Yusuf Akdağ
Üç çeyrek asırdır devam eden çözümsüzlüğüyle Ortadoğu ve bağlantılı olarak uluslararası alanda güç ilişkilerinin önemli konu başlıklarından birini oluşturan Filistin sorunu, İsrail’in Filistin halkına karşı 7 Ekim 2023’ten başlatarak yedi ayı aşkın süredir sürdürdüğü imha savaşıyla uluslararası gündemin ön sıralarına yeniden yerleşmiş oldu. HAMAS’ın 7 Ekim 2023’te düzenlediği “Aksa Tufanı operasyonu”yla iki yüz civarında İsrailliyi “rehin alması”nı yeni bir büyük askeri saldırının gerekçesi olarak kullanan İsrail devlet yönetimi, Gazze’yi yıkım alanına dönüştürdü, 35 bine yakın Filistinliyi katletti, iki yüz bine yakın kişinin yaralanmasına ve iki milyona yakın Filistinlinin yerlerinden edilerek barınaksız ve aç bırakılmasına yol açtı. İsrail saldırıyı her ne kadar Hamas’ın eylemi üzerinden ve “ilk saldıran suçludur” varsayımıyla kaçınılmaz ve haklı göstermeye çalışsa da, sorun, bağlantılı aktüel-spesifik gelişmelerin, devamlılık gösteren Siyonist ilhak politikasının yol açtığı sonuçlarla bağı örtülebilir türden değildir. Nitekim, Gazze Şeridi’nin Filistinlilerden arındırılması düzeyindeki saldırı, on binlerce kişi öldürülmüş ve devasa boyutlu yıkım gerçekleştirilmiş olmasına rağmen devam etmektedir. Sadece bu da değil; İsrail yönetimi, İran, Lübnan ve Suriye’ye karşı saldırılara girişerek savaşın bölge düzeyinde yayılmasını da provoke etmektedir.
Bu saldırgan ve yayılmacı politikanın batılı emperyalistlerle işbirlikçi devlet yönetimlerinin bölge politikalarından güç alması ise ilk kez karşılaşılan bir durum değildir. İsrail’in Filistin halkına karşı saldırganlığı ve giriştiği kitlesel katliamların, batılı emperyalistler tarafından “kendini savunma hakkı ve teröre karşı savaş” kapsamında gösterilmesinde somutlanan politik-stratejik tutum karakteristik özellik taşır. 7 Ekim 2023’te başlatılan ve hâlâ sürdürülmekte olan vahşetin İngiltere, ABD ve Alman devlet yöneticileri tarafından –bazısı Siyonist olduğunu da ilan ederek– desteklenmesi, bu karakteristik emperyalist çıkar politikasıyla bağlıdır.
İsrail’in Filistin topraklarında yayılma politikasını hemen her seferinde benzer gerekçelerle kaçınılmaz bir sonuç olarak gösteren batılı emperyalistler sadece savaş suçu ortaklığında bir kez daha birleşmiş olmadılar, bölgeye yönelik stratejik hedefleri doğrultusundaki politikalarınca belirlenen bir pratik de sergilediler. Filistin sorununun tarihsel olarak ortaya çıkışıyla olduğu denli, günümüze dek süren çözümsüzlüğü bağlamıyla da emperyalist strateji ve hakimiyet kavgalarından bağımsız olmadığı, Gazze’ye yönelik saldırı dolayısıyla bir kez daha doğrulandı. Zira İsrail’in giriştiği katliam ve yıkımın durdurulmasına yönelik “geçici ateşkes” önerileri dahi Amerikan emperyalizmiyle müttefikleri tarafından her seferinde reddedildi.
Dünyanın Ortadoğusu, Ortadoğunun Filistin’i
Sahip olduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarının öneminin giderek azaldığı yönündeki söylem ve iddialara karşın Ortadoğu, doğal zenginlikleri ve stratejik coğrafi konumuyla etki alanları kavgasının en önemli alanlarından biri olmaya devam ediyor. Ortadoğu’daki herhangi önemli ölçekli çatışma ve devletler arası savaş bu durumdan bağışık değildir. Ortadoğu, Osmanlı ve Çarlık Rusyası gibi imparatorluklar döneminde de güç çatışmalarının önemli bir alanıydı. İngiliz-Fransız emperyalistlerinin bölgeye yönelik sömürge politikası, Birinci Dünya Savaşıyla örtülerini sıyırıp attı. Mandacılık, İsrail’in doğum etkeni oldu. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan işgal ve saldırılar, bölgenin, pazar ve etki alanları kavgasının tarafı tüm emperyalistlerin ilgi odağı olmaya devam ettiğini gösteriyor.
Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik bu politikalar, bölgenin hammadde kaynaklarıyla ele geçirilmesi hedefine bağlı olarak şekillendi ve güçler ilişkisindeki değişime bağlı bir “evrim”den geçti.
Bu güç ilişkileri ve “evrim”in bir özelliği de Filistin halkının “kaderi” sorununu yaklaşık yüzyıldır, bölge üzerine hegemonya politikalarıyla bağlı hale getirmiş olmasıdır. “Yurtsuz Yahudilere bir yurt oluşturma” kapsamında İsrail devletinin kuruluşuna olanak sağlayan Kasım 1947’deki BM kararıyla farklı bir evreye giren Filistin sorunu, günümüze dek gelen süreçte devam eden çözümsüzlüğü nedeniyle bir Ortadoğu ve bağlantılı olarak dünya sorunu özelliği kazandı.[1] Aradan geçen süre boyunca İsrail’in ilhak ve yıkım politikası da Filistin direnişi de devam etti.
Arap halkının 1947 Kararı’na gösterdiği tepki sonucu başlayan 1948 savaşı, Filistin topraklarının yüzde 23’ünün daha işgal edilmesi (Filistin topraklarının yüzde 78’i İsrail’in eline geçmiş oluyordu) ve 750-800 bin civarında Filistinlinin zorla göç ettirilerek yerlerine Yahudilerin yerleştirilmesiyle sonuçlandı. Filistin Arap halkı bu durumu “büyük felaket” (Nakba) olarak niteledi. BM kararıyla topraklarının büyük bölümü verilerek kurulan bir devletin boyunduruğunu reddetme tutumuyla hareket eden Filistinliler açısından sorun, bağımsız yaşama hakkı sorunuydu.
