarak bilinen Fransa ve yine Rusya ile ortak kültürel ve dini bağlara sahip Ortodoks Yunanistan ve Kıbrıs’tan bir itirazın gelmemiş olması,
  • NATO’nun Avrupa’daki üslerinin yenilenip güçlendirilmesi; Yunanistan Kırcali’de yeni ve büyük bir üssün inşa edilmeye başlanması,
  • NATO ve ona biçilen misyona uygun olarak Avrupalı müttefiklerin ABD ile ilişkilerinin koordineli hale getirilmesi,
  • 26 NATO üyesinin yanı sıra Karadeniz’de kıyısı olan Ukrayna ve Gürcistan’ın da tatbikata katılması ve Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan’daki NATO üslerinin güçlendirilmesinin de işaret ettiği gibi Karadeniz’i bir NATO gölü yapma mesajının verilmesi,
  • Rusya’ya doğrudan, Çin’e de dolaylı meydan okunması,
  • Her ülkedeki anti emperyalist güçlere bir gözdağının verilmesi

bu tatbikatın başlıca amaçları arasında yer almıştır.

Kısacası Biden yönetimi, Trump döneminden farklı olarak, emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinin bugün geldiği aşamada Rusya ve Çin’in etkinlik alanlarını genişletip yayılmalarının karşısında batılı diğer emperyalistlerle koordineli hareket etmeyi öne çıkarmış ve bunun için de NATO’yu yeniden etkinleştirmiştir. Böylece bütün batılı emperyalistlerin ortak hareketinin amaçlandığı bir döneme girilmiştir.

 

ORTADOĞUDA NELER OLUYOR?

1990’ların başındaki “küreselleşme; barış ve refah içinde bir insanlık toplumu, sosyalizmin amaçlarının kapitalist sistem tarafından gerçekleştirileceği” ve “terörizme karşı savaş” gibi iddialar etrafında yürütülen gürültülü propagandaya, 24-28 Şubat 1991’de, ABD öncülüğünde 28 ülke (koalisyon güçleri) tarafından Irak’ın güneyinin işgal edilmesi eşlik etti.

Bu parlak kavramların sahadaki karşılığı, ülke işgalleri ve rejim dayatmalar olmuştu. “Evrensel barış, refah içinde kapitalist dünya” gibi iddiaların içeriği Kautsky’nin “ultra emperyalizm”, Japon asıllı bir Amerikan tarihçisi olan Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”, Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” kuramlarıyla oluşturulmaktaydı.

Küreselleşmeye övgü ve ona meşruiyet kazandırma amaçlı propaganda, 90’lı yıllarla 2000’li yılların ilk 10 yılını çokça meşgul etti. Bu dönemde yaşananlar ise, bütün bu parlak propagandaları boşa çıkardı.

  1. Kapitalist dünyada sosyalizmin baskısı ve işçi sınıfının mücadelesinin kazanımları olan emekçi sınıfların sosyal haklarının ve “sosyal devlet”çi reformların tasfiyesi, kamu işletmelerinin, kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi;
  2. SB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle ortaya çıkan yeni pazar ve yatırım alanlarının ABD’nin liderliğindeki batılı emperyalistler tarafından ele geçirilmesi;
  3. Medeniyetler çatışması teorisinde dünyada ileri medeniyetler (Hıristiyan-Yahudi batı medeniyeti) ile geri medeniyetler (İslam medeniyeti) arasında kaçınılmaz olduğu ileri sürülen savaşın (insanlığın beka savaşının) aslında emperyalistlerin enerji kaynakları ve nakil yollarının kontrolünü ele geçirme mücadelesinin kılıfı olduğu görüldü ve NATO’nun bu amaçla güçlendirilip yeni üyelerle genişletildiği, Avrupa dışında misyonlar üstlenecek biçimde konumlandırıldığı… ortaya çıktı.

Küreselleşme”nin ne olup olmadığı tartışmalarının yanı sıra emperyalistler ve yerli işbirlikçilerinin politikalarına karşı mücadeleler giderek kitleselleşip yayılırken, 11 Eylül 2001’de El Kaide’nin Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine saldırısından hemen sonra Afganistan, sonra da Irak ( 2003 Mart’ında), ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri tarafında işgal edildi. Bu işgalle Ortadoğu’nun “yeni dünya düzeni”nin ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmesinin ABD ve batı emperyalizminin başlıca gündemlerinden biri haline geldiğini gösteriyordu. 2004’ten itibaren Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), sonraki yıllarda da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP), ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden düzenleme “projesi” olarak uygulanmaya sokuldu.

ABD ve batılı emperyalistlerin yanı sıra, kendisini toparlayan Rusya ve yayılmasını kendi tarzında istikrarlı bir biçimde sürdüren Çin, değişik yöntemlerle, Arap halklarının isyanlarını bahane ederek Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan bölgeyi emperyalistler arası paylaşım mücadelesinin en sıcak kriz alanlarından birine (Diğeri Pasifik bölgesidir) dönüştürdü.

