Kaan Biçici
Geçtiğimiz Eylül ayında Hollanda’dan Utrecht Üniversitesi, dünyadaki üniversiteler sıralaması açısından en çok dikkate alınan THE Üniversite Sıralamasına katılmayacaklarını duyurmuştu.[1] Times Higher Education (THE) Üniversite Sıralaması temelde 13 farklı gösterge üzerinden sıralamayı yapsa da öncelikli olarak öğretim üyelerinin araştırma yayınları, alınan atıflar, endüstriyel projeler ve patentler gibi kriterlerin öne çıktığı bir sıralama. Utrecht Üniversitesi’nin verilerini paylaşmama sebepleri de doğrudan bunlarla ilişkili. Bunu 3 ana maddede açıklıyorlar: İşbirliğine odaklanmak isterlerken bu sıralamanın rekabeti teşvik eden bir sıralama olması, üniversite “kalitesinin” rakamlarla ölçülecek şekilde olmadığına inanmaları ve veri paylaşanların da bu verileri paylaşmalarında farklı yöntemler kullandıkları, bu sebeple sıralamanın tartışmalı olduğu. Açıklamanın devamında bu kararlarından dolayı öğrencileri ve öğretim üyelerinin rahatsız olabileceklerini öngördüklerini, buna rağmen “sıralamaların hakimiyetine” karşı bir duruş sergilemekten de vazgeçmeyeceklerini söylüyorlar.
Tabii bu duruş Utrecht Üniversitesi ile sınırlı kalmadı ve birkaç üniversite daha benzer açıklamalar yaptı. Zaten akademisyenlerin, araştırmacıların nasıl değerlendirileceği uzun yıllardır tartışılıyor. “Daha adil” olması için çeşitli çalışmalar, öneriler de mevcut. Bu önerileri ve çalışmaları tek tek değerlendirmek bu yazının konusu olmasa da, özellikle üniversite sıralaması gibi aynı zamanda akademisyenler için de yapılan sıralamaların hangi amaçlar gözetilerek yapıldığının incelenmesi gerekiyor. Özellikle değişen ekonomik ve toplumsal koşulların fazlasıyla etkilediği bu alan, bilimsel araştırmaların fonlanmasından üniversitelerin işleyişine dair politika değişikliklerine kadar birçok açıdan ele alınmalı. Bu sıralamaların sadece basit göstergeler olmadığını da bilmeliyiz. Araştırmacıların, akademisyenlerin, çalışma koşullarının gittikçe performansa dayalı hale gelmesiyle daha “güvencesiz” koşullarda çalışmaya mecbur bırakılmasıyla doğrudan ilgili bir konu. Bunların yanında, bilimsel bilginin ne olduğu, ne işe yarayacağı, kimin yararına kullanılacağı gibi sorular da elbette bu tartışmada öne çıkan gündemlerden bazıları.
Bilimsel Araştırmaların Fonlanmasında Egemen Olanın Rolü
Kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişimiyle birlikte bilimsel araştırma işi de tekelleşti. Başlangıçta “meraklı” kişilerin küçük atölyelerde kendi “sermayeleri” ile sürdürdüğü bilim uğraşısı, ya da aristokratların çeşitli avantajları sayesinde gerçekleştirdiği çalışmalar giderek büyük sermayeye ihtiyaç duyar oldu. Bu sermayenin kaynağı, kendisi de ileri teknolojiye ihtiyaç duyan burjuvazi olacaktı.
