Yusuf Karadaş
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Ortadoğu haritasının galip emperyalistler (İtilâf Devletleri) arasındaki paylaşım anlaşmaları üzerinden çizilmesi ve bu bağlamda Kürdistan coğrafyasının dörde parçalanması nedeniyle Kürt sorunu yüzyılı aşkın bir süredir diğer bölgesel gelişmelerle iç içe geçmiş bir ulusal sorun olarak var olageldi. Bu parçalanmışlık farklı parçalardaki uluslaşma süreci ve ulusal mücadelenin, o parçanın yer aldığı ülkedeki sosyoekonomik ve politik gelişmelere bağlı olarak birbirinden farklı bir seyir izlemesine yol açtı. Bununla birlikte her parçadaki ulusal mücadele ve kazanım diğer parçalar üzerinde belli bir etki yarattı.
Öte yandan emperyalist paylaşımla temelleri atılmış ve bölge gericiliklerinin politikaları üzerinden bugüne kadar çözümsüz kalmış/bırakılmış bir sorun olarak Kürt sorununun bu parçalı yapısı, sorunu kaçınılmaz bir biçimde bölgedeki egemenlik/paylaşım mücadelesinin diğer alanları ve sorunlarıyla bağlantılı bir soruna dönüştürdü. Bu temelde; emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin Kürtlerin herhangi bir parçadaki kazanımını ya da mücadelesini kendileri için de tehdit gördüklerinde buna karşı birlikte tutum aldıklarını, ama daha çok bu sorunu birbirlerine karşı egemenlik mücadelesinde kullanmaya çalışan bir politika izlediklerini söyleyebiliriz. Bu durum, Kürt sorununu bölgesel paylaşım (emperyalistler ve işbirlikçi gericiliklerin kendi aralarında ve halklara karşı) mücadelesi içinde anlam kazanan ve bu mücadelenin gidişatı bakımından kritik önem taşıyan bir sorun haline getirmektedir. Dolayısıyla bugün çözümün nereden geçtiğini görebilmek için sorununun dünden bugüne bölgedeki güç ilişkileri ve egemenlik mücadeleleri içinde tuttuğu yere bakmak gerekiyor.
Tarihsel Arka Plan
“Kürdistan” ismi, ilk kez Büyük Selçuklu Sultanı Sencer (1086-1157) döneminde idari bir bölge adı olarak kullanılmıştır. 17. yüzyılın önemli gezginlerinden Evliya Çelebi, Seyahatname adlı ünlü eserinde Kürdistan’dan “büyük bir ülke” olarak söz etmekle kalmaz, aynı zamanda “yüksek dağlar arasında yaşayan Kürt aşiretlerin Acem kavminin Anadolu’yu istila etmesine karşı güçlü bir set oluşturduğunu” da belirtir. Ancak modern anlamda (uluslaşma sürecinde) Kürdistan coğrafyasının sınırlarını anlamak bakımından ilk Türkçe ansiklopedi olarak kabul edilen Kâmûsü’l A’lâm’da (1989-1898) Şemsettin Sami’nin yazdıklarına bakmak açıklayıcıdır: “Kürdistan, kuzey doğu yönünden Azerbaycan, doğuda Irakı Acemî (Acem Irakı), güneyden Loristan ve Irakı Arabî (Arap Irakı), güneybatı yönünden Mezopotamya, kuzey batı yönünden de Anatoli ile sınırlıdır.”[1]
Ancak Kürdistan coğrafyasındaki ilk parçalanma kapitalist gelişim sürecinden çok daha önce, iki feodal imparatorluk, Osmanlı İmparatorluğu ve İran Safevi İmparatorluğu arasında 1639’da yapılan Kasr-ı Şirin Anlaşmasıyla gerçekleşmiş ve Türkiye ile İran Kürdistanı arasındaki sınırlar o günden bugüne aşağı yukarı aynı kalmıştır.
Feodal bir yapıya sahip olmalarına rağmen kendi özerk statülerini korumaya çalışan Kürt beyliklerin, yurtluk-ocaklıkların ‘merkezileştirilmesi’ politikasına karşı 19. yüzyılda gerçekleştirdikleri isyanlar, modern anlamda Kürt uluslaşmasının öncülleri olarak kabul edilir ki, bu isyanların en önemlileri Botan Emiri Mir Bedirxan’ın 1846 tarihli ayaklanması ile 1879’da Şeyh Ubeydullah öncülüğünde önce İran’a ve sonra İran’ı destekleyen Osmanlı’ya karşı gerçekleştirilen isyandır.
Bu arada Kürt aşiretlerin çoğunluğunun Sünni-Müslüman olmasının ve bu temelde halifeliği elinde bulunduran Osmanlı’ya dini olarak sürdürdükleri bağlılığın hem uluslaşma süreci bakımından geciktirici bir rol oynadığını ve hem de bu dini-mezhepsel bağlılığın bu aşiretlerin Şii İran’a ve daha sonra da Ermenilere karşı kullanılmasına yol açtığını da belirtmek gerekir. Abdülhamid döneminde Kürt aşiretlerden oluşturulan Hamidiye Alayları bu politika bakımından tipik bir örnektir.
Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra oluşan geçici özgürlük ortamında Kürt ulusal karakterli birçok örgüt kurulmuştur. Osmanlı’da 1908’de iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC), Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na Pantürkist hayallerle Almanya ile birlikte katılması ve bu dönem Türk burjuvazisine yeni birikim alanları yaratmak amacıyla Ermenilerle birlikte Kürtlere karşı da baskı politikalarına sarılması nedeniyle bir dizi Kürt isyanı yaşanmıştır. 1915-1917 yılları arasında Botan, Dersim, Elâzığ, Diyarbakır, Mardin ve Bitlis’te patlak veren bu isyanların en karakteristik özelliği, tıpkı cumhuriyetin kuruluşundan sonraki isyanlarda olduğu gibi, Kürt uluslaşmasının düzeyiyle de bağlantılı olarak lokal isyanlar olarak kalmalarıdır.
Daha savaş devam ederken Osmanlı egemenliği altındaki Ortadoğu topraklarının paylaşımı için İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasında imzalanan ve sonra Çarlık Rusya tarafından da onaylanan gizli Sykes-Picot Anlaşması yapılmıştır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Lenin tarafından ifşa edilen Sykes-Picot Anlaşması, emperyalist paylaşımın nihai biçimini değil, genel çerçevesini belirlemiş ve bu anlaşmayla Kürdistan coğrafyasının dörde bölünmesinin temelleri atılmıştır. Bu gizli anlaşmaya göre;
“Çarlık Rusyası Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilayetleri ile Güneydoğu Anadolu’da bazı yerleri kontrol edecekti. Fransa’nın payına Aladağ, Kayseri, Akdağ, Yıldızdağ, Zara, Eğin, Harput ile sınırlanan arazi ile Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Lübnan kıyıları ve Musul; Britanya’nın payına ise Bağdat’tan itibaren (bugünkü Ürdün de dâhil) tüm Güney Mezopotamya ile Hayfa ve Akka Limanları düşüyordu. Ayrıca Fransız ve İngiliz nüfuz bölgelerinde bir Arap devletleri konfederasyonu ya da Fransız ve İngiliz nüfuzu arasında bölünmüş tek bir Arap devleti kurulacaktı. İskenderun serbest liman olacak, Kudüs ve Filistin ise ayrıntıları sonra tespit edilecek uluslararası bir statüye kavuşturulacaktı.”[2]
Anlaşmada Kürtlerin ve Kürdistan’ın adı dahi geçmemektedir. Oysa bu anlaşmanın imzacılarından Sir Mark Sykes, Kürtler ve Kürdistan üzerine çalışmalar yapmış İngiliz bir diplomat olarak bilinmektedir.
