Mustafa Yalçıner

 

Avrupa’daki toprak kayıplarının yanı sıra Osmanlı’nın 4 yüzyıl süren egemenliği I. Dünya Savaşı’na öngelen günlerde Ortadoğu’da da sona ermekteydi. Gerçekte Osmanlı hem batı hem de doğuda 19. Yüzyılda çoktan toprak kayıplarıyla çözülmeye başlamıştı. Sırbistan, Yunanistan, Eflak ve Boğdan’ın birleşmesiyle Romanya bağımsızlıklarını kazanmış; Vahhabi ayaklanmasıyla daha sonra M. Ali Paşa tarafından yıkılacak ilk Suudi devleti kurulurken, Yemen’de ayaklanmalar geçici zaferler kazanmış, Lübnan imtiyazlı bir vilayete dönüşmüş, Sudan’la geçici olarak Suriye’yi de kendisine bağlayan Kavalalı M. Ali Paşa Mısır’ı egemenliği altına alıp Osmanlı’yı Rusya ile anlaşmaya zorlayarak Anadolu içlerine kadar ilerlemişti. En son İngilizler Mısır’ı, Fransızlar Tunus’u, İtalya Libya’yı işgal etmiş, Bulgaristan bağımsızlık ilan etmişti.

Osmanlı ordusu, I. Dünya savaşında Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile çatışırken Arap isyanları yeni bir hız kazanmış, daha savaş içinde Sykes-Picot anlaşmasının ön görüşmeleri yapılıp temelleri atılmıştı. Osmanlı topraklarının paylaşılması anlaşmasıydı ve savaşın ardından uygulamaya kondu.

Osmanlı egemenliği altındayken bölge, Pers (İran) imparatorluğu, eski bir sömürgeci devlet olan Memlûkler ve en son Mısır ve Suriye’yi ele geçiren M. Ali Paşa sayılmazsa, paylaşım savaşlarına sahne olmadı. En ciddi ve görece uzun süreli olanı, Kerkük, Erbil, Basra ve kuzeydeki Azerilerin yerleşim bölgesinin paylaşım konusu olduğu Osmanlı-İran (Safavi) rekabetiydi.

Başlangıçta Emirlik, Prenslik vb. düzeyinde farklı diller konuşan toplulukların, 18. Yüzyıldan başlayarak ezilen, sömürge ulusların ayaklanmaları ise bölgeye damgasını vuran ikinci tür çatışma ve savaşları oluşturdu.

Sykes-Picot Birinci dünya savaşı döneminin ittifak halindeki bir bölüm emperyalist devlet arasında geçici bir “ateşkes”ti , ancak Ortadoğu’da ne emperyalistler arasında rekabet ve çatışmalar ne de ezilen ulusların ayaklanmaları eksik oldu.

İngiltere ile Fransa arasındaki paylaşım anlaşmasına sonradan katılıp pay karşılığı onay veren Rusya, 1917 Ekim Devriminin hemen ardından maddelerini açıklayarak teşhir ettiği anlaşmadan çekildi. Osmanlı üzerinden bölgeye girme çabasındaki yenilmiş Almanya hiç hesaba katılmadı, İtalya ise yeterince güçlü sayılmayıp “mağdur” edildi. Sonuna doğru savaşa katılan ABD ise, özellikle petrol şirketlerini cezbeden Ortadoğu’ya teşrif etti.

Bölgenin ve dünyanın yeni bir paylaşımı dayatılıncaya kadar Ortadoğu başlıca İngiltere ve Fransa’nın denetiminde kaldı; bölgeyi asker de bulundurarak, bir kısmını kendilerinin “atadıkları” krallarla anlaşmalar yoluyla, manda ve himayeleriyle yönettiler. Suudi Arabistan, Yemen, Irak, Mısır İngiltere’nin; kuzey-batı Afrika’nın yanı sıra Suriye ve Lübnan ise Fransa’nın payına düşmüştü.

Bu şekilde gelinen II. Dünya Savaşında kuzey Afrika’yı da kapsayan “geniş Ortadoğu” başlıca kapışma alanları arasındaydı, Alman general Rommel’i ünlendiren büyük “çöl savaşları”na sahne oldu. Hatta “anavatanı” Alman işgali altına giren Fransa savaşı sömürgelerine çekilerek sürdürdü.

Savaş yeniden Alman emperyalizminin yenilgisiyle sonuçlanırken, Ortadoğu’yu doğrudan etkileyen başlıca üç sonucu oldu. Sovyetler Birliği savaştan, sunduğu örnek halkların hafızaları ve eylemlerinde yer edinerek büyük bir başarı ve prestijle çıktı. Savaşta güç toplayan Amerikan emperyalizmi bir diğer galipti ve bölgenin patronajını uzun sürmeyen bir süreçte İngiltere’den devraldı. Ellerine silah verilmiş olan halklar bağımsızlıkları peşine düştü ve sömürge sistemi çökerek birçok ülke bağımsızlığını kazandı. Ortadoğu’da gerçekte bu süreç savaş öncesinde başlamış, bir dizi ülke, İngiliz-Fransız emperyalizmiyle uzlaşmaya giren kralları aracılığıyla belirli bir himayeyi kabul etse bile yarı-bağımsızlıklarını elde etmişti. Yine de çözülmeyen ve farklı ülkeler arasında paylaştırılan Kürt ve savaşın ardından kurulan ve emperyalistlerin desteğiyle silah zoruyla giderek topraklarını genişleten İsrail zulmü altında yaşamaya mahkum edilen Filistin ulusları ezilen uluslar olarak kaldı. Araplar, tarihsel olarak kabile örgütlenmesinin güçlü kökleri ve emperyalistlerin “böl-yönet” yöntemlerinin etkisiyle birçok farklı devlete bölündü ve ayrı uluslaşma süreçleri yaşadı.

  1. Büyük Savaş sonrasında SB’nden etkilenerek başlıcası Mısır’da Nasır’ın başını çektiği çeşitli “Arap sosyalizmi” türleri geliştiren Arap milliyetçisi akımlar, SB’nin güçleri “dengelediği” koşullarda anti-emperyalist bir çizgi izlemeye eğilim gösterdi. Irak ve Suriye “Baas sosyalizmi”nin etkisi altına girdi. SB’nin kapitalizme geri dönüşü ve sosyal-emperyalist bir ülkeye dönüşmesi süreci ve sonrasında bu ülkeyle iyi ilişkilerini koruyan kapitalizmin gelişmekte olduğu ülkeler –Sedat’la ABD ve İsrail’le barışan Mısır bir yana– hatta SB’nin çöküşü sonrasına da sarkarak Amerikan karşıtı tutumlarını sürdürdü. 1960’lardan 80’lerin sonuna kadar bölge başlıca Amerikan ve Rus emperyalizminin rekabet ve hegemonya çekişmelerinin alanı halindeydi. İngiltere ve Fransa giderek etkileri azalarak genellikle ABD ile “yanaşık düzen” halinde bölgede var olmaya çalıştı.

ABD’nin Saddam Irak’ının üzerine yürüdüğü Körfez Savaşları döneminde gerek dünya gerekse bölgede bu ülkeyle rekabet edip onu frenleyecek bir güç bulunmuyordu. SB’nin çöküşü sonrasında dağılan Rusya toparlanmaya çalışıyordu, Çin ise henüz bugünkü Çin değildi, Avrupalı emperyalistler ABD’nin karşısına dikilecek güçten yoksundu, en ileri gidebildiklerinde Amerikan harekatlarına destek vermemekle yetindiler.

 

Günümüze Gelirken…

Sonra güç ilişkileri değişmeye başladı. Değişmeden kalamazdı. Lenin “Avrupa Birleşik Devletleri Üzerine” başlıklı makalesinde belirtmişti: “İktisadi ve siyasal gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır.” Örnek de vermişti: “… güçler ilişkisi, iktisadi gelişme sırasında değişir. 1871’den sonra Almanya, İngiltere ve Fransa’dan üç ya da dört kat; Japon­ya, Rusya’dan on kat daha hızlı güçlendi. Kapitalist bir devletin gerçek gücünü ölçmenin, savaştan başka bir yolu yoktur ve olamaz da… Kapitalist rejimde çeşitli ekonomile­rin ve çeşitli devletlerin eşit gelişmesi olanaksızdır.[1]

Avrupalı emperyalist ülkeler, özellikle Almanya hızla gelişmekteydi, ihracat şampiyonuydu. Belki başkaları sahneye çıkmasa, ikisi de II. Büyük Savaşın mağlubu olmakla kalmayıp Amerikan yardımları ve “şemsiyesi” altında gelişen Japonya ile Almanya, Amerikan emperyalizminin karşısına dikilecekti. Hızlı gelişmeleri onları kuşkusuz farklı çıkarlara sahip oldukları ABD ile rekabete götürüyordu, ancak başka gelişmeler de vardı.