Sonraki süreçte, bazısı, günümüzde Gazze’de girişilen yıkım ve vahşet boyutlarına varan ve başlıca nedeni, İsrail’in, Filistin halkının özgür yaşama hakkını gasp etmesi ve kendisine tanınan sınırlar dahilinde kalmayıp Filistin topraklarını nüfustan arındırma siyaseti olan çatışma ve savaşlar eksik olmadı. İsrail’in, belirlenen sınırlarının dışına çıkarak işgal politikası izlemesi, her ne kadar her seferinde Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından kınanıp işgal ettiği topraklardan çekilmesi istendi ve bu konuda çok sayıda karar ilan edildiyse de, Siyonist yönetimler, emperyalist büyük güçlerin bölgeye yönelik stratejileriyle Arap devletleri arası çelişkilerden yararlanarak ilhakı sürdürdüler. Süreklilik gösteren Siyonist saldırılar sonucu işgal genişledi ve yüz binlerce Filistinli, sığınmacı ve mülteci konumuna düşürüldü.[2]
1967 İsrail-Arap Savaşı (Altı Gün Savaşı), Filistin halkının yaşadığı felaketi daha da büyüttü. Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi, Mısır’ın Sina yarımadası ve Suriye’nin Golan Tepeleri İsrail tarafından ele geçirildi. İşgal ettiği toprakları terk etmesi ve Filistinli mültecilerin geri dönüşünü kabul etmesi yönündeki BM Güvenlik Konseyi kararlarını fiilen geçersiz kılan Siyonist yönetim, o gün bugündür Filistinlileri sürerek yaşam alanlarına Yahudileri yerleştirmeye devam ediyor. Bu durumu, ne 1973 Arap-İsrail Savaşı ne ABD’nin yönlendirmesinde Mısır ve İsrail arasında imzalanan Camp David Anlaşmaları ne de Filistin sorunun çözümü adına sonraki süreçte varılan uzlaşı ve imzalanan anlaşmalar değiştirebildi. BM Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihli 242 sayılı kararına göre, İsrail işgal ettiği topraklardan çekilecek ve Filistinli mültecilerin geri dönüşünü kabullenecekti. Benyamin Netanyahu ve Enver Sedat arasındaki gizli görüşmeler sonunda, ABD Başkanı Jimmy Carter’in yönlendirmesinde 17 Eylül 1978 tarihinde imzalanan Camp David Antlaşması, İsrail’in Sina Yarımadası’ndan çekilmesi, Gazze ve Batı Şeria’nın özerkliği, İsrail-Ürdün barış görüşmelerinin başlatılması ve Filistin’deki İsrail asker sayısının azaltılması karşılığında Mısır’ın İsrail’i resmen tanımasını içermekteydi. İsrail, Arap halklarının büyük tepki gösterdikleri bu antlaşmanın gereklerine de uymadı. Ne 1967 Savaşı öncesi sınırlarına çekildi ne Arafat ve İzhak Rabin’in imzasını taşıyan 1993 Oslo Antlaşmasının gereklerini yerine getirdi, ne de Mayıs 1994’te imzalanan ve Filistin devletinin kuruluşunun tanınmasını da içeren İlkeler Deklarasyonuyla 1995’te imzalanan İkinci Oslo Anlaşmasına uydu. Tüm bunlara rağmen Filistin topraklarına yerleşim politikasını sürdürdü.[3]
Siyonist yönetimler, Filistin halkına yönelik politikalarında batılı emperyalistlerin, özellikle de ABD’nin Ortadoğu stratejisinden güç aldılar. İsrail, Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere batılı emperyalistlerle Ürdün, Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan gibi bölge ülkeleri yönetimlerinin politikalarından yararlanarak işgal ve imha politikasını sürdürdü. Nasır ve Baas milliyetçiliği kapsamında soruna gösterilen ilgi ve izlenen işgal karşıtı politika dışarıda tutulduğunda, işbirlikçi Arap yönetimleri sorunun istismarıyla yetindiler. İran ve Türkiye ise, sorunu bölgedeki etkilerini artırma hedefleriyle bağlı olarak ele alıp tutum belirlediler.[4]
ABD bir yandan Siyonist kıyım makinesini silahlandırdı, diğer yandan Arafat’ın liderliğinde süren direnişi etkisizleştirmek ve El-Fetih’i direniş hattından uzaklaştırmak için baskı uyguladı. Bu baskı sonucu özerk yönetimin başbakanı olarak atanan ve bazı Filistinli gruplarca işbirlikçilikle suçlanan Mahmut Abbas sözüm ona çözüm adına, ABD ve İsrail’in “yol haritası”nı kabullendi. Bush, Şaron ve Abbas’ın üzerinde uzlaştıkları anlaşmanın en önemli maddesi 2005’e dek bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Ne var ki Ariel Şaron yönetimi bu antlaşmayı da ilga etmekten geri durmadı ve Filistin Yönetimi’nin askeri güçten arındırılmasını; Filistin’e giriş-çıkışların ve hava sahasının kontrolünün kendisine bırakılmasını isteyerek özerklik kapsamında oluşturulan Filistin yönetim birimlerinin lağvedilmesini dayattı. İsrail yayılmacılığı devam etti.
İsrail, 1980’de Kudüs’ü başkenti olarak ilan etti.[5] 1981’de Golan Tepelerini ilhak ettiğini açıkladı. 1982’de Lübnan’ın güney bölgesini işgal etti. 2021 yılı mayıs ayında, Doğu Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da, Harem-üş Şerif’te Filistinlilere saldırdı. Batı Şeria ve Doğu Kudüs halen işgal altındadır. Üç milyondan fazla Filistinli mülteci durumuna düşürülürken Batı Şeria’da 500 binden, Doğu Kudüs’te 220 binden fazla Yahudi, Filistinlilerin evleri ve topraklarına yerleştirilmiş bulunuyor.
Çoğunluğu kadın ve çocuk 35 bin civarında kişinin katledildiği, Filistinlilerin, yaşam alanları tahrip edilerek topraklarının dışına atılmaya çalışıldığı 2023-2024 Gazze katliamı bu ilhakçı politikanın yeni ürünüdür. İsrail savaş uçakları, Şifa Hastanesi’nin de aralarında bulunduğu hastaneleri, camileri, okulları bombaladı. Netanyahu yönetimi, bombalanan yerleri terk ederek sığındıkları bölgelerde yardım bekleyen Filistinlilerin üzerine bomba yağdırmaktan da kaçınmadı. Gazze’nin boşaltılması için yürütülen büyük katliamın “İkinci Nakba” (Tufan-büyük kırım) olarak nitelenmesi, Siyonist vahşetin günümüzde ulaştığı boyutlara işaret ediyor.