Nitekim IŞİD, nispeten kısa süre içinde, 2011’de Irak’ın üçte birini ve Suriye’nin neredeyse yarısını ele geçirerek “Irak Şam İslam Devleti”ni ilan etti. Ama asıl, iç savaşla birlikte Suriye, Rusya ve batılı emperyalistlerin yanı sıra bölge gericiliklerinin de (İran, SA, SAE, Türkiye, Katar …) birbiriyle boğazlaştığı bir alana dönüştü. İran’ı da yanına alan Rusya, hem bu ülkedeki üslerini yenileyip güçlendirdi, hem de İran’dan Yemen’e kadar uzanan Şii Hilali’nde önemli bir itibar ve etkinlik kazanmış oldu.

ABD’nin ve batılı emperyalistlerin bu durum karşısındaki hamlesi; Suriye’de PYD-SGD ile yakınlaşıp, Kürt güçlerini destekleyerek bölgedeki askeri varlıklarına meşruiyet kazandırmak, Irak’taki üslerini güçlendirmek, Katar’ı “Amerikan Merkezi Kuvvetler Komutanlığı” CENTCOM’un merkezi olarak tahkim ederken, Bahreyn, Kuveyt, BAE ve Suudi Arabistan’daki üslere yığınağı artırmak ve bölgedeki müttefiklerle ilişkilerini yenileyerek Rusya ve Çin’in (İran’ın da) bölgede yayılmasının önüne set çekmek için konumlanmak oldu.

İran’la birlikte olan Rusya etkisini artırırken, Suriye’de etkisiz kaldığını gören ABD, bir yandan PYD ve SDG’ye “destek verme” adı altında bölgede üsler kurarken, öte yandan da Ortadoğu’daki müttefiklerine ayar vermek için çıpayı Filistin’e yerleştirdi.

6 Haziran 2017 günü kameraların karşısına geçen Trump, Netenyahu ile yaptığı, bağımsız ve demokratik Filistin mücadelesinin kazanımlarını, arkadan dolanarak yok eden antlaşmayı “Yüzyılın Antlaşması” olarak ilan etti. Bu anlaşmaya göre Kudüs İsrail’in başkenti olarak tanınıyor ve ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınacağı açıklanıyordu.

Trump’ın açıklaması, “İslam dünyasında”, Filistin’le ilgili konularda her zaman olduğu gibi, gürültülü, ama geçekte bir karşılığı olmayan tepkilerle karşılandı. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ), Türkiye’nin (Erdoğan’ın) başkanlığında toplanıp sert açıklamalar yaptı!

Trump ve ABD yönetimi ise durmadı; bölgede artan İran etkisini gerekçe göstererek, 2018 yaz aylarından itibaren, içlerinde Mısır, Ürdün ve Körfez ülkelerinin bulunduğu yeni bir siyasi ve askeri ittifak kurmak için harekete geçti. Medyada “Arap NATO’su” olarak da adlandırılan, kısa adı MESA olan “Ortadoğu Stratejik İttifakı” (Middle East Strategic Alliance) projesi etrafında girişimler başlattı.

NATO’nun Arap versiyonu olması hedeflenen bu ittifakın; füze savunma, askeri eğitim, anti terör, bölge ülkelerinin ekonomik ve diplomatik ilişkilerini desteklemek gibi başlıklarla işbirliğini güçlendirmeyi amaçladığı iddia ediliyordu.

Ancak “Arap NATO’su”, pek çok Trump girişimi gibi, sonuna kadar götürülemedi. Ancak, “Yüzyılın Anlaşması” ve “Arap NATO’su” amaçlı attığı adımları ve kurduğu ilişkileri, ABD; Mısır, Ürdün, BAE, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri üzerinden İsrail’le ilişkilerin “normalleştirilmesi” sürecine dönüştürdü. Sudan, Cezayir, Libya’nın da İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye yönelik adımlar atacağı haberleri gelirken, Fas, Mısır, Ürdün ve BAE’den sonra İsrail ile normalleşme anlaşması imzalayan (10 Aralık 2020) 4. ülke oldu. Üstelik bu anlaşmayı imzalayan Fas Kralı Hasan Müslüman Kardeşler geçmişine sahip bir kişiydi!

Böylece İsrail’in Arap-İslam dünyasındaki meşruiyet sınırları 1948’den beri hiç olmadığı kadar genişledi. Böylece, ABD’nin İran ve Rusya’nın yayılmasına karşı oluşturmak istediği “set” için de önemli bir hamle yapılmış oluyordu.

Ortadoğu’da bu önemli gelişmeler olurken, ABD’nin bölgede kurmak istediği düzenin istikrarı için amaçladığı “üçgeni”, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey kurdu. “Ortadoğu’da İsrail’le Arap ülkeleri arasında normalleşme anlaşmalarının ardından ABD’nin Mısır, İsrail ve Türkiye arasında bir anlaşmayı memnunlukla karşılayacağını” belirten Jeffrey, “Bu konuda özellikle Türkiye tarafında bazı işaretler gördük. Joe Biden yönetimi de bunu destekler” diyordu.