Çözülüp dağılan ve batıdaki toprakları genellikle AB’ye katılan SSCB’nin enkazı üzerinden sürükleyicisi olduğu “Bağımsız Devletler Topluluğu” olarak örgütlenen Rusya, giderek toparlandı. Bir bölümü satılıp savrulsa bir bölümüyse çürümeye terk edilmiş olsa bile, sosyalizmden miras üretici güçler bu ülkenin yeniden gelişip güçlenmesi için elverişli bir temel oluşturmaktaydı. Putin’le giriştiği ekonomik ve siyasal merkezileşmeyle sahip olduğu enerji kaynakları görece hızlı bir biçimde ayakları üzerine dikilmesini olanaklı kıldı. Ekonomisi henüz yeterince güçlü ve dayanıklı olmasa da elindeki nükleer ve konvansiyonel güç yığınağı onu yine korkulan bir emperyalist güç yapmaktaydı. Önce Gürcistan Savaşıyla 2008’de eski SB topraklarının kendisinden koparılmasına “dur” dedi, ardından 2011’de başlayan dış destekli iç savaşta Suriye rejimine silah sağlayıp 2015’teyse bu ülkeye resmen asker yollayarak ABD’nin karşısına dikildi. Artık Rusya tekrar dünyanın yeniden paylaşılması masasındaydı.

Bu süreçte asıl bir başka büyük emperyalist güç merkezi oluşmaktaydı. Mao’nun Çin’i, batıya açıldıktan sonra Deng Siao Ping’in ülkeyi yönelttiği pazar ekonomisi ve kapitalizmin gelişmesi yolunda ilerleyip birkaç on yılda ABD’nin asıl rakibi koltuğuna oturdu. Üretici güçlerinin oldukça geri düzeyi ama merkezi örgütlenmesiyle başladığı “yolculuğu”nda devasa nüfusunun sağladığı ucuz işgücüyle yerli sermaye birikiminin yanında kapılarını ardına kadar açtığı yabancı doğrudan ve ortak yatırımlar ve getirdikleri teknolojiye dayanmış; taklitçilik, montaj, know-how türü tüm yöntemleri kullanarak üretimini makineleştirip giderek otomasyona geçmişti. Çin’e küçümsenmeyecek miktarlarda yatırım yapmayan emperyalist ülke yoktu. ABD ve Alman otomotiv tekelleri örneğin kendi ülkelerinden büyük fabrikalarını Çin’de açtı ve Asya pazarı için burada ürettiler. Çin’i, –tabii ki kendi iç insan ve sair üretken kaynaklarının yanı sıra– emperyalistlerin kendi elleriyle dev bir rakip olarak karşılarına diktiklerini söylemek yanlış olmaz.

Günümüzde –Rusya, örneğin Afrika’daki darbelerle olduğu gibi başlıca siyasal askeri gücüne dayanarak yayılırken– Çin, ekonomik, ticari ve mali gücüyle bütün kıtalara yayılmış, bu yayılmasını sürdürmektedir.

 

Enerji ve Geçiş Yolları: Emperyalistlere Çıkarılan Davetiye

Ortadoğu’da bulunmayan emperyalist ülke yok gibidir, petrol ve doğalgaz rezervleri tümünü kendine çekmektedir. Ve bölgenin çekim gücü sadece enerji rezervleri dolayısıyla değildir; dünyanın petrol rezervlerinin 2/3’ünün bulunduğu toplam dünya üretimininse 1/3’ünün kıyısı olan ülkelerde gerçekleştirildiği Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı gibi petrol sevkiyatı yoluyla kıtalararası geçiş yolu Süveyş Kanalı bu coğrafyadadır. O nakil yolları ki, en son Yemen Husilerinin İsrail bağlantılı şilepleri vuracağını açıklamasıyla vazgeçilmezlikleri bir kez daha gündeme gelmiş, Afrika’yı güneyinden dolaşmanın ciddi bir alternatif olmadığı yeniden kanıtlanmıştır. Afrika’yı dolaşmak, 9.6 bin km ve on günlük fazladan yoldur ve nakliye maliyetine yükü misliyledir. Süveyş’in önemi, 1956’da Nasır tarafından millileştirildiğinde İngiltere-Fransa-İsrail’in ortak saldırısı sonucu Kanal’ın ele geçirilmesiyle patlayan büyük kriz ve 2021’de kaza ya da bir sabotaj sonucu Kanal’ın 7 gün kapalı kalmasının yol açtığı zararın günlük 9.6 milyar dolar oluşuyla da kanıtlıdır.

Ticari ve mali olarak bütün emperyalistler Ortadoğu’dadır; ancak ABD doğrudan ve portföy yatırımları, ticari ve mali ilişkileri ve hükümetlerin başındaki işbirlikçilerinin yanı sıra Napoli merkezli Akdeniz’de konuşlu 6. Filo ve Bahreyn merkezli Süveyş-Basra Körfezinde konuşlu 5. Filoyla hepsinden çok oradadır. Üstelik Avrupa’dakiler bir yana, ABD kuzey Suriye’deki iki büyük üsle birlikte, Türkiye, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan, BAE, İsrail, Ürdün, Irak ve Umman’da çok sayıda askeri üsse sahip ve bu ülkelerin başlıca silah tedarikçisi. Ve bir “üs” daha: ABD ile aralarında özel bir ilişki bulunan İsrail, aleyhindeki tüm BM kararlarını veto eden bu ülke tarafından neredeyse gözü kapalı olarak desteklenip zorlaştırıcı etnik/dinsel etkene karşın bölgede bir “ileri karakol” olarak kullanılıyor. ABD’nin, ayrıca Kıbrıs’taki İngiliz üssü Akrotiri’de de varlığını kabul etmediği asker ve askeri ekipmanı var. Tüm askeri üslerindeki toplam 180 bin civarındaki askeri personelinin 60-70 binini Ortadoğu’da bulunduruyor.[2]

Sınırlarını cetvelle çizdiği Ortadoğu’nun eski egemeni İngiltere de bölgede şüphesiz. Artık eski gücünde değil, ama başta British Petroleum ve önemli bir bölümü ABD ile iç içe geçmiş Vanguard, Capital ve PİMCO gibi finansal yatırım fonları olmak üzere tekelleri bölge ülkelerinde faal. Eskiden imparatorluğa ait ya da himayesi veya etkisi altında olan bölgede İngiltere şimdi Kıbrıs’ta iki büyük askeri üsse sahip. Ayrıca, Irak’taki üs ve askerlerini boşaltan İngiltere, BAE, Katar, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman’da askeri üslere sahip, Suriye’de ise asker bulunduruyor.[3]

Fransa, başta petrol şirketi Total olmak üzere tekelleriyle doğu Akdeniz ve hemen tüm Körfez ülkelerinde faal; BAE-Abu Dabi ve Cibuti’de askeri üsleri, Suriye’deyse Tabka’daki Amerikan üssü ve petrol sahalarında topçu bataryalarıyla askerleri bulunuyor.

Rusya yatırımları olduğu Suriye’de hava ve deniz üslerine sahip, müttefiki İran’daysa örneğin VTB Bank gibi finans şirketleriyle en büyük dış yatırımcı ve iki ülkenin de başlıca silah tedarikçisi. Baf’ta savaş uçakları, Limasol’daysa savaş gemileri ikmal yapabilen Rusya, Ukrayna Savaşının ardından konan batı yaptırımlarına Kıbrıs’ın uymasıyla 2022 Mart’ından bu yana bu olanaklardan yararlanamıyor.

Çin’in ise, giderek gelişen ekonomik, mali ve ticari ilişkilere sahip olduğu hemen bütün bölge ülkelerinde yatırımları, ancak sadece Cibuti’de bir askeri üssü var.

Bu verilerden bakılınca, Ortadoğu’da, ABD ve başta onunla çok sıkı ilişkiler içindeki İngiltere olmak üzere, özellikle Ukrayna Savaşıyla birlikte, çıkarlarını, peşine takılmış görüntü verdikleri ABD stratejisi çerçevesinde gerçekleştirme çabasındaki Avrupalı emperyalistlerin ezici denebilecek bir hegemonyaya sahip oldukları düşünülebilir. Bu tamamen doğru değildir.

