Mustafa Yalçıner

 

Temmuzda arka arkaya önce Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), arkasından ise NATO toplantıları vardı. İki toplantı da, yeniden paylaşım mücadelesinin sertleştiğini, dünyanın giderek daha fazla gerilmekte olduğunu yeniden kanıtlar nitelikteydi.

NATO’yla karşılaştırıldığında henüz siyasal-askeri yönü öne çıkmayan daha gevşek bir örgütlenme olan ŞİÖ, adından da anlaşılabileceği gibi, Rusya ile birlikte, ama ondan daha çok Çin odaklı bir örgüt. ABD ve Avrupalı emperyalistlerle de ilişkilere sahip bir dizi Ortaasya ülkesiyle Hindistan ve Pakistan da örgüte üye ve Pakistan bir yana, diğerleri ŞİÖ’nün askeri siyasal bir örgüt olarak pekiştirilmesinden yana görünmüyor. Oysa Hem Rusya ve hem de Çin’in ihtiyaç ve tutumları bu yönde ve son toplantıda da bu görüşlerini dile getirdiler. Acilen ittifaklarını pekiştirmeye ihtiyaç duyuyorlar.

NATO daha merkezi ve siyasal askeri amaç ve hedeflere sahip çok yönlü bir birlik. ŞİÖ ile karşılaştırıldığında, bu, rakipleri karşısında özellikle ABD’ye avantaj sağlıyor.

Rusya ve özellikle Çin aynı zamanda BRİCS ülkelerinin de odağında duruyor. İkisi için BRICS de amaçlarına hizmet için kullanmaya çalıştıkları bir diğer platform. Hem BRICS hem de ŞİÖ, şimdilik Rusya ile Çin’in başlıca ABD, ama tabii müttefikleri durumundaki Avrupalı ve Japon emperyalistleri karşısında dayanaklarını genişleterek güçlendirip sağlamlaştırmayı amaçladıkları daha çok mali, ekonomik ve bu niteliğinin izin verdiği ölçüde siyasallaşma durumunda “aletler”. Yoksa şüphesiz Çin de, örneğin arasında tarihsel sınır sorunu olan Hindistan’la sıkı bir ittifak ilişkisi geliştirebilmesinin en azından yakın tarihte olanaklı olmadığının farkında olmalı. Aynı olanaksızlık, yine aralarında sınır çatışması ve kangren durumundaki Keşmir sorunu bulunan Pakistan’la Hindistan’ın müttefikler olarak bir arada durabilmeleri açısından da geçerli.

Ancak buna rağmen ne Rusya ne de Çin bu iki örgütü yeni üyelerin katılımıyla güçlendirmekten geri duruyor. Azerbaycan Çin’in onayıyla ŞİÖ’ye üyelik ölçütünü yükseltme adayıyken, BRİCS 2024 başında Mısır, Suudi Arabistan, BAE, İran ve Etiyopya’nın katılımıyla genişledi.

Bir ölçüde Azerbaycan ve özellikle İran dışta tutulursa, diğerlerinin, bırakalım askeri ve siyasal-stratejik yönüyle ekonomik, ticari ve mali yönüyle bile Çin ve Rusya’nın yanında saf tuttukları ileri sürülemez. Evet, Suudilerin Çin’le ilişkileri son yıllarda olumlu bir seyir izledi; enerji sağladığı Çin’de yatırımlar yaparken teknik yardımlarını aldı ve Çin’in arabuluculuğunda İran’la yeniden diplomatik ilişki kurarak düşmanlık ilişkisinin gelişmesinin önünü kesti. BAE’nin aynı şekilde Çin’le ilişkileri olumlu seyir izliyor; enerji sağlıyor, Çin’le ilişkileri üzerinden ekonomisini çeşitlendiriyor ve Çin’in Avrupa ve Afrika’yla ticaretinin %60’ı limanlarından gerçekleşiyor. Ancak Hindistan örneğin ABD-Avrupa projesi olan Hindistan’dan Suudiler üzerinden Avrupa’ya uzanacak “Yeni Ekonomik Koridor”un başlıca kurucularından. BAE, Lübnan’ın iç savaşla birlikte bu işlevi sürdüremez hale gelişinin ardından, bölgede sadece olmasa bile başlıca “batının” önde gelen finans merkezleri arasında. Mısır’ın evet, ordusu başlıca Rus silah ve teçhizatıyla donatılmış halde, ancak ABD’den her yıl aldığı milyar dolarlık yardımlarla bölgede bu ülkeye herhangi bir zorluk çıkarmayıp tersine destek olduğu biliniyor.

Ancak, Rusya ve BRICS’in son genişlemesinin arkasındaki asıl güç durumundaki Çin yine de ve şüphesiz rakipleriyle bağlantılarını bile bile bu tür yeni ilişkilerle genişleme ve bu ilişkileri yayılmalarının dayanakları olarak değerlendirme yöneliminde.

Açıklaması nedir?

Bu, özellikle eski paylaşımın yenilenmesini talep eden yükselişteki emperyalistlerin öteden beri uygulayageldikleri bir yayılma yöntemidir.

Paylaşımın yenilenmesini talep eden yükselişteki emperyalist nitelemesi, dünyanın büyük bölümünün rakibi ya da rakiplerinin etkisi altında olmasını önvarsayar. Bu, özellikle siyasal ve askeri bakımdan rakip ya da rakiplerin giderek azalmakta olsa da baskınlığı demektir. Dünyanın önemli bölümlerinin NATO ve AB türünden askeri siyasal birliklerle Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve hatta Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurum ve kuruluşlar aracılığıyla örgütlenmiş rakip emperyalistlerin etki ve hegemonyası altında olduğu koşullarda aslında tutulacak başka yol da yoktur.