ABD’nin Ortadoğu’daki bu girişimleri sürerken, uzunca bir zamandan beri Doğu Akdeniz’de enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda atılan adımların dışında kalan Türkiye’nin, sahaya savaş uçakları ve savaş gemileri eşliğinde, sismik araştırma ve sondaj gemileri göndererek, herkese meydan okuyarak girmesiyle, Doğu Akdeniz de, bölgedeki sıcak noktalardan birisi oldu.

Türkiye’nin müdahalesiyle Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımı mücadelesi “Kıbrıs sorunu”, Yunanistan ve Türkiye arasındaki “Ege adaları” sorunlarıyla da birleşince, Yunanistan‘la Türkiye arasında arka arkaya çıkarılan Navtex ilanları, savaş gemileri ve savaş uçaklarının da katıldığı tatbikatlarla sürdü. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımı sorunu, Türkiye ile; arkalarında ABD, AB ve NATO’nun da giderek daha da açıktan yer aldığı Yunanistan, Fransa, Kıbrıs Cumhuriyeti, İsrail arasında ve hatta Mısır, BAE, SA’nın da yer aldığı bir mücadeleye dönüştü.

30 Aralık 2020’de Yunanistan ile İsrail askeri işbirliği anlaşması yaptı. Anlaşmaya Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de katılacağı açıklandı. Kıbrıs’taki Kalamata’da kurulacak üsse de İsrail’den alınacak “dron sürüsü”nün üslendirileceği belirtiliyor. Suudi Arabistan jetleri Girit Adası’na yönelirken, İsrail’in Doğu Akdeniz’de yürüttüğü Noble Dina tatbikatına Fransa ve Kıbrıs’ın da katıldığı açıklaması geldi. Doğu Akdeniz’de 2020 Ağustosu’nda Yunanistan, Kıbrıs, Fransa, ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ortak tatbikatından sonra, Mart 2021’de Suudi Arabistan’ın Girit’te üslenen savaş uçaklarının katıldığı bir tatbikat gerçekleşti.

Yunanistan Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yer alan açıklamada; “Yunanistan Genelkurmay Başkanlığı uzun vadeli olarak, Girit Adası’nın stratejik öneminin artırılmasını; bölgeyle ilgilenen ve bunu uygulamaya koymayı arzu eden müttefik ve dost ülkelerle işbirliği için bir cazibe merkezi haline getirilmesini planlamaktadır” deniliyordu. Yunanistan ve Kıbrıs’ın Suudi Arabistan, BAE ve İsrail’le girdikleri ilişkiler, sadece Yunanistan ve Kıbrıs’ın konjonktürel ve kendi “milli” ihtiyaçlarıyla sınırlı ilişkiler değildi. Yunanistan ve Kıbrıs’ın girişimlerinin Türkiye’nin bölgedeki askeri hareketlerine yanıt olmasının ayrıca bir önemi var, ama bu girişimler, daha çok ABD ve Fransa’nın, dolayısıyla batılı emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarının korunmasının dayanağı olarak önem kazanıyor.

Kısacası, BAE ve Suudi Arabistan (bunlara Mısır’ı ve Körfez emirliklerini de dahil etmeliyiz) gibi merkez Ortadoğu ülkeleri, NATO üyeleri olan Yunanistan, Fransa, İtalya ile birlikte Doğu Akdeniz’de tatbikatlar yapmaktalar. Bir “Arap Nato’su” kurulmadıysa bile, NATO’nun muhtemel bir “Arap NATO’su” bileşenlerini kendisine yaklaştırmada önemli bir adım attığını söyleyebiliriz ki, bu ülkeler, Erdoğan yönetiminin yeni Osmanlıcı girişimlerinin önemli dayanaklarıdır. Ama ‘mekanın sahibi’ duruma el atmıştır!

Bu gelişmelerden sonra, NATO’nun başlıca sorunlarının ve hedeflerinin de yeniden kapsamlı biçimde tartışılacağı belirtilen Haziran Zirvesi’nde NATO’nun Suudi Arabistan, Mısır, BAE merkezli Körfez ülkeleriyle ilişkilerinin gündeme gelmesi ve bazı “ilkesel” kararların alınması sürpriz olmayacak.

 

TEK ADAM YÖNETİMİNİN YENİ OSMANLICILIĞIN SONUÇLARI

SB’nin sahneden çekilmesiyle ortaya çıkan boşluğu, ABD’nin patronluğunda, “küreselleşme” adı altında “tek kutuplu barış içinde bir dünya olarak yeniden kurma” iddiasının kısa sürede emperyalistler arasında yeniden paylaşım mücadelesinin keskinleşmesiyle hayal olduğu ortaya çıktı.

Yer ve zamana göre; ABD ile Rusya, AB ile Çin, Çin’le Rusya, ABD ile batılı müttefikleri ya da Avrupalı emperyalistlerin, kendi aralarında ortaya çıkan rekabet ve mücadeleler, Pasifik’te Çin’le ABD, Ukrayna ve Ortadoğu’da ise ABD ve batı emperyalistlerle Rusya arasında mücadeleler olarak sürmektedir.