İlk neden, ekonomik gücü itibariyle rakipleriyle boy ölçüşemeyecek olan Rusya’nın küresel olarak ABD’nin askeri gücünü dengeleyecek nükleer ve konvansiyonel silah yığınağına sahip oluşudur. İkinci neden, bu ülkenin ABD’ye benzer şekilde yayılmasının önde gelen bir “aleti”nin ordusu ve askeri ilişkileri; geçmişten gelen silah tedarikçisi olma, askeri eğitim verme vb. yeteneğinin olmasıdır. Sömürgeci geçmişi bulunmamasıyla birlikte, bu yeteneğinin iş gördüğü, son birkaç yıl içinde Ortadoğu’ya görece yakın 5 Afrika ülkesinde başarı kazanan askeri darbelerin arkasındaki başlıca güç oluşuyla kanıtlıdır. Yine, hele Ukrayna Savaşının ardından, ABD tepkisine rağmen, petrol fiyatlarının düşmesini önlemek amacıyla üretim miktarı ve fiyatlarını belirlemek üzere Suudilerle birlikte davranabilmesi hesaba katıldığında, topraklarındaki devasa petrol ve doğalgaz rezervleri ve enerji ihraç olanağı elindeki bir diğer önemli silahtır.

Üçüncü neden, Çin’in ABD dahil tüm ülkeleri geride bırakan ekonomik yayılması ki, “kuzu postuna bürünme” olanağı sağlayan sömürgeci geçmişe sahip olmayışı bunu kolaylaştırıyor. Çin, borç ve kredi vererek, teknoloji ihraç ederek, doğrudan ve portföy –tek başına ve ortak– yatırımlarla geliştirdiği ekonomik, ve mali ilişkileriyle –kuzey Amerika hariç– bütün kıtalarda rakiplerini geride bıraktı. Dünya ihracat şampiyonu kariyeri ve büyük bir ithalatçı olarak hemen tüm ülkelerle yüksek miktarlı ticari ilişkiler içindedir. Büyük bir enerji alıcısıdır, kendisi için önemli bir zorluk oluşturmasına karşın paradoksal olarak bu durum örneğin Rusya, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle ilişkileri açısından Çin’e ülkeleri kendisine bağımlı kılma ek olanağı sağlamaktadır.[4] Öte yandan Çin, “petro-dolar” türü sermaye fazlası olan ülkeler için hala işgücünün görece düşük oluşu dolayısıyla yüksek kârlar elde edebilecekleri önemli bir yatırım alanıdır. Ve giderek harcamalarını artırdığı silahlanması ve askeri gücü de şimdiden küçümsenebilir türden değildir.

Son birkaç yılda hızı yavaşlamaya başlasa bile yüksek büyüme hızıyla GSYİH’ları arasındaki farkı hızla kapatmakta olduğu başlıca rakibi ABD karşısında sadece dünyanın yeniden paylaşımını talep etmemekte, bunu gerçekleştirmektedir. Bu, Ortadoğu açısından da geçerlidir.

Sonuç olarak; ABD, Ukrayna Savaşıyla birlikte ittifak ilişkilerini sıkılaştırdığı Avrupalı emperyalistler, Japonya ve Avustralya giderek ittifaklarını pekiştiren Rusya ve Çin’i karşılarına almış, birbirlerine üstünlük kurmaya çalışıyor. NATO İsveç ve Finlandiya’nın katılımıyla genişlerken, toplantılarına İsrail’i de katıyor ve giderek “görev bölgesi”ni genişletiyor.

 

Emperyalistler, Bağımlılık İlişkileri ve Bölge Gericilikleri

Türkiye dışta tutularak tek tek bölge ülkeleri açısından ele alındığında, tablo ülkeler açısından belirli farklılıklar göstermekle birlikte, şu saptamaları yapabiliriz:

1) I. büyük savaş döneminde Ortadoğu’yu denetleyen, II. büyük savaş döneminde savaşın başlıca taraflarından birini oluşturan, ancak savaş sonrasında etkileri ABD lehine giderek azalan İngiltere ile Fransa artık bölgede ancak ABD ile müttefik oldukları durumda ve onunla birlikte belirli bir etki gücüne sahip. Bu nedenle İngiltere ABD ile “stratejik ittifak” olarak adlandırılabilecek sıkı bir birlik içinde. Almanya ile birlikte AB’nin başını çekmekte olan Fransa ise, silahlanmaya ve ortak bir Avrupa Ordusu kurmaya hız vermekle birlikte, özellikle Ukrayna Savaşı ve kendisini hedef alan askeri darbelerle Afrika’daki 5 eski sömürgesinden sürülmeyle yüzleşmesinin ardından NATO ortaklığını daha fazla önemsiyor. Bölgenin ve ülkenin günümüzdeki bölünmüşlüğü koşullarında Macron’un birkaç ziyaretine rağmen, Fransa, eski sömürgesi Lübnan’da 2020’deki Beyrut Patlamasının yaralarının sarılması, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve yeni genelkurmay başkanının belirlenmesi gibi konularda etkili olamadı.

2) ABD, hala bölgenin birincil hegemonu. İran dışında yatırımları bulunan hemen her ülkeyle azımsanamayacak mali ve ticari ilişkiler sahip. “Göz bebeği” durumundaki İsrail’le Mısır’a her yıl milyarlarca dolarlık karşılıksız “yardım”da bulunuyor. Özellikle bu iki ülkenin ordusu ve ABD’de eğitimden geçen generalleriyle özel ilişkileri var. Şimdi gevşese de aynı ilişki Türkiye ile de sürmekteydi; öyle ki zamanın ABD Başkanı 12 Eylül darbesinden “bizim çocuklar yaptı” sözleriyle haberdar edilmişti. Bu ilişkinin, üç ülkenin Amerikan stratejisine bağlanması açısından hatta ekonomik, mali ve ticari ilişkilerden daha önemli olduğunu söylemek yanlış olmaz. ABD, Suudilerle de, yüklü silah satışlarını da kapsayan, bu ülkedeki çok sayıda üssüyle pekiştirilmiş askeri ve petrol üretim ve pazarlamasına dayalı ticari ve ekonomik alanlarda benzer bir yakın ilişkiye sahip. Hatta akamete uğrasa da, İran’ı karşısına alan bir “Ortadoğu NATO’su” kurulması projesini bu ülke merkezli olarak gündeme getirmişti. Kuzey Irak Kürt Bölge Yönetimiyle iyi ilişkileri süren ABD’nin birkaç yıl önce sona eren ve milyonların canına mal olan işgaliyse Irak’ta İran’a alan açıp etkisinin artmasına yol açtı. PYD ile iyi ilişkilere sahip olduğu Suriye’nin kuzeyinde IŞİD bahanesiyle asker bulunduruyor ve askeri üslere sahip. II. büyük savaşın ardından bölgede yükselen Arap milliyetçiliğiyle yüz yüze kalmışken, yakın geçmişte Irak ve şimdi Suriye ile Filistin, Yemen (Husiler) ve Lübnan (Hizbullah) dışında bu tür bir muhalefetin muhatabı değil. Kuzey Afrika dahil geri kalan gerici Arap devletlerinin, emperyalist müdahalelerin yanı sıra geçmişteki Arap milliyetçiliğinin yükselişinin temel bir nedeni olan bölgenin “çıban başı” İsrail’le yaşadıkları “normalleşme süreci”nin[5] ardından diplomatik ilişkiler kurmalarını yönlendirerek bu sorunu aştığı söylenebilir. Kendisine bağımlı bir NATO ülkesi olmasına karşın, ABD, başlıca Kürt sorunu ve Irak ve özellikle Suriye ile doğu Akdeniz’deki yayılmacı özel çıkarlarını kendisini Rusya’yla dengeleyerek gerçekleştirme çabaları dolayısıyla Türkiye ile ilişkilerinde belirli sorunlar yaşıyor.[6] İran’ı ise hedef alıyor; bu ülkeye yönelik sıkı bir ambargo uygularken zaman zaman yurt-içi ve yurt-dışı hedeflerini vuruyor.

3) Ukrayna’da aslında onu “vekil” olarak kullanan NATO ile savaşmakta olan Rusya, ciddi yaptırımlara da muhatap olmasına rağmen ne bu ülkede ne de örneğin Ortadoğu’da geri çekildi. Tersine, desteklediği darbelerle mevziler kazandığı Afrika’da ileri adımlar bile attı. Ortadoğu’da asker bulundurduğu Suriye’nin yanı sıra en büyük dış yatırıma sahip olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye İran’la da her yönüyle iyi ilişkiler içinde. Öte yandan uzun yıllar sonra, NATO üyesi Türkiye ile de yakın ilişkiler geliştirdi. Türkiye’nin ABD ile kendisi arasındaki rekabetten yararlanarak yayılmaya çalışması yakınlaşmanın bir nedeniyken, ikinci neden Rusya’dan görece ucuz enerji sağlaması ve –başına bela olup hala kullanamasa da– müttefiklerinden edinemediği S-400 gibi hava savunma silahları alması, üçüncüsüyse Rusya’nın tatlı-sert bir politika izleyerek Suriye’de önünü açıp ABD’yle karşı karşıya gelmesinden ve NATO’da gedik açılmasından çıkar sağlamasıdır. Rusya’nın hanesine “artı” olarak yazılabilecek bölgeyle ilgili iki gelişme, Ukrayna Savaşı sonrasında petrol fiyatlarının düşmesini engellemek amacıyla, ABD’nin ısrarlı taleplerini kabul etmeyen Suudilerle petrol üretimi ve fiyatlandırmasında ortak davranmayı başarmış olması ve Mısır’ın çıkarlarını gözeterek Ukrayna sorununda, Türkiye’ye benzer biçimde taraf tutmamasıdır. Mısır, henüz SB döneminde, E. Sedat’la Rusya ile ittifaka son verip ABD ile yakın ilişkiler kurmaya yönelerek yakın tarihte eksen değiştiren ender ülkelerden olmasına karşın özellikle Sisi ile birlikte Rusya’yla ilişkilerine önem veriyor.