Çözülmesi gereken problem “teorik” olan ile “pratik” olanın ilişkisiydi. “Araç” olarak bilim hakikate dair yeni bilgiler elde etmeye yaradığı gibi, yeni teknik araçlar geliştirmenin de koşuluydu. Yani teorik bilgi sadece dünyanın, insanın, araştırma nesnesi her ne ise onun anlaşılmasıyla sınırlı kalmamalı, aynı zamanda “kavranan” bilgiyi kavrama aracını geliştirmeye de yaramalıydı. Bu da elbette kapitalizmde basit bir işlevsellik tartışması ya da planlanması ile çözülecek bir problem ya da daha doğrusu “çelişki” değil. Özellikle doğa bilimleri açısından “teknik” olan çok daha kolay metalaştırılabilirken, “teorik” olan açısından aynısı pek de geçerli değil. Bu da sermayenin kontrolü elinde bulundurduğu bilimsel araştırmaların fonlanmasının önceliğinde daima “ürün” ve “kâr” getirecek olan teknik araştırmaların tercih edilmesini getiriyor. Teorik olan özellikle patentler üzerinden “ürünleştirilebildiği” gibi, genelde teknik olanın gelişimi açısından teorik bilgiye ihtiyaç duyulan dönemlerde sermayenin “gözde çocuğu” oluyor. Bu fonlar çok nadir olarak –özellikle sermayenin kendi vakıflarının araştırma merkezlerine– bağış şeklinde veriliyor olsa da özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren bilimsel araştırmayı yürütecek ekipler, bilim insanları tarafından yazılmış ve planlanmış olan “projelerin” değerlendirmeye tabi tutularak fonlanması esas kriter oldu. Fonların planlanmasında da öncelikler tabii ki toplumun ihtiyaçlarından öte sermayenin ihtiyaçları olduğundan, “insanlığının yararına bilim üretmek” çarpık bir hal alacaktı. Kuşkusuz insanlığın bilimsel, teknolojik gelişimi ve birikimi artarken –nicel ya da nitel bir karşılaştırma güç olsa da– sermayenin zenginliği ondan daha hızlı ve büyük miktarda artıyordu.
Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında, özel şirketler, üniversiteler ve ABD’de federal hükümet arasındaki işbirliği önemli ölçüde artmıştı. Bu işbirliği, araştırma ve geliştirme projelerinin finansmanı için kamu-özel ortaklıkları kuruldu. Üniversitelerin bilimsel araştırmalarını desteklemek amacıyla endüstri ile bağlantılar kurulması hedeflendi. Morrill Yasası olarak bilinen 1862 tarihli bir yasa ile Amerika Birleşik Devletleri’nde arazi hibesiyle kamu üniversitelerinin kurulması sağlandı.[2] Bu yasa, her eyalette federal hükümete ait bir miktar arazinin eğitim amaçları için kullanılmasını öngörüyor gibi gözüküyordu. Ancak zamanla buradaki üniversiteler de biçim ve yapı değiştirerek şirketlere hizmet eden hal almaya başladı.
Üniversitelerde vakıfların temel bilim araştırmaları öyle bir hal almıştı ki, yeni disiplinler türetecek düzeyde müdahaleleri söz konusu oldu. Rockefeller Vakfı’nın doğa bilimleri alanındaki sorumlusu Warren Weaver’ın 1933’ten 1951’e kadar süren deneysel biyoloji girişimi sonucunda vakfın desteklediği çalışmaları tanımlamak için “moleküler biyoloji” terimi ortaya atıldı.[3] Böylece disiplinlerin şekillenmesinde bilimsel bilginin evriminin yanı sıra sermayenin doğrudan ihtiyaçları da etkili olmuştu. Bu terim bir süre sonra tüm akademi tarafından kabul edilen bir hal almış olsa da “ideolojik” bir niteliğe sahipti. Daha iyi ürünlerin elde edilmesinin amaçlandığı bu yeni “disiplin” sadece bitki ve hayvanları kapsamıyordu. Vakıfların fonladığı araştırmalar insanı da işin “nesnesi” haline getiriyor, öjeniyi ve bununla birlikte diğer sosyal bilim alanlarını insani potansiyeli süresiz olarak artırmayı amaçlayan “temel araştırma” alanları olarak görüyordu.[4] “Sosyal Darwinizm” gibi fikirler için meşru zemin oluşturmayı hedefleyen çalışmaların yapılmasını da hedefliyordu. Genetiğin kavranılması kapitalizmin yarattığı toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerin meşru zemin olarak “insanın kendisine has doğası”na işaret eden çalışmalar için yeni bir alan yaratmıştı. İndirgemeci yaklaşımlar burjuva propagandanın “bilimsel dayanaklar”ı olarak sunuldu. Kuşkusuz, burjuva ideolojik çarpıtmaların karşısında duran çalışmalar da yapıldı ve yanlışları gösterildi. Ancak hâkim sınıf olmanın avantajıyla birçok açıdan hataları, tespitlerin yanlılığı ve yanlışlığı defalarca kez gösterilmiş olsa da bu tür tespitler varlığını sürdürüyor.