Bu dönemde Kürtlerin ulusal varlığı ve statüsüyle ilgili en çok tartışma yaratan anlaşma, galip emperyalistler (İtilâf Devletleri) ile Osmanlı devleti arasında 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması’dır. Bu anlaşmanın Kürtlerin ulusal haklarını tanıdığı yönünde yaygın ama yanlış bir görüş vardır. Çünkü bu anlaşmanın 62. maddesinde Kürdistan’ın sadece bugün Türkiye sınırları içinde kalan küçük bir bölümünde “Kürt özerk bölgesi” kurulması öngörülüyor ve daha önemlisi anlaşmanın 64. maddesinde bu bölgede bir “Kürt devleti” kurulması kararı, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin belirleyici olduğu Milletler Cemiyeti’ne bırakılarak, emperyalist çıkarlara göre tutum alınmasının önü açılıyordu:
“İşbu antlaşmanın yürürlüğe konuluşundan bir yıl sonra, 62. maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvururlarsa ve konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi, şimdiden yükümlenir.”[3]
Osmanlı yönetiminin taraf olduğu Sevr Anlaşması, TBMM’nin kurulmasından; yani Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nın başlamasından sonra imzalandığı ve ayrıca Mustafa Kemal’in ‘özerklik’ vaat ettiği Kürtlerin önemli bir bölümü bu mücadeleye katıldıkları için daha baştan ölü doğmuş bir anlaşmaydı. Ancak bu anlaşmanın en dikkat çekici noktalarından biri, emperyalistlerin Kürtlerin ulusal hak ve istemlerini kendi çıkarları için kullanma politikasının ilk örneklerinden olmasıdır. Daha sonra Musul vilayetinin aidiyeti konusunda Türkiye ve İngiliz emperyalizmi arasında anlaşmazlığın yaşandığı dönemde İngiltere hükümetine sahadaki temsilcilerinden gönderilen bir rapordaki şu ifadeler, emperyalistler için esas olanın ulusal haklar değil, kendi çıkarları olduğunu ve hakların bu çıkarlar için pazarlık konusu yapıldığını çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır:
“Eğer Türkiye’ye değişen bu koşullarda Sevr Anlaşması’nda yer alan Kürtlere özerklik fikrinden vazgeçtiğimizi ve amacımızın Musul tarafındaki sınıra kadar olan tüm Kürt bölgelerini Mezopotamya’da birleştirmek olduğunu resmi olarak taahhüt edersek, sınır görüşmelerinin önemli ölçüde rahatlayacağını düşünmekteyim.”[4]
Dört Parçada Kürt Sorununun Gelişimi
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra çizilen sınırlar, sürdürülen mücadeleler ve yapılan anlaşmalar sonucunda Kürdistan coğrafyası Türkiye ve İran’ın yanı sıra İngiliz mandası altındaki Irak ile Fransız mandası altındaki Suriye olmak üzere dört parçaya bölünmüş oldu. Kürtlerin ulusal varlıklarını ve haklarını yok sayan bu paylaşım anlaşmalarına karşı irili ufaklı birçok Kürt isyanı gerçekleşti. Ancak bu tarihten sonra dört parçadaki Kürt ulusal mücadelesi, her parçanın kendi özgünlüklerine göre ama aynı zamanda diğer parçalarla da belli bir etkileşim içinde devam etti.
Türkiye
Türkiye’de 22 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokolü’nden 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesine kadar ‘Misak-ı Milli’ sınırlarının Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı olarak tanımlandığı ve Kurtuluş Savaşı’nın ortak mücadeleye dayalı olarak sürdürüldüğü görülecektir. M. Kemal’in 16 Ocak 1923’te İzmit’te gazetecilerle yaptığı röportajda Kürt sorununa dair “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir”[5] sözleri dönemin politikasını özetlemektedir.
Ancak cumhuriyet rejiminin Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde bir ‘ulus-devlet’ olarak ilan edilmesi ve 1924 Anayasası’nın “devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan” herkesi Türk ilan etmesi sonrasında kendilerine verilen ‘özerklik’ sözleri yerine getirilmeyen ve ulusal varlıkları inkâr edilen Kürtler bir dizi isyan gerçekleştirdi. 1924’teki Beytüşşebap İsyanı ile başlayan ve Şeyh Said, Şemdinli, Raman, Pervari, Sason, Mutki, Ağrı isyanlarıyla devam edip 1937-38’de Dersim Katliamı ile sona eren bu dönemde Kürtlerin ulusal talep ve mücadeleleri kanlı bir şekilde bastırıldı.
1960’ların başlarında bir yandan Irak Kürdistan bölgesindeki Barzani hareketinin ve öte yandan Türkiye’de toplumsal mücadelenin yükselişe geçmesinin etkisiyle Kürtler yeniden ulusal uyanışa geçmiş ve bu dönem Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) öncülüğünde Kürt kentlerinde yapılan ‘Doğu Mitingleri’ sonrasında kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) kendini “sosyalist” ve/ya “Marksist” olarak tanımlayan birçok Kürt ulusal örgütünün ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır.
İşçi sınıfı ve devrimci halk mücadelesiyle birlikte Kürt ulusal mücadelesi de 12 Eylül askeri faşist darbesine kadar yükselişe devam etmiş; Türkiye’nin neoliberal politikalara entegre edilmesi amacıyla gerçekleştirilen bu darbe Kürt halkının örgütlülüğü ve mücadelesini de hedef almıştır. Ancak cezaevlerindeki işkencelere ve insanlık dışı baskı ve zulme karşı halkın biriken öfkesi 1984’te PKK’nin silahlı mücadelesiyle başlayan ve bugüne kadar farklı aşamalardan geçerek kitleselleşen yeni bir mücadele sürecine evrilmiştir.
Bugün Türkiye’deki Erdoğan iktidarının Kürtlerin ulusal talep ve mücadelesini “terörizm” olarak göstermesine ve bu mücadeleyi bastırmak üzere ülke içinde ve sınırların ötesinde çok yönlü saldırı politikalarını sürdürmesine rağmen Kürt ulusal demokratik hareketi hem ülke içinde ve hem de bölgedeki siyasal gelişmelere etki edebilecek önemli bir gücü elinde bulundurmaktadır.