70 yıldır NATO üyesi, 19 yıldır da AKP-Erdoğan iktidarının yönetimindeki Türkiye, kuzeyinde Ukrayna krizinin olduğu Karadeniz’le, güneyinde Ortadoğu ile çatışma bölgelerinin ortasında yer almaktadır.

Türkiye, 2. Dünya Savaşı sonrasında NATO’ya girerek, batı emperyalizminin SB’ye ve komünizme karşı mücadelesinin “ileri karakolu” olma görevini canla başla yerine getirmişti. Arada, “Kıbrıs sorunu”yla ilişkili kimi dönemsel sorunlar yaşansa da Türkiye ittifakın en sadık, en ikirciksiz üyesi olmayı sürdürdü.

Birinci Körfez Savaşı sırasında Irak’ın güneyini işgal eden ABD’nin Körfez’deki üslerini tahkim etmesine tam destek verdi. Aslında işgale doğrudan katılmayı da istiyordu, ama dönemin Genelkurmayı, “Özal’ın bir koyup üç alacağız” tutumuna direnmişti.

2001’in 11 Eylül’ünde Dünya Ticaret Merkezi’nin kulelerine yapılan El Kaide saldırısı sonrasında Türkiye, Afganistan işgal gücüne, askeri birlik göndermek suretiyle katıldı. İkinci Körfez Savaşı’na (Irak’ın işgaline) ise, dönemin AKP Hükümeti (Erdoğan AKP Genel Başkanı, ama Başbakan Abdullah Gül’dü), Irak’ın işgaline tam destek verdi.

Irak işgalinde AKP Hükümeti, ABD ve koalisyon güçlerinin Türkiye’den geçmesini ve lojistiğin Türkiye üstünden sağlanmasını kabul etti. Ama Hükümetin bu konudaki tezkeresi, ülke çapında yapılan “Savaşa hayır“ kampanyasının baskısıyla 1 Mart 2003 günü TBMM’de yapılan oylamada reddedildi. Böylece işgal kuvvetlerinin İskenderun’dan Diyarbakır’a kadar ilerlemiş olan “tesis kurma” işleri durduruldu. Böylece Irak’ın Türkiye üstünden işgali gerçekleşemedi. Ve ABD’ye hayli maliyetli gelecek olan “B planı”na, Irak’ın güneyden Basra Körfezi’nden işgaline geçilmek zorunda kalındı!

ABD, Hükümete rağmen TBMM’nin tezkereyi reddetmesine tepki gösterirken, Erdoğan’ı ve Başbakan Gül’ü de “gerekli liderliği yapamamak”la suçladı.

Nitekim, 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta Süleymaniye kırsalında ABD askerlerinin, biri binbaşı 11 Türk özel kuvvetler askerini yakalayıp başlarına çuval geçirerek 60 saat alıkoyması, medya ve siyasette, 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin “cezalandırılması” olarak yorumlandı.

Ancak bu gelişmeler, ABD’nin Erdoğan Hükümeti’yle arasında kalıcı bir sorun yaratmadı. Nitekim Bush yönetiminin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme planının adımı olan “Büyük (ya da genişletilmiş) Ortadoğu Projesi” kapsamında Türkiye ABD tarafından Ortadoğu stratejisinin “bölgesel gücü” ve diğer İslam ülkelerine de “Ilımlı İslam”ın “model ülkesi” olarak gösterildi. Erdoğan da BOP’un üç eş başkanından biri oldu.

8 Haziran 2005’te Beyaz Saray’da Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra yapılan ortak açıklama sırasında; “Erdoğan ile birçok konuda çok kapsamlı görüşmelerde bulunduk. Bunun sebebi de Türk Amerikan ilişkilerinin çok önemli stratejik ilişkiler olmasıdır” denilmekteydi. Erdoğan’ın Geniş Ortadoğu Projesine verdiği güçlü destekten memnuniyetini de Bush; “Türkiye bölge için önemli bir örnek. Ben de Erdoğan’a bu yöndeki liderliği için teşekkür etmek istiyorum…” diyerek ifade etmişti. Erdoğan ise, “Görüşmemizde, özellikle Türkiye ve ABD arasındaki stratejik ortaklık konusu vurgulanarak, ağırlıklı olarak, bu noktadan hareketle, bölgedeki ve bölgeyi aşan gelişmeler, başta Kıbrıs, Ortadoğu, İsrail-Filistin, Irak, bunun yanında Suriye, İran, Afganistan, Geniş Ortadoğu Projesi’ndeki çalışmaları görüşme fırsatımız oldu” diye yanıt verdi.

ABD ile ilişkiler sıkı biçimde sürdürülürken, 2007’de, Türkiye dış politikasında bir dönüm noktası olduğu birkaç yıl sonra anlaşılacak önemli bir gelişme oldu.