Vakıfların bu alana dair hâkimiyeti ABD’de 20. yüzyılın ortalarında NSF’nin (Ulusal Bilim Vakfı) kurulmasıyla değişime uğradı. Özellikle askeri alanda “işe yarar” bulguları hedefleyen “nörobilim” gibi disiplinlerdeki çalışmalara yönelik fonlamalar hız kazandı. “Disiplinler arası” üretimi teşvik ediyor gibi görünen; biyo, enfor, bilişsel ya da nano gibi ön eklerle yeni disiplinler kuruldu. Yeni askeri görevler için devlet ile şirketler arasındaki ilişki daha da güçlendi, çok sayıda “bilim taşeronu” ortaya çıktı. İhaleler çoğaldı. Buralarda elde edilen bilgilerin bir kısmı endüstride bir kısmı askeri alanda kullanıldı. Hayatın değişmesine ve gelişmesine sebep olacak “yüce” bilim bir yandan da askeri olanla hayatın kendisinin yok edicisi, karşıt gücü haline gelecekti.
Bu “yaşamı” ve “ölümü” var eden bilim ikiliğini sadece atom bombasının öne çıkan mucitlerinden, “dünyaların yok edicisi” Oppenheimer derinlemesine yaşamayacaktı. Artık atölyesinde, odasında “sanki bir fanustaymışçasına” tek başına “çılgın” deneyler yapan bilim insanı tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştı. Şimdi sermaye ve devletler için ücretli bir biçimde çalışmak zorunda olan “bilim emekçisi” ya da “bilim işçisi” vardı. Emek gücünü satmasıyla “bilim üreten”, hatta “projeler planlayan ve yöneten” bilim emekçisi…
Güvencesizlik ve Bilim İşçisi Olmak
Neoliberal dönemle birlikte sermayenin bilim ve teknoloji üretimi üzerindeki kontrolü ve etkisi alabildiğine arttı. Bilim insanları, sermayenin belirlediği araştırma alanlarında ve sermaye birikim süreçlerine hizmet edecek şekilde istihdam edildiler. Bilim ve teknolojideki ticarileşmeyle patentleşme hız kazandı ve yaygınlaştı. Böylece bilim insanları sadece bilimsel keşifler yapmakla kalmayıp, aynı zamanda bu keşiflerin ticari bir değere dönüştürülmesi için çalışmak zorunda kaldılar. Özellikle endüstri ve askeri çıkarlara hizmet eden araştırmalar teşvik edildi. Toplumsal eşitsizlikleri ve sınıfsal çelişkileri maskeleyen veya görmezden gelen “bilimsel” yaklaşımlar ön plana çıktı.
Bütün bu süreçte akademik dünyada iş güvencesi azaldı, proje bazlı geçici çalışma ilişkileri yaygınlaştı. Sonuç, bilim insanlarının büyük bir çoğunluğunun daha düşük ücretlerle ve daha kötü çalışma koşullarında çalışması oldu. “Performansları” tartışma konusu haline geldi. Performans ölçütü, “doğa bilimci”, “araştırmacı” ya da “mühendis” açısından ne kadar proje desteği aldığı, ne kadar makale yayınladığı, ne kadar referans aldığı olurken, sosyal bilimci açısından da bütün bunlara ek olarak egemen “ideolojiyi” ne kadar yaygınlaştırdığı, hakikati ne kadar deforme ettiği ya da çelişkileri meşru kılmaya çalıştığı oldu.
Akademik ya da bilimsel üretimin kendisi kuşkusuz sadece “görünmeyen elin” belirlediği biçimde şekillenmiyor. Yapılan araştırmaların hangi alanlarda olması gerektiğinin büyük oranda bağlı olduğu “fon kaynaklarının” çeşitliliğinden, disiplinlerdeki “eski” ve “yeni” başlıkların etki gücüne kadar birçok faktör çalışmanın yürütülmesine etki ediyordu. Bu açıdan bir diğer önemli faktör de “yayın yapılacak” alanlarda çalışmak ve bu alanlarda çalışmalarını sürdürüyor olmak. Çünkü artık akademik sıralamalarda, üniversite açısından da katkı sağlamasıyla kaale alınmanın ya da akademisyen açısından terfi etmenin ve kariyerinde şu ya da bu şekilde ilerleme sağlamanın aracı “yayını olmak” oluyordu. Bu da performans kriterini “maaşı iyi olmaktan” ziyade “daha çok üreten” ve ürettiği kadarıyla para kazanan bir noktaya getiriyor. Paket başı primi artan “esnaf-kurye” modeli gibi “akademisyen-araştırmacı” modeli. Profesörler kadro alma umuduyla daha fazla yayın yapmaya çalışırken, birçok üniversite daha az sayıda tam zamanlı profesörü işe alıyor. Daha fazla iş güvencesi ve daha iyi ücret sunabilen tam zamanlı ve kadrolu pozisyonların sayısı, yarı zamanlı ve sözleşmeli pozisyonlar karşısında azalmaya devam ediyor.[5] Bir yandan “akademik”, yani ders anlatma, seminerlere katılma bir yandan da “araştırmacı” olunması isteniyor. Bunlar yetmezmiş gibi, “idari” işler de yine akademisyenlerin işi haline getiriliyor.