İran
İran’da ağırlıklı olarak batı eyaletlerinde (Kürdistan, Batı Azerbaycan, Kirmanşah ve İlam) yaşayan Kürtler, 2024 verilerine göre 89 milyon olan ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturmaktadır. Dinsel-mezhepsel olarak Kürtlerin yüzde 66’sı Sünni, yüzde 27’si Şii ve yüzde 6’sı Ehl-i Hak (Kürt Alevi-Yarsan) inancına sahip bulunmaktadır.[6]
1879’da önce İran ve sonra Osmanlı’ya da karşı isyan edip mücadele yürüten Şeyh Ubeydullah, İran’da Kürt milliyetçiliğinin öncüsü olarak kabul edilir. Ancak İran’da modern Kürt milliyetçiliğinin temsilcisi Şikak Aşireti lideri İsmail Ağa (Simko) olmuştur. Şeyh Ubeydullah’ın torunu Seyyit Taha ile birlikte bağımsız bir Kürdistan kurmak için mücadele eden Simko, 1918’de Urmiye çevresinde yönetimi ele geçirmiş, Kürtlerin ulusal uyanışında rol oynayan gazete ve dergi çıkarmış (Rojî Kurd) ve 1922’de İran devletine karşı isyan etmiştir. Kürtlerin ‘otonomi’ talebini destekleyen SSCB’nin arabulucu olmasıyla İran ve Simko arasında bir anlaşma imzalanmış, ancak beklentisi gerçekleşmeyen Simko, 1926’da tekrar isyan etse de Türkiye-İran Dostluk Anlaşması nedeniyle hareket alanı oldukça sınırlandığı için 1930’da Türkiye-İran sınırında öldürülmüştür.[7]
Simko hareketi, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın bir sonucu ve bu savaşın çizdiği paylaşım haritasına bir itiraz olarak gerçekleşmişti. Öte yandan sadece İran’daki Doğu Kürdistan için değil, bütün Kürtler ve Kürdistan tarihi bakımından en önemli olaylardan biri İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde yine burada gerçekleşmiştir. 22 Ocak 1946’da Qazi Muhammed’in önderliğinde Mahabad Kürt Özerk Cumhuriyeti kurulmuş, ancak bu özerk cumhuriyet ABD ve İngiliz emperyalistlerin desteklediği İran ordusunun saldırısı sonucu Aralık 1946’da yıkılmıştır.
Hitler Almanya’sı, 22 Haziran 1941’de SSCB’ye saldırırken o dönem İran’ın başında bulunan Rıza Şah, Nazi Almanya’sı ile yakın ekonomik ve siyasi işbirliği içindeydi. Bu durum karşısında SSCB, 26 Şubat 1921 tarihli Sovyet-İran Anlaşmasının 6. maddesine dayanarak İran’ın kuzeyine girmişti. Bu madde, İran topraklarının sosyalist Rusya’ya karşı saldırganlık için kullanılması halinde bu tehdidi ortadan kaldırmak üzere Rusya sosyalist hükümetine İran’a asker gönderme hakkı tanıyordu. Aynı anlaşmada SSCB kendisine yönelik tehdidin sona ermesinden sonra İran’dan çekilmeyi de taahhüt ediyordu.[8]
Nazi Almanya’sı ile işbirliği halindeki İran gericiliğinin kuzeyden SSCB ve güneyden İngiltere tarafından işgal edilmesi, Kürtlerin ulusal talepleri etrafında örgütlenmelerini kolaylaştırmıştır. 1942’de Komela’yı oluşturan Kürtler, 1945’te de İran Kürdistan Demokrat Partisi’ni (KDP-İ) kurmuştu. Bu temelde 1946 başlarında SSCB’nin de desteğiyle Mahabad Özerk Cumhuriyeti kurulmuş, ancak savaştan sonra SSCB İran’dan çekilince bu cumhuriyeti İran saldırganlığına karşı koruyacak dayanaklar oluşturulamadığı için Mahabad Özerk Cumhuriyeti yıkılmıştır. SSCB’nin İran’a giriş ve çıkış şartlarını göz önünde bulundurmadan Mahabad’ın yıkılışı konusunda SSCB’nin suçlanmasına en doğrudan cevabı KDP-İ’nin lideri Kassemlu vermiş ve bu tutumu “Kürt toplumunun sosyopolitik gelişmişlik düzeyi ve önderliğinin politikaları yerine Sovyetleri suçlama kolaycılığı” olarak tanımlamıştır.[9]
1960’lı yılların sonlarında İran’da toplumsal muhalefetin diğer unsurları gibi Kürt örgütlenmesi de yeniden güç kazanmış ve KDP-İ’nin yanı sıra 1969’da kurulan ve kendini ‘Marksist’ olarak tanımlayan İran Kürdistanı Devrimci Emekçiler Partisi (Komala) öne çıkmıştır. 1979’daki devrimden sonra Humeyni gericiliği diğer devrimci muhalif güçler gibi Kürtlere karşı da “cihat” ilan etmiş ve Kürt muhalefetini şiddetle bastırmıştır.
KDP-İ lideri Kassemlu İran-Irak Savaşı’nın (1980-1988) sona ermesinden sonra 1989’da İran rejimi tarafından görüşmelere çağrılmış ve Viyana’da görüşme yaptığı İran heyeti tarafından katledilmiştir. Molla rejimi bu dönem KDP-İ ve Komala’yı önemli oranda etkisizleştirse de 2004’te Öcalan çizgisindeki hareketin bir devamı olarak İran’da Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) kurulmuştur. Kürtlerin desteğini alan PJAK ile İran rejimi arasında 2004’te başlayan çatışmalar, Suriye savaşının başlamasından sonra iki tarafın bu savaşın kendi aleyhlerine gelişmelere yol açmasının önüne geçmek için ‘ateşkes’ ilan ettiği 2011’e kadar sürdü.
Irak
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Kürtlerin ulusal taleplerinin yok sayılmasına karşı Irak’taki ilk isyan Süleymaniye valisi Şeyh Mahmud Berzenci tarafından gerçekleştirilmiş, ancak isyan 1919’da bastırılmıştır. Berzenci, İngilizler tarafından affedilmesinin ardından 1922-1924 yılları arasında yönetimi fiilen ele geçirdiği Süleymaniye bölgesinde, Kürdistan Krallığı’nı ilan etmiş, fakat İngiliz hava kuvvetlerinin Süleymaniye ve çevresini bombalaması sonrasında tekrar yenilgiye uğratılmıştı.
1930’da İngiliz emperyalizmi ile Irak manda yönetimi arasında Irak’ın bağımsızlığı konusunda bir anlaşmanın imzalanmasının ardından Kürtler bu kez önemli bir aşiret gücünü etrafında toplayan Barzaniler öncülünde ayaklanmış, ama bu ayaklanma da İngiliz emperyalistlerinin bombardımanı ile yenilgiye uğratılmıştır. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde 1943’te Molla Mustafa Barzani öncülüğünde yeni bir ayaklanma gerçekleştirilmiş, ancak bu ayaklanmanın yenilgiye uğratılması sonrasında Molla Mustafa Barzani, beraberindeki silahlı güçlerle birlikte Mahabad Kürt Cumhuriyeti’ne katılmıştır. Ağustos 1946’da Irak Kürdistan Demokrat Partisi’ni kuran Barzani, Mahabad’ın yıkılmasından sonra SSCB’ye sığınmış ve 1958’de Irak’ta yönetimi ele geçirip monarşi yönetimine son vererek cumhuriyeti ilan eden Abdülkerim Kasım’ın çağrısıyla ülkeye geri dönmüştür. Ancak Kasım önceleri ittifak yaptığı Irak Komünist Partisi ve KDP’nin beklentilerinin aksine, kendi yönetimini güçlendirmeye yönelik adımlar atınca 1961’de Kürtler yeni bir ayaklanma başlatmış ve kitle desteği zayıflayan Kasım 1963’te BAAS tarafından iktidardan düşürülüp idam edilmişti. 1970’te dönemin SSCB yönetiminin yönlendirmesiyle bu kez BAAS yönetimi adına Saddam Hüseyin Kürtlerle bir özerklik anlaşması imzalasa da bu anlaşma yürürlüğe konmadığı için Kürtler yeniden ayaklandı. Fakat bu ayaklanma sürecinde ABD ve İsrail’in bölgedeki en önemli müttefiki olan İran’daki Şah yönetiminin desteğine güvenen Barzani öncülüğündeki Kürt güçleri; Irak ve İran arasında 1975’te İran’ın Kürt güçlerine desteğini çekmesi karşılığında Irak’ın Şattülarap üzerindeki hak iddiasından vazgeçmesine dayanan Cezayir Anlaşması’nın imzalanmasının ardından yenilgiye uğratılmıştır. Cezayir Anlaşması, Kürtlerin ulusal talep ve mücadelesinin emperyalistler ve bölge gericilikleri tarafından kullanılmasının ve sonra Kürtlerin yüzüstü bırakılmasının tipik bir örneği olarak tarihe geçmiştir.
