Mustafa Yalçıner

 

Esad Nasıl Devrildi?

Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ), birkaç yıl önce Halep’ten sürülerek sıkıştırılmış olduğu ve Türkiye’nin koruması altında varlığını sürdürebildiği İdlip’ten 27 Kasım’da bir dizi siyasal İslamcı silahlı grupla birlikte başlattığı yürüyüşüyle kısa sürede ulaştığı Halep’i birkaç mevzideki direniş sayılmazsa neredeyse çatışmasız ele geçirdi. Bir iki gün içinde, Suriye Ordusunun önce Hama ve sonra Humus’ta yeni savunma hatları oluşturmak üzere geri çekildiği söylentilerinin geçersizliği görüldü. Yanı sıra eski adı ÖSO olan Suriye Milli Ordusu (SMO) da Mümbiç yönünde harekat başlatırken, HTŞ bu iki ilin ardından kapılarına dayandığı Şam’ı, İdlip’ten yola çıkmasını takip eden on gün içinde, 8 Aralık sabahı zaptetti.

İlk günlerde bu büyük bir şaşkınlığa yol açtı. Nasıl olmuştu da on yılı aşkındır savaşı sürdüren ve muhaliflerini yenerek bir rehabilitasyon sürecine girdiği görüntüsü veren Esad Rejimi bu kadar kısa süre içinde devrilebilmişti? Hem de ülkede bir hava ve bir deniz üssü olan Rusya ve ülkeye gönderdiği binlerce savaşçıyla İran tarafından desteklenirken…

Esad 8 Aralık sabahına kadar Şam’da kaldığını söyledi. Cihatçılar Şam’ı ele geçirdiğinde Rusya’nın koordinasyonuyla Lazkiye’ye doğru harekete geçtiğini anlatan Esad, kaçışıyla ilgili şunları söyledi:

8 Aralık sabahı Hmeymim Hava Üssü’ne vardığımda kuvvetlerimizin cephe hatlarından tamamen çekildiği ve mevzilerin düştüğü de görüldü. Bölgedeki saha durumu kötüleşmeye devam ederken… ne istifa etmeyi düşündüm ne de sığınma arayışına girdim, böyle bir öneri herhangi bir kişiden veya taraftan da gelmedi. Tek seçenek, terörist saldırılara karşı mücadeleyi sürdürmekti.[1]

Putin, her yıl Aralık’ta katıldığı yıllık basın toplantısında, Rusya’nın karışmama tutumunu da izah etmek üzere, Halep’i 350 kişinin ele geçirdiğini söyledi ve birincil ve ikincil asli güçler durumundaki Suriye ile İran savaşmayınca “Rusya ne yapabilirdi?” demeye getirdi:

Halep’e 350 muhalif savaşçı girdi, 30 bin hükümet askeri ve İran yanlısı birlikler ise savaşmadan geri çekildi, kendi pozisyonlarını patlattı ve gitti. Benzer durum tüm Suriye’de yaşandı. 4 bin İran yanlısı savaşçıyı [Hmeymim hava üssünden uçaklarla] Tahran’a götürdük. İran yanlısı grupların bir kısmı savaşmadan Lübnan’a, diğer kısmı da Irak’a gitti.[2]

*

Evet, Esad en başından itibaren ordusuna direnme emri vermişti. Ancak Suriye Ordusu ciddi herhangi bir direniş göstermedi ve dağıldı.

Gerçi Esad’ın kendisi de yalpalamaya başlamıştı. ABD, İsrail ve Türkiye’nin baskıları karşısında bunalıp kafası karışmamış değildi. Örneğin hem “ağabeylik” taslamasından şikayetçi olduğu hem de hedefe konulduğu belli olan İran’la ilişkilerinde sınırlamaya gitme eğilimindeydi ve ABD’yle İsrail’in yumuşamaları beklentisiyle Suudilerle BAE’ye bunun sinyallerini iletmişti. Ancak yine de sonunun yaklaşmakta olduğu düşüncesi ve tutumunda değildi. Örneğin ülkesinin kuzeyindeki işgale son vermesi koşulunu ileri sürerek, Erdoğan’ın görüşme ve barışma çağrılarını kabule yanaşmamıştı.

ABD tüm hışmıyla Irak’ı hedefe koyup saldırdığında savaşmayan Saddam’ın ordusunun örneğini takip ederek, Esad’a rağmen Suriye ordusu da savaşmadı. CIA Türkiye’nin yol vermesiyle sınır boyunda ve İblip kırsalında asker kaçaklarını örgütlerken, belli başlı ordu komutanları satın alınmıştı. Saddam’ın Enformasyon Bakanı Muhammed Said es-Sahhaf’ın vurgulu üst perdeden propagandalar eşliğinde atıp tutmaları hatırlanacaktır. Sahhaf müthiş konuşmalar yapmaktaydı, ama Irak Ordusu hiç savaşmayıp direnmedi, çünkü başlıca komutanları satın alınmıştı.

Önemli bir etkendir, ancak ordunun direnmeden Suriye’yi az sayıda Şeriatçı çeteye teslim etmesini sadece komutanlarının satın alınmasına bağlamak yanıltıcı olur.

Esad ve ordusunun komutanları Rusya’nın Ukrayna Savaşı dolayısıyla zorluklarının arttığını görmekteydiler.

Son yıllarda Suriye’nin yeniden Arap Birliği’ne alınmasında da yansıdığı gibi kendisine yöneltilmiş tehditleri azçok aşmış görünse bile, on yılı aşan savaş sürecinde ekonomisiyle tedarik zincirlerinin büyük ölçüde tahrip olduğu, silah ve cephane tedariği vb. açılardan rejimin kendisini bütünüyle toparlayamadığı, rezervleri ve tarım alanları artık kontrolünde olmadığı için enerji ve gıda sorunu yaşamakta olduğu ve yeni olası tehditler karşısında dayanma kapasitesinin sınırlandığının farkındaydılar.

Özel birliklerini Esad rejimini savunmaya gönderen ve başlıca destekçilerinden olan İran’ın yüz yüze olduğu ambargo türü zorluklarının yanında yakın zamanda yeni tehditlere hedef olduğu ortadaydı. Zaman zaman kendisini de füze ve suikastlarla hedef alan İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki saldırganlığı ve Amerikan tehdidi karşısında gittikçe daha çok kendi derdine düşerek umulan tepkileri vermeyen İran’ın Suriye’ye gerekli desteği vereceği kuşkuluydu ve bunu en iyi bilen Suriye ordusuyla komutanlarıydı.

İsrail’in bir yılı aşan saldırganlığı kendi sınırlarına dayanmakla kalmayıp topraklarındaki İran Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü’nün üs ve tesisleriyle kendi askeri tesislerini hedef almaktaydı. İsrail savaşı yaymaktan kaçınmıyordu. Nitekim Suriye ordusunun direniş göstermediğini gören İran ve birçok komutanı İsrail’ce nokta atışlarıyla vurulup öldürülen Suriye’de konuşlu Kudüs Gücü’yle Suriye Ordusu, karşılıklı olarak birbirlerinden olumsuz etkilenip üstelik kuşku duyarak HTŞ ile çatışmadılar. Sonunda HTŞ ile görüşüp belirli garantiler alan Kudüs Gücü Suriye’den çekildi.

Ve eklemek gerekir ki, İsrail, ABD ve müttefiki emperyalistlerce kayıtsız şartsız destekleniyor, ama Suriye’yi desteklemekte olan Rusya ve İran tarafından saldırganlığının önü kesilmek açısından son dönemde çok az şey yapılıyordu.

Tümü umut kırıcı ve moral bozucuydu. Suriye ordusu ve komutanlarında umutsuz bir savaş sürdürmekte oldukları ve yeni savaşlara hazır olmadıklarını düşünme eğilimi ve moral bozukluğu gelişti. Ve direnmedi!

 

Suriye Ordusunun Moralini Bozup Savaşma Kapasitesini Çökerten Kimler?

Önemli soru, satın alan ve moral bozukluğuna neden olarak Suriye Ordusunun savaşma kapasitesini yok edenin kimler olduğudur.

İsrail ve saldırganlığı gözle görülür nedendir. Ancak Suriye rejiminin hızla devrilmesini, önemli katkısı olmakla birlikte, yalnızca İsrail saldırılarıyla açıklamak kuşkusuz yanılgı olur.

Saldırgan ve yayılmacı bir ülke olarak İsrail’in özel rolü tabii ki önemlidir. Ancak tek başına İsrail’in, Filistin’den başlayıp Lübnan’la sürerek Suriye’ye ulaşan ve ötesine geçeceği öngörülmesi gereken bölgenin, Ortadoğu’nun, sınırların yenilenmesini de kapsayacak şekilde yeniden dizayn edilmesi ya da paylaşılmasının altından kalkabileceği ileri sürülemez. Hele Rusya ve İran tarafından silahla desteklenen Esad rejimini yalnızca İsrail’in devrilme noktasına sıkıştırması olanağı yoktu.