ABD’den her yıl milyar doların üzerinde ekonomik ve askeri “yardım” alan Mısır’ın Ukrayna sorunundaki tarafsızlığı artan Rus nüfuzuyla açıklanabilir ve dayanaklarıyla ilgili şunlar söylenebilir: Sisi’nin, 2018 Ekimindeki Rusya ziyaretinde iki ülke, “kapsamlı ortaklık ve stratejik işbirliği” anlaşması imzaladı. Mısır, Rusya’yla önceki dönemden kalma silah alımı bağlantılarını özellikle bu tarihten sonra da sürdürdü. Ekim 2021’de Kahire yakınlarında “Dostluk Savunucuları-2021” adıyla ortak bir askeri tatbikat düzenleyen iki ülke arasındaki ticaret hacmi, 2022’de, 2021’e göre yaklaşık %30 artarak 6 milyar dolar oldu. Rusya’nın Mısır’daki en önemli iki projesi, bu ülkenin ilk nükleer santralini kurması ve Süveyş Kanalı bölgesinde bir Rus sanayi bölgesi oluşturulması.

4) Çin, hızlı bir giriş yaptığı bölgede ilişkilerini özellikle son 7-8 yıldır geliştiriyor. “İpek Yolu”nun güncellenip modernize edilmesi olarak projelendirip uygulamaya başladığı “kuşak-yol projesi”ni, bağlantılarıyla birlikte, İran üzerinden Avrupa’ya ulaştırma çabasında.[7] Bu kapsamda Yunanistan’ın Pire limanını 50 yıllığına kiralayan Çin’in Dışişleri Bakanlığının 2016’da yayınladığı “Çin’in Arap Politika Belgesi”, “Çin ve Arap ülkeleri arasında enerji, altyapı inşaatı, karşılıklı ticaret ve yatırımın kolaylaştırılarak artırılması, nükleer enerji ve uzay alanlarında pragmatik ortaklığı artırmak için işbirliği”ne vurgu yaparak, “kuşak-yol projesi” bağlamında Ortadoğu ülkelerini “stratejik ortak” olarak tanımladı.[8] Bu çerçevede Çin’in Irak, Ürdün, Türkiye, Fas, Kuveyt, Katar ve Umman ile “stratejik ortaklığı”, İran, Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve Cezayir’le ise, bir adım daha ileriden “kapsamlı stratejik ortaklığı” bulunuyor. Üç kıtayı birbirine bağlayan kara ve deniz ticaret yollarının “döner kavşağı” durumundaki bölge Çin ve “kuşak-yol projesi” açısından büyük öneme sahip. Düşülecek bir not bu önemin kesin kanıtı durumunda: Çin’in AB ve Afrika ülkeleriyle ticaretinin yaklaşık %60’ı BAE limanlarından gerçekleşiyor. Çin’in hızlı yükselişinin başladığı 2000’in ilk yıllarından itibaren Ortadoğu’nun Çin açısından öneminin tırmanarak arttığını, örneğin Arap ülkeleriyle gerçekleştirdiği ticarete bakarak söylemek mümkün: Bu ticaret, 2004’te toplam 36,7 milyardan 2014’te 251,2, 2021’de ise 330 milyar dolara yükseldi. Artık Çin Arap ülkelerinin en büyük ticari partneri.

Çin ve tekelleri, bölgede özellikle Kuşak-Yol Projeleriyle bağlantılı yatırımlara yönelip ülkelerini Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Akdeniz’e bağlayan limanları öncelikli yatırım alanları olarak öngörüyor. Bu kapsamda BAE’nin Khalifa, Umman’ın Duqm, Suudi Arabistan’ın Jizan, Mısır’ın Port Said ve Cibuti’nin Ain Sokhna  imanlarının genişletilip modernizasyonu Çin ve tekellerinin yoğun ilgisini çekti. 2022’de Çin’in İran hariç genişletilmiş Ortadoğu’daki yatırım ve kontratları 273 milyar dolara ulaştı. Örneğin 2021’de Irak’ta altyapı yatırımlarına 10,5 milyar dolar yatırırken, BAE’ne 9,8 milyar dolarlık doğrudan yatırım yaptı, Katar’la doğalgaz üretimi için 60 milyar dolarlık bir sözleşme imzaladı. Ulaşım ve tedarik zincirlerinin dayanakları olarak liman gibi alt yapı yatırımlarının yanı sıra Çin’in bölgedeki yatırımları nükleer reaktör inşası, uydu navigasyon ve telekomünikasyon sistemleriyle 5G ağı kurma, güneş, rüzgar ve hidroelektrik enerji üretimi gibi alanlarda yoğunlaştı.

Bölgede en az bir milyon Çinlinin yaşıyor olması, Çin’le bölge ülkelerinin karşılıklı işbirliğini kolaylaştıran bir unsur durumunda.

Sadece “Kuşak-Yol Projesi”nin hayata geçirilmesinin ihtiyaçları bile, bölgenin başlıca karşıtlıklarından biri olan İran (ve Şii hilali) ile Suudi Arabistan (ve Sünni-Vahhabi hilali) arasındaki gerginliğin yumuşatılarak giderilmesini zorunlu kılmaktaydı ki, Çin bu konuda önemli bir ilerleme sağladı. Çin, lideri Xi’nin 2016 ve 2022’de bu ülkeyle ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan iki ziyaretini ve Suudi Veliaht Prensi Salman’ı Pekin’de ağırlamasını gerektirse de, ABD’nin kışkırtarak üzerinden bölgeyi bölme ve İran’ı tecrit etme çabasında olduğu gerginliği sonunda “tatlıya bağladı”. ABD’nin “Ortadoğu NATO’su” kurma planını boşa düşürerek, arabuluculuğunda iki ülkeyi barıştırdı ve diplomatik ilişki kurmalarını sağladı. İkinci ziyaretinde Çin-Arap Ülkeleri ve Çin-Körfez İşbirliği Örgütü zirvelerini de gerçekleştiren Xi, bölgenin petrol ve gaz ülkeleriyle birçok anlaşma imzaladı. Şu anda Çin enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü bu ülkeden karşılarken, Suudi petrolünün önemli bir bölümü Çin’de rafine ediliyor ve varlıkları bakımından dünya 1 numarası olan Suudi petrol şirketi Aramco’nun Çin’de milyarlarca dolarlık yatırımı bulunuyor. Bu tekel Çin’in kuzeydoğusundaki ortak enerji yatırımını tamamladı ve özel sermayeli bir petrokimya grubunun hisselerinin önemli bir bölümünü satın aldı. Suudilerle ilişkilerin gelişmesinin iki sonucu daha oldu: Bu ülke “diyalog ortağı” olarak Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katıldı ve bu yıl başından itibaren BAE ve İran’la birlikte, aynı zamanda, sürükleyicisi durumundaki Çin’in ABD karşısında konumunu sağlamlaştırmak üzere geliştirip güçlendirme çabasında olduğu BRICS’e üye oldu.

Ancak Suudilerin Çin’le gelişen ticari, ekonomik ve siyasal ilişkileriyle ŞİÖ’üne üye olması, BRICS’e kabulü ve İran’la arasındaki normalleşme sürecine bakılarak şüphesiz bu ülkenin “eksen değiştirdiği” ileri sürülemez. NATO üyesi Türkiye’nin Rusya’yla da iyi denebilecek ilişkilere sahip olması ve Rusya’yla özellikle askeri alanda gelişkin ilişkileri bulunan ve ŞİÖ üyesi olan Hindistan’ın ABD ile iyi ilişkileri ve ABD, Japonya ve Avustralya ile birlikte QUAD’a da üye olmasına benzer şekilde çok-yanlı bir politika izlemekte olan Suudi Arabistan, gerçekte kendi “özel çıkarları”nı en ileriden gerçekleştirme peşinde. Emperyalist büyük devletler arasındaki çelişki ve çatışmaların şiddetlendiği koşullar, ekonomik ve askeri bakımlardan görece güçlü orta boy kapitalist ülkelere bu tür manevralar yapabilme olanağı sunuyor. Nitekim, Suudiler de, Çin’le olan gelişkin ilişkilerinin yanında, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin Çin’in ve “Kuşak-Yol Girişimi”nin önünü kesmeye yönelik olarak geliştirdikleri bir proje olan Hindistan’dan başlayarak Suudi Arabistan, İsrail, Kıbrıs, Yunanistan üzerinden Almanya’ya ulaşacak “Yeni Ekonomik Koridor”un da başlıca katılımcı ve yatırımcılarından.

