Nuray Sancar

 

29 Ocak 2009 tarihine Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’ndaki David Ignatius moderatörlüğündeki bir panele, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’le birlikte katılan dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın, moderatöre müdahale ederek yaptığı “one minute” (bir dakika!) çıkışı, yerleşik diplomatik eğilimlerin cüretkâr bir ihlal edilişi olarak kabul edilmişti. Erdoğan, “one minute”un ardından Şimon Peres’e “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyordu.

Politik tercihlere bağlı olarak Davos Krizi, Davos Şov’u ya da Davos Çıkışı olarak anılan bu eylem AKP’nin iktidara gelişiyle başlayan ya da daha doğru bir ifadeyle hız kazanan, dış politika perspektifi ve kurumsal düzeninde yapılan revizyonun dönüm noktasına tekabül eder.

Erdoğan Davos’tan döndükten sonra 13 Şubat’ta Sivas’ta halka yaptığı bir konuşmada ise Davos çıkışının anlamını her zamanki üslubuyla açıklamaya çalıştı. Özetle şöyle demekteydi:

Biz iktidara geldiğimizde ekonomik kriz esnafı, çiftçiyi, memuru inim inim inletiyordu. Türkiye’nin üzerinde adeta kara bulutlar dolaşıyordu. Türkiye hem içerde hem dışarda saygınlığını yitirmiş, yabancı liderler karşısında el pençe divan duran liderler yüzünden ‘Acaba biz bu muyuz?’ diyen bir millet durumuna düşmüştük. ‘Bu millet buna layık değil’ dedik…Türkiye bugün BM Güvenlik üyesi olarak barışa hizmet ediyor. Dünyada 15 ülkenin desteğini alarak bu üyeliğe seçildik. Ne ana muhalefeti ne yavru muhalefeti ‘bu gayretinize, bu çabanıza teşekkür ederiz’ diyemediler. Türkiye bugün Ortadoğu’da, mazlumun yanında, haklının yanında, ezilenlerin yanında yerini aldı, yerini alıyor. Türkiye bugün bölgesel meselelerde aktif çaba harcıyor. Geniş vizyonu, hayali olanlar, bu büyük Türkiye’yi görür anlarlar. Bunu 81 vilayet ve dünya anladı. Ama Ankara’da bazıları bunu anlayamadı. Diplomasideki monşer eskileri anlamadı. Bunlar monşer geldiler, monşer gidiyorlar. Öyle millete tepeden bakmak suretiyle milletin vekiliyim denmez. Tepeden bakamaz, milletin arasına girer. ‘Bunlar cahil bunlar anlamaz’ diyemez. Şu anda yandaş medyaları var. Benim vatandaşıma, AKP’ye oy vermişse yakıştırdıkları şu; ‘Bunlar göbeğini kaşıyorlar.’[1]

Erdoğan meslekten diplomatlarla o zamanlar epey meşhur olan “göbeğini kaşıyan adam” retoriği arasında bir karşıtlık kurarak dış politikadaki dönüşümü açıklamaya çalıştı. Diplomatların Erdoğan’ın diline dolanması bu kadarla kalmadı. CHP’nin 2014’teki Cumhurbaşkanı adayı İslam Örgütü Konferansı Eski Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nu da “Bunlar monşer[2] diye küçümseyen ifadeler kullanarak itibarsızlaştırmaya çalıştı. Cemaatle arası bozulduktan sonra da onu “Pensilvanya’nın adayı” olarak ilan edecekti.

Diplomasinin devlet tarafından görevlendirilmiş; bu alanda eğitilmiş, özel üslup ve tarza sahip devlet memurları tarafından yürütülüyor olmasına Erdoğan’ın halkta oluşturmaya çalıştığı tepkinin arka planında; devlet yönetiminde ve kadrolarının belirlenmesinde karar tekelini eline alan iktidarın tek adam iktidarına dönüşünceye kadar  adım adım sürdürdüğü rejimin yeniden yapılandırılması ile, bunun gerekliliklerinden biri olarak görülen dış politika araç ve örgütlerinin konjonktürel revizyonu vardır. Bu “Yeni Türkiye Düzeni”nde devletler arası ilişkiler doğrudan doğruya Erdoğan’a bağlanacak, icrası da hem kendisi hem de atadığı bakanlar tarafından yapılacaktır.

Davos şovu dış politikadaki dönüşüme ilişkin bir dönüm noktası sayılsa da, bugün apaçık bir belirginlik kazanan yönelimlerin başlangıcı gerçekte AKP iktidarının öncesine kadar gider. Sovyetler Birliği’nin dağılması, sosyalizmin son kalıntılarının da tasfiye edilmesiyle birlikte uluslararası tekellerin rekabetine ve paylaşımına açılan eski Sovyet hinterlandı ve etki alanları, bir NATO üyesi olan ve ABD’nin Sovyet sonrası dünya düzeni için oluşturduğu stratejilerin dışında hareket etme şansı pek bulunmayan fakat aynı zamanda Türki Cumhuriyetler, Kafkasya ve Ortadoğu’daki Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesinde hak iddia etme imkanlarının ve fırsatlarının da doğduğunu düşünen Özal’ın döneminde atılan sınırlı adımlarla başladı. Türkiye burjuvazisinin sermaye birikiminin zaman içindeki yoğunlaşması, emperyalist devletler arasındaki değişken saflaşmalar ve boyut değiştiren nüfuz ve pazar rekabeti uluslararası ilişkilerde bir yandan belirsizlikleri diğer yandan olanakları artırdıkça Türkiye’nin bölgesel dış politika yönelimi de bundan süreç içinde etkilenecekti.

AKP iktidarı boyunca Türkiye’nin Ortadoğu siyaseti laik, model, oyun kurucu, çatışmaları çözen, ‘yumuşak güç’ uygulayıcısı, komşularla sıfır sorun ekseninde hareket eden bir ülke vizyonundan özellikle Arap İsyanlarından günümüze kadar uzanan dönemde toprak ilhaklarını da içeren, çatışmacı, müdahaleci ve gerilim kışkırtıcısı bir düzeye taşınmıştır.

Ağırlık ekseni zamana ve durumlara göre değişmesine rağmen yönelim farklılaşmasının özünde ve realitesinde, Türkiye tekelci burjuvazisinin ve devletinin bölgesel çıkarlarını ve hedeflerini nasıl ve hangi yöntemlerle gerçekleştireceğindeki öncelikler sıralaması yatar. Bu bakımdan Türkiye’nin emperyalist bağımlılık ilişkileri, NATO üyeliğinin yüklediği roller, Çin ve Rusya’nın eski emperyalist devletlerin karşısında, çıkarları çelişen güçler olarak giderek belirginleşen ekonomik ve siyasi profilleri, bu hedefe ulaşmaya çalışırken tekelci burjuvazinin ve devletinin dış politikadaki ritmini belirleyen etkenler olmuştur.

AKP iktidarının, önce Dışişleri Bakanlığını yürüten sonra Başbakanlığa getirilen Davutoğlu ile özdeşleşen ‘proaktif dış politika’dan Davutoğlu kadrolarının da tasfiyesiyle birlikte yürütülen gerilim siyasetine geçiş, iki farklı takvimsel dönem yaşandığına işaret etse de Türkiye rejimi Ortadoğu’ya ilişkin dış politikasında bu iki eğilimi ağırlık merkezlerini döneme göre değiştirerek birlikte uygulamaya devam etti.

Yazının bundan sonraki bölümü AKP iktidarının Ortadoğu’yla ilgili müdahale biçimlerine, dünya ve bölge konjonktüründeki değişimin çerçevesi içinde değinmeye çalışıyor.