*

Açıktır ki, Esad’ı devrilip kaçmaya zorlayan, asıl olarak, İsrail’in arkasında yer alıp saldırılarına tam destek veren emperyalistler ve en başta Amerikan emperyalizmi ve stratejik ve taktik yönelimi oldu. Türkiye ve mali desteğiyle Katar ve Suudilerle BAE de rejimin devrilmesinde aktif rol oynadı.

ABD ve emperyalist müttefikleri İsrail’in sadece “varolma hakkı”nı değil, Filistin başta olmak üzere yakın ve uzak komşu ulus ve ülkelere yönelik özel stratejik ve taktik hesap ve tutumlarını da destekledi, ancak bununla kalmadı. Özellikle ABD, bölgedeki tüm etnik ve dinsel/mezhepsel sorun ve çatışmalarla bölge gericiliklerinin özel çıkar ve başlıca “bölge gücü” olma hesap ve çekişmelerini olduğu kadar İsrail’i ve saldırganlığını da, Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesini kapsayan bölgedeki hegemonyası ve dayanaklarının yenilenmesini hedefleyen stratejik yönelimi ve bunun hizmetindeki taktik hesapları doğrultusunda değerlendirip kullandı. Doğu Akdeniz ve Basra Körfezi önüne yığdıkları donanmalarının savaş gemileri, teyakkuza geçirdikleri bölgedeki askeri üsleri ve gerektiğinde hava bombardımanlarına katılan uçaklarıyla güdümlü füzeleri ve uzaydan bilgilendirme ve güdümleme destekleriyle özellikle ABD ve yakın müttefiki İngiltere bölgedeydi.

*

ABD’nin görünür ya da yakın stratejik hedefi Ortadoğu’yu “anti-Amerikan” tutumlara sahip güçlerden temizlemek, en azından zayıflatıp etkisizleştirmekti ki, bu amaçları, Rusya bir yana bırakılırsa, İsrail’inkilerle örtüşüyordu. Bu amaçları, aynı zamanda, yine Rusya bir yana, Türkiye’ninkilerle de örtüşmekteydi. Suudilerle, Mısır, BAE, Kuveyt ve Katar tarafından da olumlanıp desteklendiği kuşkusuzdu. Hep birlikte “İslam ümmetinden olmak” ortak paydasında yer alan Türkiye ve gerici Arap rejimleri 1947’den beri sahip çıkıyor göründükleri “Filistin davası”na giderek görünüşte bile sahip çıkmaz olmuşlar, İsrail’le ilişkilerini “normalleştirme”ye, ticareti geliştirmeye, hatta bir dizi uluslararası işbirliklerine bile yönelmişlerdi. Bu ülkeler sözde Filistin’i sahipleniyordu; ama Türkiye soykırım uyguladığı süreçte dahi İsrail’le ticaretini geliştirirken, Mısır Gazze’ye nefes alma olanağı sağlayan tünelleri bile kapatarak bombalanan Filistinlilerin ülkesine sığınmalarını engellemiş, Katar tarafsız pozisyonuyla ateşkes arabuluculuğu yapmakla yetinmiş, Suudiler herhangi bir yardım göndermeye dahi girişmemiş, Suriye ise İsrail saldırısından çekinerek bir destek sunmadığı gibi HAMAS temsilcisini ülkeden göndermişti.

Gazze başta olmak üzere Filistin ve Lübnan’da ABD ve emperyalist müttefikleri İsrail’i açıktan desteklemekle yetindi. Suriye ise, İsrail’in tek başına yutabileceğinden büyük “lokma”ydı ve ABD ile İngiltere bu ülkeye yönelik olarak doğrudan “görev” üstlendi.

  • İsrail’in yanı sıra Türkiye ve Suudiler başta olmak üzere bölge gericiliklerinin ABD’nin stratejik yönetiminde birleştirilerek aralarında işbölümünün gerçekleştirilmesi,
  • Rusya ile görüşmeler aracılığıyla karışmama tutumu almasına katkıda bulunulması,
  • Tehditlerle İran’ın sessizleştirilmesi ve müdahaleden kaçınmasının sağlanması,
  • Suriye Ordusu komutanlarının savaşmamaya “ikna edilmesi”,
  • Teröristlikle nitelendirilmesine rağmen HTŞ’nin lojistik destek sağlanarak cesaretlendirilmesi ve “maşa” olarak kullanılması Suriye’de ABD’nin üstlendiği başlıca “görevler”di.

 

Türkiye’nin Üstlendiği Rol ve İsrail’le İlişkisi

Ek olarak, Türkiye HTŞ ve sair rejim muhaliflerine kalkan olup korumak olarak anlayıp uyguladığı “Astana Süreci”ni bütünüyle torpillemeye yönlendirildi ki, bu, Türkiye’nin de çıkarlarına uygundu. Rejimin devrilmesi öncesinde Katar’da bir araya gelen Rusya, İran ve Türkiye Astana topluluğunun Suriye’de yapacağı şey kalmadığını açıkladı ve bu “Astana Süreci”nin sonu oldu.

Suudiler Şam’ın güneyindeki cihatçı çeteleri destekleyegelmiş, HTŞ’yle Şam koltuklarına oturduktan sonra ilişkilenmişken, bu çeteye desteğin pratik olarak iletici ve gerçekleştiricisi Türkiye’ydi.

Bütün “İsrail karşıtı” iddialarına karşın Türkiye, ABD’nin planlaması ve yönlendirmesinde İsrail’le deklare edilmemiş örtülü bir ittifak içinde hareket etti. İsrail güneyden Şam kapılarına dayanırken, Türkiye kuzey batıdan, Suriye sınırını kendi beslemesi ÖSO/SMO ile doğrudan, desteklediği HTŞ ile dolaylı aşarak harekata destek ve takviye gücü olarak katıldı. “Türkiye, iki bin yıldır o ülkenin farklı isimlerle, oluşumlarla ve şekillerle peşinde. Oraya giren insanların Türkiye’den olduğunu söyleyebilirim” diyen ve överek Türkiye’ye kendi “işlerini” gördürme peşinde olan Trump’a bakılırsa, Erdoğan “adamlarını farklı oluşum ve isimlerle bölgeye gönderdi ve orayı aldı.

Türkiye sözde İsrail’i suçluyor; ancak başta ABD olmak üzere emperyalizme olan bağımlılığı ve işbirliği dolayısıyla, bölgede nüfuzunu artırmaya yönelik hemen her adımı aynı zamanda ABD ve İsrail’in elini ve hareket ettiği zemini güçlendirmekle kalmıyor, ama onlarla çıkar ortaklığını da pekiştiriyor. Türkiye’nin tutum ve adımlarının başka bir sonuç verebilmesi için, bölge politikalarını gerektiğinde en başta ABD emperyalizminin çıkar ve önceliklerine aykırı bir çizgide hayata geçirme kapasitesine sahip olması gerekir. Oysa Türkiye’nin Suriye’deki hamleleri ABD ve İsrail’in çıkarlarıyla örtüşüyor; ve bu, emperyalizme bağımlılık sürdükçe, “milli çıkarlar” adına yürütülen dış politikanın fiilen emperyalizme hizmet etmekten başka bir sonuç veremeyeceğinin çarpıcı bir örneği.

Türkiye’nin İsrail’le deklare edilmemiş ortaklık ilişkisi, bu iki ülkenin generaller egemenliği döneminde olduğu türden canciğer kuzu sarması bir birlik ve beraberlik halinde oldukları anlamına gelmiyor. İki ülke arasında çelişki ve sorunlar yok değil.

– İki ülke de küçümsenemeyecek birer bölge gücü ve ikisi de yayılmacı, dolayısıyla bölgenin paylaşımında rakip.

– İki ülke de, şüphesiz birbirleri aleyhine de olabilen özel çıkarlarıyla elde edecekleri “payları” büyütmeye çalışıp “büyük ağabeyleri” ABD’ye bir dizi sorun çıkarmayı da kapsayarak stratejik olmasa bile taktik çıkar, hesap ve planlarıyla belirli açı farklılıklarına sahip olsalar da, onun genel yönlendirmesini kabullenip benimseyerek “oyun kurucu” rollerini büyütüp hegemonya alanlarını genişletme peşinde.

– İki ülke de dinselliği yoğun aşırı milliyetçi yönetimlere sahipler ve dinci-milliyetçi ideolojik renkleri tabanları dolayısıyla aralarında artan sorunların kılıfı oluyor.

– Bölgede Kürt sorunuyla ilgili olarak Amerikan emperyalizmininkine benzer bir politika izleyen, öteden beri Barzani ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile iyi ilişkilere sahip olan ve İslamcı çetelere hiç güvenmeyen İsrail, bölgenin Arap çoğunluğu ortamında etnik çeşitliliği tercih nedeni sayarak ve görece büyük bölgesel rakiplerinden olan Türkiye’yi dengelemek amacıyla Rojava Kürt yönetimini destekliyor ve egemenliğinin devamını savunuyor. Bu, Türkiye ile arasındaki temel sorunlardan biri.