Bu vahşet ve yıkım Ortadoğu’ya yönelik emperyalist rekabetin yol açtığı istikrarsızlık, gerginlik ve çatışma koşullarından beslenip güç almaktadır. Gazze’ye yönelik saldırıya gerekçe gösterilen Hamas eylemi nedeniyle İsrail-Hamas Savaşı olarak da nitelenen yıkım ve katliam ile karşıt güçlerin bu savaş bağlantılı eylemleri, çözümsüzlük durumunun içerdiği tehditlerin büyüklüğüne de işaret ediyor. Sorun hala çözümsüzdür ve hem tarihsel olarak gündeme gelmesiyle hem de günümüzdeki çözümsüzlüğüyle Ortadoğu’nun doğal kaynakları ve stratejik konumuyla uluslararası etki alanları kavgasında taşıdığı önem dolayısıyla bir Ortadoğu sorunu olma sınırlarını aşmış, Ortadoğu üzerine emperyalist güç ilişkileri kapsamında bir dünya sorunu haline gelmiştir.
Ortadoğu’da Süren Güç Politikaları ve Filistin Sorunu
Batılı emperyalistlerin Ortadoğu politikaları, Filistin sorununun ortaya çıkışı ve günümüze dek çözülmemiş olmasında özel bir rol oynadı. 20. yüzyıl başlarında Britanya İmparatorluğuyla Fransa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve İngiltere başta olmak üzere batılı emperyalistler, bu sorunu bölgeye yönelik hedefleri doğrultusunda istismar ederlerken, bu politikalardan güç alan İsrail, Filistin halkını büyük katliam ve yıkımlarla sindirip teslim almaya girişti. Filistinliler çocuk, kadın, genç-yaşlı katlediliyor ve “batı demokrasileri” diye de pazarlanan kapitalist diktatörlüklerin yöneticileri, İsrail’in “kendini savunma hakkı” propagandasıyla bu politikaya güç kuvvet veriyor.
ABD başta olmak üzere batılı emperyalistlerin İsrail’e sağladıkları bu koruma, Ortadoğu, Afrika ve Kafkasya’ya yönelik politikalarıyla bağlıdır. ABD emperyalizmi bir dönemler Bağdat Paktı-CENTO[6] adı altında bir araya getirdiği bazı bölge ülkelerini, SSCB’ye karşı “Yeşil Kuşak” politikası doğrultusunda harekete geçirirken, günümüzde, Rusya ve Çin’e karşı rekabette önde olmak için bölge devletleri arası ilişkileri ve bölgedeki gerginlik ve çatışmaları istismar ederek kullanmaktadır. Yakın dönemde Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi olarak adlandırılmış olan bu politika, Rusya ve Çin’in bölgede daha ileri mevziler edinme girişimleriyle karşılanmaktadır.[7]
ABD’nin Rusya’yı kuşatma; Rusya’nın da bölgedeki etkisini artırma politikası istikrarsızlık ve çatışmaların günümüzdeki başlıca etkenleri arasındadır. Asya Pasifik’ten Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’ya dünyanın hemen her alanında ekonomik ve askeri etki politikaları izleyen ABD, İsrail’in baş koruyucusudur ve Filistin’deki katliamdan da sorumludur. Halihazırda dünyanın en büyük ekonomik-mali ve askeri gücü olan ABD emperyalizmi, NATO bağlaşıklığından da yararlanarak Rusya’yı kuşatma, Çin‘in etki alanını sınırlama, İran’ı bölgedeki etkisini artırmak için uğraşamaz bir devlet durumuna itme hedefi doğrultusunda İsrail başta olmak üzere işbirlikçi yönetimlerle ilişkilerini takviye ediyor; bölgeye gönderdiği nükleer savaş gemileriyle çok sayıdaki bölge ülkesinde konumlandırdığı savaş uçakları ve askeri birlikleri ‘teyakkuz durumunda’ tutarak güç gösteriyor. Bu politika “barış ve demokratik değerlerin korunması” yalanıyla pazarlanıyor. Çin’in ‘Kuşak Yol Projesi’ne karşı İsrail’den geçen ve Doğu Akdeniz’deki su ve ticaret yollarını kendi yararına düzenleme amacı taşıyan alternatif yolu güvenceye alacak jandarmalık ve buna hizmet eden taşeron ittifaklar, İsrail’i savunma-koruma politikasını takviye gücüne dönüştürülüyor ve tersinden bu politikayla takviye ediliyor.
Joe biden, İsrail olmasaydı da onu yaratmak gerekirdi demişti. Bu açıklama, İsrail’in Amerikan emperyalist çıkarları için teşkil ettiği önemi açık hale getirmekteydi.[8]
Katıldığı bir televizyon programında kendisini Siyonist olarak tanımlayan ve “İsrail’in güvenliğini korumak için elimizden gelen her şeyi yapacağız” diyen Biden, Amerikan emperyalizminin, İsrail’in bölge politikalarının ardındaki asıl büyük güç olduğunu defalarca teyit etti. Biden yönetiminin açıklamaları, ABD’nin, Çin’in Kuşak Yol projesine karşı, Hindistan’dan başlayarak Hayfa Limanı’ndan Akdeniz’e açılacak olan alternatif kanal inşa etme planıyla İsrail’in Gazze Şeridi’ni boşaltma operasyonu arasındaki ilişkiyi de ifşa eder türdendir. İsrail ordusunu desteklemek için milyarlarca dolar harcayan Beyaz Saray-Pentagon karargâhı, Netanyahu yönetiminin on binlerce kişinin ölümüne ve yüz binlerce kişinin açlığa ve susuzluğa mahkûm edilmesine yol açan saldırıları sürdürmesine güç veriyor. ABD, ateşkes çağrısını içeren tasarıları defalarca veto etti. ABD Temsilciler Meclisi ve Senatosu İsrail’e 26,4, Ukrayna’ya 60,8, Tayvan’a 8,1 milyar dolar yardım kararı aldı. Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson, İsrail savaş makinesinin desteklenmesi için yapılan yardımdan söz ederken, “İsrailliler varoluşları için savaşıyor. İnançlı olanlarımız için, İsrail’in yanında durmamız İncil’deki bir öğüttür,” diye konuştu. Savunma Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Sabrina Singh, Netanyahu‘nun, “Bu zafer Refah’a girmeyi ve oradaki terörist taburları ortadan kaldırmayı gerektiriyor. Bu gerçekleşecektir. Bir tarih var,” şeklindeki açıklaması üzerine “Refah’ta barınan bir milyondan fazla Filistinli siville ilgili önemli insani kaygılar göz önüne alındığında, orada herhangi bir operasyonu nasıl yürüteceklerine dair inandırıcı bir plan görmek istiyoruz,” diyerek İsrail’in ortaya koyacağı “resmi bir plan” dahilinde sürdüreceği vahşete karşı çıkmayabileceklerini söylemiş ya da en azından ima etmiş oldu. İngiliz Dışişleri Bakanı David Cameron, İsrail’in İngiltere için “önemli bir savunma ortağı olduğunu” belirterek İsrail’e silah ihracatının sürdürüleceğini söyledi. Alman koalisyon yöneticileri, İsrail’in güvenliğini kendi güvenlikleri olarak gördüklerini açıkladılar. ABD, İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü katliama karşı bir tutumu da ifade eden ve Filistin’in Birleşmiş Milletlere tam üyeliğini öneren yasa tasarısını veto etti.