İran, Çin’in bölgedeki önemli dayanaklarından, “Kuşak-Yol Projesi”nin de başlıca uğraklarından biri. Ocak 2022’de Çin İran’la 280 milyarı petrol ve doğalgaz, 120 milyarı da başlıca Çin’den Avrupa’ya uzanacak “Kuşak-Yol Projesi” kapsamında ulaşım sektörüne, özellikle limanların genişletilmesi ve modernizasyonuna yatırılmak üzere toplam 400 milyar dolarlık “25 Yıllık Kapsamlı İşbirliği Anlaşması” imzaladı. Karşılığında, şu anda ihtiyacının %6.5’unu karşıladığı bu ülkeden piyasa fiyatının %30 altında petrol alacak. İşbirliği, bankacılık, finans ve sigorta sektörünü ve bir İran-Çin ortak bankası kurmayı da kapsıyor. Anlaşmanın bir diğer unsuru son yıllarda 20 milyar doları bulan iki ülke arasındaki ticareti tedricen dolar dışı –yerel– paralarla yapmak. İki ülke arasındaki ticaret, 2016’dan bu yana İran’ın yaklaşık 9 milyar ihracat 9-13 milyar dolar ithalat yapması şeklinde gerçekleşiyor. Çin petrol alırken, elektrikli, digital, kimyasal sanayi üretim aletleri satıyor.[9] Anlaşmayla ilgili bilgileri veren aynı yazar, 2023 başındaki bir diğer makalesinde, Anlaşmanın uygulanmasının, Çin’in ağırdan alması nedeniyle beklendiği gibi ilerlemediğini, örneğin Çin’in İran’a yeterince yatırım yapmadığını yazdı. Örneğin Eylül 2021-Aralık 2022 döneminde İran 10.2 milyarlık yabancı yatırıma onay vermiş, bunun 2,7 milyarı Rus yatırımı olmak üzere 5.9 milyar doları gerçekleşmişken; Çin, BAE, Afganistan ve Türkiye’nin ardından 5. yatırımcı ülke durumunda. Oysa bu dönemde Çin diğer bölge ülkelerine milyarlarca dolarlık yatırım yaptı. Bu, Çin henüz ABD’ye yönelik olarak aralarındaki gerginliğin sertleşmesinden kaçınarak, örneğin Ukrayna sorununda doğrudan Rusya’yı desteklemeyip bir “barış planı” önererek belirli bir yatıştırma politikası izlerken, ABD yaptırımlarının muhatabı İran’ın bu konuda bir “ön cephe ülkesi” gibi Rusya’nın yanında yer alması ile açıklanabilir. Bir diğer neden, petrol bağımlısı Çin’in 2021’de %7.1’ini sağladığı iki Latin ülkesi bir yana, %4.1’ini Avrupa’dan (Norveç + İngiltere), 9.3’ünü iki Afrika ülkesinden, geri kalanını ise %15.6 ile Rusya ve %68.6 ile Ortadoğu ülkelerinden gerçekleştirdiği petrol ithalatının, Rusya dışta tutulursa, yaklaşık %65’i Basra Körfezi çıkışındaki Hürmüz Boğazı ya da Süveyş ve Yemen’le Cibuti arasındaki Babülmendep Boğazı, %80’ininse Malezya ile Endonezya arasındaki Malaka Boğazı yoluyla ABD filolarınca denetlenmesinin yanı sıra birçok çatışmaya açık dar su yollarından geçerek Güney Çin Denizi üzerinden Çin’e ulaşıyor oluşu. Üstelik Çin Avrupa ve Afrika’ya ihracatının yaklaşık %60’ını da BAE limanları üzerinden yapıyor ve en azından bugün için bu nakil yollarının güvenliğini sağlayabilecek durumda değil. Dolayısıyla erken bir çatışmanın, her şey bir yana sanayiini –Rusya’dan kara ve demiryoluyla sağlayabileceğinin dışında– enerjisiz bırakacağının farkında ve askeri bakımdan ABD ile boy ölçüşemeyecek durumda olmasının yanında bu nedenle de zamansız bir çatışmadan kaçınma konusunda kararlı ve şimdilik İran’la ilişkisini derinleştirme yanlısı görünmüyor.

ABD ve müttefikleriyle iyi ilişkilere sahip Birleşik Arap Emirlikleri, Çin’in de bölgedeki önemli bir partneri. Çin’in 2016 tarihli ilk Arap Politika Belgesi’nde altını çizdiği öncelikle enerji, inşaat, ticaret ve yatırımın kolaylaştırılması, nükleer enerji, uzay uydusu ve yenilenebilir enerji alanlarında yenilikçi teknolojilerle ilgili işbirliği içinde olacağını açıkladığı ülkelerden biri, Suudi Arabistan’ın yanı sıra BAE. Bu çerçevede Çin, 7 Körfez ülkesiyle birlikte, kurucu üyeleri arasında Suudi Arabistan ve BAE’nin de bulunduğu Asya Altyapı Yatırım Bankası’nı (AAYB) kurdu. 2017’de Abu Dhabi Ports, Çin’in Jiangsu Eyaleti Denizaşırı İşbirliği ve Yatırım Şirketi Limited ile Khalifa Limanı Serbest Ticaret Bölgesi’nde yapılacak yatırımlar için 50 yıllık bir Musataha anlaşması imzaladı. Finansal işbirliği açısından başka Körfez ülkeleriyle birlikte BAE ile de dolar-dışı ticaret anlaşmaları imzalayan Çin’in, ortak yatırımları finanse etmek üzere, 2017 sonu itibariyle dört bankasının BAE’de yedi şubesi bulunuyordu.

BAE-Çin ilişkileri hakkında bir fikir vermesi için, İngiltere’nin “The National News” adlı online yayınına yazdığı “Güçlü ikili ilişkiler hem Çin’in hem de BAE’nin stratejik çıkarlarına hizmet ediyor” başlıklı makaleden özetleyerek yapacağımız aktarmalarla sözü, BAE Dışişleri Bakanı ve Birleşik Emirliğin temel bileşeni ve başkenti Abu Dabi’nin Ulusal Petrol Şirketi CEO’su Dr. Sultan Al Jaber’e bırakıyoruz:

Geçtiğimiz yıl Çin ile BAE arasındaki ikili ticaret yüzde 15 artışla 52 milyar dolara ulaştı ve 1984’ten bu yana 800 kat büyüyerek Çin’i BAE’nin en büyük ticaret ortaklarından biri haline getirdi. Bugün ticari ilişkilerimiz enerji, lojistik, altyapı, imalat, teknoloji, finans, eğitim, kültür ve turizm gibi çok çeşitli sektörleri kapsıyor. Çin ekonomisi büyüdükçe, başlıca stratejik hedeflerinden biri de uzun vadeli güvenilir enerji arzını güvence altına almak ve BAE, 2017 ve 2018 yıllarında Abu Dabi’nin 40 yıllık kara ve deniz imtiyazlarında China National Petroleum Corporation’a hisse veren önemli anlaşmaların ardından bu alanda güvenilir bir ortak olarak ortaya çıktı. BAE’de 180.000 Çin vatandaşı yaşayıp çalışıyor ve Emirlik yaşamının ekonomik ve kültürel çeşitliliğine değerli bir katkıda bulunuyor. Abu Dabi Limanları ile Cosco Shipping [Çin deniz taşımacılığı tekeli] arasında geçen yıl imzalanan ve Abu Dabi’nin yükleme kapasitesini iki katına çıkaracak bir konteyner terminali inşa etme anlaşması BAE’nin bu konudaki yeteneğini güçlendirecek.

BAE-Çin ilişkilerinin önemi, bir dizi çeşitlendirilmiş ticari yatırımlara odaklanmak üzere 2015 yılında başlatılan 10 milyar dolarlık stratejik ortak yatırım fonunun kurulmasıyla daha da arttı. Kuşak ve Yol bölgesi genelinde ticaret kapasitesini geliştirme ve ekonomik büyümeyi arttırma konusundaki ortak kararlılığımız, Asya’da hayati önem taşıyan altyapı projelerine yönelik finansmanı hızlandırmayı amaçlayan Çin liderliğindeki Asya Altyapı Yatırım Bankası’na üyeliğimizle de ortaya konuyor. AAYB şu ana kadar Asya’da 12 ülkede kritik su, enerji ve altyapı projelerine finansman sağladı ve geçen yıl Asya dışındaki ilk projesini onaylayarak Mısır’da toplam 490 MW kapasiteli güneş enerjisi projelerini finanse etti.[10]

Söylenen ve aktarılanlar, Suudilere benzer biçimde BAE’nin de emperyalistlerle “çok taraflı” denen türden ilişkilere sahip olduğunu ve buna uygun bir dış politika izlediğini ortaya koyuyor; yoksa yüz milyarlar tutan petro-dolarlarını batıda yatırmış olan bu ülke ABD’ye karşı Çin safında yer alıyor değil.