Örneğin İsrail’in kurduğu “Nagel Komitesi” Netanyahu ile Savunma ve Maliye Bakanlarına sunduğu raporunda “Türkiye’nin Osmanlı dönemindeki nüfuzunu geri kazanma hırsıyla hareket ettiğini” ve “Suriyeli muhalif grupların Türkiye ile ittifak kurarak İsrail’in güvenliğine yönelik yeni ve güçlü bir tehdit oluşturma riski bulunduğunu” öne sürerek, Suriye’den gelen tehditin “İran tehdidinden bile daha tehlikeli bir hal alabileceğini”, bu nedenle İsrail’in “Türkiye ile doğrudan bir çatışmaya hazırlıklı olması gerektiğini” belirtti.[3]

Türkiye’ninse, doğrudan Erdoğan’ın ağzından İsrail’in “vatan topraklarında gözü olduğunu” açıkladığı ve Filistin soykırımı koşullarında bile İsrail’le ticaretine ara vermemesine rağmen Yahudi düşmanı İslami tabanının dini duygularını tatmin amacıyla “İsrail’I tel’in” mitingleri düzenlediği biliniyor.

Öte yandan İsrail, ekonomisi, nüfusu ve yedekleri dahil ordusunun mevcuduyla Ortadoğu’da Amerikan emperyalizmine dayanaklık edebilmek açısından fazla küçük ve –kendisi için çok önemli olmasına karşın– ABD’nin yalnızca ya da başlıca bu ülkeye dayanarak Ortadoğu’yu denetim altında tutabilme olanağı yok.

İsrail şimdiden yayılma ve işgal ettiği toprakları denetim altında tutabilme kapasitesinin sınırlarında denebilir. Nükleer silah dahil teknolojik olanakları ve aldığı mali ve askeri destek üst boyutlarda olsa bile nüfusu ve ordusu bu açıdan yeterli değil. Lübnan’da ilerleyemedi; komutanlarını bertaraf etmesine rağmen hala Hizbullah’ın tamamen üstesinden gelebilecek güce sahip değil ya da bu işe giriştiğinde Suriye’ye yönelebilme şansı bulamayacaktı ve ateşkesi kabul etti. Ve bölgedeki asıl hedefi hala İran ve bölgenin İran etkisi ve giderek tamamen İran’dan arındırılması ki, bu aynı zamanda ABD’nin de hedefi. Bunu yalnız başına gerçekleştirebilme olanağı yok. ABD bu nedenle gerici Arap rejimlerinin İsrail’le “Abraham Anlaşmaları” üzerinden ilişkilerini normalleştirmelerine özel önem veriyor ve bunun için bölgenin bütün ülkelerine baskı yaparken, Türkiye’ye –iç politikaya yönelik söylemleri bir yana– İsrail’in çıkarlarını gözetme ve kendisininkini eksen alan siyasal stratejik bir hat üzerinde birlikte davranmayı dayatıyor.

Türkiye, İsrail’den farklı olarak, Ortadoğu’ya yönelik Amerikan taleplerini karşılayabilme kapasitesinde orta büyüklükte bir kapitalist ülke. Ancak yakın zamanda da görüldüğü gibi, Rusya ile ABD arasındaki çelişkilere oynayıp aradaki boşluk alanlarını kullanarak kendi özel çıkarlarının peşine düşebilme yeteneğinde. Dinci-milliyetçi Erdoğan yönetiminde “yeni Osmanlıcı” hayallerle bu yeteneği –Rusya’dan S-440’ler satın alma vb. türünden– tehlikeli boyutlar alabildi. Ve öte yandan bölgenin etnik sorunları, tarihsel boyutuyla birlikte başlıca Türk-Arap sürtüşmesi Türkiye’nin önünde bir engelken, kendi Kürt sorununu çözememiş oluşuysa başlıca zaafı. Üstelik ABD’nin Rojava Kürtlerini bölgesel çıkarları doğrultusunda “kullanma” peşinde olduğu Ortadoğu’nun yeniden dizayn edildiği bir evreye bu “kamburuyla” girmiş olması, Türkiye’yi bu aşamada önüne çıkan fırsatları değerlendirme esnekliliğinden yoksun bırakırken, oluşan risklerin kendi yerleşik politikalarına etkisini sınırlama gücünü de köreltiyor. Gelişmeler, Kürt sorununa ilişkin geleneksel inkar politikasının, Türk devletinin bölgenin yeniden dizayn edilmesinde etkin rol oynaması bakımından “zayıf karnı”nı oluşturduğunu ve bu açmazından “kurtulması”nın[4] artık acil bir pratik bir sorun haline geldiğini gösterdi. Çünkü, Rojava Kürtleri yalnızca ABD değil, başta Fransa olmak üzere AB, İsrail ve Suudiler tarafından da destekleniyor.

Kendi özel emperyalist çıkarları ve geçen yüzyılın başındaki Skyes-Pickot anlaşmasıyla payına düşen ve eskiden himayeleri altındaki ülkeler Lübnan ve Suriye’de etki ve pay sahibi olma peşindeki Fransa, bunun ötesinde Amerikan emperyalizminin bölgeye yönelik yaklaşım ve tutumlarıyla çelişen bir pozisyon tutmuyor. Buna rağmen, Haseke ve Deyrezzor’un kuzeyindeki gaz sahası Koneko ve petrol bölgesindeki el Ömer üslerinde askerleri olan ve gerek Türkiye gerekse HTŞ’yi Kürtlerle dengelemek isteyen Fransa, H. Fidan tarafından “ABD’nin arkasına saklanarak söz söyleyen ülkeleri dikkate almıyoruz. Amerikalılar yokken bölgeye gelebiliyorlarsa görelim. Bu konuda bizim muhatabımız ABD’dir” sözleriyle küçümsenerek karşıya alındı. Bölgede Fransa’yla yarışabileceğini öngören ve karşısında bölge dışından gelen fazladan rakip istemeyen Türkiye, Rojava Kürtleri dolayısıyla ABD’ye de sorun çıkarıyor, ancak aynı zamanda ABD bu sorunu kullanarak Türkiye’ye dayatmalarda bulunabiliyor.

Sonuçta belirli bir kapasiteye sahip olmasına karşın Türkiye, kendi özel çıkarları peşinde koşabilmesine yeterli sayılabilecek güçte ve bu nedenle ABD’nin tek başına bölge jandarması olarak kullanma bakımından tercih etmede sıkıntı duyduğu ve dizginlemek üzere Kürt kartını oynayarak Suriye Kürtleriyle dengelemeyi öngördüğü bir ülke. Ve bir başka “kusuru” daha var: Rakibi olsa bile, ABD’nin bölgedeki yakın hedefi durumundaki İran’la bir sıcak çatışmayı kendi çıkarları bakımından gereksiz ve fazla tehlikeli buluyor ve buna uzak duruyor.

Ancak İsrail’le Türkiye’nin birbirlerini dengeleyerek bir arada ve açık ya da örtülü ittifak halinde tutumlar geliştirmeleri, bölgenin “emin ellerde” olabilmesi ve denetim kolaylığı bakımından ABD’nin tercihi.

Bu yalnızca ABD’nin tercihi değil. İki ülke de, sorunlu bir birlik olsa bile, –Türkiye’nin İran şerhi bir yana– ancak bir arada, ABD’nin kara ordusunu kullanmayıp havadan destek vermekle yetinerek “Büyük Ortadoğu”da hegemonya ve denetimini sağlayabilmesinin “teşeronları” olarak “büyük ağabey”in çıkarlarıyla uyum içinde kendi özel çıkarlarını da gerçekleştirebilme şansına sahipler.

Dolayısıyla –bir dizi farklı özel çıkara rağmen– Amerikan emperyalizminin olduğu kadar, hem İsrail Siyonizmi ve hem de Yeni-Osmanlıcı Türkiye’nin genel çıkarları birlikte ve koordineli politika ve stratejiler izlemelerini ve açık ya da örtülü ittifaklarını gerektiriyor.

Her şeyden önce bölgede ABD’nin de hedefi durumundaki İran, hem Türkiye hem de İsrail açısından fazla büyük bir “lokma” ve ABD desteğine sahip olsalar bile iki ülkenin de tek başlarına üstesinden gelebilecekleri bir güç değil. Ama değişik nedenlerle (Türkiye’nin bölgesel rakibi, ABD’nin diz çöktürmeyi amaçladığı güç, İsrail’in net düşmanı) olsa bile her üç ülkenin de başlıca hedefleri İran.

ABD açısından İran’ın hedefteki bir ülke olmasının gerekçelerini sıralamak gerekmiyor. Kendisine boyun eğmediğini, dünya ölçeğindeki başlıca rakipleri durumundaki Rusya-Çin ekseninde nükleer silahlanmaya da çalışan bir ülke ve “Şii Hilali”ni güderek bölgede denetimini sağlayabilmesinin önündeki başlıca engel olduğunu belirtmek yeterli olacaktır.