NATO ve AB dışında sayılan tüm uluslararası örgütlere üye olan Çin örneğin ekonomik olarak güçlenip ilişkilerini yaygınlaştırdıkça bu örgütlerde tuttuğu yerleri de sağlamlaştırmaya başladı. Zaten veto yetkisine sahip bir Güvenlik Konseyi üyesi olduğu BM’de önerdiği –yoksulluğun azaltılmasını, gıda güvenliğini, kalkınma için finansmanı vb. öngören– “Küresel Kalkınma Girişimi” BM Genel Sekreteriyle yüzden çok ülkenin desteğini aldı ve BM KKG Dostları grubuna 2022’de üye olan ülke sayısı 68’i buldu. Yine Çin’in önerdiği –tüm ülkelerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı, soğuk savaş zihniyetini reddetme, tek taraflılığa ve rakip bloklar arasında çatışmaya karşı çıkma, tüm ulusların meşru güvenlik kaygılarına saygı gösterilmesi, farklılıkları diyalog yoluyla çözmeye çalışma, geleneksel ve geleneksel olmayan güvenlik sorunlarını yönetmek için ortak koordinasyon kurulmasını öngören– “Küresel Güvenlik Girişimi” yine Genel Sekreterle BM’de çok sayıda ülkenin desteğini sağladı. İki girişim de, Çin’in ülkelerinin kalkınma ve güvenliklerine önem ve değer verdiği “halkların dostu” olduğu imajını yaratmaya yönelik gündeme getirildi. İkisi de, Çin’in asıl olarak çoğu görünüşte bağımsız ama mali ve ekonomik açıdan bağımlı ülkeler ve halkları arasında etkisini yaymaya yönelik girişimler. Son ŞİÖ Astana Zirvesinde da gündeme getirilen BM’nin güçlendirilmesini ve “uluslararası hukuk düzeni”ni savunan “Küresel Güvenlik Girişimi” Zirve sonuç bildirgesinde de yer aldı. Üstelik BM Genel Sekreteri Guterres de Zirve’nin onur konuğuydu.

Sadece BM ve BM’de gündeme getirdiği girişimlerle değil, Çin gelişkin ya da gelişkin olmayan, güçlü ya da zayıf demeden olanaklı bütün ilişkileri yayılmasının dayanakları haline getirmeye ve rakipleri karşısında, şüphesiz onları gerileterek, dünyanın paylaşılmasından aldığı payı sürekli artırmaya çalışıyor. Çin, aralarında bir dizi sorun çözülmemiş olarak kalan Rusya’yla tamamen stratejik bir ittifak kurup Kim Jong İl, Hamaney ve Lula’yla birlikte görece gelişkin siyasal bağlamı da olan K. Kore, İran ve Brezilya’yla ilişkilerini değerlendirirken, Veliaht Prens Salman ve Halife bin Zayid… gibileriyle birlikte Suudiler, BAE… gibi ülkelerle geliştirdiği siyasal yönleri de olan ekonomik, mali ve ticari ilişkileri kullanarak ABD ve Avrupalı emperyalistlerin aleyhine sadece bölgede değil genel olarak dünyada ilerlemeler kaydetme çabasında. Tüm bunlar, şüphesiz Çin’in –ülkesine ciddi sermaye yatırımları yapan ABD ve Avrupalıların da katkısıyla– gerçekleştirdiği hızlı endüstriyel atılımlarla olanaklı hale geldi. Birkaç on yıl içinde modern bir teknik temel üzerinde küçümsenmez bir sanayileşmeyi başaran Çin, neredeyse Amerikan ekonomisiyle boy ölçüşecek düzeye ulaştı. Dünyanın en büyükleri arasında kendilerine ilk sıralarda yer bulan dev sınai ve mali tekellerine yaslanarak Çin, kuzey Amerika dışında tüm kıtalardaki sermaye yatırımları, verdiği kredi ve borçlar ve ticaret hacmi bakımından artık rakiplerinin önünde.

Rakipleri de bunu görüyor ve önlem alıyorlar. Ukrayna “sorunu” üzerinde yoğunlaşan, ancak Çin’i ihmal etmeyen NATO, son Washington Zirvesi sonuç bildirgesinde “Çin’in genişleyen ilişkilerinin endişe kaynağı” olduğunun altını çizerken, bu ülkeye “Rusya’ya malzeme sağlama ve siyasi destek vermeyi kesme” çağrısı yaptı. Bu çağrısı, NATO’nun Çin’i “ikinci dereceden”, Rusya’ya destek veren türden bir rakip saydığı anlamına gelmiyor; ama “kuyruğundan yakaladığını” düşündüğü Rusya’yı zayıflatarak, Çin’i, başlıca müttefiki ve ABD’yi dengeleyecek nükleer silah yığınağına sahip stratejik ortağından yoksun bırakarak tecride yöneldiğini gösteriyor. Yoksa ABD’nin “ticaret savaşları” Rusya’yı değil, Çin’i hedef aldı ve şimdi “stratejik” olarak nitelenen ürünlerin sevkiyatına ambargo konmasıyla örneğin yarı-iletkenler ve savunma sanayiyle ilgili tüm alanlara genişledi. Engellemeye artık Avrupalı Amerikan müttefikleri de katılıyor. ABD Asya-Pasifik’te Rusya’ya değil Çin’e karşı ittifaklar kuruyor, İngiltere ve Avustralya ile birlikte AUKUS’u Rusya değil, Çin’e karşı kurdu vb.. ABD ve müttefikleri başlıca Çin’in ilerleyişinin önünü kesme çabasında.