Irak’taki Kürt ulusal mücadelesi bakımından önemli gelişmelerden biri de bu dönemde Celal Talabani’nin KDP’den çekilmesi ve daha ‘sol’ bir çizgiye sahip olan Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (KYB/YNK) kurması oldu. Bu arada ABD’de tedavi gören Mustafa Barzani’nin 1979’da ölümünün ardından KDP’nin başına bugüne kadar parti liderliğini sürdüren oğlu Mesut Barzani geçmiştir.
Irak’taki Saddam yönetiminin Kuveyt üzerinde egemenlik iddiası üzerinden 1990’da ülkeyi işgal etmesi sonrasında ABD’nin başını çektiği koalisyon güçleri 1991’de Irak’a karşı askeri bir müdahale başlattı. Körfez Savaşı sürecinde Şii ve Kürt güçleri Saddam yönetimine karşı ayaklandı. Saddam yönetiminin şiddetli saldırıları sonrasında BM’nin bu saldırıları durdurmak üzere 36. paralelin kuzeyini ‘uçuşa yasak’ bölge ilan etmesiyle Irak Kürdistanı’nda fiili bir özerkliğin önü açılmıştır. Böylece, Irak merkezi yönetiminin hiçbir etkisinin kalmadığı Kürdistan bölgesinde 1992’de Kürdistan Parlamentosu oluşturuldu ve ardından Kürdistan Federe Yönetimi ilan edildi. Ancak Irak Kürdistanı’ndaki iki ana aktör (KDP ve KYB) arasındaki anlaşmazlıklar 1994-97 yılları arasında silahlı çatışmalara dönüştü ve 1998’de tekrar uzlaşma sağlansa da (Washington Anlaşması) Kürdistan bölgesinde Erbil merkezli KDP ve Süleymaniye merkezli KYB arasında bugüne kadar devam eden fiilî bir bölünme gerçekleşti. ABD’nin 2003’teki Irak müdahalesi ve Saddam yönetiminin devrilmesi sonrasında 2005’te ilan edilen yeni Irak Anayasası’nda Kürdistan Federe Yönetimi resmiyet kazandı.
Suriye savaşı sürecinde güç kazanan IŞİD, 2014’te Irak’ın en önemli enerji üslerinden Musul’u ele geçirince IŞİD’in Irak’tan çıkartılması için uluslararası güçlerin katılımıyla bir operasyon düzenlenmişti. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, IŞİD’in yenilgisi sonrası 2017’de ‘bağımsızlık referandumu’ düzenleme kararı almış, ancak ABD’nin bu kararı kendi bölgesel çıkarları için uygun görmemesi nedeniyle referandumdan sonra, Kerkük başta olmak üzere, aidiyeti konusunda Kürdistan Federe ve merkezi yönetim arasında anlaşmazlık bulunan bölgelerde Irak merkezi yönetimi kontrolü ele geçirmişti.
Suriye
Kürdistan’ın Suriye parçası, görece dört parçanın en küçüğü olmasına rağmen 1920’li yıllarda Kürt aydınlanması bakımından oldukça önemli bir rol oynamıştır. Başta Şeyh Said olmak üzere o dönem Türkiye’de Kemalist cumhuriyete karşı başlatılan ve kanlı biçimde bastırılan Kürt isyanlarından sonra on binlerce Kürt Suriye’ye sığınmıştır. Bu dönemde (1927) Celadet Ali Bedirhan, Kâmuran Ali Bedirhan, Nuri Dersimi, Memduh Selim gibi Kürt aydınlarının başını çektiği ve Ağrı isyanında da önemli bir rol oynayan Hoybun (Xoybun) örgütü kurulmuştur. Ağrı isyanının da başarısızlığa uğramasından sonra Celadet Bedirhan, Kürtçeyi Latin harflerine uyarlamış ve Kürt aydınlanmasında etkili bir araç haline gelen Hawar dergisini çıkarmıştır.
1946’da Suriye’de Fransız mandasının sona ermesinin ardından Kürtler, yaşadıkları sınır bölgelerinin Araplaştırılması ve özellikle cumhuriyet dönemindeki isyanlar sonrasında ülkeye gelen Kürtlere ‘kimlik’ verilmemesi gibi sorunlarla karşılaşsalar da, Suriye parçasının Kürt mücadelesi bakımından uzunca bir süre diğer bölgelere göre daha sakin kaldığı söylenebilir. Bu durumun oluşmasında özellikle 1970’de Suriye’de devlet başkanı olan Hafız Esad’ın Kürt sorununu bölge politikaları için kullanmaya çalışması ve diğer parçalardaki Kürt örgütlerine (PKK, KDP, KYB) belli bir hareket alanı yaratmasının da etkisi bulunmaktadır. PKK lideri Öcalan, 1998’de Suriye’den çıkartılıncaya kadar Şam’da uzun bir süre yaşamış ve Suriye Kürtleri de daha çok PKK içinde mücadele etmiştir.
Bugün sadece Suriye (Rojava) için değil, dört parçadaki Kürtler için de önemli bir aktör haline gelen ve Öcalan çizgisindeki partilerden biri olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) 2003’te kurulmuştu. Suriye savaşının başlamasından önce Kürt sorununun görünür hale gelmesi ve Kürtlerin ulusal mücadeleye katılımında 2004’te Kamışlı (Qamışlo) kentinde yaşananlar önemli bir rol oynamıştır. Kürt ve Arap futbol takımları arasındaki maçta çıkan olaylarda çoğu Kürt elliden fazla kişi yaşamını yitirmiş, devamında Kürt kentlerindeki cenaze törenleri ve protestolara Suriye devleti sert biçimde müdahale ederek binlerce kişiyi tutuklamıştır.
Ancak Rojava’da bugünkü siyasal durumun temelleri 2011’de Suriye İç Savaşının başlamasıyla atılmıştır. Erdoğan iktidarının başını çektiği, o dönem ABD ve Fransa tarafından da desteklenen müdahale politikasının bir sonucu olarak dünyanın dört bir yanından binlerce cihatçı militan Suriye’ye gelmişti. Başını Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) çektiği gruplar üzerinden rejimi devirmeye yönelik müdahale başlatılmıştı. İç savaşın başlamasının ardından Kürtler, PYD öncülüğünde Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayarak ‘kanton’ yönetimi (Kobanê, Cizîre ve Afrin kantonları) ilan ettiler. Ancak Kürt kantonları önce el Kaide’nin devamcısı el Nusra’nın ve sonra da IŞİD’in saldırılarına maruz kaldı. Bu dönemde (2013-2015) Kürtleri Suriye’deki müdahale politikasına ve ülke içinde de başkanlık rejimine yedeklemek amacıyla Öcalan’la “çözüm sürecini” yürüten Erdoğan iktidarı, Kürtlerin Suriye’deki özerklik ilanını ülke içinde kendi “çözüm” politikasını dayatabilmenin önünde engel olarak gördü. Bu yüzden de cihatçı grupların Rojava’ya yönelik saldırılarını özellikle destekledi.