İsrail açısından, “Şii Hilali”ni peşinden sürükleyerek Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü’yle birçok ülkede etki sağlayarak yayıldığı Ortadoğu’da; Hamas’ı destekleyip Filistin’de tam egemenliğinin önünü tıkayarak, destekleyip donattığı Hizbullah’la kuzey sınırını tehdit edip Lübnan üzerinde etkili olabilmesinin önünü keserek, Suriye’de etkisizleştirilmiş olsa bile, Irak’ta Haşdi Şabi, Yemen’deyse Ensarullah’la karşısına dikilip bu ülkeleri de kendisine karşı yönlendirerek hem varlığına hem de yayılmasına kast eden İran başlıca hedef durumunda.

Türkiye açısından, Osmanlı’nın 1600’lerin ortalarından itibaren savaşmadığı İran, yakın zamana kadar bir denge tutturarak bölgeyi paylaşmaya rıza gösterdiği bir bölge gücüydü. Ancak İran’ın son on yıllardaki kazanımları elinden alınarak Ortadoğu’nun yeniden paylaşılmasının açıkça gündeme gelmesi; ABD tarafından desteklenmekle kalınmayıp teşvik edilip yönlendirilen İsrail’in saldırılarını bölgeye yayması ve en son Rusya’nın bölgeki birincil mevziini kaybettiği Suriye’de Esad rejiminin devrilmesiyle İran süregelen bölgesel şekillenmenin başlıca kaybedeni olduğunda koşullar değişmiştir. Ve Erdoğan iktidarı –savaşmayı öngörmese de– şevklenerek İran’a yönelik tutumunu değiştirmekte ve bu ülkenin boşaltığı/boşaltacağı alanları doldurmayı hedeflemektedir.

Esad’ın devrilmesinin arefesinde Türkiye, Rusya ve İran’la Katar’da bir araya geldiği Astana sürecinin son –dağıtılma– toplantısında, tutumuyla sürecin sona erdiğini ortaya koyarak, Rusya’ya olmasa bile, İran’a yönelik ilk düşmanca adımı attı. İran’ın yanıtı, Hamaney’in Esad’ın devrilmesini “Suriye’ye komşu bir hükümet bu olayda açık rol oynadı ve oynuyor, bunu görüyoruz” diyerek Erdoğan hükümetine fatura etmesi oldu.

Ancak söylenmelidir ki, hem örneğin İsrail’in hemen hiç güvenmediği, batının ise “terör listesi”nden çıkarmadığı HTŞ henüz kaygan bir zemindedir ve Suriye’ye egemen değildir, hem de olanca üst perdeden açıklamalara rağmen Suriye’de Türkiye’nin elindeki kozlar abartıldığı kadar güçlü değildir. Evet, Suriye’nin yeni egemenleri olarak sunulan HTŞ ve beraberindeki Şeriatçı güçlerle yakın geçmişe dayalı koruma-kollama ve belirli ölçülerle donatma içerikli oldukça yakın ilişkileri vardır ve Esad’ın devrilmesinde Türkiye’nin desteğinin payı az değildir. Türkiye, MİT Başkanı ve Dışişleri Bakanıyla Colani’yi ilk ziyaret edip “terörist örgüt” listesinde olmasına rağmen kefil olarak ABD’nin yanı sıra HTŞ’yi dünyaya pazarlayan ilk ülkedir. “Karşılığında” Rojava’ya aman verilmemesinin yanı sıra Akdeniz kıyısında bir askeri üsle iki ülke arasında Deniz Yetki Alanları Anlaşması imzalanması ve –İsrail’e Şam’ın güneyine geçmeyeceği garantisi vererek– yeni kurulacak Suriye ordusunu eğitme talebini dayatmaktadır. Ancak “Türkiye tarafından yönlendirildikleri” söylentileri karşısında “kendilerini tek bir kampa koymayacaklarını” açıklayan ve –sonradan bir miktar düşürse de– Türkiye’ye yönelik gümrük vergilerini örneğin unda 10, hazır gıdada 8 kat artıran yeni egemenlerin Türkiye’den daha çok ABD ile ilişkisi bulunmaktadır. Bu ilişkiye birinci derecede önem verecek kadar gerçekçidirler ve olası bir ABD-Türkiye sürtüşmesinde Amerikan “dümen suyu”nda seyretmelerinde şaşacak şey olmayacaktır. Ve –Selefi oluşlarıyla Müslüman Kardeş yönelimli Türkiye’den ayrışsalar da– din ve mezhep birliği dolayısıyla da Türkiye ile yakındırlar, ancak ABD’nin öncelikli desteğine mazhar olan İsrail’in Şam kapılarında olduğunun da farkındadırlar ve onun söz ve dayatmalarını öncelikle dikkate almaları herhalde beklenmelidir. Üstelik HTŞ’nin ilk yurtdışı gezisini Suudi Arabistan’a düzenlediği ve mali yardım sözleri alarak döndüğü, ardından dışişleri bakanının Davos’ta batı burjuvazisine yatırım çağrıları yaptığı, ama burjuvazisi Katar’la işbirliği halinde Suriye’nin yeniden imarından “yağlı” bir pay kapma beklentisiyle yanıp tutuşan Türkiye’nin kendi başına bu tür bir destek sağlayamayacağını bildiği de açık olmalıdır. Suriye’nin imarı için gerekli para Suudilerle BAE’nin yanı sıra Türkiye ile yakınlığı bilinen Katar’dan gelecektir ki, “parayı verenin düdüğü çaldığı” malumdur.

Ek olarak, artık Türkiye’nin, bölgede doğrudan Amerikan çıkar ve hesaplarıyla uyumlu pozisyon alarak, çıkarlarını gözetmek bir yana bu çıkarlara karşı tutum aldığı Rusya ve İran’la ilişkilerinin bir önceki döneme göre kötüleşmesi büyük olasılıktır ve –yaptırımlar nedeniyle ikisi de pazarlama zorluklarıyla yüzleşiyor olsalar da– bu iki ülkeden uygun fiyat ve vadelerle enerji alabilmesi artık herhalde oldukça zorlaşmıştır.

 

Abd’nin Hedefinde Yalnızca İran mı Var?

Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye girişen ABD’nin yakın hedefi İran olmakla birlikte stratejik hedefinin İran’la sınırlı olmadığını söylemek için kahin olmak gerekmiyor. ABD’nin, İran’ın müttefikleri olan ve –bugün için henüz yeni bir paylaşım savaşı talep etmeden– karşısına dikilen rakiplerinin Çin ve stratejik ittifak halinde olduğu Rusya olduğu biliniyor.

Ekonomisi görece hızla büyümesine karşın, Çin henüz gerek ekonomisinin toplam büyüklüğü, gerek doların uluslararası değişim aracı niteliğinin üstesinden gelemeyişi, gerekse yarı-iletkenler gibi belirli sektörlerdeki sorunları nedeniyle ABD ile boy ölçüşebilecek güçte değil. ABD, Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi müttefikleriyle birlikte değerlendirildiğinde ise, müttefiki Rusya ile birlikte düşünülse bile, Çin’in rakipleriyle arasındaki mesafe daha da büyük ve üstelik rekabet kızıştıkça rakipleri birbirine yakınlaşıyor. Öte yandan Çin, ordusunun modernleştirilme ve nükleer silahlarla donatılması ihtiyacı, silahlanma harcamalarının Amerika’nın 1/7-1/8’i kadar oluşu ve Cibuti’deki bir askeri üssüne karşılık dünyayı yüzlerce askeri üsle donatmış ABD ile savaşacak askeri güce bugün için hiç sahip değil. Ukrayna Savaşı ile rekabetin iyice sertleştiğinin pratik olarak netleştiği yakın zamana kadar Çin dünyanın paylaşımı kavgasını ekonomisinin teknik temelinin modern teknolojiye dayalı oluşu ve işgücünün görece ucuzluğuyla güçlü olduğu ekonomik alanda sürdürüyor ve askeri alanda güçlenmeye çalışırken ekonomik yayılmaya ağırlık veriyordu. Bugün de hala öyle. Tek farkla ki, son yıllarda Çin giderek daha büyük bütçeler ayırmakta olduğu silahlanma harcamalarını katlayarak artırıyor ve ekonomik yayılmasının yanında savaşa hazırlanmayı ihmal etmiyor.