Tabii ki hakkını yememek gerek; ABD ve müttefikleri açısından –özellikle ekonomik yayılması dikkate alındığında– Çin’le karşılaştırıldığında “ikincil” bir rakip sayılabilse bile, Rusya da küçümsenebilir gibi değil. NATO’nun giderek tüm alanları kapsayarak genişleyen güçlü desteğine sahip Ukrayna’yla savaşan Rusya. Çin ekonomisine önemli miktarda ucuz enerji sağlayan da o. Üstelik nükleer yığınağıyla Çin’in eksiğini kapatan da yine Rusya. Rusya’nın, savaş ve gözetleme uçakları verdiği Mali ile doğrudan, 2018’den beri askeri eğitim ve güvenliğini üslendiği Orta Afrika Cumhuriyeti, El-Beşir’le başlayarak Sudan ve Hafter’le işbirliği halinde Libya’da Wagner güçleri aracılığıyla Afrika’da etkisi yükselişte. İslamcı teröre karşı Wagner güçleriyle işbirliği önerilerini reddeden Cumhurbaşkanı Kabore’yi darbeyle deviren Burkina Faso cuntasıysa Rus bayraklarıyla gösteriler yapılan darbe sonrasında bu işbirliğini uyguluyor. Çin’in bu kıtadaki güçlü ekonomik yayılmasıyla bu siyasal askeri Rus atılımı birbirini besleyip güçlendiriyor.

Uzatmaktan kaçınılıp özetlenirse, dünyadaki paylaşım kavgası şiddetleniyor. Rakipler, karşılıklı olarak birbirlerine yönelik atak üstüne atak tazeliyor. Özellikle Ukrayna Savaşının ardından silahlanmanın hızına yetişilemiyor. GSMH’nın %2’sinin silahlanmaya ayrılmasını öngören NATO ilkesini önceden ancak birkaç ülke karşılarken, şimdi bu sayı 23’e ulaştı. Rusya ve Çin’in silahlanma harcamaları da artmış durumda.

 

Gizlenemez Emperyalist Nitelik

Gerçekte her şey ortada ve çıplak gözle görülebilir durumda. Ancak hareket noktaları daha çok politik ihtiyaçlar olan ve kuşkusuz sınıfsal çıkarlarca koşullanan görüş ve teorilerle Rusya ve özellikle Çin’e ve yayılmalarına ilişkin çıplak gözle görülebilir gerçeklerin örtülmesine yönelik çabalar da küçümsenir gibi değil.

Gerçek; Rusya ve Çin’in rakipleriyle dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesi yürüten bloklaşmış iki emperyalist ülke oldukları. Üzeri örtülmeye ve çarpıtılmaya çalışılan gerçek tam da bu.

Muhayyel olarak bir emperyalist ülke olmak için gerekli olduğu varsayılan özellikle iktisadi güçten ve Lenin’in emperyalizmi tanımlarken altını çizdiği beş karakteristik özellikten yoksun olduğu ileri sürülerek Rusya’nın emperyalist olmadığı iddia ediliyor.[1] Bu iddia dergimizde eleştirildi.[2]

Rusya’nın emperyalist olmadığı iddia edilirken ileri sürülen ekonomisinin zayıflığıyla çoktan oluşmuş tekeller ve mali sermaye egemenliğine rağmen özellikle sermaye ihracının yetersizliği ve daha çok Kıbrıs ve Lüksemburg gibi “vergi cennetleri”yle off-shore hesaplar üzerinden ülkeden “sermaye kaçışı” niteliğinde oluşu, dolayısıyla dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasındaki geri ve yetersiz pozisyonu, şüphe yok ki Çin konu olduğunda ileri sürülemez. Rusya ve –Rus ekonomisinin görece zayıflığı ve sermaye ihracının örneğin ABD ve Çin’le aynı ölçekte olmayışı bir yana bırakılırsa– bu ülkeyle ilgili olarak ileri sürülen iddiaların yanlışlığı üzerinde durmayacağız. Ancak bu ülkenin emperyalist olmadığının kanıtı olarak iddia edilenlerin hiçbirinin Çin açısından uzaktan bile birer kanıt sayılamayacağı bir gerçek. Çin ne ekonomik olarak zayıf, ne sermaye ihracatı yetersiz ölçüde ne de dünyanın yeniden paylaşılmasındaki pozisyonu önemsiz. Tam tersine; Çin birinci durumdaki rakibinden çok daha hızlı gelişen dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü. Yurtdışındaki doğrudan ve portföy yatırımları örnek vermeyi gerektirmeyecek denli yüksek boyutlarda ve sadece herkes tarafından bilinmekle kalmıyor, ama Çin propagandasının övünç vesilesi. Bu açıdan Çin’in yalnızca 2013’te başlatılan ve şimdiden yüz milyarlarca dolar yatırılan “Kuşak Yol Projesi” kapsamındaki doğrudan ve ortak yatırımlarını anmak yeterli. Son yıllardaki yüksek sermaye ihracıyla çoğu rakibini geride bırakan Çin’in birkaç on yıldır girdiği pazardaki ihraç edilmiş toplam sermaye stoku ABD’ye yaklaştı. Verdiği kredi ve borçlarla ticaret hacmi ve genel ekonomik, mali ve ticari etkinliği bakımından Çin en azından 4-5 yıldır hemen tüm kıtalarda rakiplerinin önünde. Dolayısıyla “iktisadi zayıflık” ve “sermaye ihracının yetersizliği” gibi argümanlar Çin’in emperyalist bir ülke olmadığının kanıtı olarak gösterilemezdi, gösterilmedi!

 

Çin Övgücülüğü

Şüphe yok ki Rusya ve özellikle Çin’e dair artık tamamen çıplak hale gelmiş gerçeklerin üzerini örtme çabaları örgütlü yürütülüyor.