IŞİD’in 2014’teki Kobanê kuşatması, Suriye’de Kürt kanton yönetimlerini ortadan kaldırma politikasının kırılma noktasını oluşturdu. Artık Esad yönetiminin yıkılmayacağı gerçeği üzerinden kendi bölgesel dayanaklarını koruyabilmek için “IŞİD ile Mücadele Stratejisi”ni geliştiren ABD’nin Kürt direnişini havadan desteklemesi, IŞİD’in Kobanê kuşatmasının yenilgiye uğratılmasında etkili oldu. O tarihten bugüne ABD, Suriye’de Rusya ve İran’ı dengelemek üzere Kürtlerle işbirliğini sürdürüyor.
Erdoğan iktidarı, Suriye’de Kürtlerle işbirliğine yönelen ABD ile yaşadığı anlaşmazlıkların bir sonucu olarak 2016’dan sonra Rusya ile işbirliğini geliştirdi. ABD ile Rusya arasındaki çelişkileri kullanarak Rojava’ya yönelik operasyon ve işgaller gerçekleştirdi.
Bugün PYD’nin silahlı gücü YPG’nin en önemli bileşeni olduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve PYD’nin en etkili güç olduğu Suriye Demokratik Meclisi (SDM), Suriye ile özerklik temelinde bir çözümü savunuyor. Ancak bir yandan Suriye’de çözümsüzlüğün devamı (ve Rusya’nın etki alanlarını genişletmemesi) için kendilerini destekleyen ABD ile sürdürdükleri işbirliği, diğer yandan bu sorunu Suriye yönetimi ile çözmek zorunda olmaları, Kürtlerin önünde önemli bir açmaz olarak duruyor.
Emperyalistlerin ve Bölgesel Aktörlerin Rolü
Ortadoğu sadece dünyanın en önemli enerji merkezlerinden biri olması dolayısıyla değil, aynı zamanda Doğu Asya’dan Avrupa’ya uzanan ticaret yolları üzerinde önemli bir kavşak olarak da yüz yılı aşkın bir süredir emperyalistler ve işbirlikçi gericilikler arasında bitmeyen paylaşım savaşlarına sahne olmaktadır. Yüz yıldır çözümsüz bırakılmış ve Kürdistan coğrafyasının parçalanması nedeniyle farklı ülkelere yayılmış bir sorun olarak Kürt sorunu da kaçınılmaz bir biçimde bölgedeki diğer egemenlik ve paylaşım mücadelelerine bağlanmakta; emperyalistler ve bölge gericilikleri bu sorunu kendi politik çıkarları temelinde kullanmaya çalışmaktadır.
a. ABD’nin “destek” politikasının nedenleri ve sınırları
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra batılı emperyalistlerin başını çeken ABD, SSCB’nin dengelenmesi amacıyla Ortadoğu’ya da özel önem verdi. Bu amaçla Sovyet yanlısı Arap rejimlerine karşı İsrail’in desteklenmesinden Türkiye’nin NATO’nun ‘ileri karakolu’ haline getirilmesine kadar birçok aracı devreye soktu.
Ortadoğu’da İngiliz emperyalizminin sürdürdüğü politikaları devralan ABD’nin Kürt sorununa ilgisi de bu egemenlik ve paylaşım mücadelesi bağlamında başlamıştır. Önce 1958’de Irak’ta monarşi yönetimine son vererek cumhuriyeti ilan eden Abdülkerim Kasım’ın ve sonra da iktidarı ele geçiren BAAS rejiminin Sovyet Rusya ile yakın ilişki geliştirmeleri ABD emperyalizmini rahatsız etmiştir. Buna karşı Irak Kürtleri, ABD tarafından doğrudan ve o dönem ABD’nin bir diğer işbirlikçisi olan İran’daki Şah rejimi üzerinden desteklenmiştir. Ancak 1975’te Irak ve İran arasında Cezayir Anlaşması imzalanınca da Kürtlerin yüz üstü bırakılmasında bir sakınca görülmemiş, BAAS rejiminin, desteksiz kalan Kürt güçlerine yönelik saldırılarında 50 binden fazla Kürt yaşamını yitirmiştir.
1979’da İran’da ABD işbirlikçisi Şah’ın devrildiği İslam Devrimi’nden sonra, 1980-88 yılları arasında devam eden İran-Irak Savaşı’nda Saddam’ı destekleyip Kürtlere karşı “Enfal” adını verdiği operasyonlara ve Halepçe’de binlerce insanın kimyasal silahlarla katledilmesine sessiz kalanların başında yine ABD emperyalizmi bulunuyordu.
Ancak Saddam’ın bölgenin önemli enerji merkezlerinden biri olan Kuveyt’i işgal edip batılı emperyalistler için sorun haline geldiği 1990’dan sonra Körfez Savaşı döneminde ABD, bu kez Saddam’a karşı Kürtleri destekledi. Irak Kürdistan Bölgesi’nde 1992’de fiilen kurulan özerklik, ABD’nin 2003’te Saddam’ı devirdiği ikinci müdahale sonrasında 2005’te kabul edilen Irak Anayasası’nda resmiyet kazandı. Buna karşın Suriye savaşının bir sonucu olarak IŞİD’in Irak’ta güçlenmesi ve Musul’u işgal etmesi sonrasında, IŞİD ile mücadele stratejisi kapsamında Kürtlerle işbirliği yapan ABD, IŞİD’in yenilgisi sonrası yine Kürtlerin ‘bağımsızlık referandumu’ yapmasına karşı çıkan güçlerin başını çekti. Çünkü böylesi bir adımın İran’a yarayacağı ve kendi bölgesel çıkarlarına zarar vereceği kaygısını taşıyordu.
ABD, kendi bölgesel çıkarları temelinde, 2014 Kobanê sürecinden bu yana, Suriye’deki Kürt güçleri (SDG) ile de işbirliğini sürdürüyor. ABD, bu işbirliğini Suriye’de Rusya’yı dengelemek, Suriye ve Irak Kürtlerini kendi politik ekseninde birleştirmek ve Kürt sorununu Türkiye ve İran üzerinde bir baskı unsuru haline getirmek gibi çok amaçlı olarak kullanmaya çalışıyor. Öte yandan askeri olarak işbirliği yaptığı Kürt güçlerini (SDG) siyaseten tanımayarak ve bu işbirliğini “IŞİD ile mücadele” çerçevesine sıkıştırarak Kürtlerin de hareket alanını sınırlamaya çalışıyor. Üstelik, Erdoğan iktidarının olası bir müdahalesine karşı Kürtleri “koruma” gibi bir görevi olmadığını da sık sık vurguluyor.
1999’da uluslararası bir operasyonla PKK lideri Öcalan’ı Türkiye’ye teslim edenle bugün Türkiye’nin PKK’nin devamcısı olarak gördüğü SDG ile işbirliği yapanın aynı ABD olmasının bize söylediği gerçek şudur: Bölgedeki en etkili emperyalist güç olmaya devam eden ABD’nin dünden bugüne sürdürdüğü Kürt politikası, bu sorunu ve Kürtlerin ulusal istemlerini kendi bölgesel çıkar ve dayanakları için kullanmak üzerine kuruludur ve bu politika, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün temel faktörlerinden biri durumundadır.
b. Rusya’nın etki alanı mücadelesi ve Kürt sorunu
Dünyada ilk ‘Kürdoloji Enstitüsü’, 1860’ta, Kürtlerle işbirliğini Osmanlı ve İran imparatorluklarıyla mücadelesinde kullanmaya çalışan Çarlık Rusya’sında kurulmuştur.