Bununla da bitmiyor. Hem “üretken” hem “itaatkar” olunması bekleniyor. “Ticarileştirilecek” ürün üretmek ya da bugünün problemleri karşısında “kitleleri susturacak” olanı söylüyor olmak. Bunun yanında “kullanımı” temel alan, yani kısa vadede sonuç verecek temel araştırmaların tercih edilmesi gerekiyor. Büyük ölçekli ve uzun vadeli pratik kaygıların üzerine gidilmemeli. “Verimli olan” dışında üretilmiş olan, “kısa vadede sonuç vermeyecek olan”, genelde “gürültü” olarak görülüyor.
Genel hali yansıtacak tablo bu. Tümü açısından geçerli değil. En iyi okullardan ya da en iyi öğretmenlerin soylarından gelenler hem bilgi üretimine dair avantajları bakımından hem de “potansiyelleri” açısından daima daha ciddiye alınırlar. Bunun en önemli çıktılarından biri bilimsel çalışmaları sürdürmek için gerekli olan hibelerin alındığı proje başvurularının sonuçlandırılmasıdır.
Makale Yayımla ya da ‘Yok Ol’
Bilimsel araştırmaların fonlanmasında proje çağrıları, genellikle belirli bir araştırma alanında ortaya çıkan ihtiyaçlar ve öncelikler doğrultusunda çeşitlenir ve şekillenir. Bununla birlikte, kamu fonları ve özel fonlar gibi kaynaklar farklı önceliklere ve amaçlara sahip olabilir. Özel fonlar genellikle vakıflar, dernekler, şirketler veya bireyler tarafından sağlanır. Burada önemli olan bu proje çağrılarının çeşitli (bağımsız) hakemlerce ya da jüriler tarafından değerlendirilmesidir. Ancak daha oraya gelmeden, açılan proje çağrılarının konusu ve başlığı zaten oldukça belirleyicidir. Örneğin doğa bilimleri alanında açılmış olan proje çağrılarının büyük çoğunluğu “yeni ilaçlar”, “yeni kitler” ya da “yeni tedavi yöntemlerinin” geliştirileceği, bunlarla birlikte “yeni teknolojik aletlerin geliştirilmesi” için gerekli olan temel araştırmaları kapsar. Üretilen ürünlerin “fikri mülkiyet hakları” çok büyük oranda şirketler tarafından alınır ve ürünler ticarileştirilir. Araştırmanın içerisinde kamu fonları kullanılsın ya da kullanılmasın sonucu benzer olmaktadır. Örneğin yapılan aşı çalışmaları çok büyük oranda kamu fonları tarafından finanse edilmiş, ancak geliştirilmeleri sonrasında üretilen aşılar şirketlerin ticari malları haline dönüşmüştür. Ya da daha yakın zamandan örnek verecek olursak, Alper Gezeravcı’nın gönderildiği uzay yolcuğu programında sadece bilet için 55 milyon dolar harcanırken, bugün TÜBİTAK bilimsel araştırmalara en yüksek proje bütçesi olarak 1 milyon 650 bin TL ayırmaktadır.