Üzerini örterek ya da çarpıtıp değiştirerek Çin gerçeğini gizleme çabasının başlıca yürütücüsü, kuşkusuz aldatıcı propagandaya ciddi kaynaklar ayıran Çin devletinin kendisi. Çin Partisi, –örneğin Renmin Üniversitesi Yayınevi gibi– üniversiteler ve yayınevleri de içinde olmak üzere devlet aygıtını bu amaçla harekete geçirmiş, Canut International ve Canut Books Publisher, Berlin-London gibi uluslararası eklentileriyle dünya halklarını felsefe, politik-ekonomi, politika ve kültür alanlarında teorik ürünlerle “aydınlatma”ya yönelik yayın yapıyor. Çok sayıda online yayın, kitap ve dergiyle aktüel yayınlar da yapan Çin geçen yıl Ekim’de düzenlenen TÜYAP Kitap Fuarı türünden propaganda olanaklarını da değerlendirerek etkisini uluslararası alanda yaymaya çalışıyor.

Çin propagandasının yürütücüsü ulusal eklentileriyle Çin devletinden ibaret değil ve birçok ülkede ücretli ve gönüllü destekçileri bulunuyor. Çin’le ticari ilişkilere sahip ve geleceğini bu yönde arayan şirketlerle yandaş ya da Çin ve amaçlarını ülkeleri için zararlı değil hatta yararlı sayan revizyonist, oportünist burjuva, küçük burjuva siyasal parti, örgütle dernek vb. türü bir dizi kuruluş ve belirli aydınlar bu ülkenin propagandasının taşıyıcılığını yapıyor. Ya doğrudan övüyor ya da haklı gösteriyor ve en azından dünya, ülkeleri ve kendileri açısından kabul edilebilir sayıyorlar.

En aşırısı Çin övgücülüğüdür. Emperyalist bir ülke olmadığı görüşünde olan övgücüler, tersine, kimi sosyalist sayarak, çoğunlukta olan kimileriyse sınıf niteliğiyle ilgilenmeyerek, Çin’in “halkların dostu” olduğunu ileri sürüyor.

 

Farklı Borç-Kredi Örnekleri Ve Çin

İddialarına dayanaklar da gösteriyorlar.

İddianın başlıca argümanı, Çin’in yatırım yapıp borç ve kredi verdiği ülkelere ve kuşkusuz halklarına “yardım” ettiği. Amerikan, İngiliz, Fransız emperyalistlerinden çok çeken; yeraltı ve yerüstü kaynakları sömürgeci emperyalistler tarafından talan edildiği gibi bu ülkelerden işkence ve toplu kıyımlar dahil çok sayıda can kaybına neden olan ağır zulüm gören geri bıraktırılmış ülke halkları, Çin’in ve Çin’le işbirliği ilişkileri içine giren egemenlerinin övgü içerikli propagandalarından etkileniyor. Yakın geçmişin ve günümüzün talancı zalim emperyalistleri karşısında, onlarla rekabete girip ekonomik olarak yayılma peşindeki Çin’i talan ve zulümden kurtuluşlarına destek olan “yardımsever” bir ülke olarak algılıyor. Sömürgeciliğin çökmüş oluşu ve Çin’in de Amerikan emperyalizminin İngiliz ve Fransız emperyalizminin yerini alırken yaptığı gibi yeni-sömürgeci yöntemler kullanması ve bu yöntemlerin mali ve iktisaden bağımlı olsa bile görünüşte bağımsız devletlerle yine görünüşte onların bağımsızlık ve egemenliklerine saygı gösterilmesini içermesi, ama işgal ve ilhaklara baş vurmaması bu “dost” ve “yardımsever Çin” algısını kolaylaştırıyor. Çin’in geçmişin sömürgecileri örneği hemen ülkelerin petrol ve gazlarıyla altın ve elmaslarına doğrudan el koymaya girişmemesi, ama “yandaş” ve giderek işbirlikçiler de oluşturan doğrudan ve ortak yatırımlar, sağladığı krediler ve verdiği borçlarla bağımlılık yaratmaya ve ilişkiye girdiği ülkenin ekonomisini kendine bağımlı kılmaya yönelmesi, görece uzun vadede halkın Çin emperyalizmine tepki göstererek bağımsızlık mücadelesine atılmasına götürecek olsa bile, kısa vadede “dostluk” ve “yardımseverlik” olarak algılanmasına dayanaklık edebiliyor.

Çin, evet, örneğin İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin güneydoğu Asya ve Afrika’da yaptıkları gibi baharat, altın, elmas ve petrol gibi zenginliklerin açıktan ve görünür biçimlerde yağmalanmasına girişmiyor, çünkü artık zaman ve koşullar farklı; ancak geri ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin “olağan” ve “doğal” varsayılabilecek ve hiç değilse kısa vadede kabul edilebilir yağmalanmasını olanaklı kılacak türden projelere, limanlar, demiryolları, barajlar ve elektrik vb. santralleri yapımı türünden altyapı yatırımlarına ve bu tür yatırımlara kredi sağlamaya öncelik veriyor. Göreceğiz; bu kendisine ek olanaklar da sağlıyor.

Burada, emperyalistlerle halkların dostlarının ayırt edilebilmesinin ölçütleri önem kazanıyor. Hangi ilişkiler bağımlılık yaratan emperyalist ilişkiler, hangileri gerçekten yardım ve dostluk ilişkileri– ölçüt nedir?

Bir ülkenin geri ve ihtiyaç içindeki bir başka ülkeye kredi açıp borç vermesi otomatik olarak emperyalizme delalet etmez. Bağımlılık yaratmaya yönelik emperyalist içerikli kredi ve borçlar yüksek faizli ve özellikle karşılık olarak şarta bağlanmış olanlardır. Yoksa sosyalist SSCB de, henüz yeni kurulmakta olduğu yıllardan başlayarak örneğin emperyalist işgale karşı mücadele etmekte olan Türkiye’ye yardım olarak kredi ve borç verdi.