ABD ve müttefikleri açısından bir laboratuvar değerinde olan Ukrayna Savaşı ve ardından gelen tarihteki en sert ekonomik, mali ve ticari yaptırımlar şüphesiz ki ciddi zararlar verdi, fakat Rusya’nın ekonomik ve mali açıdan sanıldığı kadar güçsüz ve dayanıksız olmadığı ve –Avrupa’ya gaz akışı kesilse bile– enerji rezervleri, küçümsenemeyecek üretken kapasitesi ve Çin’in de desteğiyle savaş ve yaptırımların yüklerinden beklendiği ölçüde olumsuz etkilenmediği görüldü. Öte yandan bu savaş Rusya ve ordusunun konvansiyonel silahlarıyla yeterince güçlü olmadığını da gösterdi. Görünürde Ukrayna Ordusunu kullanarak NATO, donanmasından birçok gemisini batırıp çok sayıda general ve subayıyla askerini saf dışı bırakarak Rusya’ya –sık sık nükleer silahları masanın üstüne koyan Putin’e nükleer doktrinini değiştirtecek kadar– önemli zararlar verdi. Yine de Rusya, ABD ve İngiltere’nin kullanma izni verdikleri uzun menzilli Amerikan ATACMS ve İngiliz Storm Shadow füzeleri Ukrayna tarafından ilk kullanıldığında, bunu yeni test ettikleri Orişnik füzesiyle yanıtladı. Ve Ukrayna, NATO talimatıyla olmalı, uzun menzilli füzelerin kullanımını durdurdu. Çünkü hipersonik ekipmanlarla donatılmış bir balistik füze olan Orişnik’in henüz dünyada bir benzeri yok ve özelliği, mevcut füze savunma sistemleri tarafından durdurulamaması. Orişnik, füze algılama sistemleri tarafından algılanamıyor ve havada imha edilemiyor. Dolayısıyla Rusya yaklaşık üç yıldır NATO desteğindeki Ukrayna’yı dize getiremese bile, askeri teknoloji ve bu teknolojiyi geliştirme yeteneği bakımından da küçümsenebilir bir ülke olmadığını orta koydu. Bu ülkenin nükleer kapasitesi ve en az ABD’ninki kadar olan devasa nükleer savaş başlığı cephaneliğiyse herkesçe biliniyor.

Şimdi ABD, müttefikleriyle birlikte, bir yandan füze savunma sistemlerini geliştirmeye önem ve ağırlık verirken, diğer yandan Ukrayna Savaşını kışkırtarak, birkaç yıldır uygulamaya koyduğu rakiplerini kendisiyle zamansız bir çatışmaya zorlama taktiği izliyor. Savaşma yeteneğini sınamayı da kapsayarak güçten düşürmek amacıyla Rusya’yı bu nedenle Ukrayna’da sınırlı bir savaşa zorladı. Ekonomik olarak yayılma yollarını kesmeye yöneldiği Çin’i ise yeni bir paylaşım savaşına zorladığı kimse için sır değil. Bunu, Trump önceki başkanlık döneminde Çin’e yüksek gümrük vergileri koyarak açtığı “ticaret savaşları” ile başlatmıştı. Biden çip üretimi ve tedarik yollarını tıkayıp “askeri nitelikli” olduğunu ileri sürdüğü birçok ürüne koyduğu ithalat yasağına Avrupa ülkelerini de uymaya zorlayarak ve Çin liman ve uğrak noktalarını dışlayıp yeni nakliye yollarıyla farklı tedarik zincirleri oluşturarak sürdürdü. Biden’le ABD aynı zamanda, Rusya’nın ardından, Asya’daki müttefikleriyle ilişkilerini yenileyip ittifaklarını tahkim ederek Çin’i kuşatmaya da hız verdi.

 

Ortadoğu’da Amerikan Atağı

Ortadoğu’yla ilgili olaraksa, Çin’in İran’la Suudileri barıştırıp Körfez’i kendi güvenli “ticaret yolu”na dönüştürme girişimine ekonomik ilişkilerini geliştirip yoğunlaştırdığı Hindistan’dan başlayıp Suudi Arabistan üzerinden Akdeniz’e ve Avrupa’ya ulaşacak “yeni ekonomik koridor”a Suudi katılımını teşvik ederek yanıt vermesinin ardından, ABD, son olaraksa, Rusya’nın yanı sıra ekonomik etkinlikleriyle Çin’i de bölgeden dışlamayı hedefleyerek, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı amaçlı dizayn edilmesi atağını başlattı.

Örgütlenmesi ve donanımı henüz yeterince modernize olmayan ordusunun yanında özellikle nükleer yığınağı bakımından da yakın zamanda ABD ve müttefikleriyle boy ölçüşmeye hazır olmayan Çin’in ise zamana ihtiyacı var ve en başta bu nedenle Ukrayna Savaşı’nda örneğin Rusya’yı açıktan desteklemekten kaçındı. Çin’e bu fırsatı vermemeyi amaçlayan ABD ise, hem Rusya hem de Çin karşısında güç politikası izliyor. Özellikle nükleer silah eksiğini Rusya ile ittifakla kapatma tutumunda olan Çin’i savaşa zorlama, savaştan kaçındığındaysa boyun eğmeye ve tavize (başlıca ekonomik yayılmasını sürdüremez kılmaya) mecbur etme yöneliminde olan ABD, Asya-Pasifik’te ittifaklarını tazeleyip güçlendirerek Çin’i kuşatma politikası izlerken, Avrupalı emperyalistleri de peşinden sürükleyerek, kendisi için önemini kaybettiği ileri sürülen Ortadoğu’yu hegemonyası altına almaya girişti.

Aldığı mesafe küçümsenemez. Özetle söylenecek olursa;

  • Öncelikle, Esad rejiminin devrilmesi ve kendisini ülkeye davet eden Suriye’nin dayanağı olmaktan çıkmasıyla Rusya’yı bölge dışına sürmede önemli bir adım attı. Ancak henüz Suriye’deki hava ve deniz üslerini elinde tutan Rusya’nın Suriye’den sürülüp çıkarıldığı ileri sürülemez ve inisiyatifi eline geçirmiş olan ABD’nin rakibini bölgeden dışlayarak hegemonyasını ilanının, Rusya’nın İran’ın yanı sıra enerji üretici ve ihracatçıları olarak ortak çıkarlara sahip olduğu OPEC ülkeleri, Mısır ve İsrail’le ilişkilerinin iyice zayıflatılmasını da kapsayarak, Suriye’ye egemen olma çabasındaki yeni rejimin dayanaklarıyla birlikte yeterince güçlenmesine bağlı olduğu ve eğer gerçekleşecekse, zamana yayılacağı söylenebilir.
  • Amerikan emperyalizmiyle müttefiklerinin desteğindeki İsrail’in koşullarını önemli ölçüde kabul etmeye zorlanan ve en son Trump’ın başkanlığı öncesi İsrail’le ateşkes anlaşması imzalamayı zafer olarak göstermeye çalışan HAMAS’ın büyük ölçüde güçsüzleşmesinin sağlanması bölgede İsrail’in yanı sıra ABD hanesine yazıldı.
  • Lübnan’a yönelik Amerikan destekli İsrail saldırılarında lideriyle çok sayıda komutanını kaybeden Hizbullah’ın cumhurbaşkanı seçiminde eski tutumunu sürdüremeyip ABD, Fransa ve Suudiler tarafından cesaretlendirilip desteklenen karşıtlarına olur verme ve karşı olduğu başbakanı kabullenme durumunda kalmasında yansıyan güç kaybı, bölgede Amerikan karşıtı cephe zayıflarken şüphesiz İsrail’le birlikte Amerikan emperyalizminin bir ileri adımı ve kazanımı durumundadır.

Son süreçte ABD, Lübnan’da Hizbullah aleyhine ileri adımlar atarak Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığı eline geçiren karşıt cephenin organizatörü, destekçisi ve bu ilerlemeden çıkar sağlayanıyken, –tüm süreç boyunca sessiz kalarak İsrail ve ABD’ye destek sunan– dayanaklara sahip olduğu bu ülke üzerinde etkiye sahip Suudiler ve BAE gibi müttefikleriyle ilişkilerini yeniledi ve bu ülkelerle İsrail arasındaki normalleşmenin zemininin de yenilenip sağlamlaşmasını sağladı.

  • ABD’nin ilişkilerini yenilediği ülkeler Suudiler ve BAE ile ve yenilenme nedeni Lübnan’daki gelişmelerle sınırlı değil. Filistin’de egemenliğini pekiştiren İsrail’in Şam’a kadar ilerlemesi, Suriye’de Esad’ın devrilmesi ve Rusya’nın yanı sıra bölgede etkisi kırılan İran’ın alan kaybetmesi türünden Ortadoğu’da ülkelerin konumlanışıyla güç ilişkilerini önemli ölçüde değiştiren 2024 sonu ve 2025 başındaki gelişmeler, ABD’nin bölgedeki bütün ülkelerle ilişkilerini yenilemesine temel oluşturdu. Mısır ve Ürdün bu ülkelerdendir. Suudi Arabistan’ın adı özellikle zikredilmelidir. Suudiler (ve BAE), ABD’nin yanı sıra, Türkiye vb. güçlerin de katılımıyla Suriye’de rejim değişikliğine neden olan, İsrail saldırganlığıyla karakterize son sürecin başlıca kazananlarındandır. Kesenin ağzını açtığı ve Sünnilerin hamiliğini yaptığı Lübnan ve HTŞ rejiminin ilk dış ziyaretini gerçekleştirdiği ülke olarak Suriye üzerinde etkisi arttı.