Her disiplin ya da alan açısından somut ihtiyaçların farklılaştığı, kimisinin daha çok fiziksel, yöntemsel araç ve gereçlere ihtiyaç duyduğu kimisinin daha düşünsel olduğu söylenebilir. Ancak bu alanlar içerisinde yapılan dağıtımın “çarpıklığı” bunun sadece böyle bir asimetri göstermediğini ortaya koyuyor. Örneğin ABD’de biyomedikal ve mühendislik araştırmaları, özellikle “kanser araştırmaları” ya da “askeri-sınai kompleks” araştırmaları başı çekiyor.[6] Sosyal bilimler ya da beşeri bilimlere “destekler” az olsa da buralarda araştırma içerikleri farklılaşıyor. Çağdaş düşünürlerle birlikte kendine yeni bir alan çizen sosyoloji çalışmalarında dilsel, kültürel ve duygusal (duygu sosyolojisi) çalışmalar artık önemli bir yer tutmuş durumda.
Bir de tabii bu projeler yapıldıktan sonra “yayın” haline getirilmesi ve paylaşılması gerekiyor. Bilimsel dergilere makale gönderme süreci genellikle araştırmacıların çalışmalarını uygun dergilere iletmeleriyle başlar. Dergiler “kalite” farkı ile farklı kümelere ayrılmış durumda. Makale gönderildikten sonra dergi editörleri makaleleri inceler ve uygun bulurlarsa hakem değerlendirmesine geçilir. Hakemlerden gelen geri bildirimler doğrultusunda makalede düzeltmeler yapılır ve revize edilmiş hali tekrar değerlendirmeye alınır. Burada değerlendirme kriterleri kuşkusuz manipülasyona ve müdahaleye oldukça açık durumdadır. Dergi editörleri, tıpkı fon veren kuruluşlar gibi hem bilimsel çalışmanın iddiaları ve sonuçlarının geçerliliğini hem de onların tercih edilen çeşitli araştırma gündemleriyle ilgisini kapsayan değişken kararlar verirler.
Son karar editörler tarafından verilir ve makale kabul edilirse yayınlanmak üzere hazırlanır, aksi halde reddedilir. Bu dergilerin bir kısmına başvurmak için çeşitli ücretlerin ödenmesi gerekir. Meblağlar bazı durumlarda oldukça uçuktur. Sahte akademik dergilerse piyasada oldukça yaygındır. Türkiye, bu konuda Nijerya ve Hindistan ile başı çekiyor.[7] Özellikle özel (vakıf) üniversitelerde yayın üzerinden teşviklerin verilmesi, garanti maaşların düşük tutulması araştırmacıları, akademisyenleri böylesi yerlerde yayın yapmaya yönlendiriyor.
Yayın açısından başkaca başlıklar da söz konusu. Örneğin bir makalede isminin yer alması için bir araştırmacının o makalenin editörlüğünü yapması bile yeterliyken, çeşitli çalışma gruplarında (havuzlarında) yer almak bazen bir makalede ismin yer alması için yeterli olabiliyor. Ya da lisansüstü öğrenciler yaptıkları çeşitli çalışmalarda isimlerinin yer almasını garanti altına alabilecek güvencelerden yoksun oldukları için, kötü niyetli araştırmacı ya da akademisyenler etik ihlallerle bunları kendi makaleleri gibi yayımlatabiliyorlar. Bunlar, bu koşulların yarattığı ortamın sonuçları olarak karşımıza çıkan çeşitli olumsuz örnekler. Bir de yeni gelişen yapay zeka araçları da bir meseleye dair çeşitli araştırmaların derlenmesi olan “inceleme” makalelerinin yazılmasını kolaylaştıran bir araç oldu. Böylece “iyi” bir araştırmacı olmak için bazı alanlarda özellikle, “iyi yapay zeka aracı kullanabilen” birisi olmak da yeterli olabiliyor. Tüm bu durumlar daha “adil” bir değerlendirmeyi zorunlu kılıyor.
Artık literatürde Publish or Perish (Yayımla ya da yok ol) şeklinde kavramsallaştırılan bu fenomen akademisyenlerin maruz kaldığı güvencesizliği oldukça net gösteriyor. Bu durum sadece “prim” artırmak için yapılan bir şey halini almanın ötesinde işini kaybetmemek için yapılması gereken bir “kural” haline geldi.
Bir diğer önemli faktör de “alıntı”.