Öncelikle anılması gereken, TBMM Hükümetinin kurulmasının hemen ardından o zamanki adıyla Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Türkiye’ye milyonlarca cephanesiyle 6 bin tüfek, birkaç ay sonra da 200 kilodan fazla külçe altın, 6 ay sonraysa binlerce bomba gönderdi. Bırakalım siyasal karşılık ya da faizi, tamamen hibedir. 1921 ve 22’deyse Sovyet Hükümeti Türkiye’ye yine karşılıksız ve hibe olarak cephanesiyle birlikte on binlerce tüfek, üç yüzden fazla makineli tüfek, yüz binden fazla top mermisiyle 50’den fazla top ve toplam 10 milyon ruble altın gönderdi. 1932’deyse, SSCB ile Türkiye arasında 8 milyon dolarlık ilk kredi anlaşması imzalandı. “Şartlıydı”: Fabrika kurulmasına harcanacaktı. Kayseri ve Nazilli Sümerbank bez ve basma fabrikaları bu krediyle kuruldu. Faizsiz ve 20 yıl vadeliydi. Geri ödeme, tarım ürünleriyle yapılacaktı.[3]

SSCB ile imzalanan 1932 anlaşmasının ardından ikinci kredi anlaşması örneği, 1936’da İngilizlerle imzalanan anlaşmadır. Değişik kaynaklara göre anlaşma 2,5 ya da 13 milyon Sterlinlik, 10 ya da 15 yıl geri ödemeli ve Karabük Demir Çelik Fabrikasının yapımıyla ilgili. İhaleyi Alman Krupp tekelini alt eden İngiliz Brassert tekeli kazanıyor, ancak kredi görüşmeleri hükümetler arasında yürütülüyor.[4] İngilizler Kemalist Türkiye ile ilk kredi anlaşması için ciddi biçimde bastırıyor. Örneğin aynı yıl Kral 8. Edward Türkiye’yi ziyaret ediyor. Anlaşma SSCB ile yakınlıktan İngilizler ve batıyla yakınlaşmaya geçişin dönüm noktasında imzalanıyor ve “İngilizlerle uygun koşullarla kredi anlaşması” olarak geçen ancak hiçbir kaynakta koşulları belirtilmeyen kredi anlaşmasıyla zamandaş olarak Türkiye ile İngiltere arasında şu anlaşmalara da varılıyor: 1) Türkiye Boğazların savunulmasında kullanılacak silahları artık İngilizlerden alacaktır, 2) Kamu kuruluşlarında İngiliz uzmanlar “görev” yapmaya başlıyor. Üstelik aynı yıl, Sovyetler Birliği’nin itirazlarına rağmen Montrö Anlaşmasıyla Lozan Anlaşmasının Boğazlardan geçiş haklarıyla güvenliğine ilişkin hükümleri yenileniyor.[5] Yine üstelik, kredi anlaşması kapsamında Brassert fabrikalarında üretilen makine ve teçhizatın Sümerbank adına “fenni muayenelerini yapmakla görevlendirilen” Londra merkezli Alexendar Gibbs şirketine bir taksiti 35 bin Sterlini bulan ek ödemeler yapılıyor.

Türkiye ile ilişkili diğer örnekler, faizsiz ve koşulsuz Sovyet kredilerinin tersine Kruşçev’le başlayan kapitalizmin restorasyonu döneminde yapılan ve giderek koşulları ağırlaşan modern revizyonizmin egemenliğinde sosyal emperyalistleşen Rusya ile yapılan kredi anlaşmalarıdır.

1957’de İş Bankası ile yaptığı Çayırova’da Cam Fabrikası kurulması antlaşmasıyla SSCB Türkiye’ye 3 yıllığına, %2,5 faizle 3,4 milyon ruble kredi veriyor ve düşük de olsa iki ülke arasında “faizli kredi dönemi”ne girildiği gibi, geri ödeme süresi de ciddi ölçüde kısalıyor. Kredi şartlarının yine de fazla ağır olmadığı söylenebilir; SSCB Türkiye’ye 3,5 yıl boyunca üretilecek üründen alma garantisi veriyor.

1966’da Kosigin’in Türkiye ziyaretinde yeni bir kredi anlaşması yapılıyor. SSCB’nin 15 yıllığına %2,5 faizle 225 milyon dolarlık kredi sağlıyor. Kredi, İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Bandırma Asit ve Artvin Ahşap Üretim fabrikalarıyla Manavgat ve Oymapınar Hidroelektrik santralleri ve Aliağa Petrol Üretim Tesislerinin yapımında kullanılıyor.[6] Bu kez Kruşçev dönemine göre SSCB’nin öz-güveni artmıştır; kredi miktarı büyümüş, geri ödeme süresi uzatılmış, ancak faiz aynı kalmıştır.

 

Çin Borç ve Kredileri: Yardım mı Tuzak mı?