1917 Ekim Devrimi’nden sonra, ülkede küçük bir azınlık olan Kürtler de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde daha önce sahip olmadıkları haklara ve olanaklara kavuşmuştur. Sovyet yönetimi dış politikada da ezilen halkların özgürlük mücadelesini destekleyerek Kürtlerin bu yönde sürdürdükleri mücadelenin yanında yer almıştır ki, Sovyet diplomatların Kemalist cumhuriyet başta olmak üzere, bölge rejimleriyle görüşmelerinde Kürtlerin ulusal haklarına dikkat çektiği bilinmektedir. Irak’ta 1920’li yıllarda İngiliz emperyalizmine karşı ayaklanan Berzenci ve İran’da Mahabad Özerk Cumhuriyeti desteklenmiş, Mahabad’ın yıkılışından sonra Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani SSCB’ye sığınmıştır.
SSCB’nin 1917-1956 yıllarını kapsayan sosyalizm dönemindeki politikalarını bir tarafa bırakırsak, Rusya’nın sonraki dönemlerde Çarlık rejiminin mirasçısı pozisyonuna geri döndüğünü söyleyebiliriz. SSCB’de sosyalizmin son kalıntılarının da ortadan kalkmasını takip eden ilk dönemlerde (1990’larda) Türkiye’nin Çeçen gruplara destek vermesine karşılık Rusya, Kürt sorununu kullanmaya çalışmıştır.
Putin’in 2000’li yıllarda ABD hegemonyasına meydan okumasıyla birlikte Rusya, Kürt sorununu Ortadoğu’da ABD’yi dengeleyici politikasının araçlardan biri olarak ele almaya çalışmıştır.
Dünyanın en büyük enerji üreticilerinden biri olan Rusya Irak enerji kaynaklarının yaklaşık yüzde 40’ının bulunduğu Irak Kürdistan Federe Yönetimi ile özellikle enerji alanında işbirliğini (Gazprom ve Rosneft) geliştirmeye çalışırken Kürt Federe Yönetimi’nin 2017’deki ‘bağımsızlık referandumu’ konusunda da “Kürtlerin taleplerinin uluslararası hukuk normları çerçevesinde hayata geçirilmesi” vurgusunu yaparak ABD’den farklı bir tutum takınmıştır.
2011’den bu yana bir ‘vekalet’ savaşına sahne olan Suriye, Rusya için eski Sovyet ülkeleri dışında askeri üsse (Tartus Deniz Üssü) sahip olduğu tek ülkeydi. Dolayısıyla Doğu Akdeniz’deki egemenlik mücadelesi bakımından da kritik öneme sahip konumda bulunuyordu. 2014’te Kırım’ın ilhakı ve Karadeniz’de kendi güvenliğini sağlamanın ardından Suriye savaşına askeri olarak müdahil olan Rusya, bu dönemde Suriye Kürtleri ile de işbirliği ve diyaloga önem veren bir politika izledi. ABD ve Türkiye’nin Suriye Kürtlerinin uluslararası toplantılara katılmalarını veto ettikleri dönemde, Rusya PYD’nin muhatap alınması gerektiğini savundu ve PYD’nin 2016’da Moskova’da bir temsilcilik açmasına izin verdi.
Putin yönetimi, bölgede ABD’yi dengelemek üzere 2016’dan sonra Erdoğan iktidarı (NATO üyesi Türkiye) ile işbirliği yönünde adımlar atmasına rağmen Kürtlerle ilişkisini sürdürmeye devam etti. Kürtlerle ilişkisini Erdoğan iktidarına karşı bir koz, Erdoğan iktidarıyla işbirliğini de Kürtler üzerinde Esad rejimiyle uzlaşma yönünde baskı kurmanın aracı olarak kullandı.
Dolayısıyla Ortadoğu’da etki alanlarını genişleten bir emperyalist güç olarak Rusya’nın da Kürt sorununu işine geldiği kadar “sahiplendiğini”, buradaki egemenlik mücadelesinde kendi çıkarları için kullanmaya dayalı bir politika izlediğini söyleyebiliriz.
c. Türkiye: İçeride baskı, dışarıda yayılmacı emeller
Cumhuriyet rejiminin Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde ‘ulus-devlet’ olarak inşa edildiği günden bu yana içeride ve dışarıda Türkiye’nin Kürt politikasında esaslı bir değişim olmamıştır. Bu sürekliliğin en temel nedeni ise, Türk burjuvazisinin Kürdistan pazarı üzerindeki hakimiyetinden taviz vermek istememesi, bu hakimiyeti korumaya ve hatta genişletmeye dayalı bir politikada (Musul ve Kerkük hayalinde) ısrar etmesidir. Bu nedenle Özal, zamanında “federasyon” sözü ederken aslında zengin enerji kaynaklarına sahip Irak Kürdistan bölgesini Türkiye’ye bağlamayı; Erdoğan da ‘çözüm süreci’ni yürütürken Kürtleri, yayılmacı emeller peşinde koşan Türk burjuvazisinin yedeği/destekçisi haline getirmeyi amaçlıyordu. En son Kobanê davasında verilen ağır cezalar, aynı zamanda demokratik Kürt hareketinin bu politikanın yedeğine düşmeyi reddetmesine duyulan öfkenin bir dışa vurumudur da. Kürtler ülke içinde ne zaman ulusal hak eşitliği istediyse ve ne zaman (özerklik ilanı gibi) bu yönde adımlar atmaya çalıştıysa, karşılarında kentlerin tankla-topla yıkımına varana kadar dizginsiz bir devlet şiddeti gördü.
Bugün Erdoğan iktidarı, Kürt sorununu içerideki baskı politikalarının ve dışarıdaki yayılmacı emellerin bir aracı olarak kullanmaktadır. Kayyım tehdidinden parti kapatmaya ve aralıksız devam eden gözaltı ve tutuklamalara varana kadar Kürt sorunu üzerinden yürütülen baskı ve şiddet politikaları Kürtlerle sınırlı kalmamakta; bütün demokratik ve hak ve özgürlüklerin budanmasının, işçi sınıfı ve emekçi halkın her türlü hak talebinin baskılanmasının ve siyaset yapma alanının daraltılmasının aracına dönüştürülmektedir.
Suriye’de Afrin başta olmak üzere cihatçı gruplarla birlikte işgal altında tutulan bölgeler, bir yandan Kürt sorununu savaş politikalarıyla çözmenin, ama öte yandan Suriye ve bölgenin geleceğiyle ilgili pazarlık masasında yer almanın araçları olarak da işlev görmektedir.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) kurulduğu ve eski ‘kırmızı çizgi’lerin geçersizleştiği dönemden bu yana Erdoğan iktidarı bölgesel alanda IKBY ile ilişkilerini geliştirirken iki temel hedef güttü. Birincisi, özellikle önemli enerji kaynaklarına sahip olan IKBY ile yakın ticari ilişkilerin geliştirilmesi Türk burjuvazisi için yeni bir pazara girme anlamına geliyordu ki, IKBY ile Irak merkezi hükümeti arasındaki çelişkileri bu çıkarlar temelinde kullanmaya çalıştı. İkincisi, bu ilişkilerin de bir devamı olarak, özellikle PKK’yi (Öcalan çizgisindeki Kürt örgütlerini) kendisine rakip olarak gören KDP üzerinden Kürt demokratik hareketinin askeri olarak tasfiyesi için baskı kurmaya çalıştı.