ABD’nin ilişkilerini yenilediği ülkeler arasına –Suriye Kürtleriyle ilgili anlaşmazlığın sürmesine rağmen– Rusya ile İran’ı ve “Astana Süreci”ni boşa düşürerek SMO’nun yanı sıra HTŞ’yi cesaretlendirip destekleyerek Suriye’de belirli bir etki sahibi olan Türkiye de eklenmelidir. Ancak Kürt sorunu gibi bir “yumuşak karnı” bulunmasının yanı sıra artık bölgede Rusya ile ABD arasındaki çelişmelerden yararlanarak kendi özel çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışması fazlasıyla zorlaşan Türkiye’nin ABD ile daha da yakınlaşmaktan başka olanağı kalmadığı söylenebilir ve ABD’nin bölge politika ve stratejisine daha yakından bağlanması beklenmelidir.

  • Aldığı destek azalan Ensarullah’ın eski aktif tutumunu sürdürmekte zorlanması yine bölgede İsrail’in yanı sıra Amerikan emperyalizminin lehine bir gelişme. Yine de Yemen ve Husiler ya da Ensarullah İran’ın ülke dışındaki henüz büyük bir darbe almamış bir destekçisi olmaya devam ediyor. Üstelik Suriye’de rejim değişikliğinin ardından Husiler bölgede hala Amerikan ve Siyonizm karşıtlığının olduğu kadar İran’ın ülke dışından aldığı desteğin en aktif gücü durumunda. İsrail’in Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırıları sırasında Kızıldeniz’de İsrail bandıralı ve bu ülkeye sefer yapan gemileri hedef alacağını ilan ederek bir bölümünü vurup bu su yolunda trafiği önemli ölçüde aksatan Husilerin 2025 Ocak’ında İsrail Savunma Bakanlığı’nı hedef alan süpersonik füzesi küçümsenemez tahribata yol açtı ve bu aynı ay içinde gerçekleştirdiği onlarca saldırıdan sadece biriydi. Husiler aynı zamanda Kızıldeniz’deki Amerikan donanmasına ait USS Harry S. Truman adlı uçak gemisine bugüne kadar 8 kez füze ve dronlarla saldırdı. Bu saldırıları, Amerikan-İngiliz ortak hava akınlarının yanı sıra İsrail’in sonuncusunu 100 uçakla havadan bombalayarak Yemen’in hemen tüm limanlarıyla elektrik santrallerini vurmasıyla yanıtlandı. Ancak Yemen hem Gazze gibi İsrail’in kolaylıkla ulaşabileceği bir ülke değil, hem de Suudilerle BAE’nin yıllar boyu sürdürdükleri halde sonuç alamadıkları sadece hava saldırılarıyla Yemen’e diz çöktürmenin olanaksızlığı deneyle sabit ve İsrail ABD tarafından desteklense bile bu ülkeye yönelik bir kara harekatı gerçekleştirme kapasitesine ise sahip değil.
  • Esad rejiminin devrilmesi dolaysız olarak bölgede Amerikan emperyalizminin hegemonyasını pekiştirmesi yönünde attığı önemli bir adımken, bu ülke üzerinden Hizbullah’a ulaşan lojistiğinin artık olanaklı olmaktan çıkması türünden sonuçlarıyla bölgenin önemli bir bölümüyle karadan irtibatı kesilen İran’ın Suriye’yi tamamen kaybettiği bölgedeki müttefiklerinin geri kalanının zayıflatılıp önemli ölçüde yalnızlaştırılarak kendi sınırlarına sıkıştırılması, gerçekte bölgede –İsrail’in yanı sıra– Amerikan emperyalizminin asıl kazanımıdır.
  • İsrail ve ABD’nin attığı ileri adımlar ve Esad rejiminin devrilmesiyle farklılaşan koşullarda “Şii Hilali”nin neredeyse tamamen çökmesiyle İran ülke dışındaki etkinliğini kısıtlayıp kendi sınırlarına çekilme ve ortalama bir politika izleme eğilimine girerken, üzerindeki etkisinin azalmaya başladığı ve daha da azalması beklenmesi gereken Irak’ın dikkatini Suriye’nin doğusunda yeniden örgütlenip silahlanmaya başlayan IŞİD’ın ABD tarafından teşvik edilebilecek yeni saldırıları olasılığında yoğunlaştırması, birkaç ay öncesine göre, Ortadoğu’da hegemonyasını pekiştirmesi bakımından şüphesiz Amerikan emperyalizmi lehine bir gelişmedir ve Irak üzerindeki etkisinin artışına dayanaklık etmesi beklenmelidir.

 

Yakın Hedef İran

Ciddi darbeler alan HAMAS’la Hizbullah ve devrilen Esad rejimi gibi destekleriyle ülkesi dışındaki etkinliği zayıflayan, bölgeye yönelik Amerikan stratejisinin hedefindeki İran, –müttefiki Rusya ile birlikte– yeniden paylaşım masasına yatırılan Ortadoğu’da son sürecin başlıca kaybedenidir. Yeni dayatmalarla yüz yüze kalacağı, geri adımlar atmaya ve hatta –şüphesiz hızla sonuç vermesi beklenmemesi gereken– rejim ve eksen değişikliğine zorlanacağını öngörmek yanlış olmaz.

ABD’nin ilk adımının, müttefiki emperyalistleri de peşinden sürükleyerek oluşturacağı siyasal diplomatik baskıyla İran’ın ısrarla geliştirmeye çalıştığı nükleer enerji alanında olacağı ve bu ülkenin olasılıkla bu alanı “uluslararası” denetime açmaktan kaçınamayacağını tahmin etmek zor değil. İran zaten yıllardır ağır bir Amerikan ambargosu altında ve ağırlaşması şaşırtıcı olmaz.

Filistin’den başlayıp Lübnan ve Suriye’de süren ve ABD tarafından desteklenen İsrail saldırganlığı karşısında yasak savma içerikli tepkiler bir yana sessiz kalarak pasif savunma ve geri çekilme tutumunu benimseyen İran’ın bundan sonra yüz yüze kalacağı zorlukların büyüyeceği tartışmasız. İran’ın sessizliğinin, müttefiklerini, bu ülkeye yönelik olası saldırılara karşı aktif tepkiler vermekten uzak durmaya yöneltmesi kadar Türkiye ve İsrail gibi rakiplerini cesaretlendireceği ve cesaretlendirdiği açık.

Ortadoğu’da ABD inisiyatifinin artışının ardından, 17 Ocak’ta, ikisi de ŞİÖ üyesi müttefikler olan İran’la Rusya’nın kendilerini ve dayanışmalarını toparlamaya yönelik olarak imzaladıkları 47 maddelik “Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması” da, tersine, benzer sonuçlara neden olacak görünüyor. Anlaşma, “iki ülke arasındaki ilişkileri yeni bir düzeye taşımayı hedef”lemekte ve “ekonomik, ticari, bilimsel, teknolojik, kültürel ve güvenlik alanlarında kapsamlı işbirliği mekanizmalarının kurulmasını” öngörmekte, ancak bir askeri savunma işbirliğini kapsamamaktadır.[5] Bu haliyle anlaşma, rakipleri tarafından herhalde, Rusya’nın, Ukrayna Savaşında silah ve cephane göndererek kendisini destekleyen İran’ı hedef alabilecek olası bir silahlı müdahale ya da savaşa katılmak zorunda kalmaktan kaçındığı şeklinde anlaşılacaktır.

Aldığı darbeler sonrasında İran’ın geri çekilmesini kolaylaştırma ve savunmasını güçlendirme yönündeki önlemlerinin amacının tersine sonuçlar üretmesinin bir diğer örneği, Suriye ile belirli bir ilişki sürdürmeyi hedefleyerek attığı adımdır. İran Suriye’de Esad’ın devrilmesinin ardından iktidarı eline alma çabasındaki HTŞ’ye ılımlı meajlar vererek “iki ülke arasındaki iyi ilişkiler”den söz ettiğinde, zaten ABD’nin baskısını artırdığı, üzerindeki İran etkisi küçümsenmeyecek boyuttaki Irak başbakanının benzeri açıklamalar yapmasından doğalı yoktu ve yaptı. Geri çekilmekte olan İran’la ilişkilerini gevşetmeye ve çeşitli vesilelerle ülkedeki İran etkisinden rahatsızlığını belirterek bu etkiyi geçersizleştirmeye ve İran yanlısı milis örgütü Haşdi Şabi güçlerini pasif tutum almaya yöneltmesi beklenen şeydi ve öyle oldu. İran’ın bu yönlü tutumunun, zaten Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması kapsamında yakın hedef olarak İran’ı belirleyen ABD’yi de atacağı yeni adımlarını hızlandırmaya teşvik edeceği ortada.