Öncesi ve Sonrası

AKP’nin siyasi kadroları ve yazarları, bu partinin iktidara geldiği 2002 yılından önce Türkiye’nin dış politikasının batıcı, statükocu, pasif, tepkisel, düşük profilli, izolasyonist, devletçi ve içe dönük olduğunu, Ortadoğu başta olmak üzere doğu dünyasının ihmal edildiğini sık sık söylemişlerdir. Özal dönemi ise yüz yıllık Cumhuriyet tarihinde özel olarak vurgulanan bir parantezdir. Özal’ın “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” Türk soyunun yaşadığı bölgelerde ticaret, yatırım ve nüfuz alanı oluşturma hayali bir kalkış noktası olarak kabul edilir. AKP iktidarı ise, Özal’ın fikrini yad ederek ve güya etliye sütlüye karışmayan “Kemalizmin sinik dış politikası”nı da eleştirerek batıyla doğunun sentezinden oluşan, yeni bir dış politika hattı icra edileceğini ilan etti. Böylece daha önce uluslararası arenada “herhangi bir irade ve söz hakkına sahip olmayan Türkiye, AKP sayesinde otonom ve güçlü bir varoluş kazanmış, nizam verilen değil nizam veren bir ülke olarak fail düzeyine yükselmiştir. Diğer aktörlerle arasına sınır çizebilme ve sonrasında ise onların çizdiği sınırları aşarak onlara nüfuz etmek söz konusu[3] olacaktır.

Özal döneminde olduğu gibi, Türkiye’nin bölgeye bakışındaki değişimin nedenini tek başına iktidar partisinin inisiyatifini merkeze yerleştirerek yapılan aşırı sübjektif açıklamalar dünya ve bölgedeki güçler ilişkisini yorumlarken de aynı çizgidedirler. Değişimi tetikleyen gereklilikler; örneğin, kimlik politikalarının öne çıkışı, devletler kadar devlet dışı aktörlerin de önem kazanması, Westfalya dönemi Avrupası’nın kanun ve kurallarının dünyayı belirleyemez hale geldiği mevcut koşullarda devletin uyguladığı performatif[4] dış politikanın uluslararası düzeni de değiştireceği, çünkü artık tarafların birbirini karşılıklı belirlemesinin yolunun açılacağı ve bu performansın yapısal sonuçlar doğuracağı olarak sıralanmıştır. Dolayısıyla Erdoğan iktidarının arkasından bir rüzgâr estiği varsayılmış ve bu rüzgârdan Türkiye’nin yelkenlerinin en kudretli biçimde şişirilebilmesi ve ‘oyun kuruculuktaki’ rolünün öne çıkması için bütün koşulların hazır olduğu iddia edilmiştir. Erdoğan iktidarının bu iş için biçilmiş kaftan olduğu övgüleriyle birlikte…

AKP, iktidara gelir gelmez, Irak’ı işgal eden ABD’nin Türkiye’deki üsleri kullanma talebiyle karşı karşıya kalmıştı. Sovyetlerin yıkımından sonra ‘Yeni Dünya Düzeni’nin kurulduğunu iddia eden bu emperyalist ülkenin hedefi, 1993-94’te Balkanlar’da ortaya çıkan iç savaşla Yugoslavya’nın parçalanmasıyla, ortaya çıkan devletler üzerinde hegemonya kurduktan ve eskiden Sovyetler Birliği’ne bağlı devletlerde milliyetçi ayaklanmalar eşliğinde sisteme entegrasyon sürecinin başlamasından sonra eski BAAS rejimlerinin siyaseten en zayıf ama petrol kaynakları ve jeostratejik bakımdan kıymetli bölgelerinde nüfuz alanını perçinlemekti. TBMM’deki 1 Mart teskeresi oylamasından hayır oyu çıkmasının bedelini Irak’ta devriye gezen askerlerinin başına çuval geçirilmesiyle ödeyen Türkiye, ikinci bir teskere çıkararak ABD’nin taleplerini kısmen karşılamak zorunda kaldı. Bu müdahaleyle birlikte, Irak içindeki Kürt otonomisinin Türkiye’deki Kürtler üzerindeki etkisinden korkan iktidar daha sonra Kürt Bölgesel Yönetimiyle ticari ilişkilerini geliştirecek, Türkiye burjuvazisi bölgenin yeniden inşa faaliyetine talip olacaktı.

2001 ekonomik krizi ve 28 Şubat “postmodern darbe”sinin yarattığı imkanlarla ve ABD onayıyla iktidara gelen AKP’nin bölgesel çalkantıların sonuçlarından yararlanma, ortaya çıkan olanakları değerlendirme perspektifi Irak işgaliyle başlar. Petrol yataklarıyla zengin Musul ve Kerkük’e yönelik devam eden sahiplik duygusu, yağma edilmiş ülkeden elde edilecek inşa ganimeti, Türkiye’nin jeopolitik önemini artıracak ticaret bağlantıları Türk burjuvazisinin iştahını kabartmakta, AKP iktidarı da bunun siyasi imkanlarını sağlamaktaydı.

Irak’ı yağmaladıktan sonra askerlerini ve üslerini bırakarak işgali düşük yoğunluk ibresine çeken ABD, 2004 yılında ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ni ilan etti.[5] Daha sonra ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ adını alarak Kuzey Afrika’yı da kapsayacak olan bu projenin eş başkanlığına Erdoğan getirildi. O zamanlar, kendisinden önceki iktidarları Ortadoğu’yu görmemekle eleştiren Erdoğan AB’nin kapılarını zorluyor ve bunu mealen ‘Türkiye’nin AB’ye alınmasıyla Ortadoğu’yla Türkiye aracılığıyla bir medeniyet köprüsü kurulur’ diye izah ediyordu. Türkiye’yi ve kendisini de İslam medeniyetinin üyesi ve hatta lideri olarak görmekteydi. Ne var ki bu sadece Erdoğan’ın fikri değildi. ABD’nin dış politik referanslarında da Türkiye’nin AB’nin pazarlarıyla ve Ortadoğu’nun kaynakları arasında bir köprü olacağı ve böylece tekel sermayesinin bu bölgelerin esnemez bürokratik kalıplarını kırarak yayılmasının koçbaşılığını yapabileceği beklentisi vardı.

Ancak asıl dikkate değer nokta, AB uyum yasaları çerçevesinde AKP’nin bu dönemde bazı hukuksal düzenlemelere de giderek Türkiye’nin yabancı sermaye için cazip bir ülke haline getirilmesi, bunun karşılığında da ‘sıcak para’ dolaşımının artmasıydı. Türkiye 2002-2007 arası dönemde yüzde 5’lik bir cari açık ama öte yandan yüzde 7’lik bir büyüme gerçekleştirmiştir.

Yabancı sermaye akışı, borçlanma ve Dünya Bankası (DB) hibeleri sayesinde genişleyen likidite akışı, TL’nin dolar karşısındaki dengeli pozisyonu ve düşük faizler kredi dağıtımını da artırarak AKP’nin elini iç siyasette de güçlendirdi. Türkiye bu arada ihracatını da artırmaktaydı.[6] Ali Aslan bir SETA yayınında şöyle yazdı: “AK Parti iktidarı çevreyi devletin merkezine taşıdı, demokratikleşme hamleleriyle toplumsal gruplar üzerindeki baskıları ortadan kaldırıldı, bu grupların devletle bütünleşmesinin yolu açıldı. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’de orta sınıflar iki kat artmıştır.[7]

Yabancı sermayenin Türkiye’ye girişini kolaylaştıran yasalar, Türkiye burjuvazisine sağlanan devlet imkanları, ticaret hacminin artışı, görece yüksek büyüme rakamı 2008 krizinin Türkiye’de örneğin Yunanistan’da olduğu gibi ağır bir yıkımla geçmesini frenlemişti.