Bugün Türkiye’deki Erdoğan iktidarı, bölgesel gerilimin ve Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün en önemli taraflarından biridir. Bu bağlamda “Kalkınma Yolu” projesi üzerinden Irak merkezi ve IKBY ile ticari ilişkilerini geliştirmeye yönelik adımlar atarken bu adımın devamında PKK’nin bölgedeki askeri varlığının tasfiyesi için de işbirliğini geliştirmeye yönelmektedir. Özellikle bölgesel gerilimde ABD-İsrail’in karşısında yer alan İran’ı dengeleme üzerinden ABD’nin de bu adımları desteklemesi beklentisi içindedir.
d. İran: Değişen rejimler, değişmeyen politika
Bölgede etkili/güçlü rejimlerden biri olan İran’ın da Kürt sorunu konusundaki politikasının Türkiye ile benzerlik taşıdığını söyleyebiliriz. Kürt sorunu Türkiye’de olduğu kadar belirleyici bir role sahip olmasa da, İran’ın politikası da içeride Kürtlerin ulusal istemlerini ezme, dışarıdaysa Kürt sorununu kendi bölgesel çıkarları için kullanma üzerine kuruludur.
Şah rejimi nasıl ABD ve İngiliz emperyalistlerinin desteğiyle Mahabad Özerk Cumhuriyeti’ni yıktıysa, Mollalar da iktidarı ele geçirdikten sonra Kürtlerin ulusal istemlerine karşı ‘kutsal savaş’ ilan ettiler. Öte yandan Şah ve Molla rejimlerinin bölgede özellikle Irak Kürtleriyle ilişkileri üzerinden bu sorunu çıkar çelişkisi içinde oldukları Arap yönetimlere karşı kullanmaya çalıştıkları görülmektedir.
Bugün Süleymaniye’deki KYB ile İran arasında, Erbil’deki KDP ve Türkiye arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki ve işbirliği bulunuyor. İran, aynı zamanda Irak’taki yeni dengelere bağlı olarak desteklediği Haşdi Şabi grupları ile Şengal Direniş Birlikleri (YBJ) başta olmak üzere PKK çizgisinin devamcısı yapılanmalar arasında ilişki ve işbirliğini teşvik edici bir tutum da izliyor. İran’ın 2011’de Suriye savaşının başlamasından sonra Öcalan çizgisinin İran’daki kolu olan PJAK ile ‘ateşkes’ ilan etmesini de bu denklem içinde okumak gerekiyor. Öte yandan, son dönemde Erdoğan iktidarı cephesinden yapılan ve KYB’yi “ulusal güvenlik sorunu” ilan eden açıklamalar, bu çelişkiyi daha görünür kılması bakımından önem taşıyor.
İran’ın kendi Kürt sorunu konusundaki politikasını anlamak için son olarak Kasım 2022’de İran KDP’si ve Komala’nın Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki üslerini bombalamasını ve Jina (Mahsa) Amini’nin katledilmesinden sonra aylarca kitlesel protestolar düzenleyen Kürtlere yönelik tavizsiz tutum ve gerçekleştirdiği idamları hatırlatmak gerekiyor.
e. İsrail: Filistin’e karşı Kürt sorunu
Bölgede ABD emperyalizminin en yakın müttefiki ve dayanağı olan İsrail’in Kürt sorunu konusundaki politikası ABD’nin politikasıyla paralellik gösterse de, bu politikanın tarihsel ilişkilerden ve coğrafi pozisyonundan kaynaklanan bazı özgünlükleri de bulunuyor.
Öncelikle İsrail, Şah dönemi İran ve Türkiye ile yakın ilişkilerinden dolayı uzunca bir dönem bu iki ülkedeki Kürt sorunundan uzak duran bir politika izledi ki, bu politika bağlamında PKK lideri Öcalan’ın 1999’da CİA-MOSSAD operasyonu ile yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi açıklayıcıdır.
Ancak İsrail’in Irak Kürtleri ile ilişkilerine ayrı birkaç parantez açmak gerekiyor. Birincisi, İsrail Irak Kürtleri ile tarihsel, kültürel ve dinsel olarak ayrı bir bağa sahiptir: M.Ö. 586 yılında Yahuda Krallığı’nın yıkılmasından sonra Mezopotamya’ya göç etmek zorunda kalan Yahudilerin burada Kürtler ile kurdukları sosyal ve kültürel ilişkiler ve bu ilişkilerin bir sonucu olarak (özellikle Musul vilayeti çevresinde) Kürtlerin bir bölümünün Yahudiliği kabul etmesi, buradaki Kürtler ile İsrail arasında yakın kültürel-dinsel bağların oluşmasını sağlamıştır.[10]
İkincisi, özellikle Irak’ta 1958’de monarşinin yıkılmasından sonraki Arap milliyetçisi yönetimlerin Filistin davasını destekleyici bir politika izlemeleri, İsrail’in bu politikaya karşın Kürtleri desteklemeye yönelik bir tutum geliştirmesine neden olmuştur. Başka bir deyişle, Arap rejimleriyle yaşadığı sorunlar, İsrail’in kendi manevra alanını genişletmek üzere Kürtleri desteklemesi sonucunu doğurmuştur. Bunun son örneklerinden biri de İsrail’in, Irak merkezi hükümeti (İran ile yakın ilişkisi bulunan Şii yönetim) ile çelişki yaşayan IKBY’nin ‘bağımsızlık referandumu’na verdiği destektir.
Türkiye başta olmak üzere, bugün Kürt sorununun muhatabı olan rejimlerin bu sorunu çözmek yerine Kürtleri “İsrail ile işbirliği yapmak”la suçlamalarına rağmen, İsrail’in Kürtlere “desteğinin” koşullarının ve sınırlarının anlaşılması bakımından şu noktaya dikkat çekmek gerekiyor: İsrail, özellikle Suriye savaşı sürecinde Suriye yönetimine ve onun destekçisi İran ve Lübnan Hizbullah’ına karşı, başta el Nusra olmak üzere, cihatçı çeteleri destekleyici bir politika izledi. Bu cihatçı grupların Suriye rejimiyle birlikte Kürt güçlerini de hedefe koyması ve onlara saldırması, İsrail’in bu cihatçı gruplara destek vermesine engel teşkil etmedi. Dolayısıyla İsrail’in de Kürt sorununa yaklaşımını tıpkı ABD emperyalizminin politikasında olduğu gibi bu sorunun ne zaman ve nerede kendi politik çıkarlarına hizmet ettiği belirlemiştir.
Son dönemlerde Erdoğan’ın İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırı, katliam ve işgallerine karşı “sert” açıklamalar yapması ve Netanyahu’nun bu açıklamalara Erdoğan iktidarının Kürtlere yaptıklarını hatırlatarak yanıt vermesi, yüz yıldır aynı kaderi yaşayan iki halkın haklı davalarının bölge gericilikleri tarafından birbirlerine karşı nasıl kullanılmaya çalışıldığının çarpıcı örneğidir.