Bu destek açıklamaları ve fiili askeri yardımlardan güç alan ve batılı koruyucularının desteğinde İran’ı etkisiz kılarak bölge korsanlığı rolünü daha etkin tarzda sürdürmek için provokasyonlarla savaş sahasını genişletmeye girişen Netanyahu yönetimi, Gazze’de yıkım ve katliamı sürdürmekle kalmadı, Suriye ve Lübnan’da, İran ve Lübnan Hizbullahı ile ilişkili olduğunu ileri sürdüğü kuruluş ve yerlerin yanı sıra İran’ın Suriye’deki konsolosluğunu da füzelerle vurdu.[9]
Batılı emperyalistler İsrail’i bu savaş yayıcı provokasyon eylemlerinden alıkoyacak bir karşıtlıktan da uzak durdular. “İhtiyat” üzerine kimi gevelemelere karşın İsrail’i cesaretlendirecek açıklamalar birbirini izledi: Biden, İsrail’in İran’a yönelik bombalamaları nedeniyle artan savaş tehdidi üzerine ABD, İsrail’i destekleyip savunulmasına yardım edeceklerini söyledi. İngiltere Başbakanı Rishi Sunak, “İran rejiminin İsrail’e yönelik pervasız saldırısını en güçlü ifadelerle kınıyorum. İran bir kez daha kendi arka bahçesinde kaos tohumları ekmeye niyetli olduğunu göstermiştir,” dedi. Fransa Dışişleri Bakanı Stephane Sejourne, Fransa’nın “İsrail’in güvenliğine olan bağlılığını” yineledi. Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “AB, İran’ın İsrail’e yönelik kabul edilemez saldırısını şiddetle kınıyor. Bu eşi benzeri görülmemiş bir gerginlik ve bölgesel güvenliğe yönelik ciddi bir tehdittir,” derken, NATO Sözcüsü Farah Dakhlallah, İran’ı gerilimi tırmandırmakla suçlayıp kınamaktaydı! “Gazze’de kalıcı ateşkes” taleplerini reddeden ve her açıklamasında İsrail’i koruyacağını yineleyen Biden yönetimi, Siyonist saldırıya İran’ın karşılık vermesi üzerine derhal harekete geçti ve İran’ın fırlattığı füze ve İHA’ların İsrail topraklarına ulaşmasını engellemek için İngiliz ve Fransız güçleriyle birlikte savaş uçaklarıyla füzelerini devreye koydu.[10] Ürdün Krallığı hava savunma silahlarının devreye girmesini de sağlayarak İsrail’i korumaya alırken, Suudi yönetimi İran füze ve dronlarının istihbaratını vererek İran karşıtı harekâta katıldı.[11]
Joe Biden, bu ittifakı bölgede “oyunun kurallarını değiştirecek bir gelişme olarak” gördüklerini açıklarken, Beyaz Saray Ortadoğu Koordinatörü Brett McGurk, Amerikalı Yahudi cemaatine yönelik konuşmasında, “tarihçilerin son iki haftaya dönüp baktığında bu krizin yönetilmesinden yeni bir Ortadoğu güvenlik mimarisinin çıktığını göreceklerini” söyledi.
İsrail’e mali-askeri ve diplomatik desteğin Beyaz Saray-Pentagon karargâhında Rockefeller, Morgan gibi büyük uluslararası tröstlerin gücü, Londra ayağında ise günümüz dünyasında değişime uğramış eski İngiliz sömürge politikasının Hint-Avrupa güzergâhında etkin güçlerden biri olma hesabı ve bunu askeri-politik entrikalarla örme tutumu yer alıyor. Almanya ise, Nazi kasaplığının suç faturasına sığınma ikiyüzlülüğüyle Siyonistlerin 21. yüzyılda giriştikleri katliama arka çıkma politikası izliyor.
Filistin sorununun çözümsüz kalışı ve İsrail’in Filistin’i ilhak hedefiyle bağlı politikası, bölge ve kaynakları üzerine rekabetin etki alanında şekillenip süregeldi. Günümüzde durum daha da ağırlaşmıştır ve sorunun çözümü ile emperyalist hegemonya kavgaları arasındaki ilişki yüz yıla yaklaşık süredir yaşanan gerginlik, çatışma ve savaşlar pratiğinde, hemen tüm boyutlarıyla ortaya çıkmıştır. Siyonist barbarlık, bölge üzerine emperyalist hegemonya ve işbirlikçi burjuva yönetimlerin gerici politikalarından güç almaktadır ve Filistin halkının özgürlüğü için Siyonizm’e ve emperyalizme karşı mücadelenin bölge düzeyinde, bölge ülkeleri halklarının dayanışmasıyla yükseltilmesine ihtiyaç olduğu, bu süre boyunca çok daha belirgin biçimde açıklık kazanmıştır.