AKP 2007’de siyaseti sivilleştirmek iddiasıyla, MGK’nın ağırlık noktasını oluşturan ordunun üst düzey komutanlarını darbecilikle suçlayarak operasyonlara girişti. Bu konuda ABD’nin de desteğini aldı. 1982’de kabul edilen Cunta Anayasası’nın Cumhurbaşkanlığı’na tanımış olduğu yetkinin kullanılmasını engelleyen fiili durum giderek geriletilecekti. Böylece, örneğin, Irak’taki işgalde Türkiye’nin yer almamasından yana ve ABD ile NATO’nun Ortadoğu programının uygulanmasında pürüz çıkaracağı düşünülen kadrolar tasfiye edildi ve siyasi iktidar, yetkilerin büyük bir kısmını kendisine tekelleştirdi.

Türkiye’nin Ortadoğu’nun, ön sıralara yerleşen dış politikasının arka planında bölgeyi, öncelikli yeniden yapılandırma hedefi olarak tespit eden ABD’yle eşgüdümü vardır.  Bu durum, Türkiye’de siyasi iktidarın ideolojik perspektifinin unsuru olan tarihsel bakiyenin toparlanması, dini liderlik hayali ve tekelci sermayenin kâr hırsıyla örtüşmektedir. Nobran ve meydan okuyucu üslubuyla, partisinin halktan aldığı destekle Erdoğan bu rol için biçilmiş kaftandı.

 

Yeni Osmanlı ve Yumuşak Güç

Türkiye’nin jeopolitik konumu ABD, NATO ve AB ile ilişkilerinde geçmişten beri pazarlık konusu yapılmıştır. Asya ile Avrupa arasındaki köprü konumu, Sovyetler Birliği’ni Akdeniz’e bağlayan boğazların sınırları içinde bulunması, enerji kaynaklarına yakınlığı gibi coğrafi ve siyasi etkenler özellikle soğuk savaş döneminde Ortadoğu’nun uç beyliğine atanmasını kolaylaştırdı. AKP döneminin bu pazarlık masasına eklediği en önemli şey, bölgedeki çoğu ülkenin eskiden Osmanlı nüfuzu altında olmasıydı. “Türkiye’nin Ortadoğu, Orta Asya ve Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarına yakınlığı ve coğrafi konumunun dünyanın en önemli kavşak noktalarından biri olması Ankara’ya ciddi olanaklar sağlamaktadır…Ortak bir geçmişe sahip olduğu aktörlerle tarihin ipoteği altına girmeden ilişkilerini canlandırmıştır… Türkiye yakın geçmişiyle barışarak tarihi kimliğini normalleştirmiştir.”[8]

AKP döneminde giderek palazlanarak çeşitlenen, kimileri giderek tekelleşecek olan ama henüz büyük sermayenin pazar alanlarında meta ve sermaye dolaşımı için kendisine alan açmakta zorlanan yeni, yandaş sermaye fraksiyonu da Ortadoğu’ya gözünü dikmişti. Bölgedeki tüketici ve müşterinin alışkanlıkları, kültürel yakınlıklar sayesinde ticari ilişkilere sosyal bir altyapının hazır olduğu düşüncesindeydiler. Ayrıca devletten devlete imzalanan protokoller ile sanayi yatırımlarındaki ortaklıkların, ihale kolaylıklarının, tesis inşaatında iş birliğinin yolunun açılacağı umuluyordu. Ortadoğu, Türkiye sermayesinin bin bir gece masalı olacaktı.

Kalabalık devlet ve ‘iş adamları’ ekibiyle bölge gezileri başlamadan önce Suriye, Irak ve İran ile ‘diyalog ve iş birliği” süreçleri başlatıldı, ‘yüksek düzeyli stratejik iş birliği toplantıları’ düzenlendi. Askeri ve güvenlik konularının yanı sıra bu ülkelerle diplomatik, ekonomik, kültürel, dinsel, etnik konular da müzakere kapsamına alınmıştı. İlişkiler giderek Balkan ülkelerine, Ermenistan gibi Türkiye ile sorunlu ülkelere, Afrika ülkelerine kadar genişletilecekti.

Erdoğan’ın İsrail’e “one minute” şovu yaptığı yıl, Dışişleri Bakanlığına Ahmet Davutoğlu getirildi. Onun Stratejik Derinlik kitabında tarif ettiği dış politika anlayışı, iktidarın konjonktürel politikasına hem esin kaynağıydı hem zaten başlamış bir yönelimi sistematikleştirmişti. Davutoğlu dış politika için en önemli kalkış noktasının Türkiye için tarih ve coğrafya olduğunu düşünüyor ve Türkiye’nin, tarihi bağlarının bulunduğu Ortadoğu’da inisiyatif alması gerektiğini öne sürüyordu. Ona göre, devletin çıkarlarının ve eylemlerinin hegemonik bir ağırlık kazanması için bölge devletlerinin ve halklarının rızası olması gerekmekteydi.

Davutoğlu’nun teorisini oluşturduğu, icra kurumunun da başına getirildiği dış politika bağlamı, sorunlu bölgelerde Türkiye’nin arabuluculuğa soyunması, bütün komşularıyla iyi ilişkiler geliştirmesi, kültürel yatırımların yapılması, bölge halklarına seslenilmesi gibi o zamana dek dış politikanın gündemine girmeyen fiiller vardı. Dış politika sadece devletler arası görüşmelere sıkıştırılmayacaktı. İnsani yardım, kalkınma destekleri sunulacak, Türkiye bölgede sempati alanını genişletecekti. Bu bağlamda Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) kuruldu. Bunun yanı sıra Kızılay, Diyanet, Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları (YTB), AFAD, Yunus Emre Enstitüsü, TÜSİAD, MÜSİAD, İHH ve daha birçok kurum dış politikanın ‘sivil toplum’ yürütücüleri arasına alındı.

Bu, aktörleri çoğaltılmış ve ‘sivil toplum’a hitap eden diplomasiye ‘ritmik diplomasi’, proaktif dış politika, vicdani diplomasi gibi şık adlar veren de Davutoğlu oldu. Türkiye’nin devlet eliyle kurulmuş bu sözde sivil örgütlerin ve sermaye fraksiyonlarına bağlı kuruluşların dış politikada etki ve yatırım ajanı olarak kullanılması 2009’da ABD Dış işleri Bakanlığı’ndan ayrılan Condolezza Rice’ın Ortadoğu’daki faaliyetlerinden de ilham almıştır. Ortadoğu ABD’nin gündemine çoklu aktörlerle yürütülen dış politika olarak girmiş; Rice da, örneğin, Mısır’da ABD’nin sivil toplum çalışmaları yaptığını, bizzat kendisinin çok sayıda sivil toplum örgütünün kuruluşuna katkıda bulunduğunu söylemişti.

Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesinde laik, Müslüman, kapitalist bir ülke olarak, bu bölgelerde kendi stratejik hesaplarına göre değil, o zamanlar bunu da kapsayarak bölgede derin bir etki yaratmak isteyen ABD’nin de hesaplarına göre hareket etmiş oluyordu. Böylece “sistem içinde kalarak kurulu düzeni eleştirmeye ve değiştirmeye” aday olan Türkiye, bütün o milliyetçi, mukaddesatçı, İslami ve ama laik, dostane söylemleri ve eylemleriyle bizzat kendisi emperyalizmin ‘sivil toplum’ müdahale aracı muamelesi görmekteydi. Erdoğan “Bizi AB’ye alırsanız Ortadoğu’yu da almış olursunuz,” diye masaya boşuna kart atmıyordu.