 

Körfez Gericilikleri ve Finansal Dayanakları

Emperyalist büyük devletler ve egemenlik mücadelelerini ayrıntısıyla anlayabilmek için, Ortadoğu’ya, bu mücadelelerin yanı sıra, özellikle –örneğin en üst düzey Türkiye yetkililerinin doğrudan yatırım ve “sıcak para” beklentisiyle kapılarını aşındırdıkları– ellerinde bol miktarda “petro-dolar” birikmiş belli başlı bölge devletleri yönünden de bakmak şart. Bunlardan Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt’in oluşturdukları devlet yatırım fonları, dünyanın en büyük finansal yatırım fonları arasında.

Kısa zaman öncesine kadar ABD’nin bölgedeki dayanaklarından olan bu ülkeleri son yıllarda Çin’le ticaretlerini geliştirip ortak yatırımlar yapmaya teşvik eden etkenler, petrol açlığının yanında Çin ihracatının bu ülkelerle sınırlı olmayan ihtiyaçlarının yanı sıra ekonomilerini petrole bağımlı olmaktan çıkarıp çeşitlendirmek üzere farklı alanlara yatırım yapmaya yönelen Körfez ülkelerinin yapay zeka, 5G, kuantum bilgisayar teknolojisi, akıllı şehirler, yarı iletkenler, biyoteknoloji ve yeşil enerji gibi alanlarda ABD’yi geride bırakan ve bölgeye yatırım peşinde olan Çin’in sunduğu olanaklara duydukları ihtiyaç ve bu ihtiyaçlarını karşılayacak fonlara sahip olmaları. İran da benzeri ihtiyaç ve yönelimlere sahip, ancak bunları gerçekleştirecek yeterli olanaklardan yoksun. Bu olanaklarıysa, sözü edilen ülkelere emperyalistler karşısında daha esnek tutumlar geliştirebilme imkanı veriyor. Örneğin Suudilerin, Ukrayna Savaşının ardından Biden’ın açık talebine karşın Rusya ile anlaşıp petrol üretimini kısması ve ABD’nin “Ortadoğu NATO’su” hesabını bozarak İran’la ilişkilerini normalleştirmeye yönelmesi, kendi “özel çıkarlarını” gerçekleştirmek üzere ABD (ve müttefiklerini) Çin ve Rusya ile “dengeleyebilme” olanaklarına sahip olmalarıyla açıklanabilir. Karşılaştırmak gerekirse, Türkiye coğrafyası ve ordusunu olanak olarak kullanıp ABD ile Rusya arasındaki çatışmadan yararlanarak “özel çıkarları”nı gerçekleştirmeye yönelmiş, ancak ekonomisinin büyüklüğüne rağmen iktisaden ve mali olarak Suudiler gibi kendi başına ayakta durabilme olanağına sahip olmadığı için yönelimini sürdürememiş ve kredi ihtiyacı dolayısıyla ne F-35 üretiminden dışlanmasının üstesinden gelebilmiş ne de S-400’lerin ambalajını açabilmiştir.

Karşılaştırma yapılabilmesi açısından, nominal (Nisan 2024)[11] ve satın alma gücü paritesine (2023)[12] göre en yüksek milli gelire sahip ülkeler şöyle sıralanıyor:

 

Ülke Milli Gelir – Nominal       (trilyon dolar) Milli Gelir – Satın alma gücü paritesi (trilyon dolar)
ABD 27.9 26.9
Çin 18.5 32.9
Almanya   4.7   5.5
Japonya   4.3   6.5
Hindistan   4.1 13.1

 

Dünyanın en büyük finansal yatırım fonları sıralaması ise, yönettikleri trilyon dolarlık yatırım miktarları toplamına göre Mart 2022’de şöyleydi:

  1. BlackRock (9.5), 2. The Vanguard Group (8.4), 3. UBS Group (4.4), 4. Fidelity Investments (4.2), 5. State Street Global Advisors (3.9), 6. Morgan Stanley (3.3), 7. JP Morgan Chase (3), 8. Allianz (3), 9. Capital Group (2.6), 10. Goldman Sachs (2.4)[13]

BlackRock ve Vanguard’ın yönetimleri altındaki yatırımlar toplamının ABD ve Çin dışında diğer tüm ülkelerin milli gelirlerini aştığı görülüyor. Sıralamadaki 3. ve 4. büyük yatırım fonu da Almanya ve Japonya’dan aşağı kalmıyor. Kapitalist devletler şüphesiz önemli ve kapitalistler için vazgeçilmez, ancak büyük finansal yatırım tekellerinin burjuva devletler üzerindeki etki gücünün küçümsenemeyeceği de ortada.

Körfez fonlarına gelinirse…

 

Suudi Fonu: 1971 yılında Suudi Arabistan Hükümeti adına yatırımlar yapmak amacıyla kurulan Kamu Yatırım Fonu (PIF) Suudi Arabistan’ın egemen servet fonu ve toplam 925 milyar dolarlık varlığıyla dünyanın egemen varlık fonları sıralamasında üçüncü.

Ülkelerin varlıklarını yöneten egemen (devlet) varlık fonlarının en büyüğü, 2022’de yönettiği varlıklar toplamı 1,36 trilyon dolar olan Norveç’in Norges Bank Yatırım Yönetimi. İkinci büyük devlet fonu, 1,22 trilyon doları yöneten Çin’in China Investment Corporation. Yönetimi altındaki 829-853 milyar dolarlık varlıkla Abu Dabi Yatırım Otoritesi (ADIA) ve yönetimi altındaki –kimi yerlerde 700, kimilerinde 800 milyardan çok, kimilerindeyse 923.5 milyar dolar olarak geçen– varlıklar toplamıyla Kuveyt Yatırım Otoritesi (KIA) dördüncü ve beşinci devlet fonu durumunda. Arkalarından, yönettiği 475 milyar dolarlık varlık toplamıyla Katar Yatırım Otoritesi geliyor.

2022 ve 2023’te dünyanın en büyük tekeli durumundaki Aramco’nun toplam %8’lik hissesi Suudi PIF’e devredildi.[14] Posco Engineering & Construction Co.’da % 38 hissesi bulunan PIF, Uber’de 3.5 milyar dolarlık %5, Nexon’da 1 milyar dolarlık %5 hisse sahibi, TESLA’daki hisselerinin değeriyse bilinmiyor. Boing, Meta Platform (sonra Facebook), Disney, BP, Bank of America, CitiGroup, Berkshire Hathaway’de birer milyar dolardan az hisseleri var. Japon SoftBank Group ile ortak yatırımlara sahip. 2022’de iflas etmeden az önce, Katar yatırım fonu QIA ile birlikte Credit Suisse’e yatırım yapmıştı. PIF, 2018-2022 arasında yıllık %8 getiri elde etti.

PIF, ülke dışında yatırım yapmanın yanında petrole dayalı Suudi ekonomisini çeşitlendirerek, ülkeyi ekonomik, sosyal ve kültürel olarak dönüştürmeyi amaçlayan Veliaht Prens’in 2016’da açıkladığı Suudi Vizyon 2030 programını finanse ediyor. Vizyon 2030’un birçok alt başlığından ikisi Kızıldeniz Global ve Neom. İlki, 22 ada ve 6 iç-bölgede 8 bin odalı 50 otel ve binden çok konuttan oluşan, 2030’da tamamlanacak Kızıldeniz kıyısında bir mega turizm projesi. Neom ise, Kızıldeniz’in kuzeyinde, Akabe Körfezi’nin karşısında, yüzer bir sanayi kompleksi, uluslararası ticaret merkezi, turistik tesisler ve yenilenebilir enerji kaynaklarıyla, güvenlik, lojistik ve bakıcılık türü işlerin robotlarca yapılacağı bir kent inşası projesi ve tahmini maliyeti 500 milyar doları aşıyor.

 

Abu Dabi Fonu: BAE, dünya petrol rezervlerinin %9’uyla gaz rezervlerinin %5’ine sahip olmasının yanında egemen varlık fonu, Çin’le Afrika ve Avrupa ticaretinin kavşak noktası oluşu ve hem Çin hem de ABD ile iyi ilişkileriyle Ortadoğu’yla sınırlı olmayan bir finans ve ticaret merkezi durumunda ve şimdiden Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’nin geleceği için öngördüğü bir “lojistik merkezi” olduğu söylenebilir. Bunda yatırım fonlarının rolü görmezden gelinemez.