Günümüz Çin’ine gelince, belirtilmeli ki, geçtiğimiz yıl ödemeler dengesi iyice bozulan ve IMF ile görüşmeleri tıkanan Pakistan’ın 2 milyar dolarlık kredisinin vadesini erteleyerek temerrüde düşmesini önleme gibi ekonomik olmaktan çok politik hamlelerle “halkların dostu” “yardımsever” imajının belirli bir etkiye sahip olabilmesini, Çin, yalnızca “kuru söz” durumundaki propagandasının başarısına bırakmıyor ve “kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen” yöntemler kullanmaktan geri durmuyor. Aynı şeyi, Çin, Afrika ülkelerinin 2020 sonuna kadar ödemeleri gereken toplam 2.1 milyar dolarlık faizsiz borçlarını silerek de yaptı.[7] Ekonomik yayılmasının ihtiyaçlarının farkında ve açtığı kredilerle verdiği borçlar, vade ve vade ertelemeleri konusunda esnekliklerden kaçınmıyor. Ancak bu esnekliklerden “yardımseverliği” değil, “kaz-tavuk” hesabı yaptığı sonucu çıkarılabilir. Benzer esneklikleri, hatta Mısır ve İsrail örneklerinde olduğu gibi milyarlarca dolarlık hibeleri ve örneğin Avrupa ve Türkiye gibi ülkeler üzerinde hegemonya oluşturabilme amacıyla Marshall Planı türünden önemli bir bölümü karşılıksız görüntüsüyle açılmış kredilerle ABD’nin de uyguladığı hatırlandığında, bağımlılık oluşturmaya yönelik “bonkörlükler”in “dostluk” belirtisi ve kanıtı sayılamayacağı açık olmalıdır.

Öte yandan Çin’in bu tür “bonkörlükleri”, “devede kulak” misali görünüşü kurtarmaya yönelik ve ne genel ne de yaygın. Son 20 yıl içinde yayılmasının bir kaldıracı olarak 22 geri ve bağımlı ülkeye 240 milyar dolarlık kredi sağlayan Çin, artık bütün kıtalarda en büyük kreditör durumunda. John Hopkins Üniversitesi Çin-Afrika Araştırma İnisiyatifi’ne göre, Çin hükümeti ve bankaları 2000-2017 arasında Afrika ülkelerine toplam 143 milyar dolar kredi verdi. Çin, sadece Asya’da hükümetleri 200 milyar dolar borçlandırarak, sermaye ihracının yanı sıra bu yolla da bağımlılık ilişkilerini pekiştirdi.

Rakibi durumundaki ABD’nin etkisinde olduğu öngörülerek rakamlarına belirli bir ihtiyat kaydı düşülmesi gereken 2020 tarihli Harvard Business Review verileri ise, Çin hükümeti, devlet bankaları ve özel şirketlerinin 150’den fazla ülkeye toplam 1.5 trilyon dolarlık kredi dağıttığı ve bunun dünyanın en yüksek miktarı olduğu yolunda. Cibuti, Kongo, Nijer, Zambia, Kırgızistan, Kamboçya, Laos ve Moğolistan gibi ülkeler Çin’e GSYİH’larının %20’sinden fazla borçlular.[8]

Çin, doğal ki verdiği borç ve kredilerin siyasal koşulları olmadığını ve bunlarla siyasal amaçlar gütmediğini iddia ediyor. Bu tabii ki doğru değil; borçlanan ülkeler, Pakistan örneğinde olduğu gibi Çin’in eline bakar hale geliyor ve giderek darbelerle hükümet değişiklikleri bile oluşan bağımlılığa son vermek bir yana, emperyalist rakipler arasında taraf değiştirmeye yetmiyor.

Yine batılı bir yayın organı olarak Avrupa ülkelerinin Çin’le rekabetinin etkisi altında yayın yapması olasılığı hesaba katılması gereken Euro News’in bir başka haberi, ABD merkezli Üniversite, Kolej ve “Küresel Kalkınma Merkezi” ile Almanya Kiel Enstitüsü ve Peterson Uluslararası Ekonomi Enstitüsünden araştırmacıların incelemeleriyle ilgili. İnceleme, Çin’in yaptığı kredi anlaşmalarının şartlarının, örneğin 1932 tarihli Türkiye-SSCB kredi anlaşmasıyla uzaktan bile bir yakınlığı olmayan, “alışılmadık derecede gizli” ve “Çin devlet bankalarına yapılacak geri ödemelere öncelik verilmesini” dayatır nitelikli olduğunu belirtiyor. Araştırmaya göre, anlaşmaların şartları arasında “borçluların anlaşma şartlarını açıklamalarını engelleyen gizlilik hükümleri”, “Çinli kreditörlere, diğer alacaklılara göre öncelik tanıyan gayrı resmi teminat düzenlemeleri”, “borç yeniden yapılandırılmalarını önleyen teminatlar” ve Çin’e tanınan “kredileri iptal etme ve geri ödemeleri hızlandırma olanakları” bulunuyor ve bunlar Çin tarafından da onaylanmış olan uluslararası taahhütlere aykırı.[9]

Üstelik Çinliler “iyi tefeciler”, IMF kredileri genellikle 1.5-2.5%’lik faizlerle verilirken, Çin kredilerinin ortalama faiz oranı 3-5% aralığında.

Çin’in sağladığı borç ve kredilerin büyük bölümü “Kuşak Yol Girişimi” kapsamında gerçekleşti ve yol güzergahındaki “ülkelerin kalkınması” ve “ABD’den özgürleşmesine yardımcı olma” içeriğiyle pazarlanan bu “girişim”in kendisi Çin’in dünyanın yeniden paylaşılmasına yönelik ekonomik yayılmasının temel bir aracı.

Çin kredi ve borçlarının –şüphesiz öngörülmüş ve hatta “borç tuzağı” olarak nitelendirilebilecek– bir ürünü, ödenemeyen borçlar karşılığı kredilerin kullandırıldığı işletmelere düpedüz el konulmasıdır ki, bu tam emperyalizme özgüdür. “Kuşak Yol Projesi” kapsamında Çin’in ilgisini en çok çeken, limanlarla demiryollarıdır.