Alıntılama ve Bilimin Kümülatifliği
Kuşkusuz bilimsel araştırmaların ve çalışmaların ilerlemesi ya da yenilerinin ortaya çıkması önceki çalışmalara dayanır ve yeni bilgilerin oluşturulmasıyla birlikte bu “kaynak” bilgilere de atıflar yapılır. Bu nedenle, akademik personelin yayınlarındaki alıntılar ve etkileşimlerin bilimin ilerlemesine katkılarını yansıtan önemli bir ölçüt olduğu düşünülür.
Ancak, bazı merkezlerde yoğunlaşan tarzda alıntı yapma ihtiyacı, bilimsel araştırmaların değerlendirilmesinde bazı sorunları da beraberinde getirebilir. Özellikle belirli konulara odaklanmış veya belirli araştırmacılarla sıkça işbirliği yapmış olan araştırmacılar, belirli bir merkezde yoğunlaşan alıntılarla göze çarparlar. Bu durum, bazı disiplinlerde belirli grupların veya kurumların hakimiyetini artırdığı gibi çeşitliliği de azaltır. Örneğin kimi disiplinlerde kimi konular bir asrı geçen süredir tartışılıyor ya da geliştiriliyor ve burada özgün bir şey yaratmak ya da ortaya koymak daha güçken, yeni gelişmiş ya da ortaya çıkmış bir disiplinde bu durum tam tersi olabilir. Oysa farklı alanlardaki özgünlüğün ortaya koyulması koşulları sebebiyle farklı olmak zorunda, ancak değerlendirilme aynı ölçütlerle yapılmaktadır.
Bunların yanında H-index[8] gibi ölçümler, bir akademisyenin yayınlarının ve alıntılarının sayısını ve etkisini ölçmeye yöneliktir. Ancak, h-index gibi tek bir ölçütün kullanılması, bir araştırmacının gerçek katkılarını ve etkisini tam olarak yansıtmayabilir. Örneğin, bir araştırmacı belirli bir alanda çok etkili olduğu halde, yayın sayısı düşükse, h-index bu etkiyi tam olarak yansıtmayabilir. Bu da alanların kendisine has özellikleriyle ilintili olduğu için bu ölçüt üzerinden değerlendirme yapmak pek de sağlıklı olmayacaktır.
Elbette burada atıfların yapılma amacı ve şekli de oldukça önemlidir. Yapılma amacı, genellikle araştırmacının niyetiyle ilgilidir. Desteklemek, güçlendirmek, eleştirmek veya literatürü göstermek gibi farklı amaçlarla yapılabilir. Veriliş şekli, atıf yapanın tercihlerine ve iletişim amacına göre değişir. Özel vurgu yapmak için isimle atıflar veya genel bir gönderme yapmak için toplu atıflar kullanılabilir. Dizilimi, makalenin yapısına ve içeriğine bağlı olarak değişir. Atıfların hangi çalışmalara vurgu yaptığı, hangi bağlamlarda yapıldığı ve makaledeki rolü, atıfların anlamını belirler.[9]
Ayrıca, kimi araştırmacılar, makalelerinin kabul görmesi için ana akım akademisyenlerden alıntı yapmalarının, o kişi ya da grupların etkisini azami seviyeye çıkartmalarının akıllıca olduğunu düşünerek alıntı yaparlar.
Disiplinler arası çalışmaların alıntı sayılarında son yıllarda artış olurken (bir alanda yapılan bir çalışmanın başka bir alanda yapılan çalışmaya referans vermesi), alanlar arasında bir makas söz konusu. Disiplinler arası çalışmalar ve atıflar 1970’lerin ortalarına kadar azalmaktayken daha sonra artışa geçmektedir. Yeni ortaya çıkan alanlar diğer alanlarla az sayıda referansla bağ kurabiliyorken, bu daha sonra artış göstermektedir. Burada yine “disiplinler arası” olması beklenen alanların biyomedikal araştırmalardan tıp alanındaki sosyal bilimler araştırmalarına, metalürjiye dair yapılan araştırmalardan fizikokimya gibi alanlara kadar çeşitlendiği görülebiliyor.[10] Ancak tüm bunlara rağmen “disiplinler arası” çalışmalar daha az desteklenme olanağı bulabilmektedir.[11]
Ne yazık ki, makale yayınlamada olduğu gibi alıntı durumlarında da çeşitli sahtekârlıklarla karşılaşılabiliyor. Örneğin bir “atıf artırma hizmeti” ile iletişime geçilerek 50 atıf satın alınılabiliyor.[12] Bunların dışında “danışıklı dövüş” şeklinde birbirlerine atıf yapanlardan kendine atıf yapan araştırmacılara kadar birçok örnek mevcut. Burada da adil bir biçimde verileri incelemek ve değerlendirmek oldukça güç.