Emirliğin petrol gelirlerinin yönetiminden sorumlu Abu Dabi Yatırım Otoritesi, Abu Dabi’nin bir bileşeni ve başkenti olduğu BAE’nin yatırım fonu Emirlikler Yatırım Otoritesi (EIA) ile iç içe yatırım yapıyor; ADIA yöneticisi BIA’nın da yöneticilerinden. Bu yatırım fonunun da amacı, BAE ekonomisini petrol-gaz ekonomisi olmanın ötesine geçirip çeşitlendirmek.

EIA, iki Ortadoğu ve Kuzey Afrika telekomünikasyon şirketi olan Etisalat ve Du’da büyük hisselere sahip. Bahreyn’deki Gulf International Bank, United Arab Shipping Company ve Gulf Investment Corporation’da yatırımları bulunuyor.

Uluslararası Petrol Yatırım Şirketi (IPIC) 1950’lerde petrol gelirlerini yatırıma dönüştürme amacıyla kuruldu, 1988’de İspanyol rafinerisi CESPA’nın çok miktarda hissesini satın aldı, 2022’deyse yaklaşık %25 hissesini satıp paraya çevirdi. 2016’da yine ekonomiyi çeşitlendirme amacıyla kurulan bir diğer Abu Dabi fonu olan ve sonradan uluslararası bir yatırım şirketine dönüştürülen, 50’den fazla ülkede yatırımlara sahip Mubadala ile birleşti. 2019’da ise şirket ADIA’ya katıldı ya da onunla birleşti. Mubadala 284 milyarlık varlıklar toplamını yönetirken, AIDA, yönettiği 800 milyar doları aşan varlıkla dünyanın en büyükleri arasında.

ADIA’nın yatırımlarının %45-60’ı kuzey Amerika, %15-30’u Avrupa, %5-10’u gelişmiş Asya ve %10-20’si “yükselen pazarlara” gidiyor.

Kuveyt fonu: Yönetimi altındaki varlıkların miktarı hakkında –gizli tutmaları nedeniyle 700+ ile 923.5 milyar dolar arasında oynayan– farklı bilgiler olan Kuveyt Yatırım Otoritesi (KIA), OPEC’in 5. büyük petrol üreticisi olan bu ülkenin petrol gelirlerini yönetip değerlendirmek amacıyla 1953’te kuruldu. Kuveyt’in başbakan yardımcısı ve Maliye Bakanı da olan 2016’daki başkanı, yatırım için davet edildikleri BlackRock’a ilk olarak 750 milyon dolar yatırdıklarını ve hisselerinin birkaç yıl içinde 3 kat değerlendiğini söyledi. KIA’nın bir önceki Başkanı B. Alsaad da 2019’dan yerini Suudi Aramco’nun İcra Kurulu Başkanı Nasser’e devrettiği 2023’e kadar bu dev fonun İcra Kurulunda yer aldı. Yatırımlarının yaklaşık %40’ı ABD’de ve benzer miktarı AB ve İngiltere’de olan KIA, Chrysler, BP, Bank of America, CitiGroup, Associated British Ports gibi büyük tekellerde önemli miktarlarda hisse sahibi. Örneğin Mercedes-Benz’deki hisselerinin oranı %6.8 ve burada iki ayrı yatırımcıyla bu otomotiv devinin %15 hissesini elinde tutan Çinlilerle birlikte çalışıyor. KIA, 750 milyar dolarlık bir fonu yöneten Brookfield’in de büyük ortaklarından.

Katar Fonu: 500 milyar dolara yaklaşan yönetimi altındaki varlıklarla, diğer Körfez fonlarına benzer amaçlarla kurulan Katar Yatırım Otoritesi’nin (QIA) yatırımları, ABD’nin yanında daha çok Avrupa ve özellikle İngiltere’de. Büyük İngiliz Bankası Barclays’de %12.5, Hochtief’te %17, Royal Dutch Shell’de %7 hisseye sahip. İngiliz perakende zinciri Sainsbury’s’in büyük ortağı, Volkswagen Group’un 3. büyük hissedarı. Fransa Katar’ı stratejik ortak olarak görüyor; QIA’nın Lagardère (%12), Total (%4), EADS (%6), Vinci SA (%5), Veolia’nın (%5) yanı sıra Technip, Air Liquide, GDF Suez, Vivendi, Royal Monceau, France Telecom ve Areva’da yatırımları bulunuyor. Fransız hükümeti, ülkedeki Katarlı emlak yatırımları için vergi muafiyetleri sununca, Paris Saint-Germain kulübünün de sahibi olan QIA bu ülkede yaklaşık 4 milyar dolarlık mülk satın aldı. QIA, aynı zamanda İngiliz Canary Wharf Group’un çoğunluk sahibi olan Apeldoorn’da hisse sahibi.

Bölümü sonuçlandırırken söylemeliyiz ki, Ortadoğu’yla ilgili fikirler ileri sürülürken, büyük emperyalist devletlerin yanı sıra ekonomik ve askeri açıdan gelişkin ülkeler olan Türkiye ile “Batının ileri karakolu” İsrail ve siyasal-askeri gücü ve etkisiyle Mısır, –her ne kadar Katar örneğin güvenliğini ülkesinde Türkiye’ye askeri üs kurma olanağı sunarak sağlama yoluna gitse de– petro-dolarlarından gelen finansal güçleri ve ekonomilerini çeşitlendirerek geliştirmeleriyle Körfez ülkeleri hesaba katılmadan edilemez.

 

Ortadoğu İkinci Plana mı Düştü?

Amerikan strateji belgelerinde “ikinci plana düştü” denmiyor, ama bir süredir benzer bir anlama gelmek üzere Asya-Pasifik’e özel bir vurgu yapılıyor.

Biden yönetiminin yayınladığı 2022 tarihli strateji belgesi, bölgenin önemini ve bu önemin arttığını belirterek başlıyor: “ABD bir Hint-Pasifik gücüdür… bölge, dünya nüfusunun yarısından fazlasına, dünya ekonomisinin yaklaşık üçte ikisine ve dünyanın en büyük ordularından yedisine ev sahipliği yapmaktadır. Bölgede ABD ordusunun… diğer bölgelerden daha fazla mensubu görev yapmaktadır. Üç milyondan fazla Amerikan istihdamını destekleyen bölge, ABD’ye yapılan yaklaşık 900 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırımın da kaynağıdır. ABD ile bölge arasındaki iki yönlü ticaret 2020 yılında 1,75 trilyon dolara ulaştı… ABD’nin doğrudan yatırımı 2020 yılında 969 milyar dolardan fazla olmuş, son on yılda neredeyse iki katına çıkmıştır… Önümüzdeki yıllarda, bölge küresel ekonomik büyümenin üçte ikisini gerçekleştirdikçe, etkisi de artacak ve Amerika Birleşik Devletleri için önemi de artacaktır.[15]

Rakibi Çin’e bölgeyle ilgili olarak özel bir gönderme yapıyor: “ÇHC’nin baskı ve saldırganlığı tüm dünyayı kapsamakla birlikte en şiddetli olduğu bölge Hint-Pasifik.

Amerikan çıkarlarının bölgeye bağlanmakta olduğunu belirtiyor: “Hızla değişen stratejik ortamda, Amerikan çıkarlarının ancak ABD’yi Hint-Pasifik bölgesine sağlam bir şekilde bağlayarak ve en yakın müttefiklerimiz ve ortaklarımızla birlikte bölgenin kendisini güçlendirerek ilerletilebileceğinin farkındayız.

Ve sonuca bağlıyor: “Stratejik hedeflerimiz, hiçbir bölgenin dünya ve sıradan Amerikalılar için Hint-Pasifik’ten daha önemli olmayacağı… inancından kaynaklanıyor.

Hiçbir yerde Ortadoğu ya da Avrupa’nın önemsizleşerek “ikinci plana düştüğü” söylenmiyor, ancak anlıyoruz ki, ABD açısından Asya-Pasifik belirleyici.

Tabii ki, Amerikan çıkarları ve gereklerini ABD’den; Beyaz Saray ve Pentagon’dan iyi bildiğimiz iddiasında değiliz. Bu ülkenin stratejik yönelimini düzeltme gibi bir niyetimiz de yok. Ancak şunları da söylemeliyiz.