Ülkesi dışındaki destekleri zayıflayıp sınırlanan İran, şimdi artık HAMAS, Hizbullah ve Esad’ın desteğinden yararlanamayacağını gibi, ABD ve müttefikleri tarafından teşvik edilip üzerine yöneltilebilecek yeni güçler tarafından da tehdit edilecektir.

– ABD CIA aracılığıyla uzun zamandır İran Azerileri üzerinde çalışmaktadır ve çabalarını hızlandırıp yoğunlaştırması şaşırtıcı olmayacak. Türkiye, Azeriler üzerinden belirli roller oynamaya teşvik edilebilir.

– Bir bölümü Afganistan sınırları içinde kalan, ancak nüfus ve topraklarının büyük bölümüyle Pakistan’la İran arasında bölünmüş olan Beluciler her iki ülkede de hareketli durumda ve daha geçen yıl bu iki ülke karşılıklı olarak birbirlerinin Beluci topraklarını “terör” gerekçesiyle bombaladı. Amerikan emperyalizminin, tıpkı Rojava Kürtlerinin ulusal talep ve mücadelelerini istismar ettiği ve gerek Türkiye’ye karşı gerekse bölgeye ilişkin genel stratejik amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştığı gibi, Beluci ulusal hareketini de kullanmaya çalışmasından daha doğalı olamaz.

– Ülkenin güneybatısında Basra Körfezini çevreleyen, gayrı resmi olarak El Ahvaz olarak da anılan Huzistan bölgesinde yaşayan, nüfusun %2-3’ünü oluşturan ve İran’ın zaman zaman sorunlar yaşadığı Arapların Amerikan emperyalizminin yanı sıra özellikle Suudilerin kışkırtmalarına muhatap olmaları şaşırtıcı olmaz. İran Araplarının önemi, en çok, yaşamakta oldukları Körfez bölgesinin İran’ın enerji kaynakları ve ihracatı bakımından stratejik öneminden gelmektedir.

– ABD’nin İran’da yakın dönemlerde sessiz kalıyor olsalar da bir dönem rejime karşı ayaklanmış olan ulusal baskı altındaki Kürt nüfusunun varlığını değerlendirmesi kuşkusuz beklenmelidir. Suriye ve Kürt sorunu ayrı bir yazının konusu. Ancak belirtmeliyiz ki, ABD her ulusal sorun gibi, Kürt sorununu da, kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda Suriye’de kullanmaya çalıştığı gibi, İran’a yönelik olarak da kullanma çabasında olacaktır. Ortadoğu’nun devletsiz ulusu olan Kürtlerin 4 ülkeye bölünmüş oluşu, Rojava Kürtlerinin ABD ile sahip olduğu ilişkiler ve İran’da PKK ve PYD’nin “kardeş örgütü” PJAK’ın belirli bir örgütlülük ve etkiye sahip olması bu kullanımın potansiyel zeminidir. Türkiye’de Bahçeli tarafından gündeme getirilen ve Öcalan’la görüşmelerle sürdürülen adı konmamış son “süreç” kapsamında dile getirilip savunulan “1000 yıllık Türk-Kürt ittifakının gücü” ve “kazan-kazan” olarak formüle edilen “hem Türklere ve hem de Kürtlere kazandıracakları” içerikli Türkiye’nin yayılmacılığının desteklenmesine yeşil ışık yakan ve belirli bir etkiye sahip olduğu görülen yaklaşımlar en azından bazı Kürt çevrelerinin Amerikan emperyalizminin İran’a yönelik hesaplarında rol almaya yatkın olabileceklerini işaret etmektedir. ABD yönlendirmesinde Türkiye ve Kürtlerin İran Kürtlerini etkileyip harekete geçirmeyi de kapsayan birlikte ya da ayrı ayrı ama koordineli hareket etmelerinin olanaksızlığı ileri sürülemez.

– Etnik sorunların kışkırtılıp  teşvik edilmesinin yanı sıra ülke ölçeğinde son örneği Mensa Amini protestoları olan kitlesel gösterilere yol açan baskı altındaki halkın demokratik taleplerinin görünüşte desteklenmesi ve üst katmanlar arasında reformcu-muhafazakar çelişkilerinin tahrik edilmesi yoluyla vb. ülke içinde karışıklıklar çıkarılması da olası gelişmelerdir.

 

Ortadoğu’nun ABD İçin İkincil Önemde Olduğu Tezi Çöktü!

Pasifik’te Çin’le çatışmaya odaklandığı ve “yeşil kapitalizm”in hidrokarbon yakıtların dışlanmasını getirdiği türünden iddialarla gerekçelendirilerek ileri sürülen ve önceki başkanlık döneminde Trump’ın “Amerikan askerlerini Suriye’den çekeceği” yolundaki açıklamasıyla kanıtlandığı varsayılan yeni moda tez “ABD açısından Ortadoğu’nun eski önemini kaybederek ikinci plana düştüğü” idi.

Ancak gözlerimizin önünde gerçekleşen, 2023 Ekim’inde İsrail’in Gazze’ye saldırılarıyla başlayıp Esad’ın devrilmesine uzanan ve müttefiklerini de peşinden sürükleyerek ABD’nin yeniden paylaşılmasını gerçekleştirmekte olduğu son gelişmelerle, Ortadoğu’nun “Asya-Pasifik’e yoğunlaşan ABD açısından önemini yitirdiği” tezinin doğru olmadığı görüldü.

Öncelikle, ciddiye alınabilecek analizlerin sözler ve açıklamalara dayandırılamayacağı bir kez daha doğrulandı. Trump önceki döneminde “Suriye’den asker çekme” açıklaması yapmıştı, ama bu birçok benzeri gibi hayata geçmedi, askerlerini çekmek bir yana, ABD bölgedeki gücünü uçak gemileri ve muhriplerle takviye etti. Görüldü ki, ABD bölgedeki tüm gelişmelerin odağında.

İkisinin de kıyı ülkesi oldukları Pasifik’in, ABD ile Çin arasındaki nihai çatışmanın alanı olması olasıdır. Ancak bu başkadır, Ortadoğu’nun öneminden kaybettiği iddiası başka. Bölgenin sadece ABD açısından değil, Çin açısından da önemini, üstelik artırarak koruduğu söylenmelidir.

Ortadoğu, Rusya’nın Suriye üzerinden Akdeniz’e açılma olanağı bulduğu, Rusya ile ittifak halindeki İran’ın “Şii Hilali”ni de etkin biçimde kullanarak Amerikan çıkarlarının gerçekleşmesini engelleyebildiği, bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştiren Çin’in ise etkinliğinin artmakta olduğu bir çatışma alanı durumundaydı ve sadece bu yönüyle bile ABD açısından öneminden kaybettiğini ileri sürmek gerçekçi değildi ve ileri sürülemeyeceği görüldü.

Ortadoğu enerji arzı bakımından dünyadaki önemini korumayı sürdürüyor. “Yeşil enerji” adıyla önemi büyüyen alternatif enerji kaynaklarının kullanım alan ve miktarı giderek artmasına rağmen petrol ve doğalgaz hala yaygın kullanılan enerji türü durumunda ve bölgenin enerji rezervlerinin en az 30 yıl yetecek miktarda olduğu biliniyor.

Yeşil enerji” kullanımının artmakta olduğu doğru, ancak daha çok buradan türetilen “yeşil kapitalizm” kavramı “iklim değişikliği” nedeniyle tedirginliği artan ve tepkileri yükselmekte olan dünya halklarını aldatıcı içeriğiyle dolaşıma sokuldu. Fakat petrol ve doğal gaza yatırım yapmış olan hidrokarbon enerji tekelleri her yıl kârlarını katlıyor ve yatırımlarını azaltmak bir yana yeni yatırımlar yapmaya devam ediyor. Görünüşü kurtarmak amacıyla karbon bazlı enerji tekellerine yeni yatırımları için kredi açmayacaklarını açıklayan Bank of America gibi banka ve finans tekellerin bu açıklamaları, tıpkı Trump’ın “asker çekme” açıklaması gibi lafta kaldı ve enerji tekelleri hiç kredi sıkıntısına düşmedi. Üstelik, en ünlüsü Black Rock olan finans ve yatırım tekellerinin yönetim kurulları karbona dayalı enerji tekellerinin sahip ve yöneticileriyle dolu. Bunlar etkili siyasal pozisyonlar da tutuyor; örneğin seçim kampanyasında petrol tekellerine destek açıklamaları yapan Trump’ın yeni kabinesinin Enerji Bakanı Wright, Liberty Energy’nin CEO’su; İçişleri Bakanı Burgum ise, bir başka fosil yakıtçı.

Öte yandan, kaynak çeşitlendirilmesi ve petrolle doğalgazdan “yeşil enerji” türlerine dönüşüm zaman alacak olduğu kadar; sertleşen emperyalistler arası kavga ve ABD’nin niyetleriyle rakiplerine savaşı dayatması dolayısıyla, 30 yıl,  dünyanın paylaşılması açısından yeterince uzun bir süre. Kimse, başlıca büyük emperyalist rakipler arasındaki nihai kapışmanın 30 yıl erteleneceğini garanti edemez ve bu süreçte hiçbir emperyalist ülkenin bu rezervler ve onları barındıran topraklardan vazgeçebileceğini ileri süremez.