MİT, kuruluşunun 81’nci yılı olan 2007’nin başında yayımladığı raporda “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” olarak sloganlaştırılan geleneksel dış politikayı pasiflikle eleştiriyor

Türkiye’nin, gelinen aşamada artık “aktif dış politika” hattı izlemesi gerektiği belirtti. Devletin dış politikasının esasına yönelik böyle bir eleştirinin MİT gibi, kamuoyunda pek de itibarı olmayan bir istihbarat örgütü tarafından yöneltilmesi görülmüş bir şey değildi. Ama “aktif dış politika”ya geçişi tarif eden içeriğin, dönemin Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun görüşleri oluğunu bilenler için, bu rapor, “MİT Raporu” olmaktan öte bir anlama sahipti.

Ancak, “aktif dış politika”nın gözle görülür biçimde sahaya yansıması; daha sonra, “Arap isyanları”yla mümkün olabildi.

Erdoğan-AKP propagandası; emperyalistlerin müdahalesiyle, belirsizlik ve iç çatışmaların girdabına çekilen ülkelerdeki “eski Osmanlı teb’ası” olan Müslüman halklara yönelik bu yeni politikayı, özgürlüksüz(lük), eğitimsizlik, sağlıksızlık, işsizlik, açlık ve sefalet içindeki yaşamlarından eski Osmanlı düzenine dönerek kurtulacaklarını, bunu, Türkiye’nin ve lideri Erdoğan’ın gerçekleştireceği biçiminde tarif ediyordu.

Ancak, “Komşularla sıfır sorun” diyerek yola çıkılan “aktif dış politika”, sonradan popülerleştirilecek adıyla “yeni Osmanlıcılık” sahaya;

  • Bölge halklarının kendi kaderini tayin hakkını tanımamak,
  • Komşu ülkelere rejim dayatmak,
  • Bölgedeki mezhep çatışmalarına müdahil olarak etkinlik artırmak, İhvancı İslam’ın liderliğine ve Sünni İslam’ın kurtarıcılığına oynamak,
  • Yeni Osmanlıcı dış politikanın ve ülkelerin içişlerine müdahale etmenin aracı ve dayanağı olarak cihatçı örgütleri kullanmak; bunları koruyup kollamak, hatta ÖSO örneğinde olduğu gibi bu örgütleri donatıp beslemek,
  • Suriye iç savaşında açıkça taraf olmak, (Rojava’da) bazı bölgeleri işgal etmek,
  • Cihatçı teröristlerin koruyucu ve kollayıcısı olmak, bölge ülkelerinin içişlerine müdahalede bunları kullanmak,
  • İç politikada “Kürt sorununu ezerek çözme politkası”nı sürdürmekte ısrar etmek,
  • Başka ülkelerde (Katar, Somali, Sudan, Libya, Irak) askeri üsler kurmak,
  • Bölgede kızışan ABD emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi arasındaki etki alanı mücadelesinden pay kapmak için emperyalistlerle ortak hareket etmede pragmatizmin bile sınırlarını zorlayan bir takiyecilik yapmak. Emperyalizmle işbirliğinde varılan aşamayı anti emperyalizm olarak göstererek, emperyalistlerin bölgedeki varlıklarına meşruiyet kazandırmak. Böylece bölgedeki anti emperyalist, demokrasi ve özgürlük talepleriyle öne çıkan mücadeleleri arkadan hançerlemek… olarak yansımıştır.

 

YENİ OSMANLICILIK YOLUN SONUNDA MI?

Bugün Erdoğan iktidarının 2011 Arap İsyanlarıyla hayata geçirme olanağı bulduğu aktif sıfatıyla anılan yayılmacı dış politikası, Türkiye’yi bölgede bir açmaza sürüklemiştir.

Binlerce kilometre öteden gelip bölgeye müdahale eden büyük devletlerin kurduğu oyunların basit oyuncusu değil, oyun kurucu ülke olacağız” diyerek Türkiye ve bölge halklarına sanki emperyalizme karşı mücadele ediliyormuş gibi pazarlanan bu politika, bölge ve Türkiye halklarına pahalıya mal olmuştur. Türkiye Rusya ve ABD’nin yürüttüğü paylaşım savaşında “çift taraflı oynayan kötü adam” pozisyonuna düşürülmüştür. Bugün bu çift taraflılık hem deşifre olmuştur, hem de her iki emperyalist ülke için Türkiye’yi daha da sıkıştıracak yaptırımlara vesile edilmektedir.

Artık manevra ve pazarlık alanı daralan Erdoğan iktidarının yönelimini, bu yaptırımların ağırlığı belirlemektedir. Bu bakımdan son gelişmeler şunlardır:

 

  1. ABD ve Batı emperyalizmine biat çizgisine dönüş: Son yıllarda giderek derinleşen ekonomik krizin üstüne pandemiyle başarısız mücadelenin yol açtığı yıkım da eklenince, tek adam rejimi, artık taşınamaz hale gelen finansman sorununu çözmek için Londra’daki uluslararası finans merkezlerinin kapısını çalıyor, onların istediği yüksek faizi ödemeye talip oldu. Ancak son aylarda ekonomik krizin uluslararası finans çevreleriyle girişilen ilişkilerle aşılamayacağı da görüldü.