Elbette dünyanın en önemli enerji kaynaklarının yer aldığı ve ticaret yolları bakımından da önemli bir kavşak konumunda bulunan bir coğrafyanın önemli bir bölümünü etkileyen Kürt sorunu gibi bir sorundan söz ederken, Ortadoğu siyasetinde hâlâ belli bir etkisi olan Fransa, bu coğrafyadaki gelişmelere enerji ve mülteci sorunu üzerinden ilgi gösteren Almanya, son dönemde Ortadoğu’da güç ve etkisi artan Çin gibi emperyalistler ve Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bölgesel güçlere de vurgu yapmak gerekir. Ancak yukarıdaki çerçeve Kürt sorununun nedenlerini ve bölgesel denklem içinde tuttuğu yeri anlamak ve açıklamak için yeterlidir.
Sonuç Yerine: Ulusal Birlik, Sınıfsal Çelişkiler ve Çözüm Arayışları
Suriye savaşıyla başlayan süreçte Suriye ve Irak’taki Kürt güçlerinin IŞİD ve diğer cihatçı çetelere karşı mücadelede öne çıkmaları ve bu güçlerin yenilgiye uğratılmasında oynadıkları rol, 21. yüzyılın “Kürtlerin yüzyılı” olacağı ve Sykes-Picot ile çizilen sınırların Kürtlerin ulusal haklarını tanıyarak yeniden çizileceği beklenti ve umudunun oluşmasına yol açmıştı. Ancak bugün gelinen yerde, hem Kürtlerin kazanımlarının oldukça sınırlanmış hem de tehdit altında olması gerçeği, emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki paylaşım mücadelesinden halklar lehine sonuçlar yaratabilmek için, bölge halklarının bu emperyalist ve gerici güçlerin politikalarını hedef alan, antiemperyalist, demokratik ve seküler bir çizgide daha güçlü bir mücadele birliğine ihtiyaç olduğunu gösteriyor.
Kazanımların korunabilmesi ve ulusal hakların elde edebilmesi için Kürtlerin ‘birlik’ olması gerektiği görüşü, son dönemlerde bütün Kürt örgütleri tarafından sık sık dile getirilmektedir. Ancak farklı parçalarda öne çıkan örgüt/partilerin sınıfsal karakteri, temsil ettiği çıkarlar ve politik çizgileri yıllardır çokça lafı edilmesine rağmen ‘ulusal birlik’ yönünde adım atılmasını daha baştan engelleyici bir rol oynamaktadır.
Bugün Kürt ulusal mücadelesi bakımından en belirgin ayrım, Barzani ve Öcalan çizgisini temsil eden örgütler arasında yaşanmaktadır. Bu ayrım; sadece Barzani çizgisinin feodal bir önderlik etrafında başlayan ve bölge gericilikleriyle uzlaşmaya yatkın bir burjuva hareket olarak şekillenmesine karşılık Öcalan çizgisindeki örgütlenmenin şehirli Kürt aydınları etrafında ve Marksizmden etkilenerek şekillenmiş bir hareket olmasından, yani aralarındaki siyasal-ideolojik ayrımlardan kaynaklanmıyor. 2017’de ‘bağımsızlık’ yönünde attığı adım emperyalistler ve bölge gericilikleri tarafından engellenmiş olsa da, Barzani yönetimi, Irak Kürdistan Bölgesi’nde önemli kaynakları elinde bulunduran egemen bir burjuva güç durumundadır. Siyasal ilişki ve ittifaklarını da bu çıkarlar belirliyor. Dolayısıyla bu sınıfsal konumlanış, Barzani hareketi ile Öcalan çizgisinde ulusal demokratik hak mücadelesini sürdüren örgütler arasındaki en temel ayrımı oluşturuyor. Bu ayrım görülmeden KDP lideri Barzani’nin bir yandan Kürtlerin ulusal liderliği iddiasını sürdürürken öte yandan Türkiye’deki Erdoğan iktidarıyla yaptığı ticari ve askeri işbirliği üzerinden PKK’nin tasfiyesi yönünde bir tutum alması anlaşılamaz.
Kürt sorununun emperyalist paylaşım ve işbirlikçi gericilikler tarafından bölgesel bir sorun haline getirilmiş olması ve Kürtlerin hak eşitliği, kendi kaderlerini tayin mücadelesinin bu güçler tarafından egemenlik mücadelesinin bir aracı olarak kullanılmak istenmesi, Kürt sorununun demokratik çözümünün sadece Kürtlerin değil, bütün bölge halklarının bir kazanımı olacağını ortaya koymaktadır. Bugün dört parçanın yer aldığı ülkelerdeki burjuva egemenlerin Kürdistan pazarı üzerindeki hakimiyeti, aynı zamanda “milli çıkar” söylemi üzerinden sınıfsal ayrımların üstünü örtmenin ve ezen ulus emekçi halklarını gerici-şoven politikalara yedeklemenin bir aracı olarak kullanmaları, bu sorunun neden egemen ulus işçi sınıfı ve emekçilerinin sorunu olduğunu ve olması gerektiğinin yanıtı bakımından açıklayıcıdır.
Yüz yılı aşkın bir süredir Kürt sorununu çözümsüzlüğe sürükleyenler ile bitmeyen paylaşım savaşları üzerinden bölge halklarını ölüme, yoksulluğa ve göçe zorlayan güçler aynıdır. Bu nedenle Kürtlerin kaderlerini tayin hakkı ile bölge halklarının barış içinde insanca yaşayacağı demokratik bir geleceğin kurulması birbirine bağlıdır ve ancak bu tabloyu yaratan emperyalistlere ve işbirlikçi bölge gericiliklerine karşı mücadele ortaklığı ve dayanışmanın büyütülmesiyle mümkündür.
[1] Bernamegeh (2024) “Kürdistan İsmi Nasıl Ortaya Çıktı?”, https://www.bernamegeh.com/kurdistan-ismi-nasil-ortaya-cikti-ilk-ne-zaman-kullanildi/
[2] Hür, A. (2016) “1916 Sykes-Picot, 1920 Sevr Süreci ve Kürtler”, Bitmeyen Savaş Paylaşılamayan Ortadoğu içinde, A. Karataş ve Y. Karataş (ed.), 1. baskı, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, sf. 110.
[3] Özoğlu, H. (2014) “Birinci Dünya Savaşı ve Kürtlerin Devleti”, https://www.aljazeera.com.tr/gorus/birinci-dunya-savasi-ve-kurtlerin-devleti
[4] Aktaran Yeğen, M. (2011) İngiliz Belgelerinde Kürdistan, 1. basım, Dipnot Yayınları, Ankara, sf. 18.
[5] Atatürk, M. K. (1923/1999) Eskişehir-İzmit Konuşmaları 1923, 3. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, sf. 104-5.
[6] Bozbuğa, R. (2021) “İran’da Kürtler ve Kürt Milliyetçiliği”, İran Çalışmaları Dergisi, 5(2), 543-571.
[7] Kaya, M. (2017) “Simko Ağa İsyanının Türk-İran İlişkileri Üzerindeki Etkileri (1905-1930)”, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7 (14), 201-210.
[8] Yeşil, H. (2012) Bolşevik Bakışla Mehabad Kürt Cumhuriyeti, 1. baskı, Dönüşüm Yayınları, İstanbul, sf. 19.
[9] Kassemlu, A. (1992) Özgürlük Mücadelesinde Kırk Yıl, 1. baskı, Koral Yayınları, İstanbul, sf. 105.
[10] Ülgül, M. (2018) “Daha Açık, Daha Geniş, Daha Homojen: İsrail’in Kürt Politikasındaki Değişim ve Nedenleri”, Akademik Ortadoğu Dergisi, 12(2), 51-74.