Sonuç
Bilimsel araştırmaların tarihsel olarak dünden bugüne sürdürülmesindeki gerekli ekonomik-politik ve toplumsal koşullara bakınca, bilimsel çalışmaların değerlendirilmesinin “adil” bir biçimde yapılmasının oldukça güç olduğu görünüyor. Zaten, en başından bu yana değerlendirme sebebinin “hak edenin mükafatı” olmaktan ziyade, tüm bu adil olmayan sürecin devamlılığı ve yaratılan rekabet ortamı olduğu aşikar.
Son yıllarda büyük çoğunluğu gittikçe daha güvencesiz koşullarda çalışmak zorunda bırakılan akademisyen ve araştırmacıların gerçekleştirdiği bilimsel çalışmalar öne çıkmaktadır. Bu çalışmaların planlanmasından fonlanmasına, hayata geçirilmesinden daha sonrasında değerlendirilmesine tüm süreçlerin adil biçimde sürdürülmesi ekonomik-toplumsal koşullarla doğrudan ilişkili.
Bu sebeple bilim insanının emeğine yabancılaşmadığı, toplum yararını gözeterek planlayıp gerçekleştirdiği bilimsel çalışmaların adil bir biçimde değerlendirilmesi ancak ve ancak adil bir yaşamın örgütlenebildiği bir toplumda mümkündür. Bunun ise tüm bu haksızlıkların ve çelişkilerin temeli olan kapitalist üretim ilişkilerine dayalı toplum olmadığı kesin.
[1] Utrecht University (2023) “Why UU is missing in the THE ranking?”, https://www.uu.nl/en/news/why-uu-is-missing-in-the-the-ranking
[2] Encyclopedia Britannica (n.d.) “Land-grant universities”, https://www.britannica.com/topic/land-grant-university
[3] Shubinski, B. (2022) “The Rockefeller Foundation and the Birth of Molecular Biology”, https://resource.rockarch.org/story/birth-and-development-of-molecular-biology-field-rockefeller-foundation/
[4] Kay, L. E. (1993) The molecular vision of life: Caltech, the Rockefeller Foundation, and the rise of the new biology, Oxford University Press, USA.
[5] Miharia, A. (2024) “‘Publish or Perish’: The dark side of tenured professorship”, https://nyunews.com/under-the-arch2024/02/11/nyu-researcher-pressure/
[6]Jahnke, A. (2015) “Who Picks Up the Tab for Science?”, https://www.bu.edu/articles/2015/funding-for-scientific-research/
[7] Gerçek Gündem (2019) “Türkiye, bilimsel yayın karnesinde Hindistan ve Nijerya ile yarışıyor”, https://www.gercekgundem.com/guncel/96931/turkiye-bilimsel-yayin-karnesinde-hindistan-ve-nijerya-ile-yarisiyo
[8] H-index, bir akademisyenin yayınlarının ve alıntılarının sayısını ve etkisini ölçmeye yönelik bir metrik olarak kullanılır. Bir araştırmacının yayınları en çok alıntı alan yayından en az alıntı alan yayına doğru sıralanır. H-index, bu listeye bakarak, bir araştırmacının en az h sayıda alıntı alan (h) yayına sahip olduğunu belirtir. Örneğin, bir araştırmacının H-index değeri 10 ise, bu araştırmacının en az 10 tane yayını, her biri en az 10 alıntı almış demektir.
[9] Taşkın, Z. (2022) “Atıf nedir? Neden yapılır, neden yapılmaz?”, https://www.zehrataskin.com/index.php/2022/07/04/atif-nedir-neden-yapilir-neden-yapilmaz/
[10] Hazem, İ., et al. (2024) “Google Scholar is manipulatable”, arXiv preprint.
[11] Van Noorden, R. (2015) “Interdisciplinary research by the numbers”, Nature, https://www.nature.com/news/interdisciplinary-research-by-the-numbers-1.18349
[12] Bozhkova, E. (2016) “Interdisciplinary proposals struggle to get funded”, Nature, https://www.nature.com/articles/nature.2016.20189