Sorunun Çözümü İçin Enternasyonal Mücadele
Filistin sorunu, esarete alınmış bir halkın bağımsızlığı ve özgürlüğü sorunudur. İsrail’in, 1967 Savaşı öncesi sınırlara çekilmemesi ve iki devletli çözüm istemine karşı genişleme politikalarındaki ısrarı ve bu doğrultudaki saldırısı, Filistin-İsrail sorunu ve savaşlarının başlıca nedenidir. Herut (sonradan Likud) Partisi’nin “Büyük İsrail” hedefli yayılma siyasetinin mirasçısı olan Netanyahu yönetimi, Ben Gurion, Moşe Dayan, Menahem Begin ve Ariel Şaron’un zor aracıyla boşaltılan Filistin topraklarını Yahudi yerleşimine açma politikasını günümüzde de sürdürüyor. 2 milyonu İsrail’de, 2,7 milyonu Batı Şeria’da ve 2 milyona yakını Gazze’de olmak üzere Filistinliler İsrail baskı ve imha politikasının hedefi durumundadır.[12] 76 yıldır devam etmekte olan Siyonist ilhak politikasının devamı olan bu durum son bulmadan Filistin-İsrail çatışmaları ve savaşları sona ermeyecektir. Çözüm için “vaat edilmiş topraklar!” söylencesi eşliğinde sürdürülen Siyonist işgalin son bulması ve İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesi, BM gibi uluslararası burjuva örgütlerin kararları kapsamında dahi asgari gereklilik olarak görülmektedir. Bağımsız bir Filistin devletinin kurulması ve tarafların birbirlerinin egemenlik haklarını ihlal etmemesi, uluslararası anlaşmalarla teyit edilmelidir. İsrail’den Filistinlilere yönelik vahşetiyle yol açtığı yıkımın tüm karşılığı tazmin edilmeli ve uluslararası mahkemelerde mahkûm edilerek suç makinesinin başını çekenler cezalandırılmalıdır.[13]
Kapitalist emperyalist devlet yöneticileriyle onların rant ve kir havuzunda semiren medya baronları, Filistin halkının özgürlüğü sorununu, “Hamas mensubu barbar teröristler ile kendini savunma hakkını kullanan laik ve medeni İsrail arasındaki savaş” sorunu gibi göstererek Siyonist ilhakçı politikaya güç vermektedir.
İsrail’in “kendini savunma hakkı” çerçevesinde hareket ettiği ve “vatandaşlarına karşı yükümlülüğünü” yerine getirdiği söylemi, batılı emperyalistlerin sözüm ona uygar dünya yararına İsrail’in yanında yer alması için, Livni ve Netanyahu’nun ileri teknolojiye sahip savaş makinesinin, savaş koşullarında uyulması gereken belirlenmiş uluslararası hukuk kurallarını çiğnemesi ve terörist yıkım serbestliğini manipüle eden yarayışlı bir yalandır. İsrail, gazetecileri ve BM bünyesinde çalışanları öldürmekten kaçınmadı. Filistinlilere karşı giriştiği katliamı sürdüren Netanyahu, ABD ve batılı emperyalistlerin desteğinden aldığı güçle, “dünyada bizi durduracak hiçbir güç yoktur” meydan okumasında bulundu.[14] Bu açıklamaları, İsrail’in İsfahan Havalimanına ve Haşdi Şabi’nin Kalsu üssündeki ordu karargahına saldırıları izledi.
İsrail’in Filistin politikası bölgeyi savaş alanına çevirme potansiyeli taşımaktadır. Onun İran, Suriye ve Lübnan’a yönelik ısrarı, saldırıları ve İran’ın karşı eylemleri, emperyalist karışmalarla birlikte tüm bir bölgeyi ve hatta Ukrayna’daki savaş ile Pasifik bölgesindeki gerilimler eklenerek tüm dünyayı yeni bir büyük yıkıma sürükleme potansiyeline sahiptir. Bu somut bir durumdur. Bu tehditin bertaraf edilmesi ve sorunun çözümü için Siyonist saldırganlık ve ilhak politikalarının etkisiz kılınması ve Ortadoğu’nun emperyalist hegemonya mücadelesinin alanı olmaktan çıkarılması gerekmektedir.
Emperyalist büyük güçlerin işbirlikçileriyle birlikte bölgede tesis ettikleri “düzen”, kaynakların denetimi ve doğu-batı stratejik transfer hatları-yollarının kontrolü için savaş ve kitlesel katliamları da içeren kaotik “bir düzen”dir. Bu sömürü-yağma düzeninin sona erdirilmesi yönünde geliştirilecek mücadele Filistin halkının kurtuluşu için gerçek bir dayanak olacaktır. Bölge, emperyalist güçlerin hegemonya kavgalarının alanı olmaktan çıkarılmalıdır.
Güncel çatışmalarla olası daha kapsamlı savaşlarda en çok zarar gören ve görecek olanlar ise, Gazze’de yaşandığı gibi, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere yoksul halk kitleleri olmaktadır. Bu böyleyse ama, İsrail’de, İngiltere’de, Almanya ve bazı diğer ülkelerde örnekleri bir süre önce görülen savaş ve işgal karşıtı kitle gösteri ve protestolarının yaygın ve daha güçlü şekilde örgütlenmesi ihtiyacı daha da artmış demektir.
İsrail, ilhak ve yıkımı sürdürme politikasında Filistin ‘iç gerçekliği’nden de yararlanmaktadır: Filistin ve halkı, Siyonist ilhak, emperyalist dış baskı ve Arap yönetimlerinin izledikleri çıkar politikaları sonucu bölünmüş durumdadır. Filistin direnişinin gücü, Batı Şeria ve Gazze’de yoğunlaşan ve birbirleriyle de sorunlu olan yönetimler nedeniyle kırılmış, bir dönemler Yaser Arafat liderliğinde birleşen Filistin Kurtuluş Örgütünün, Siyonist saldırı ve işgal politikasına karşı sürdürdüğü ve uluslararası alanda etkili desteğe sahip olan direniş, Hamas’ın kuruluşu ve 2006’da yapılan seçimlerde El-Fetih karşısında üstünlük sağlayarak Gazze’de ayrı bir yönetim oluşturup Mahmut Abbas yönetimiyle rekabete girmesi, İsrail’in Filistin topraklarındaki yayılmacı politikasına uygulanma kolaylığı sağladı.[15]
Filistin halkının direniş gücü birleşik mücadelesindedir. Filistin hareketi bunu Arafat liderliğinde gerçekleştirilen birliğiyle kanıtlanmış oldu.[16] Aradan geçen sürede, özellikle de Hamas’ın ayrılıkçı tutumu ve Mahmut Abbas yönetiminin işbirlikçi politikası nedeniyle mücadelesi bölünmüş ve güçten düşmüş olan Filistinlilerin bu durumu aşacak bir mücadele birliğini sağlamaları, ilhak ve kıyım hedefli saldırıları püskürtmelerinin olanaklarını genişletecek, kurtuluş için halkın örgütlü-birleşik mücadelesinden daha önemli bir güç olmadığı da görülmüş olacaktır.