Erdoğan yönetimi altında ekonomik zorluklar giderek büyüdü. Trump’la, “Al takke ver külah” tarzında ite kaka sürdürülen ilişkilerin Biden ve yönetimiyle sürdürülemeyeceği de anlaşılınca, Erdoğan iktidarı ABD ve batılı emperyalistlerle ilişkileri, yeni Osmanlıcılık günleri öncesine dönecek biçimde yenileme ihtiyacıyla karşı karşıya kaldı.

Çünkü batılı emperyalistler gelinen yerde artık sadece finansman karşılığında geri dönecek “yüksek faize” bakmıyor (çünkü faizi zaten cepte keklik görüyorlar) ve Türkiye’nin, eksen değiştirdiği imajını güçlendirerek emperyalistlerin Suriye, Irak, Libya, Doğu Akdeniz’deki stratejileriyle çelişen tutumuna kaynaklık eden Yeni Osmanlıcılığını da masaya yatırmak istiyorlar. Nitekim batılı emperyalistlerin yaptırımlarla da somutlaştırdığı bu tutumu karşısında Erdoğan iktidarı, pratik bir karşılığı olmasa da “Ekonomik reform, Hukuk-insan hakları reformu” ilan etmeye kadar bir dizi taahhütte bulunmak zorunda kaldı.

Erdoğan ve sözcüleri, aktif dış politika platformunda bir meydan okumanın alameti farikası olan “Eyyy.., ABD, Eyyy… Avrupa, Eyyy.. Macron” şeklindeki “had bildirme” nidalarını da terk etti. Erdoğan en çok öfkelendiği Macron’a “Sevgili Emanuel” diye başlayan mektuplar döşendi. Ama ABD, Erdoğan, “Konuşarak çözülemeyecek hiçbir sorunumuz yok” çizgisine dönmesine karşın, CAATSA yaptırımlarını devreye sokmaktan, “S-400’lerden vazgeçmemeyi” “kırmızı çizgi” ilan etmekten, Türkiye’yi “ortağı olduğu” F-35 projesinden çıkarmaktan da geri durmadı.

ABD yaptırımlarının daha da sertleşeceğinin işaretlerini veren Biden, AB’ye de “Erdoğan her tavizi vermeye hazır. Siz yaptırımlar devreye sokarak sürecin önünü kesmeyin” öğüdü veriyordu. “AB liderleri Mart Zirvesi, Biden’ın bu öğüdünü dikkate alarak, “AB’nin Türkiye’ye yapmayı planladığı yaptırımları” bir kez daha erteledi. Bunu yaparken de, bir yandan masaya “göçmen pazarlığı” yapmak için yeni teklifleri koymayı, öte yandan “insan hakları ihlalleri, medya özgürlüğü, tutuklu gazeteciler ve siyasiler, yargı bağımsızlığı” gibi konularda arka arkaya çıkarılan raporlarla Erdoğan ve yönetimini sıkıştırmayı ihmal etmedi.

Bunun yanı sıra Erdoğan ve sözcülerinin günaşırı, “Geçmişimiz olduğu gibi geleceğimiz de Batı’nın, NATO’nun Avrupa’nın yanıdır” içerikli açıklamalarına, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz’de istenen geri adımları atmayı konuşmaya hazır olduklarını gösteren işaretlere karşın, Biden, 24 Nisan’da “Ermeni soykırımı diyerek, Erdoğan ve destekçilerinin hassas sinir uçlarına dokunmakta bir sakınca görmedi. Erdoğan’ın bu duruma çok alçak perdeden tepki göstermesi de, sıkışmışlığının düzeyini gösterdi.

ABD medyasına göre Biden’ın “Ermeni soykırımı” demesi, “Erdoğan’ı test etme” amacı taşıyordu ve Erdoğan bu ilk testi geçmişti! Gelişmenin seyri hiç kuşkusuz NATO’nun Haziran zirvesinde daha açık belli olacak. Haziran’da AB liderler Zirvesi’nin de yapılacağı göz önünde bulundurulursa, 2021 yazı başının Türkiye’nin batılı emperyalistlerle ilişkileri bakımından kritik bir zaman dilimi olacağın söylemek doğru olur.

Erdoğan’dan gelen onca “biat” açıklamasına karşın emperyalistler bu açıklamaları duymazdan gelme eğilimindeler. Bu tutum, ister istemez, ’60’lı ve ’70’li yıllarda ABD politikasını çok iyi açıklayan popüler bir sözü akla getiriyor: “Oltadaki balığa yem verilmez!

Sonuç olarak, gelinen yerde yeni Osmanlıcı dış politika, Erdoğan ve yönetimini ABD’nin ve diğer batılı emperyalistlerin oltasındaki “balık” durumuna getirmiştir!