Konuyla ilgili örneklerden ilki, Sri Lanka’nın Hambantota limanı. 2022’de halk ayaklanması sonucu ülkeden kaçmak zorunda kalan Rajapaksa yıllar boyu ülke ekonomisini dış borçlarla yönetmiş, 2016’da bütçe açığının %61’i dış borçlarla finanse edilir olmuştu. Ayaklanma öncesinde ülkenin, 3.4 milyarı Çin’e, 4.4 milyarı Çin’in de ortağı olduğu Asian Development Bank’a olmak üzere yaklaşık 35 milyar dolar dış borcu bulunuyordu ve çevrilemez hale gelmişti. Çözüm, 2010’da açılan 1.3 milyar dolarlık Hambantota limanının hisselerinin %80’inin Çin devlet tekeli China Merchant Port Holdings’e satılması oldu; yoğun protestolar üzerine sözleşme, hisselerin %70’i Çin tekeline ait olacak şekilde, 99 yıllığına bu tekelle Sri Lanka Liman İdaresi ortak yatırımına kiralanmasına dönüştürüldü.[10]

İkinci örnek, Yunanistan’ın Pire limanı. Bu kez Çin borçları nedeniyle değil, ama içine sürüklendiği borç krizi dolayısıyla Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Avrupa Komisyonundan oluşan troykanın dayatmaları sonucu Yunan hükümeti elindeki varlıkları satışa çıkardı ve bu kapsamda Çin tekeli COSCO ile 2016’da imzalanan anlaşmayla hisselerinin önce %51’i ve ardından %67’si satılan liman Çin’in oldu.

Üçüncü örnek Kenya’nın Mombasa limanı. 2010’dan 2020’ye düşük ve orta gelirli ülkelere Çin’in açtığı kredi ve borç 40 milyardan 170 milyar dolara ulaştı ve bunun yarısından çoğu Sahra-altı Afrika ülkelerine verildi. Bunlar arasında Kenya özel bir yer tuttu ve “Kuşak Yol Projesi” kapsamında Hint Okyanusu üzerinden Kenya’dan (Mombasa limanı ve başkent Nairobi’den) demiryoluyla Uganda, Tanzanya, Güney Sudan, Etiyopya ve Kongo’ya ulaşacak ticaret yolları yapımı öngörüldü ve bu nedenle milyarlarca kredi dağıtıldı. Demiryolu yapımı Nairobi’nin 120 km ötesine ilerleyebildi ve henüz Kenya sınırlarını aşamadı. Bu nedenle yatırımların geri dönüşleri sağlanamıyor ve Kenya limanın açıldığı 2017’den bu yana hem zararda hem kredi geri ödemeleri açısından son derece sıkışık. 2018 sonunda çıkan borçlar ödenemediği için limanın Çin’e satılacağı söylentileri Kenya ve Çin yönetimleri tarafından yalanlandı ve zaten Kenya’nın 3.6 milyar dolarlık borcu karşılığında limanı teminat göstermediği belirtildi. Ancak çaresiz durumdaki Kenya en az bir yıldır “denizcilik sektörünün rekabet gücünü artırmayı ve mali açıdan zor durumdaki hükümete 10 milyar dolar gelir sağlamayı amaçlayarak, Mombasa’daki beş kritik limanın işletmesini ve yönetimini devralacak yatırımcılar arıyor”.[11]

Bir başka örnek, 2020’de 13 milyar dolarlık dış borcunu ödeyemeyerek temerrüde düşen, Exim Bank ve başka birçok tekeliyle Çin’in çok sayıda yatırım yapıp finanse ettiği ve en büyük kreditör olduğu Zambia’dır. Deutsche Welle’nin (DW) 2019 tarihli “Çin’in Zambiya’nın yayın medyasındaki tartışmalı hissesi” başlıklı haberine göre, Zambiya analogdan dijital TV’ye geçerken Zambiya’nın ulusal yayın kuruluşu ZNBC Çin tekeli StarTimes’la ortak yatırıma gitti. Ortak yatırım TopStar’ın %60’ı Çin tekelinin, %40’ı ZNBC’nindi. Yatırım Çin devletine ait Exim Bank’tan alınan 232 milyon dolarlık krediyle finanse edildi, “iyiliksever” StarTimes parası çıkışmayan ZNBC’ye üstelik ortaklık sermayesini de borç verdi ve görünüştü bir “kazan-kazan” durumu oluştu. Ancak dijital geçişin faydalarından yararlanamayan Zambialılar tekeli “hem dağıtımcı hem sinyal sağlayıcı olarak tekel oluşturduğu için” suçlayınca hükümet “TopStar’ı StarTimes işletmiyor” diyerek şirketi ve kredi Exim Bank’a geri ödendiğinde “NBC’nin çoğunluk, StarTimes’ın azınlık hissedarı olacağı” yalanıyla kendisini savunmaya çalıştı.[12]

Bağımlılık ilişkileri dayanağı olarak Çin’in ihracat kapasitesi

Çin’in ekonomik yayılmasının temel dayanaklarından biri de ihracat potansiyeli ve Çin 2009’da bütün rakiplerini geçmişken, 2020’deki 2.591 milyar dolarlık ihracatıyla, 1.5 trilyon doların altında kalan ihracatlarıyla ABD ve Almanya’yı açık ara geride bırakmıştı.[13] 2023’te bu rakamlar, Almanya 1.668 milyar, ABD 2 trilyonken, Çin’in ulaştığı 3.380 milyar dolar düzeyinde.[14]

Çin’in ihracattaki birinciliği, şüphesiz en başta imalat sanayi üretimindeki açık ara üstünlüğüne dayalı. 2022’de Japonya’nın yaklaşık 800, Almanya’nın 750 milyar dolarlık üretimine karşılık Çin yine yaklaşık 5 trilyon dolarlık üretimiyle zirvede.[15] ABD’nin aynı yıl imalat sanayi üretimiyse yaklaşık 2.5 trilyon dolar.[16]