Yüzünü Ortadoğu’ya dönmekle Türkiye’nin bir eksen kayması yaşadığına ilişkin eleştiriler, Davutoğlu zamanında telaffuz edilmeye başlandı. Bu türden eleştiriler Davutoğlu sonrasındaki Rusya ile olan kısmi yakınlaşmalar sırasında da yapılacaktı. Erdoğan bu eksen kayması eleştirilerini şiddetle reddederek, eleştirenlerin bu süreçten fayda sağlayamayan statükocular olduğunu söylüyordu.

Erdoğan, “Biz ulusal, bölgesel ve küresel barış dışında hiçbir amaca hizmet etmiyoruz. 21’inci asra girerken hedef buydu, ama küresel barışı bombaladılar. Şimdi bunu toparlamamız lazım. Son dönemde kasıtlı olarak dile getirilen eksen kayması haksız bir iddiadır. Dış politikada kimi gelenekleri, kimi alışkanlıkları yıktığımız bir gerçektir. Tüm komşularıyla barışık bir Türkiye vardır. Ticaret hacmi artan bir Türkiye vardır” diyor, bir başka yerde de “Batı ittifakının bir üyesi olarak bölgede herkesle konuşmamız bir imkandır, fırsattır. Kıskananlar yanlış yapıyor. Türkiye’nin görüşmelerini fırsat kapısı olarak düşünün” diyordu.[9] Erdoğan’a göre Türkiye dünyanın en büyük 26. ekonomisi iken 17. Sıraya yükselmişti.

Böylece Erdoğan, Türkiye sermayesinin devletin nüfuzuyla bölgesel çıkarlarını gerçekleştirme imkanlarını genişletmek üzere ticaret hacmini öne çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda sermaye birikiminin üzerine sosyal-kültürel sermayesini de ekleyerek masaya getiriyordu. İçeride, Türkiye’nin yüzünü batıdan doğuya çevirerek dış politikada eksen kayması yaşadığı eleştirileri sürerken ABD Türkiye’yi model ülke olarak ödüllendiriyordu. Türkiye dış politikası terminolojisinde bu, diğer ülkeleri çevresinde toplayan bir ‘merkez ülke’ olmak anlamına geliyordu. BM toplantılarında ve içerideki nutuklarında ‘Dünya 5’ten büyüktür’ sözünü defalarca tekrarlayarak, 17. büyük ekonomiye, dünya siyasetine yön veren misyonun arasına katılma hakkı tanınmasını bekliyordu.

Türkiye’nin ‘oyun’a dahil olan ya da oyuna gelen bir ülke değil ‘oyun kurucu’ haline geldiğini ilan eden dış politika aktörleri, dünyanın yeniden paylaşım ve dizaynının eşiğinde olunduğunun farkındaydılar. Bu bağlamda Condolezza Rice da ‘sınırlar değişebilir’ diye buyurmuştu. Kendisi de bir Ortadoğu ülkesi olan Türkiye’nin yönetenleri için bu, hem siyasi hırslarının dizginlerini sonuna kadar serbest bırakacakları, mümkün olsa sömürge siyaseti yürütmeye hazır (Somali’deki sömürgecilik parodisi bunun örneğidir), hem de sahada olanın masada kazanacağını düşündükleri yakın bir geleceğe hazırlanmanın gereğiydi. Diğer yandan ama, başka ülkeler arasındaki çetrefil sorunlara arabuluculuk yapmaya soyunmuşken kendi iç sorunlarıyla boğuşan, kırmızı çizgileri aşılmasın diye uğraşan, iç ve sınır güvenliği bakımından endişeli, istikrarsız bir ülkeyi yönetmenin bedellerini ağır ödeyeceğinin ve ödediğinin farkında olan iktidar için yumuşak güç hikâyesinin de bir hududu vardı.

Türkiye’nin fiziki hudutlarını içeriden ve dışarıdan koruyabilmek için başlatılan Kürt sorununun ‘çözüm süreci’ ve bir dizi açılım; bir yandan içeride iktidarın meşruiyet koşullarını sağlayabilmek diğer yandan da enerji hatlarının geçiş alternatifi olarak görülen Türkiye’den uluslararası sermayenin beklentisi olan güvenlik ve istikrar koşullarını sağlamak için gündeme alınmıştı. Her iki durumda da kendisini olduğundan etkili ve büyük gören, hayallerini ve stratejisini buna göre şekillendiren, kendi gözündeki imgesiyle gözleri kamaşmış AKP iktidarı başlattığı süreçlerden başarısızlıkla çıktı. ‘Çözüm süreci’ Kürtlere hiçbir hak tanımadan ‘yumuşak güç’ ve iknanın silah bıraktırmaya yeteceği zannıyla hareket edildiği için iktidar istediğini alamadı ve günün sonunda masayı tek taraflı olarak dağıttı.

AKP iktidarının ABD’yle uyumlu olarak genişletmeye çalıştığı ‘yumuşak gücünün’ hudutları bir de Arap ayaklanmalarıyla AKP’nin yüzüne çarptı. Neoliberal kapitalizmin ezdiği milyonlarca insanın ekmek, özgürlük ve adalet için ayaklandığı ve bu hareketlerin giderek Kuzey Afrika’ya yayıldığı 2011 yılında, bu ayaklanmaları fırsata çeviren ABD-NATO fiilen sahaya indi. Kaddafi NATO müdahalesi ile öldürüldü, Mısır’da Mübarek devrildi ve ardından Sisi darbesi gerçekleşti, Bahreyn Suudi Arabistan tarafından ezildi, Yemen’de yıllarca süren iç savaş başladı, Suriye emperyalist devletler ve onların güdümündeki silahlı çetelerin yürüttüğü vekalet savaşlarına sahne oldu. Bundan iki yıl sonra da Türkiye’de Gezi Direnişi patlak verdi. 2014 seçimlerine doğru giderken AKP ile iktidarın gizli ortağı Gülen Cemaati zenginlik ve yetki paylaşımında birbirleriyle anlaşamadıkları için, Gülen Cemaati, sonucu darbe girişimine kadar uzanacak tape ve basın savaşları ve kişilik saldırılarına kadar her türlü kirli yöntemi uygulayarak ortağının üzerine yürüdü.

Bu gelişmeler AKP iktidarının o zamana kadar sürdürdüğü Ortadoğu politikasında bir değişikliği tetikleyecekti. Ancak bu değişimin bir anda ve hızla gerçekleşmediğini, sürece yayıldığını ve Davutoğlu’nun görevden alınmasıyla bir eşiğe geldiğini söylemek gerekir. Çünkü 2015 genel seçimlerinin hemen ardından Suriye sınırına askeri yığınak yapıldığında ve kısa süre sonra IŞİD Suruç katliamını gerçekleştirdiğinde ve Kürt şehirlerinde hendek savaşları başlatıldığında ve 10 Ekim Katliamı yaşandığında; yani ‘yedi düvelle barışık dış politikanın yerine şiddet ve tahrikin aldığı sıralarda Davutoğlu hâlâ başbakanlık yapmaktaydı. 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidara gelemeyince seçimlerin 1 Kasım’da yenilenmesine karar veren AKP’nin Başbakanı, yenilenecek seçimden kısa bir süre sonra Ankara’da IŞİD’in yaptığı 10 Ekim katliamının hemen ardından ‘oylarımız artıyor’ diye sevinen aynı Davutoğlu’ydu. Stratejik derinlik, yumuşak güç, barış elçisi, arabulucu, çözümcü, açılımcı, çok enstrümanlı Türkiye demek ki buraya kadardı.