Çözüm demokratik Filistin ve İsrail’in oluşumunda ve birbirlerinin varlık hakkını ihlal etmemelerindedir. Çözümün sosyal güçleri iki tarafta da vardır. Filistin halkı süreklilik gösteren mücadele içindedir. İsrail’de ise güçlü demokratik bir halk hareketi-muhalefeti savaş koşullarında dahi Siyonist yönetime karşı mücadele edecek denli diridir. Bu güçlerin ilhakçılığa, savaşa ve ulusal köleleştirme politikalarına karşı mücadelesi çözümün yolunu açacaktır.
Her biri diğer tarafın yok edilmesini çözüm olarak görüp gösteren İslamist parti ve örgütlerle “vaat edilmiş topraklar” safsatasını gerçekleştirme hayaliyle hareket eden Siyonist ırkçı Yahudi parti ve örgütlerinin tutumu, ilhakları dışlayan iki devletli çözümün engelleri arasındadır. Siyonist yayılmanın yıkım getirdiği ve sorunu ağırlaştırdığı on yıllardır biliniyor. İsrail’in devlet olarak varlığı ise yine on yılların bir gerçeğidir ve “ortadan kaldırılması” -olanaklı olup olmamasından bağımsız olarak- bir halkın yok sayılması ve var olma hakkının reddi anlamına gelir ki, bu da tersinden olmak üzere ırkçılığın bir diğer biçimini ifade eder.[17]
Ancak İngiltere, ABD, Fransa gibi ülkelerin de aralarında olduğu birçok ülkede, İsrail’in Filistin halkına yönelik zulmüne karşı çeşitli protestolar da ortaya çıktı. İtalya ve İspanya liman işçileri, İsrail’e savaş malzemesi taşıyan gemilere yükleme yapmayı reddettiler. İngiltere’de olduğu üzere kimi yerde yüzbinlerin katıldığı protestolar birçok kez yinelendi. Fransa ve Kanada’da eylemler yapıldı. ABD üniversitelerinde öğrenci gençliğin Filistin halkıyla dayanışma eylemleri başka alanlara genişleme potansiyeli taşıyor.
11 Mart 2024 Oscar Ödülleri töreninde, törene katılan çok sayıdaki oyuncu İsrail’in katliamların protesto etti ve Filistin halkına destek çağrısında bulundu. Halklarının tutumunun da etkisi sonucu, İspanya, İrlanda, Malta ve Slovenya ortak bir bildiri yayınlayarak “olumlu bir katkı sağlaması ve koşulların uygun olması halinde” bir Filistin devletini tanımaya hazır olduklarını açıkladılar. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin İsrail’i savaş suçu işlemesi nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’na şikayeti ve Nikaragua’nın, İsrail savaş makinesine sağladığı imha silahları nedeniyle Almanya’nın yargılanması talebiyle başlattığı girişimler, ilhakçı savaş ve yayılmacılık politikalarına karşı mücadeleyi güçlendirici işleve sahiptir.
Tarih, işgal ve imha politikalarına karşı en etkili gücün halkların direnişi olduğunu göstermiştir. Bugün de bölge halkları başta olmak üzere işçi ve emekçilerin bütün ülkelerde mücadeleyi yükseltmesi, gerici savaşların yayılması ve halkların bu savaşlarda kırılmasını önlemenin tek ve başlıca yoludur. Filistin halkı Siyonist saldırı, işgal ve yıkımlara karşı taşla, sapanla, barikatlar kurarak ve ayaklanmalar örgütleyerek direnmeyi sürdürdü. Her seferinde yüzlerce, kimi zaman binlerce ölü ve yaralı vermesine rağmen direnişten vazgeçmedi. 1987, 1993 ve 2000 İntifadaları bunların kitlesel boyutlu örnekleriydi. İsrail’de, polis şiddetine rağmen savaş karşıtı gösteriler önceki yıllarda da yapıldı. Siyonist barbarlık karşıtı ilerici demokrat hareketin savaş koşullarında dahi sürdürmekten geri durmadığı mücadele, hak eşitliğine dayalı bir çözümün dayanaklarının halk hareketinde aranması gerektiğinin kanıtları arasındadır.
[1] Bölgeye yönelik hegemonya politikaları Siyonist hareketin yedeklenerek güçlendirilmesini de kapsamaktaydı. Balfour Deklarasyonuyla (Britanya Dışişleri Bakanı’nın adını taşıyordu) Siyonist harekete Filistin topraklarında devlet kurma vaadinde bulunuluyordu. BM Genel Kurulu tarafından 29 Kasım 1947’de oy çokluğuyla alınan karara göre (33 evet, 10 çekimser, 13 ret oyu kullanılmıştı), Filistin’de bir Arap devleti ile bir Yahudi devleti kurulacak ve Kudüs‘e özel statü tanınacaktı. Bu kararla, o dönemde Filistin topraklarının ancak yüzde 7’sine sahip olan Yahudiler’e, kıyı kısmı başta olmak üzere yüzde 55-56 oranında toprak veriliyordu. Filistin ve Arap ülkeleri halkları buna itiraz etmelerine rağmen, İngiltere ve ABD’nin baskı oluşturmasının da etkisiyle İsrail devletinin kuruluşu sağlanmış oldu. İngiltere’nin 15 Mayıs 1948’de Filistin’deki manda yönetimini sonlandıracağını açıklaması üzerine, Siyonist hareket, 14 Mayıs 1948’de İsrail’in kurulduğunu ilan etti.