ABD’nin enerji bakımından kendisine yeterliliği ve ek olarak kaya gazını kullanıma sokması Ortadoğu petrol ve gazını gözden çıkardığı ya da çıkaracağı anlamına gelmez. Kendi ihtiyacı olmasa bile rakiplerinin ihtiyaçlarını karşılamalarını engellemeye çalışma, emperyalizmi emperyalizm yapan başlıca özelliklerdendir.

… tekeller, özellikle, tüm hammadde kaynaklarını ellerine geçirdikleri zaman daha sağlam bir görünüm verirler. Uluslararası kapitalist birliklerin, rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yoketmek, onları örneğin demir cevherinden, petrol kaynaklarından vb. yoksun bırakmak için nasıl büyük bir çabayla çalıştıkları[6] üzerinde duran Lenin şunları yazmıştı:

Emperyalizm için başta gelen şey, egemenlik için çalışan büyük güçler arasındaki rekabettir; yani doğrudan doğruya kendisi için değil, ama rakipleri zayıflatmak, onların egemenliklerini sarsmak için de toprak ilhak edilmektedir (Belçika, İngiltere’ye karşı bir destek noktası olarak Almanya’yı ilgilendirmektedir; İngiltere’nin Bağdat’a ihtiyaç duyması, buranın Almanya’ya karşı bir destek noktası olarak kullanılmasındaki elverişliliktir vb.)”[7]

Ve bu yönüyle, enerji ihtiyacı bakımından kendisine yeterli olandan fazlasına sahip bir enerji ihracatçısı olan Rusya için olmasa bile, hızlı gelişen sanayisi ve enerji açlığı bilinen Çin açısından Ortadoğu yaşamsal önemde. Çin petrol ithalatının %68.6’sını Ortadoğu ülkelerinden yapıyor. Bu rakamın çok büyük bir yüzdeyi ifade etmesi ve Çin’in Ortadoğu’ya enerji bağımlılığını ortaya koymasının yanında en az bunun kadar önemli bir diğer gerçek, Çin’in enerji ithalatının %65’ini Basra Körfeziyle Hürmüz Boğazı ya da Süveyş Kanalı ve Babülmendep Boğazı’ndan geçen deniz yollarıyla yapmakta oluşudur. Dolayısıyla ABD’nin başlıca rakibi durumundaki Çin açısından Ortadoğu hem enerji rezervleri hem de enerji nakil yolları açısından devasa önemdedir. Ve bir emperyalist ülke olarak Çin’in, yalnızca ve tamamen, müttefiki olmakla birlikte çözülmemiş sorunlara da sahip olduğu Rusya’nın petrol ve gazına bağımlı olmayı tercih etmesi düşünülemez. ABD açısından ise, Çin için yaşamsal önemi olanı kontrol etmek ihmal edilemeyecek şeyken, bölgeye ilişkin yakın hedefi durumundaki –Çin’in müttefiki– İran’ın topraklarının Körfez ve Hürmüz Boğazı boyunca uzanması ve Süveyş’in girişindeki Boğazı Yemen ve Husilerin tehdit etmesi katlanılır gibi değildir.

Öte yandan Ortadoğu Çin açısından yalnızca enerji (ya da hammadde) bakımından değil, ama giderek genişleyen bir pazar olarak artmakta olan değerinin yanı sıra özellikle Avrupa’ya ihracatı ve nakil yolları bakımından da yaşamsal önemde. Çin, Avrupa ve Afrika’ya ihracatının %60’ını BAE limanları üzerinden Ortadoğu ve bölgenin tedarik zinciri ve su yollarını kullanarak gerçekleştiriyor.

Sonuç şudur ki, ABD’nin Çin enerji ithalatını kontrol altına alıp engelleme fırsatıyla bu ülkenin ihracatını denetleme ve şüphesiz engelleme olanağının anahtarı durumundaki Ortadoğu’yu egemenlik altına almayı önemsememesi ve bölgenin enerjisiyle beslenen Çin sanayiinin üreteceği örneğin elektrikli araçlarla şimdiden kendisiyle rekabet edemez olan Alman otomotiv sanayiini de fabrika kapatmaya zorlayarak Avrupa pazarını ele geçirmesini seyretmesi düşünülemezdi! ABD, en başta bu nedenle Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye girişti.

 

Sonsöz

İngiltere’yi de yedekleyerek Amerikan emperyalizminin yeniden dizayn etmeye giriştiği Ortadoğu’da belirli bir üstünlük sahibi olduğu bir gerçek. Ancak zayıflatılsalar bile HAMAS’la Hizbullah ve İran başlıca mevzilerinden sökülüp atılmamışken, ne HTŞ’nin henüz tam egemenlik altına alamadığı, birden fazla emperyalist ve yayılmacı bölge ülkesinin asker de bulundurarak gücünü sınadığı, yeni gelişmelere gebe olması olası, çok sayıda etnik ve mezhepsel soruna sahip Suriye’de ne de Ortadoğu’da ABD, kazanımlar elde etmiş olmakla birlikte, kendi dışındaki tüm güçleri “hizaya getirerek” hegemonyasını ilan edebilmiş durumda. Kazanımlarının pekiştirilmesi henüz ABD’nin önündeki iş ve “züccaciyeci dükkanındaki fil”i andıran Trump’ın bunu ne ölçüde başaracağını göreceğiz. Ve belirtilmeli ki, ABD’nin kazanımları, genele ilişkin etkileri de olacak olmakla birlikte başlıca İran ve belirli ölçülerle Rusya karşısında elde edilmiş kazanımlar. Bölgede henüz başlıca rakibi Çin’le olan hesaplaşması ise dönüm noktasını aşmak bir yana önümüzdeki döneme yayılacak. Öte yandan stratejik mütefiki İngiltere de dahil olmak üzere Fransa ve Almanya gibi Avrupalı müttefikleri ABD’nin açtığı yoldan doluşmuş olsalar bile, bölgede onunla rekabet halinde olacak.

Özetle Amerikan emperyalizminin tüm diğer emperyalistleri devreden çıkararak Ortadoğu’yu kendi “arka bahçesi”ne dönüştürdüğü ileri sürülemez. Üstelik Esad devrilip İran geriletilmiş olsa bile, belirli bölge ülkeleri de hala ABD’ye sorunlar çıkarabilme potansiyeline sahip. Bunlar yalnızca siyasal sorunlar olmayacak; örneğin Suudiler, BAE, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerin kendi özel çıkarlarını eksen alarak görece uzun süredir hem ABD ve hem de Çin ve Rusya ile sürdürdükleri mali, ekonomik ve ticari içerikli “iki yanlı ilişki” de az sorun değil.

Daha da önemlisi, anti-Amerikan tutumlarıyla Esad rejimi tarihe karıştı ve HAMAS önemli darbeler aldı, ancak henüz Ortadoğu halkları sözlerini söylemeye başlamadı. Arap ayaklanmaları ilk işaretti ve kuşkusuz gerisi gelecektir. Hele Gazze’ye “satılık emlak” gözüyle yaklaşan ve her türlü pervasız zorbalıktan geri kalmayacağı görülen Trump’ın, gümrük tarifelerini yükseltmek ve Kanada’yla Grönland’da olduğu gibi silaha başvurmakla tehdit ettiği emperyalist “müttefiklerinin” tırmandıracakları rekabetlerine muhatap olmasının yanında halkları da anti-emperyalist mücadelele bayraklarını yükseltmeye teşvik etmesi beklenmelidir.

 

[1] EuroNews (2024) “Esad’dan mektup: Adım adım Suriye’den nasıl ayrıldığını yazdı”, https://tr.euronews.com/2024/12/16/esaddan-suriyeyi-terk-ettikten-sonra-ilk-aciklama-tek-secenek-mucadeleyi-surdurmekti

[2] Avrupa Postası, (2024) “Halep’e 350 muhalif savaşçı girdi, 30 bin hükümet askeri geri çekildi”, https://www.avrupa-postasi.com/putin-halepe-350-muhalif-savasci-girdi-30-bin-hukumet-askeri-geri-cekildi

[3] The Jerusalem Post (2025) “Israel must prepare for potential war with Turkey, Nagel Committee warns”, https://www.jpost.com/israel-news/article-836362

[4] Bahçeli’nin çağrısı buna yönelik çözüm arayışıdır.

[5] Farzam R. (2025), “İran-Rusya Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması”, İRAM (İran Araştırmaları Merkezi), https://www.iramcenter.org/iran-rusya-kapsamli-stratejik-ortaklik-anlasmasi-2583

[6] Lenin, V. İ. (2009) Emperyalizm: Kapitalizmin en Yüksek Aşaması, çev. C. Süreya, 12. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 93.

[7] Lenin, age, sf. 103.