 

Operasyonel Dış Politika

Davutoğlu, “Ortadoğu’da etnik, dini, mezhepsel çatışmalar ve savaşlar Türkiye’nin güvenliği, ekonomik ve siyasi istikrarı açısından önemli bir tehdittir. Ortadoğu gibi sınırların muğlaklaştığı bir bölgede kapsamlı çatışmalara çözümler üretmek oldukça güçtür, zira sömürgecilik döneminden kalan yapay siyasi sınırlar demografik ve sosyal yapıyla örtüşmemektedir. Benzeri bir durum Kafkasya’da da yaşanmaktadır ve bu bölgedeki güvenlik sorunu halen palyatif tedbirlerle geçiştirilmektedir. Bu nedenle Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin çevresine dair tasarımlar konusunda asli unsurlarının daha aktif bir rol oynamak durumunda olduğu ifade edilmektedir[10] diyordu.

Burada dikkati çeken ifade, bugünkü Ortadoğu sınırlarının sosyal ve demografik yapıyla örtüşmemiş olduğudur. Bir bakıma Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sykes-Picot anlaşmasıyla masa başında oluşturulmuş sınırlar Osmanlı İmparatorluğu hudutları içinden altı ayrı devlet çıkarmış, diğer yandan da Arap halkını bölmüştü. Aynı savaştan yenilgiyle çıkan Almanya’da Hitler rejimi zamanında, farklı ülkelere dağılmış Almanların yaşadığı coğrafya, ırkın yaşam alanı olarak tarif edilmekteydi ve bu bölgeleri fethetmek adına yaptığı her atakla Hitler daha büyük bir dünya savaşının kıvılcımını çaktı. Hitler’in yaşam alanı tabirini anımsatan ifadeler kullanan Davutoğlu’na, sınır eleştirisini bir ihlal fiiline dönüştürmek nasip olmadı. Zira Davutoğlu’nu aşan realite, ona uygun kadrolar ve devlet işleyişinde ve iktidar mimarisinde değişiklikleri gerektiriyordu. Davutoğlu ne pazıla uyuyor ne de Erdoğan’a gerektiği gibi biat edebiliyordu.

Suriye’de silahlı çeteler arasında iç savaş başlarken Türkiye’nin güney sınırlarının bitişiğinde oluşan üç Kürt kantonunun kurulmasıyla iktidarın Ortadoğu politikasına ilişkin öncelikleri hızla yer değiştirdi. İç politikanın dış politikaya eklemlendiği her iki bağlamda da güvenlik ve beka kaygısının (devletin ve AKP iktidarının) öne çıktığı süreç, iktidarın reflekslerini şekillendirmeye başladı. IŞİD’in Rojava’ya saldırmasını bir fırsata dönüştürmek isteyen Erdoğan yönetimi bu ortaçağ kalıntısı çeteyi açıkça destekledi. Ancak sahaya ABD’nin girişi ve IŞİD’in bölgeden uzaklaştırılması, ardından Rusya’nın savaşa dahil olması da Türkiye yönetimi ve arkasındaki sermayenin hırslarını törpülemektense bilemiş oldu. Çünkü bu iki emperyalist ülkenin sahaya inmesi iktidarın çelişkilerden yararlanarak hareket etmesini sağlayacaktı. Böylece Türkiye Suriye’de çözüm sorununun iyice çetrefilleşmesinin kaynaklarından biri haline geldi. Kendi istediklerini alamadığı sürece Türkiye yönetimi Suriye’deki çözümsüzlüğü dayatır hale geldi.

Suriye’nin kuzeyine yapılan üç harekât sırasında da iktidar, ABD ve Rusya’nın birbirinin ayağına basmadan elde etmeye çalıştığı nüfuz alanlarında yakaladığı boşluklardan yararlanmıştı. Bu, bir emperyalist devletten diğerine bedel ödemek, rüşvet vermek, birinin nüfuzunu diğerinin nüfuzuyla kırmak anlamına geliyordu ki, mekik diplomasisi yeni bir boyuta geçmiş, savaş bağlamına uyarlanmıştı. Türkiye alttan alta Esad’ı devirecek çeteleri destekliyor, yaşam alanlarını geliştirmek için 30 kilometrelik müdahale alanı talep ediyor ve nihayet demografiyi değiştirecek hamleler yapıyordu. Bunun sonucu, bugün hâlâ iki Kürt kantonunun olduğu bölgelerde Türkiye’nin devlet kurumlarının yerleşik hale gelmiş olmasıdır.

Ülkelerin fiziki sınırlarının yanı sıra kültürel, askeri, biyolojik sınırlarının da olduğu, siyasal sınırların doğal sınırlara işaret etmediği NAZİ tezini bir dış politika normu olarak içselleştiren AKP iktidarı jeopolitik pozisyonunu uluslararası kuruluşlarda tekrar masaya koyarken, kültürel, tarihsel bağlarını olduğu kadar teröre karşı sınır güvenliğini de pazarlamaya çalışıyordu. Bunun fiiliyattaki anlamı komşu ülkenin sınırlarını ilhak etmek oldu. Üstelik ‘Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duyuyoruz’ demeyi de ihmal etmeden.

Esad’ı devirmek için yola çıkan ABD’nin stratejisiyle uyuştuğu ölçüde AKP’nin planı da Esad’ı devirmekti. Ne var ki savaşın yıllarca sürdüğü Suriye’nin bir gayya kuyusuna dönüşmesinden, ağır maddi ve insani kayıpların ortaya çıkmasından sonra bu ülkeyi kendi haline bırakarak belirli ölçüde geri çekilen ABD’den sonra da Türkiye ‘bölgeden çekil’ çağrılarına uymadı. Çözüm masalarında terör tehdidi kartını kullanarak uzlaşmaz bir tutum almaya devam etti.

Yakın zamanda Libya’da General Hafter ile Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) arasındaki çatışmada UMH yanında taraf olarak, lojistik ve ilaç yardımı yapan, İHA ve SİHA satan ve Hafter’e karşı savaşmaları için Suriye’den ÖSO lejyonerlerini taşıyan iktidarın güvenlik konsepti sınırların hemen ötesiyle sınırlı değildir.

Ege Denizi ve Akdeniz’de kendi kıta sahanlığına ilişkin sınırları aşarak hareket alanını geliştirmeye çalışan iktidar Yunanistan’a yönelik tacizleri de artırmış, böylece aynı zaman diliminde çok yönlü cepheler açmıştı.

ABD ve Avrupa emperyalistleriyle Rusya’nın Ukrayna’da karşı karşıya gelmesiyle birlikte Karadeniz’den Akdeniz’e kadar su yollarının stratejik önem kazanmaya başlaması, ABD’nin Yunanistan’ın Ege kıyılarındaki Dedeağaç’a üs kurmasıyla birlikte yeni bir tehdit sinyali alan iktidar, deniz sınırlarını da ihlal ederek genişletilmiş bir ‘Mavi Vatan’ coğrafyası tahayyül etmekteydi. Ancak bu da ABD’nin sert müdahalesiyle birlikte kadük kaldı ve Türkiye Ege ve Akdeniz’de sınır gerilimleri yaratan gemilerini limanlara geri çekmek zorunda bırakıldı.

Bununla birlikte ne güvenlik kozu ne de buna bağlı olarak yaşam alanlarını genişletme hırsının tatmini iktidarın vazgeçtiği bir stratejidir. 2019 yılından bu yana Irak’ta ‘Pençe’ operasyonlarının sürdürülüyor olması da bunu gösterir. Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Ayakkabı numaralarına kadar biliyoruz, ancak 150 terörist kaldı,” demesine rağmen Türkiye’nin terör tehdidi altında bir ülke olmaya devam ettiği sürekli işlenmiş; hem iç hem de dış politika malzemesi yapılmaya devam edilmiştir.