ABD ve AB’nin koordineli bir biçimde sürdürdüğü “havuç-sopa” politikasından kolayca vazgeçmesi ve Türkiye’nin batının stratejik müttefiki kabul edildiği eski günlere dönmesi çok mümkün görünmüyor. Tersine bu politikanın “sopa” kısmının burun sürttürmek üzere daha sık kullanılacağı anlaşılıyor. İktidar sözcülerinin “açık çek” veren açıklamalar yapmasına, “Yolumuz, yönümüz batıyadır” taahhütlerine karşın ABD ve AB’den gelen sinyaller, “sopa”yı elden bırakmadan, “çok ihtiyatlı” ve “kontrollü” adımlar atmak biçimindedir.

Batılı emperyalistlerin Erdoğan’ın çağrı ve taahhütlerine onun beklediği gibi yanıt vermemesi, elbette “ABD ve AB’nin Türkiye’yi gözden çıkardığı” anlamına gelmez. Ekonomide, siyasette, iç ve dış politikada manevra yapamaz hale gelmiş, hızla itibar ve güç kaybeden Erdoğan’a ayar vermek için çıtayı yükselttiklerini söylemek daha doğrudur. Başka bir söyleyişle ABD ve AB, Biden’ın “Her tavizi vermeye hazır” dediği Erdoğan’ın, içinden geçilen dönemdeki taviz sınırını görmek istemektedir!

 

  1. Ortadoğu’da ABD’nin işaretleri doğrultusunda girişimler: Erdoğan iktidarı Rusya ile yakınlaşma, ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak manevra alanını genişletme çabalarına son verirken, bir yandan da batılı emperyalistlerin Ortadoğu stratejisine tam uyum göstererek, onlardan aldığı işaretler doğrultusunda yeni girimlerde bulunmaya başladı.

Bu nedenle İsrail ve Mısır’la ilişkileri normalleştirmek için hem medya üzerinden, hem de Dışişleri Bakanlığının yaptığı açıklama ve temaslarla yol alan Erdoğan iktidarı, Dışişleri Bakan Yardımcıları düzeyinde Mısır’la masaya oturma noktasına kadar geldi.

İsrail’le ilişkilerin normalleşmesinin önünde engel olmaya devam eden Filistin sorunu Mayıs ayında İsrail’in saldırılarıyla büyüdü. Erdoğan, İsrail ile ilişkilerin sadece bölgedeki yeni yönelim bakımından değil, ABD’deki İsrail Lobisi’nin desteğine duyduğu ihtiyaç bakımından da önemli olduğunun farkında ve bu konuda emperyalistler tarafından zorlanıyor.

Mısır ve İsrail’le yakınlaşma çabalarına, son haftalarda Suudi Arabistan’la “gölge boksu” biçiminde süren gerilimin ortadan kaldırılması için atılan adımlar da eklendi. Kahire’de Türkiye-Mısır görüşmeleri sürerken, Çavuşoğlu da Riyad’a gitti. Riyad ziyareti, aynı zamanda, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) başta olmak üzere, Körfez ülkeleriyle de ilişkilerin “normalleştirilmesi”ni amaçlayan bir ziyaret.

Suriye de bu normalleşme sürecinin dışında bırakılmadı. Suriye ile ilişkiler istihbarat örgütleri düzeyinde sürdürülmekte, ancak ilişkilerin düzeyinin yükseltilmesi için aracılar da gidip gelmektedir. Bugün Türkiye’nin Suriye topraklarında Suriye Hükümetinin izni olmadan asker bulundurması normalleşmenin önünde engel oluştursa da, ilişkilerin yeniden başlamasının bütün zorluklarına karşın, Erdoğan yönetiminin uzun süre “halk düşmanı” ilan ettiği Esat rejimi ile ilişki kurmayı reddetmeye devam edecek bir pozisyonda olmadığı anlaşılıyor. Erdoğan’ın, diğer kırmızı çizgisi olan “PYD ve SDG’yi terörist olarak görme ve Rojava kentlerinin özerkliğini tanımamanereye kadar sürdüreceğini ise zaman gösterecek.

Erdoğan iktidarının şimdiki yönelimi, ABD’nin bölge stratejisi ile uyumlu, “Yüzyılın Anlaşması”nın gereklerine uygun ve onunla aynı yönde.

Ama normalleşme Türkiye’ye tek taraflı dayatılan bir prosedür değil. Bölgede bir süredir çeşitli biçimlerde ve nedenlerle karşı karşıya gelen devletler bugün ABD’nin öngördüğü dizaynın elverişli bir parçası olmak üzere pozisyon almaya teşvik edilmektedir. Söz konusu “teşvik” pratiğe, ödül ya da cezalandırılma tehditleri olarak yansımaktadır.