[2] İsrail bir Yahudi devleti olarak kuruldu. Siyonizm bu devletin kuruluş miti ve ideolojisiydi. İsrail yönetimleri, kuruluştan itibaren Yahudi nüfusu çoğaltma (diaspora da Yahudilerinin dönüşünü teşvik, Yahudi doğum oranlarını artırma, Arap nüfusu azaltma, bu amaçlı saldırılarla göç ettirme ve Filistinlilerin geri dönüşünü engelleme) politikası izlediler. Golda Meir, Moşe Dayan, Ben Gurion ve diğer yöneticiler bunun için özel uygulamalara giriştiler. Ben Gurion on çocuk doğuracak anneleri ödüllendiren yasa bile çıkardı. Simon Peres, çocuk sayısının “en az dört” olmasını istiyordu. Filistinli mültecilerin topraklarına geri dönüş hakkı bu yönde alınmış BM kararlarına rağmen (Birleşmiş Milletler Genel Konseyi’nin 11 Aralık 1948 tarihli 194 sayılı kararı ile mültecilerin dönüş hakkı kabul edilmişti) tanınmadı.
[3] İsrail, 2002-2003’te Batı Şeria’yı işgal etti. 2008-2009 döneminde Gazze’de giriştiği ve “Dökme Kurşun Operasyonu” olarak adlandırdığı saldırıda 1.417 kişi öldürüldü, 4.580 kişi de yaralandı. 2003’te Filistin sorununun çözümü için “yol haritası” hazırlayan Ortadoğu Dörtlüsü, “2005’e kadar iki ayrı devlet temelinde” soruna kalıcı çözüm getirileceği; 2004-2005 döneminde “kesin ve kalıcı statüyü belirleyen anlaşma”nın imzalanacağını belirtmekteydi. 27 Kasım 2007 Annapolis Konferansı’nda bir araya gelen Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in imzaladıkları bildiride de, onlarca yıldır süregelen, onca kanın dökülmesine ve onca acının yaşanmasına neden olan çatışmaya son verme kararlılığı ilan ediliyor ve “En geç 2008 sonuna kadar” barış anlaşmasının yapılacağı söyleniyordu. Ancak, İsrail’in saldırıları 2000-2005 dönemi, 2008-2009, 2012-14-18-21-22 ve 2023 yıllarında da devam etti.
[4] İsrail-Türkiye devlet yönetimleri arasındaki ilişki, karşılıklı suçlamaların aksine, sermaye çıkarları doğrultusunda ve iktisadi-askeri alandaki işbirliği çizgisinde sürdü. Hamas’ın İsrail’e yönelik dronlu eylemi üzerine Erdoğan yönetimi, Hamas’ın İstanbul’da bulunan Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’yi derhal Türkiye dışına çıkardı. Erdoğan, Netanyahu’yu “katil”, “Yeni Hitler” gibi sıfatlarla nitelerken, İsrail’e savaş malzemesi üretiminde de kullanılabilir mal transferi devam etti. Gazetelerde, taşımacılık yapan filolarda Burak Erdoğan ve Orkam Yıldırım’a ait gemilerin de yer aldığına dair çok sayıda haber yayımlandı.
[5] İsrail’in 1980’de Kudüs’ü başkent ilan etmesi üzerine BM Güvenlik Konseyi, 476 sayılı kararıyla bunu tanımadığını açıkladı. Buna rağmen ABD’nin 2017’de İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdı. BM Genel Kurulu ABD’nin bu kararını da reddetti.
[6] Bağdat Paktı, ABD’nin SSCB’ye karşı oluşturduğu, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin içinde yer aldığı “karşılıklı güvenlik ve savunma örgütü” idi. 1955-59 döneminde bu adla faaliyet yürüten Pakt, Irak’ın 1959’da çekilmesi üzerine (Irak’ta yönetim değişmişti) CENTO adını alarak (21 Ağustos 1959) merkezi Ankara’ya taşındı. Bu kuşatma örgütü, 1979’da Pakistan ve İran’ın çekilmesiyle fiilen işlemez duruma geldi.
[7] ABD emperyalizmi -ve onunla 80 yılı aşan süredir suç ortaklığı yapan İngiltere- Ortadoğu’ya yönelik stratejisinin özellikle 1979 “İran İslam Devrimi” nedeniyle uğradığı kırılmadan bu yana, siyasal İslamcı hareketin çeşitli örgütlerini kendi hedefleri doğrultusunda kullanmak üzere daha aktif bir politika izledi. Revizyonist SSCB yönetiminin Afganistan’da hezimete uğraması için El Kaide-Taliban’ın örgütlenmesinde büyük pay sahibi olan ABD, siyasal İslamcı hareketin türev örgütlerinden bazılarıyla sonraki süreçte sorun yaşamasına ve çatışmaya girmesine rağmen, El Kaide-Taliban, IŞİD ve El-Nusra gibi örgütleri bölge ülkelerinin istikrarsızlaştırılması ve iç savaş koşullarının oluşturulması için kullandı. Irak ve Suriye’nin baskıcı yönetimlerinin açmazlarının istismarı ve dışarıdan koordineli terörist İslamcı örgütler eliyle “iç savaş”a sürüklenmesi bu strateji kapsamında gündeme geldi. ABD, Türkiye ve Körfez Bloku olarak da adlandırılan işbirlikçi Arap devletlerinin desteğindeki İslamcı terör örgütlerinin giriştikleri yıkım ve katliam, kaotik durumun tüm bölgeyi sarması tehlikesi yarattı ve etki alanı kavgasının güçleriyle bölge ölçekli rekabet halindeki tüm devletler (İsrail, İran, Türkiye, S. Arabistan, Mısır) ittifak-rekabet cephelerinde sıralanarak çatışmaların ve sonuçlarının tarafı oldular.
[8] Biden, İsrail devletinin dünyadaki Yahudiler için güvenli bir yer olarak kurulduğunu söyleyerek, “Bunun için kuruldu, eğer İsrail olmasaydı, mevcut olmasaydı onu icat etmemiz gerekirdi” dedi.