Geçtiğimiz kış aylarından bugüne kadar Irak merkezi hükümeti ve Kürt Bölgesel Yönetimi ile, Türkiye’den üst düzey yöneticiler ve sanayicilerin katılımıyla yapılan görüşmeler bu harekâtların PKK’yi yok etmek gibi bir sonuç almak üzere yoğunlaştırılması konusunda henüz bir sonuca varılmadan belirli bir aşamaya getirildi. Türkiye yönetimi tıpkı Suriye’de olduğu gibi, Irak sınırından 30-40 kilometre ötesine kadar kontrol yetkisinin kendisine verilmesini ve bölgede üs kurmayı talep ediyor.

Irak ve IBKY yönetimini Türkiye ile birlikte aynı hedeflerde masaya oturmaya zorlayan süreç, Irak’ın Basra Körfezi’nde inşa etmekte olduğu limandan başlayarak Türkiye boyunca ilerledikten sonra Avrupa’ya ulaşacak ‘Kalkınma Yolu’dur. Kara ve demiryolundan oluşan ve Irak petrolüyle Asya’dan gelen kıymetli madenler ve ticari metaların taşınacağı ‘Kalkınma Yolu’ aynı zamanda bir bölgesel dönüşüm programı içeriyor. Gerçekleştiğinde Çin’in ‘Kuşak-Yol Projesi’ne de eklemleneceği umulan ‘Yol’ hem Türkiye hem de Irak devleti için büyük önem taşıyor. Bu bağlamda Kürt sorununu her çiviyi çakacak bir çekiç olarak kullanma eğilimine sahip Türkiye yönetimi, yolun güvenliğinin jandarmalığını yapmak için gereken şartları Irak’a ve IBKY’e sunmuş durumda. Bu şart, Türkiye’nin fiziki sınırlarının Kürt kartıyla ve ateşle yeniden genişletilmesi anlamına gelmektedir.

AKP iktidarının Türkiye’nin Ortadoğu’daki güvenlik stratejilerinin esasını ‘teröre karşı mücadele’ retoriği ile süslüyor olsa da, en küçük kıvılcımın büyük gerilimler yaratabileceği kadar kırılgan ilişkilere ve saflaşmalara sahne olan Ortadoğu, Türkiye için mevcut paylaşım kavgasında şu veya bu şekilde esaslı bir pay kapma sahasından ibarettir. Kürt sorununu terör bağlamına çekerek çözülemez, kalıcı bir veri olarak pazarlamak, şiddet cihazlarını açık tutmak ve çözülemez kaldığı sürece Kürt sorunundan terör tehdidi gibi kullanışlı bir argüman oluşturmak Türk tekelci burjuvazisi ve devletin başlıca taktiği haline gelmiştir.

Bu tercih sadece Türkiye’ye mahsus değildir. Bugün Ortadoğu’da emperyalizmin yeni nüfuz alanları ve demografik bileşimi silah zoruyla değiştiriliyor ve coğrafi sınırlar da kanla çizilmeye çalışılıyor. ABD emperyalizminin ‘küreselleşme döneminde bağımlılık yok karşılıklı bağımlılık var’ söylemi, karşılıklı ticaret, sermaye dolaşımı ve meta akışıyla birbirine bağlanmış ülkelerden yalıtılmış bir kutuplaşmayı ancak göreceli ve konjonktürel çıkarlar ekseninde sağlayabiliyor. Dün Sisi’ye ve Hafter’e darbeci diyen, Esad’dan Esed’e oradan yeniden Esad’a dönen, BAE’yi FETÖ darbesinden sorumlu tuttuktan sonra bugün barışan, Suudi Arabistan’a Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle ilgili belgelerle şantaj yaptıktan sonra o belgeleri seve seve Suudilere teslim eden; bir ülkede ABD ile diğerinde Rusya ile karşı kampa düşen Türkiye’nin durumu bir istisna değildir. Bir ilişkinin bir yanı varsa diğer yanı da vardır ki, Ortadoğu devletlerinin gelişen her durumda bir önceki tutumlarıyla ters düşen refleksler göstermeleri sıradanlaşmıştır. Ortadoğu’yla ilişkisinin koşulları da imkânı da dün taşladığının elini bugün sıkmak, veya aynı anda hem taşlamak hem sarılmak olan Türkiye için İsrail-Filistin ‘meselesi’ can alıcı güncel bir göstergedir.

 

Türkiye İsrail İlişkileri

AKP iktidarı İsrail ile ilişkilerinde aslında bir geleneği devralmış ve onu çeşitlendirmiştir. Bu gelenek, görünürde İsrail’in Filistin’e yönelik katliamlarını, Filistin’deki ilhak politikalarını halkın önünde kınarken arka planda ticari ilişkilerin devam ettirilmesidir. Yakın Doğu Haber Sitesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu, ‘Stratejik İttifak’ adını verdiği kitabında şöyle yazar: “İsrail’in soykırım yapmakla suçlandığı Ecevit döneminde Türkiye İsrail’e 650 milyon dolarlık tank modernizasyonu projesini ihalesiz vermişti. 2002 yılının Ağustos ayında İsrail’e 90 milyon dolar ödenerek 108 tane Harpy adlı insansız saldırı uçağı almıştı… Bu dev ticari ilişkinin yanına İsrail’le ortaklaşa yapılan deniz tatbikatına ‘Anadolu Kartalı’ adlı bir de hava tatbikatı eklenmişti.[11]

İktidarı Ecevit’ten devralan Tayyip Erdoğan ise, İsrail’i soykırım uygulamakla suçluyor, Filistinliler’e yönelik İsrail uygulamalarını ‘devlet terörü’ olarak adlandırıyordu. Ariel Şaron’un görüşme isteğini de reddetmişti. Ancak bu restleşmelerin arka planında Türkiye İsrail ile Anams akıllı füzeleri, Litening gece uçuş sistemleri, elektronik harp kameraları, insansız hava araçları ve tank modernizasyonu gibi askeri sanayiye ilişkin 800 milyon dolarlık bir ticari ilişkinin müzakerelerini sürdürmekteydi.[12]

Erdoğan’ın İsrail ile görüşmeyi reddetmesi uzun sürmeyecekti. İçerideki sert söylemlerle halkın tepkisi bir yükseltilip bir indirildikten sonra, amacı “İsrail’le Filistin sorununu görüşmek” olarak ilan edilen ziyaret 1 Mayıs 2005’te gerçekleşti. Bu görüşmenin öncesinde de 183 milyon dolarlık Heron anlaşması imzalandı. O tarihte henüz enerji ve askeri sanayii alanında ilerleme kaydetmemiş olan Türkiye’nin İsrail’le yaptığı, savaş cihazlarının büyük bir yekûn tuttuğu ticari anlaşmanın hacmi görüşmeden sonra 1 milyar doları aştı.[13] İsrail’le tatbikatlar, ticari ilişkiler hiç kesilmeden sürdü. Hatta 2009’daki Davos’un ardından Erdoğan Türkiye’ye döndüğünde şovun tadını iç politikada uzun uzun çıkarırken Türkiye İsrail ile birlikte savaş tatbikatı yapmaktaydı.

Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri iç politika açısından inişli çıkışlıdır. İsrail’in Filistin’e yönelik her saldırısından sonra Erdoğan’ı iç politika düzeyinde zorda bırakacak kadar gerilen ilişkilerin üstü Müslüman halkların mağduriyet anlatısıyla örtülmektedir. Bir keresinde Türkiye heyetinin İsrail’de İsrail yetkilisinin oturduğu koltuktan daha alçak bir koltukta oturtularak küçük düşürülmesi de düşmanlarla çevrili Türkiye’nin güvenlik hassasiyetine eklemlenmişti. Erdoğan içeride bolca kullandığı Ortadoğu’da lider ülke, model ülke, stratejik ortaklık gibi kavramları boşa çıkartan gerilim konularını da yönetmekte ustalık gösteriyordu.