Bu bakımdan Türkiye için normalleşme girişimlerinin karşılık bulması, Erdoğan ve kurmaylarının tek yanlı isteğine bağlı değildir. Yakın zamana kadar “ecdat yadigârı” olarak nitelediği bölge ülkelerinin içişlerine müdahale edip onlara rejim dayamayı kendi doğal hakkı gören Erdoğan ve yönetiminin, şimdi bu ülkelerin yöneticilerinin karşısına geçip, “haydi artık normalleşelim” demesinin hemen yanıt bulması kolay olmayacaktır. Erdoğan’ın bu ülkeleri yeni Osmanlıcı “yayılmacı” politikalardan vazgeçtiğine ikna etmesi zordur. Nitekim  “ilişkileri normalleştirelim” diye kapılarına dayanan kişinin, kendilerine tepeden bakan, kibirli, “büyük kurtarıcı”nın yaptıkları, meydan okumaları ve ne kadar tehlikeli olduğu unutulmamıştır.

Mısır’daki darbeyi takiben İhvan’ın kimi tanınmış simalarını barındıran Türkiye’nin tutumu, örneğin İhvan radyolarının sesini kısıp kısmayacağı, bölge ülkeleri nezdinde farklı nedenlerle önem taşımaktadır. Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve diğer İslam ülkeleri, Erdoğan’ın bu konudaki samimiyetini hem kendi çıkarları hem uydusu oldukları emperyalistler adına test edeceklerdir.

 

*

Yukardan beri tartıştığımız, dış politikasıyla ilgili gelişmeler ve yaptığı girişimleri dikkate aldığımızda, Erdoğan yönetiminin, Yeni Osmanlıcı dış politikanın batılı emperyalistleri rahatsız eden yanlarını budayarak “yola devam” etmek istediği anlaşılmaktadır.

ABD’den AB’ye, Suriye’den Mısır’a, İsrail’den SA’ya, Doğu Akdeniz’e … ilişkileri “normalleştirme” girişimleri bu çerçevede sürdürülmek istenmektedir.

Dahası Erdoğan yönetiminin, dış politikada attığı geri adımları, iç politikada, “düşmanı aldatmak için bir manevra” olarak gösterip, yayılmacı amaçları daha da öne çıkaran bir propagandayı yoğunlaştıracağını şimdiden görüyoruz.

Ama toplam açısından baktığımızda; Erdoğan’ın iktidarda kalması ve tek adam rejiminin sürmesi uğruna iç ve dış politikasında vazgeçmeyeceği tek kırmızı çizgisinin “Kürt sorunu” olduğu görülüyor.

Nitekim tek adam yönetiminin bürokratları, gerek açıkça gerekse vücut dilleriyle, ABD ve AB’ye, iç ve dış politikada “Kürt sorununun demokratik çözümü” dışında her şeyi konuşmaya hazır (bu her tavizi vermeye hazır olmak demektir) olduklarını söylemektedirler.

Kuzeyde Ukrayna, güneyde Ortadoğu’da emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinin savaş uçakları ve savaş gemilerinin de katıldığı meydan okumalara dönüşmesi, “gösteri olsun” diye değildir. Tersine bunlar, bölgedeki emperyalist paylaşım mücadelesinin geldiği safhanın göstergeleridir. Tıpkı Türkiye’nin sahada 10 yıldır sürdürdüğü yeni Osmanlıcı dış politika ve bu politikanın gereği olarak bölgede askeri güç kullanmaya kadar vardırdığı yayılmacı girişimlerinin her bakımdan ve çok yönlü olarak tıkanmasının bir rastlantı olmaması gibi.

Kuşkusuz ki, gelişmelerin geldiği safha, anti emperyalist mücadelenin zorluklarını artıran, ama öte yandan her türden sahte anti emperyalistin yüzündeki maskeyi düşüren etkenleri de harekete geçirmiş bulunmaktadır.

Türkiye’deki tek adam yönetiminin Rusya’ya yaklaşarak batı emperyalizmi karşıtlığı, batı emperyalizmine yaklaşarak Rusya karşıtlığı biçiminde anti emperyalistlik taslamasının alanı iyice daralmıştır. Gelişmelere bu çerçeveden bakıldığında, şoven milliyetçi-İhvancı kırması çizgiden yapılan batı-Hıristiyan ve Yahudi düşmanlığının da gerçek antiemperyalizmle bir ilgisinin olmadığı daha açıkça görülür hale gelmiştir.

Bir başka söyleyişle, toplam tablo, önümüzdeki haftalarda ve aylarda antiemperyalist mücadele konusunun siyasi gündemdeki ağırlığının artacağını göstermektedir. Ki bu da; yeni Osmanlıcı politikaların, “artık ortaya çıkma zamanı gelmiş”, bu yüzden de ortaya çıkması engellenemeyen “kötü huylu gerçekler” kategorisine girdiği anlamına gelmektedir.

Ama ortaya çıkan gerçeklerin birbiriyle bağlantısını göstermek, bu gerçeklerin işçi sınıfı ve halk yığınları içinde yaygınlaşarak maddi bir güce dönüşmesi, sınıf partisinin ve antiemperyalist, ilerici demokrat güçlerin gayretli çalışmasını gerektirmektedir.

Mücadelenin nasıl seyredeceğini bu alandaki çabaların başarısı belirleyecektir.