  1. Asya-Pasifik kuşkusuz çok önemli bir bölge ve aralarında ciddi bir mesafe olmakla birlikte bölge ülkesi iki başlıca rakip ABD ile Çin askeri olarak en çok ve doğrudan –ekonomik ve ticari bakımdan ikisi açısından da çok önemli olan– bu bölgede karşı karşıya geliyor ve gelecek.
  2. Yine kuşkusuz Asya-Pasifik ABD ve Çin’in başını çektiği rakip bloklar arasındaki çatışmanın sadece askeri değil siyasal strateji açısından da bir odak noktası olacak; ancak nesnel koşullardaki çok yönlü gelişme ve farklılaşmalar kadar bunları etkileyecek bloklar arasındaki güç ilişkilerindeki gelişme ve değişimlerle de çatışmanın somut odağı Ukrayna’da olduğu gibi sabit kalmayıp farklılaşacak. Nihai güç sınaması Asya-Pasifik’te cereyan edecek olsa bile, buna gidişin birçok uğrağı olması kaçınılmaz.
  3. ABD ile Çin ve müttefikleri arasındaki güç çekişmesi ve paylaşım mücadelesi, nihai çatışmanın nerede ve hangi bölgede gerçekleşeceğinden bağımsız olarak küresel ölçekte sürüyor. Bu, özellikle Çin’in hızla 7 kıtaya yayılmış oluşu dikkate alındığında böyle. Taktik geri çekilmeler mümkün olmakla birlikte ABD “şu bölgede ben yokum” deme lüksüne sahip değil. Üstelik askeri açıdan rekabet konvansiyonel çatışmalar üzerine kurulamayacağı için küresel ölçek lehine bölgesel ölçek önemsizleşiyor.
  4. Somut olarak, Çin’le bir blok oluşturan Rusya’yı (ve dolayısıyla Çin-Rus bloğunu) zayıflatmayı amaçlayan savaşın gerçek tarafının başta ABD olmak üzere müttefiklerince oluşturulmuş siyasal askeri pakt olan NATO olduğu Ukrayna Savaşı, hiç de önemsizleşmediğini kanıtlayarak Avrupa’da sürüyor.
  5. Ortadoğu’nun önemi ise başlıca iki nedenle küçümsenemez.
  6. Bölge enerji deposu ve alternatif enerji biçimlerinin geliştirilmesinde küçümsenmez mesafeler alınmak ve “yeşil enerji” vurgulu bir kampanya yürütülmekle birlikte henüz hiçbiri petrolle gazın yerini alabilecek bir gelişme gösteremedi. 30-40 yıl yetecek petrol ve gaz rezervleri olduğu söyleniyor ve bu bir ölçüde doğru, ancak örneğin doğu Akdeniz’de yenilerinin bulunması bir yana kimse emperyalistler arasındaki nihai kapışmanın 30-40 yıl erteleneceğini garanti edemez.
  7. Kapitalizmin “yeşil enerji” kampanyasının propaganda yönü oldukça ağırlık taşıyor. BlackRock örnek alınacak olursa, tüm propagandif karşı çıkışlara karşın, dünyanın en büyüğü olan bu yatırım fonu Exxon Mobil, Chevron ve Shell’de önemli yatırımlara sahip ve en büyük hisseleri bu üç tekel olan iShares Global Energy borsa yatırım fonu son üç yıldır S&P 500 Endeksi’nden çok daha iyi performans gösteriyor. Üstelik sanki “yeşil enerji” tartışması ortalığı kasıp kavurmuyormuş gibi, BlackRock petrolcü bir KIA yöneticisi yerine yine bir başka petrolcü yöneticiyle yoluna devam ediyor.
  8. ABD enerji açısından kendine yeterli denebilse bile, Çin açısından petrolle gaz ve dolayısıyla rezervlerinin büyük bölümüne sahip Ortadoğu vazgeçilmez önemde. Çin açısından önemli olanın ABD açısından önemsiz sayılabileceğini kimse söyleyemez.
  9. Bölge petrol ve gaz rezervlerinin yanı sıra Asya’yı Avrupa ve Afrika’ya bağlayan ticaret ve deniz yolları üzerinde önemli bir kavşak olması nedeniyle de stratejik önemde. Bu önem, enerji ithalinin %50’sini deniz yoluyla yapmasının yanında Avrupa ve Afrika’yla ticaretinin %60’ını BAE üzerinden gerçekleştiren Çin bakımından hiç küçümsenir gibi değil. Çin açısından bunca önemli olan, kendisini çökertme çabasındaki rakibi ABD açısından küçümsenir olamaz.

Dolayısıyla herhangi nedenle Ortadoğu’nun artık eski önemini kaybettiği görüşü doğru sayılamaz.

[1] Lenin, V. I. (1999) Ekim Devrimi Dosyası, çev. K. Somer, 1. Baskı, Sol Yayınları, Ankara.

[2] ABD’nin en çok üs ve askeri başta Almanya olmak üzere Avrupa’dadır.

[3] Geniş bilgi için bkz. “e savunma”. https://www.csavunma.com/birlesik-krallik-yurt-disindaki-askeri-varligini-giderek-arttiriyor/.html

[4] Yaklaşık 230 milyar dolar harcadığı 2021’de Çin’in petrole bağımlılık oranı %72’ydi ve ithal ettiği petrolün yarısından çoğu (%50,7’si) Ortadoğu ülkelerinden gelmekteydi. Çin’in petrol açlığı onu petrol üreten ülkelere muhtaç kılarken, sunduğu yeri kolay doldurulamayacak pazar olanağı petrol üreticisi ülkeleri de önemli ölçüde kendisine bağımlı hale getirmektedir.

[5] Bu süreç, 1978’de Camp David’de ABD Başkanı J. Carter’in “hakemliğinde” E. Sedat’la (Mısır) M. Begin (İsrail) arasında imzalanan anlaşmayla başladı. Ardından 2000’de aynı yerde bu kez B. Clinton’un gözetiminde Y Arafat’la (Filistin) E. Barak (İsrail) arasında gerçekleşen görüşme –barış görüşmelerini sürdürmede sözleşme dışında bir anlaşmayla sonuçlanmasa bile– sürecinin önünü tamamen açtı. Mısır’ın ardından, sırasıyla Ürdün, BAE, Bahreyn, Fas, Sudan ve Türkiye İsrail’le ilişkilerini normalleştirip bu ülkeyi tanıdılar. Suudi Arabistan ise, tamamlamak üzereyken son İsrail saldırganlığı üzerine başlatmış olduğu süreci dondurdu.

[6] Örneğin ABD’nin egemenliğindeki Suriye petrollerini Türkiye sınırlarına paralel olarak nakletme projesini, Türkiye, iki askeri harekatla biri Afrin diğeri Tel Abyat ve Resulayn olmak üzere bölgede iki “cep”i işgal ederek durdurdu. Bu nedenle ve 2003’te Irak işgalinde topraklarını açmayan Türkiye ile hava sahasıyla Süveyş Kanalı’nı Amerikan ordusunun geçişine açan Mısır karşılaştırıldığında, Arap dünyasındaki olumlu etkisiyle birlikte Mısır’ın ABD açısından daha güvenilir bir müttefik olduğu söylenebilir ki; bu, yıllık karşılıksız Amerikan yardımıyla da kanıtlıdır.

[7] BAE’nden başlayarak Katar ve Irak’tan geçerek Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşacak “Kalkınma Yolu Projesi” de “Kuşak-Yol Projesi” ile bağlantısı içinde düşünülebilir.

[8] Bkz. Tavukçu, S. (2022) “Çin Devlet Başkanının Arap Dünyasını Ziyareti ve Küresel Değişime Dair İşaretler”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, https://www.sde.org.tr/cin-devlet-baskaninin-arap-dunyasini-ziyareti-ve-kuresel-degisime-dair-isaretler-bolgesel-analiz-462

[9] Bilgi için bkz. Yasir, R. (2022) “IRAM, İran-Çin arasındaki 25 yıllık anlaşmada son durum”, https://www.iramcenter.org/iran-cin-arasindaki-25-yillik-anlasmada-son-durum-737

[10] Bkz. Al Jaber, S. (2020) “Strong Bilateral Relations Serve The Strategic Interests of Both China and the UAE”, The National News, https://www.thenationalnews.com/opinion/comment/strong-bilateral-relations-serve-the-strategic-interests-of-both-china-and-the-uae-1.749584

[11] Forbes India (2024) “The top 10 largest economies in the world in 2024”, https://www.forbesindia.com/article/explainers/top-10-largest-economies-in-the-world/86159/1

[12] Bkz. https://www.insidermonkey.com/blog/5-countries-with-the-highest-gdp-in-2023-1269508/?singlepage=1

[13] Bkz. The Blance (2022) “The 10 Largest Investment Management Companies Worldwide”, https://www.thebalancemoney.com/which-firms-have-the-most-assets-under-management-4173923

[14] Arabian American Oil Company (Aramco), Suudi hükümetiyle Standard Oil ortaklığı olarak 1940’ta kuruldu. Suudi Hükümeti, 1973’teki petrol krizi sırasında şirketteki payını %25’ten 60’a çıkardı, 1988’deyse şirketi kamulaştırdı. Şirketi adı, artık Saudi Arabian Oil Company (Suudi Aramco). 2022’de 161, 2023’te ise 121 milyar dolar net kâr elde etti.

[15] Bkz. https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2022/02/U.S.-Indo-Pacific-Strategy.pdf