Yine, örneğin Gazze Körfezi’ne yardım taşıyan İHH’nın Mavi Marmara gemisine İsrail’in saldırısıyla 10 kişinin öldürülmesi onlarca kişinin yaralanması yeni bir gerilim ögesi oldu. İsrail bu katliam nedeniyle tazminat ödedikten sonra konu kapatıldı. Hatta Erdoğan daha sonra “Giderken bana mı sordunuz?” diyecek ve Gazze çıkartmasındaki dahlini reddedecekti. Mavi Marmara fecaati giderek FETÖ kumpasları dosyasına ataçlanacaktı. Fakat İsrail ile ticari ilişkiler ve iş birliği hiçbir zaman kesintiye uğramadı.

Türkiye 2007’den itibaren savaş sanayisi alanında atılıma geçtiğinde ordu içinde belli başlı komutanların darbecilikle suçlanarak gözaltına alındığı, yeniden kadrolaşmanın ve ordu-iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlendiği bir eşiğe gelinmişti. Savaş sanayisindeki atılımın ordunun inisiyatifinden bağımsız, devlet teşekküllerinin doğrudan iktidara bağlı olarak çalıştığı, giderek yine Erdoğan’a bağlı özel teşebbüsün payının arttığı bir düzen içinde gerçekleşmesinin önünün açıldığı bir dönem başladı. Bugün savaş sanayisinin başlıca aktörü ve tekeli Erdoğan’ın damadıdır.

Heron ticaretinde İsrail ile yaşanan gerilimlerin yol açtığı geciktirmeler, cihazların kullanım sınırlılığı, arızaları, pahalılığı İsrail’in bu ticareti koz olarak kullanması, ambargoları ve yaptırımları gibi etkenler AKP iktidarını İHA ve SİHA üretimine sevk eden etkenler olarak tanımlanır. Bu alanda yıllar içinde gerçekleşen irtifa kaydı Türkiye’yi bütün gerilim ve savaş bölgelerine ucuz İHA-SİHA satar hale getirdi. Sadece insansız hava araçları değil, Erdoğan’ın iç politikada her şeyin başına eklediği “yerli-milli” retoriğinin eksenine oturan, ancak motorları büyük oranda ithal edilerek diğer aksamı iç sanayiden sağlanan savaş uçakları üretimi de arttı. Türkiye giderek Ortadoğu’da sadece savaş kışkırtan, tansiyon yükselten bir ülke olmaktan savaş araçları ihraç eden ülke konumuna gelmekteydi. Bunun iç politikadaki karşılığı “güçlü ve müreffeh Türkiye” propagandasının her gün biraz daha yükselen bir tonla iddia edilmesi oluyordu. İktidarın ortağı MHP’nin Genel Başkanı insanca yaşam koşulları sağlanması için ücretlerin yükseltilmesini isteyen işçi sınıfına yönelik olarak “Siz bir merminin kaç lira olduğunu biliyor musunuz?” diye çıkışırken Türkiye’nin girmediği, yer almadığı savaşlar için bile halkın seferberlik ruhuyla yaşamasını buyuruyordu. Cumhuriyet ilanının 100. Yılında yani 29 Ekim 2023’te İstanbul Boğazı’nda ve gökyüzünde gösteri yapan savaş gemi ve uçakları ülke sanki daimî bir savaştaymış da hep zafer kazanıyormuş duygusunu körüklemek için sefer-görev parodisi icar ettiler.

Ancak bu ‘güçlü, meydan okuyan, oyun kurucu’ ülkenin liderliği ve iktidarı, bir yıl sonra 7 Ekim 2024’te İsrail Filistin’e yakın zamanların en büyük saldırısına giriştiğinde uzun süre hiçbir refleks göstermedi. İçeride yükselmekte olan tansiyonu düşürebilmek için ağırlıklı olarak tarikat-cemaat nüfusunun devlet erkanıyla birlikte katıldığı bir mitingden başka bir şey yapılmadı. Sonrasında da bu kesimler İsrail mallarına boykot çağrısıyla yatıştırılmaya çalışıldı. Birkaç Starbucks şubesinin camları taşlandı, oradaki müşteriler tehdit edildi. Ama bundan daha fazlası için adım atılmadı.

Bu ısrarlı ‘soğukkanlılığın’ nedeni İsrail’le kurulan ticaret ilişkileri ve bu ilişkilere bağımlılık olduğu kadar iktidarın bu devletin hamisi ABD’ye mahkumiyetiydi. Türkiye limanlarından kalkan sayısız gemi, silah üretiminde kullanılan malzemelerden gıdaya, lojistikten kıymetli madenlere kadar çok sayıda materyalle yüklü olarak İsrail’i her yönden beslemeye devam etti.

Ticari ilişkilerin devam etmesinin ‘Biz Filistin’e yardım götürüyoruz. Gazze’ye gidecek her yardım İsrail’in gözetiminden geçiyor’ söylemiyle örtülmeye çalışılması yine de inandırıcı olamadı. Bir süre sonra iktidar İsrail’e 54 kalem malzemenin ticaretini yasaklamak zorunda kaldı ve bunların hangileri olduğunu yayınladı. İsrail’e giden malların arasında alüminyum profiller, teller, boyalar, beton mikserleri, bakır profil ve çubuklar, çelik filmasin, kap ve depolar, uçak benzini, jet yakıtı gibi savaş sanayiinde kullanılan metalar bulunmaktaydı.

Yasaklanan malzemelerin yayınlanması halkı yatıştırmaktan ziyade infiale yol açtı. Öyle ki yerel seçimlerde AKP’nin oylarının düşmesinde önemli bir etken haline geldi. Bu tepki iktidarın İsrail’le bütün ticaretin durdurulacağı kararını almasına yol açtı. Ancak el altından İsrail’e mesafeyi uzatmak pahasına yeni güzergahlar seçilerek ticaretin sürdürüldüğü bilgisi de gizli kalmadı.

Türkiye’de halk yüksek enflasyon, pahalılık, işsizlik ve yoksulluk içinde hayatta kalmaya çalışırken; Türk lirasının dolar karşısındaki eriyişini bir fırsata çevirmek isteyen Türkiye burjuvazisi ve iktidarı Filistin halkını katleden, dünya emperyalistlerinin sırtını sıvazlamasıyla eli serbest kalan halk düşmanı Siyonist İsrail’le, kendi halkına yalan söyleyerek ticaret ilişkilerine devam etmiş, savaş sanayisinin yan ürünleri için tüketimin hızlandığı bir pazar bulmuştu.

Kanla beslenen bu pazar Ortadoğu’daki her gerilim ve savaş durumuyla genişliyor. Türkiye giderek daralan ekonomisini bu pazara çıkardığı savaş sanayisinin mamulleriyle beslemeye, benzerleriyle kıyasıya rekabet ederek devam ediyor. Bir zamanlar Ortadoğu halklarına ‘laik-muhafazakâr demokrat’ bir model ülkeyi pazarlayan iktidar, ABD’nin jandarmasının işini sessizliğiyle kolaylaştırdığı biçilmiş rolüne bürünmüş durumda. Ticari metalarıyla, ‘terörle mücadele’ paketiyle, 30-40 kilometre tampon bölge kazanmak için komşularına sınır ötesi harekâtlar yapmakla, ‘bölge güvenliği için’ vazgeçilmez olduğu iddiasıyla; kıyametten Türkiye’nin tekelci burjuvazisine ve taşeronlarına en büyük kârı ve faydayı sağlamaya çalıştığı dış politikası halklara pahalıya mal oluyor.