[9] İran uzun on yıllardır (1979’dan beri) ABD’nin bölge politikalarıyla karşıtlık gösteren girişimleri nedeniyle hedef ülkelerden biridir. İran son on yıllarda bölgede daha fazla etki gücüne ulaştı. “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan İran merkezli, Irak, Suriye ve Lübnan’daki Şii güçlerle (örneğin Haşdi Şabi ve Hizbullah) Yemen’deki Husiler’in ‘cephesi’ bu gücün ürünüdür. İran ve Rusya’nın Suriye’deki ittifakını da destekleyen Lübnan Hizbullah’ı örneğin, ABD ve Türkiye’nin Suriye yönetimini düşürmek için örgütlediği Sünnî-Selefî-Cihadî örgütlere karşı 2013’te başlattığı bir saldırıyla bu güçlere büyük darbeler vurdu. Husiler, ABD-İngiliz gemilerine ve İsrail mevzilerine füze ve dron saldırılarını sürdürüyorlar. ABD’nin Irak ve Suriye’deki üslerine (11 üssü bulunuyor) birçok kez roket saldırısı düzenlendi. Ensarullah Kızıldeniz’deki Amerikan gemilerine ve Suudi Arabistan ile Ürdün hava savunmasını aşması zor görünen füzelerle İsrail’e darbe vurmaya çalışıyor. Amerikan yönetimi, Batılı müttefiklerini de harekete geçirerek uyguladığı ambargolarla İran’ın bölgedeki etki gücünü zayıflatmaya çalışıyor. İsrail’in İran’ın Suriye’deki konsolosluğuna yapılan saldırıda aralarında İran’ın “Suriye ve Lübnan Kudüs Gücü” Komutanı Muhammed Rıza Zahedi ve “Suriye Kudüs Gücü” Komutan Yardımcısı Muhammed Hadi Hacrahimi’nin de bulunduğu 16 civarında kişi öldü.
[10] Pentagon sözcüsü Patrick Ryder, ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün’ün katıldığı, Suudi Arabistan’ın da istihbarat sağlamada ortak olduğu İsrail’i savunma harekâtında İran’ın fırlattığı 81 İHA ve 6 balistik füzenin düşürüldüğünü açıkladı. İngiltere Kıbrıs’taki üssünden RAF savaş jetlerini havalandırarak müdahale ederken, Ürdün de hava sahasından geçmekte olan dron ve füzeleri imha etmeye girişti. Fransa füze ve dronların tespit ve takibinde operasyona katılırken, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan, İran füze ve dronlarıyla ilgili istihbarat bilgilerini ABD’ye aktardılar.
[11] İsrail, bölgede korsan politika izler ve Filistin halkına yönelik kitlesel katliamı sürdürürken, Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi bölge ülkeleri yönetimlerinin somut ve fiili bir yaptırımıyla karşılaşmamanın avantajlarından da yararlanmaktadır. Bu ülkelerin burjuva yönetimleri riyakâr kınamaların ötesine geçmemektedirler.
[12] Gazze ve Batı Şeria; her iki bölge İsrail ablukası altındadır. Bölgelerden birbirine geçişler ve hatta Batı Şeria’nın kendi içinde bir mahalleden diğerine geçiş İsrail’in kontrolündedir. İsrail ekonomik olarak da bu bölgeleri kontrolü altında tutmakta, vergi toplamakta ve dışarıdan gelen yardımları engellemektedir. Filistinliler geçinebilmek için Yahudi bölgesinde çalışmak zorundadır. Elektrik, su, gıda ve ilaç gibi ihtiyaç maddelerinin temini İsrail yönetiminin “insafı”na tabidir. İsrail hapishaneleri Filistinli siyasi mahkûmlarla doludur.
[13] İsrail’in faşist Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, işgal altındaki Doğu Kudüs’te Filistinli bir çocuğu öldüren polise “ödül verilmesini” istedi. İsrail ordu radyosunun haberine göre, iki avukatla soruşturma merkezine gelen Ulusal Güvenlik Bakanı Ben-Gvir, basın mensuplarına açıklamasında, “Savaşçılarımızın cesaretini kırmaya çalışıyorlar. Onu buraya çağırmamaları gerekiyordu. Soruşturma değil, ödülü hak ediyor” dedi.
[14] İsrail’deki Kanal 12 Televizyonu, İsrail savaş kabinesinin İsrail’in eylemlerinin ABD ile koordine edilmesine ve İran’a “açık ve etkili” bir karşılık verilmesine karar verdiğini açıkladı.
[15] 1987 sonlarında yapılan Arap Birliği Zirvesi, “işgal altındaki tüm Arap topraklarının, özellikle Kudüs’ün kurtarılması”nı, İsrail ile barışın ön şartı olarak ilan etti. İşgal altındaki topraklarda FKÖ yönetiminde başlatılan 1987 Aralık “intifada“sı, bu ‘ortak karar ve destek tutumu’ndan da güç almaktaydı. Bunu, Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kolu olarak kurulan ve kuruluşunda İsrail’in Filistin hareketini bölme politikasının da rol oynadığı belirtilen Hamas’ın ortaya çıkışı izledi. Filistin direniş hareketi El Fetih ve Hamas arası çatışmaları da içeren bir bölünmeyi daha keskin şekilde yaşamaya başladı.
[16] FKÖ, Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve Irak’tan oluşan Arap devletlerinin 1964’te topladıkları Arap Konferansı’nda kuruldu. Ancak örgüt uzun süre etkisiz kaldı. Arap devletlerinden bağımsız bir örgütlenmeyi savunarak Yaser Arafat ve arkadaşlarınca kurulan El Fetih örgütü 1965’te gerçekleştirdiği silahlı eylemiyle dikkat çekmeye başladı. FKÖ, 1968’de Arafat liderliğindeki El Fetih’in ve FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) gibi çeşitli örgütlerin bir araya geldiği bir çatı örgütü olmasıyla birlikte daha etkin bir mücadele çizgisi izledi. Arafat liderliğinde FKÖ, iki binli yılların başına dek Filistin direniş hareketini yönlendirdi. HAMAS’ın ortaya çıkışıyla birlikte Filistin hareketi yeni bir dönemi yaşamaya başladı.
[17] Örneğin İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde ders veren Prof. Dr. Berdal Aral, Filistin sorununun tarihsel şekillenişi ve çözümü üzerine fanatik İslamcı kesimin düşüncesini dile getirdiği bir röportajda, Siyonistlerin kendilerine ait olmayan bir toprağı işgal edip yerleştiklerini belirterek “Benim görüşüm şu: İsrail denen devlet yok olmadıkça Müslümanlara rahat yok. Çünkü bu devlet yasa dışıdır, işgalcidir, sömürgecidir, ırkçıdır ve hiçbir zaman Filistinlilerle barış yapmak istememiştir” demektedir. (Yığcı, S. ve H. Genç (2023) “Filistin Meselesine Tarihsel ve Güncel Bir Bakış”, https://blog.ilem.org.tr/filistin-meselesine-tarihsel-ve-guncel-bir-bakis/)