 

Sonuç Olarak

AKP iktidarının Ortadoğu politikaları, birincisi; tekelci burjuva fraksiyonları arasındaki rekabet ve bunun güç dengelerine yansımasına bağlı olarak; ikincisi de Türkiye’nin bağımlılık ilişkilerini baskı, yönlendirme, düşük yoğunluklu ambargo ve çeşitli tehditlerle biçimlendiren, başta ABD olmak üzere halihazırdaki dünya düzeninin komuta merkezlerinde oturan emperyalist devletlerin rakip emperyalist güçlerle büyüyen rekabetinin düzeyiyle şekillendi. İktidar bu çelişki, çatışma ve rekabetin arasında ‘izinli’ harekât alanları yarattı. Yer yer zigzaglar izleyen ve uzun süre ‘eksen kayması’ tartışmalarına da yol açan bu politikanın her aşamasında, bir sonraki hamleye kadar atılan geri adımlar, burun sürtmeler ‘dış politikanın duvara çarpması’ olarak da nitelendi.

Türkiye’nin jeopolitik konumuyla tarihsel gücünü bir diplomatik ticari meta olarak pazarlayan AKP iktidarı, bu iktidar tarafından sağlanan olanaklarla kayda değer bir büyüme kazanan yerli tekellerin birikmiş sermayesine yeniden değerlenme alanı açabilmek için komşu ve uzak pazarlara yayılmak, savaşlar nedeniyle harap olmuş bölgelerde yatırım ve inşa faaliyetlerinin müteahhitliğini üstlenmek, enerji yollarının ülke topraklarından geçişi için uğraşmak ve de gerilimleri kışkırtmak için her yolu kullandı.

Türkiye’nin dış politikasındaki ‘eksen kayması’ olarak adlandırılan tektonik hareketler aslında sürekli değişen rekabet-çıkar kavgaları kavgası bağlamında güç ilişkilerinin de uzun süre stabil kalamamışıyla ilişkilidir.

2021 NATO zirvesinde Çin ve Rusya’nın üye ülkelerin ortak düşmanı ilan edilmesinden daha önce bölgenin yeniden paylaşımı gündeme gelmişti. Yükselen yeni emperyalist güçler eski ve kadim güçler arasındaki birliği güçlendirmiş görünüyor. Bununla birlikte, enerji, petrol, kıymetli metal ve madenlerin ticareti kapsamında kimin elinin kimin cebinde olduğunun pek de belli olmadığı koşullar emperyalistler arasındaki kamplaşmalara tanıdığı olanaklar kadar kısıtlar da taşıyor.

Bu durum da Türkiye gibi orta boy kapitalist ülkelere, emperyalistler arasındaki çelişki ve çatışmalardan yararlanma olanakları sağlamaktadır. Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki; önce hamlede bulunmak sonra geri çekilmek, fiili durumlar yaratarak yürümek, gelgitlerden yararlanmak gibi iki ileri bir geri adım pozisyonu da bu realitenin izdüşümüdür.  Ancak taktik adımların, içinde anlam kazandığı strateji uzun süre değişmemiştir. Bu stratejinin özü ister Davutoğlu’nun proaktif politikası olsun ister sonraki süreçte aktif politikaya dönüşsün Ortadoğu bölgesinde yayılmacılıktır.

Dış politika aynı zamanda iç politikayı düzenleyen bir aparat olarak da kullanılmıştır. Türkiye halkı yıllardır AKP iktidarı tarafından bir seferberlik ruhuyla yönetiliyor. Sınır ötesindeki harekâtlarla terör avcılığı yapılırken, komşu ülkelere adım adım fiilen yerleşme çabası sürerken, içeride Kürt halkına ve aynı zamanda ‘yardım yataklık’la suçlanan demokratik güçlere savaş nizamı dayatılmış, baskılar artırılmıştır.

Bu dış politika bütün Ortadoğu halkları için tehlikelidir. Halkların kendi kaderini tayin etmesinin en büyük engellerinden biri tekelci burjuvazinin ve iktidarda tekelleşmiş siyasi çıkar ortaklığının emperyalistlerle girdiği bağımlılık ilişkileridir. İktidar kanatlarında yer alan hiç kimse artık Ortadoğu’ya barış ve demokrasi taşımaktan söz etmiyor.

Bölgenin ve ülkenin barış ve demokrasi içinde yaşayabilmesinin ön koşulu emperyalist güçlerin bölgeden çekilmesi, üslerin kapatılması, İsrail’in Filistin’e saldırılarının durması ve bölgede demokratik rejimlerin inşa edilmesi olacaktır. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri için bölge politikalarındaki inisiyatif bu talepler etrafında ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi içinde şekillenebilir ancak.

[1] Milliyet (2009) “Erdoğan: Monşer geldiler, monşer gidiyorlar”, https://www.milliyet.com.tr/siyaset/erdogan-monser-geldiler-monser-gidiyorlar-1059445

[2] Monşer, Fransızca’da ‘Azizim’ anlamına gelen hitap biçimi.

[3] Aslan, A. (2018) “Türk Dış Politikasını Anlamak İçin Kavramsal Bir Çerçeve: Otonomi Arayışı”, Kuruluşundan Bugüne AK Parti-Dış Politika, K. İnat, A. Aslan, B. Duran (ed.) SETA Yayınları, İstanbul, sf. 20.

[4] Performatif: Eylemlerin tekrarlanmasıyla yaratılan fiili durumun yerleşiklik kazanması.

[5] BOP Temmuz 2004 tarihinde George W. Bush’un başkanlığında ABD’de düzenlenen G8 zirvesinde karar altına alındı. Eşbaşkanlık İtalya, Yemen ve Türkiye’ye dağıtıldı. 2004’te İstanbul’da yapılan NATO zirvesinin gündemlerinden biri de bu Büyük Ortadoğu Projesi’ydi.

[6] Dönmez-Atbaşı, F., M. Öziş, M. Kurtulmuş (2023) “AKP’li Yıllarda Türkiye Ekonomisi: Panoramik Bir Değerlendirme”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, https://sbfdergi.ankara.edu.tr/dergi/erken_gorunum/2133—-Ferda-Donmez-Atbasi—Mustafa-Ozis—Meryem-Kurtulmus.pdf

[7] Aslan, agy, sf. 35.

[8] Ataman, M. (2018) “Türkiye Dış Politikasının AKP Döneminde Yeniden Yapılandırılması AKP’nin Dış Politikası”, Kuruluşundan Bugüne AK Parti-Dış Politika içinde, K. İnat, A. Aslan, B. Duran (ed.) SETA Yayınları, İstanbul, sf. 51.

[9] Milliyet (2009) “Erdoğan: Eksen Kayması Haksız Bir İddiadır”, https://www.milliyet.com.tr/dunya/erdogan-eksen-kaymasi-haksiz-bir-iddiadir-1171124

[10] Köse, T. (2010) “Türk Dış Politikasının Ortadoğu’daki Yeni Kimliği ve Çatışma çözümlerinin Keşfi”, Türk Dış Politikası Yıllığı içinde, https://www.researchgate.net/publication/318744777_TURK_DIS_POLITIKASININ_ORTADOGU’DAKI_YENI_KIMLIGI_VE_CATISMA_COZUMLERINI_KESFI

[11] Dursunoğlu, A. (2005) Stratejik İttifak, 4. Basım, Anka Yayınları, İstanbul, sf. 333.

[12] Dursunoğlu, agy, sf. 333.

[13] Dursunoğlu, agy, sf. 342. 1 Mayıs 2005 tarihli Milliyet’te yayınlanan İsrail’in Türkiye Büyükelçisi Pinhas Avivi ile Semih İdiz’in yaptığı söyleşiye referansla.