Üstelik Çin, ekonomisinin ileri teknik temelinin doğrudan bir sonucu olarak yüksek teknoloji ürünleri üretimi ve ihracatında yine açık ara önde. Almanya yaklaşık 223 milyarlık yüksek teknoloji ürünleri ihracatıyla bu alanda 2., ABD 166.5 milyarlık ihracatıyla 4. sıradayken, Çin ikisinin toplamını aşan yaklaşık 770 milyar dolarlık ihracatıyla ilk sırada. Çin ihracatında yüksek teknoloji ürünlerinin, makine ve aksamıyla altyapı yatırım ürünlerinin önemli yer tutuyor oluşu, standardizasyon oluşturup ithalatçı ülkelerin yedek parça ve ilişkili ara malları ithalatını koşullayarak, özellikle bağımlılık yaratıcı ve pekiştirici sonuçlar doğuruyor.

Dış ticaretteki üstünlüğü, Çin’in geri ve bağımlı ülkelerle ekonomik bağımlılık ilişkileri geliştirmesini kolaylaştırıyor. Bu ülkelere verdiği kredi ve borçların Çin’den ithalatı şart koşmasının yanı sıra, kredi sözleşmelerinde şartlar dikte edilmemiş olsa bile doğallık görüntüsü altında Çin’den ithalatı zorunlu kılması dolayısıyla kredi ve borçlarla dış ticaret ortaklıkları arasında doğrudan bağ var ve bu ikisi birbirini besliyor.

 

Yayılmasının aracı olarak Çin sermaye ihracı

Çin’in kurduğu bağımlılaştırıcı uluslararası ilişkilerde ihraç ettiği sermaye yatırımlarının birinci dereceden rol oynadığının altı çizilmeli.

Sermaye ihracı, bilindiği ve Lenin tarafından tanımlandığı gibi, emperyalizmin ayırt edici niteliklerinden biridir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde oluşan sermaye “fazlası” yatırılacak kârlı alanlar arar ve yüksek kâr kaygısıyla ülke dışına akar. Sosyalist bir ülke de –karşılıksız ve koşulsuz olmak şartıyla– başka ülkelere borç verip kredi açabilir, bunun sosyalizme aykırılığı ileri sürülemez. Ancak borç ya da kredi vermek yerine başka ülkelerde –mülkiyeti yatırımcıda olacağı– şüphesiz emekçi halkların sırtından kâr elde etmeye yönelik[17] tek başına ya da yerli ortaklıklı doğrudan ya da portföy yatırımları yapmak, sermaye ortaklıkları kurarak ortak yatırımlarda bulunmak; öncelikle mali sermaye egemenliğini ve ikinci olarak, Çin türünden son yıllarda tüm ülkeleri geride bırakacak ölçüde sermaye ihraç eden bir ülke açısından sadece ve yalnızca emperyalizmi belirtir.

Türkiye, Suudi Arabistan, BAE, Yunanistan gibi çok sayıda kapitalist ülke de –emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında ölçeği son derece küçük olan– belirli miktarlarda sermaye ihraç ediyor ve sermaye ihracı tek başına emperyalizmin ölçütü olmamakla birlikte bütün rakiplerini aşan büyüklükte sermaye ihraç eden Çin’in Türkiye ve Yunanistan türü orta boy bir kapitalist ülke olduğu iddia edilemez. Kaldı ki Türkiye ve Yunanistan bile, cürümlerine bakmadan, sermaye ihraç ettikleri Afrika ve Balkanlardaki belirli ülkelerde dayatmalarda bulunarak bağımlılık ilişkileri oluşturmaya çalışıyor!

Çin, 2021’den 2022’ye (189 milyar dolar) az da olsa artarak yabancı sermaye yatırımı çekmeyi sürdürmüş; birkaç yıl önce yakaladığı birinciliği ABD’ye kaptırmasına rağmen sermaye ihracında ise –Hong Kong’la birlikte– yine de 250 milyar doları aşmıştır.[18] Bu miktarda bir sermaye ihracını sıradan bir kapitalist ülkenin yapabilme olasılığı sıfırdır!

Hele “Kuşak Yol Projesi” kapsamında gerçekleştirilen ve 2027’ye kadar 1.3 trilyon doları aşması öngörülen ve belirli bir stratejik plan doğrultusunda gerçekleştirilen Çin yatırımlarıyla ilgili ülkeler ve şirketleriyle ortak yatırımların birbirleriyle bağlantılı oluşları dikkate alındığında, sermaye ihracatının, yalnızca ülkeler ölçeğinde değil, bölgeler ve dünya ölçeğinde bağımlılık oluşturmaya yönelik olarak şimdiden dünyanın ekonomik bakımdan yeniden paylaşımını gerçekleştirmekte olan Çin’in emperyalist yayılmasının hizmetinde olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

Ve şüphesiz ekonomik yayılmasının araçları olan borç ve kredilerle meta ve sermaye ihracını gerçekleştiren devlet, devlet-özel ortaklıklı ve özel tekelleriyle mali sermaye egemenliği, Çin emperyalizminin temel dayanaklarıdır. Dolar cinsinden 4 trilyonu aşan varlıkları ve 118 milyarlık piyasa değeriyle 13.sü Bank of China olan 2022 Forbes “En büyükler” listesinin ilk 10’unda 5 Amerikan tekelinin yanı sıra 3 büyük Çin devlet bankası; 2. sırada 5.5 trilyonluk varlığı ve 214 milyarlık piyasa değeriyle Industrial and Commercial Bank of China, 5. sırada 4.75 trilyonluk varlığı ve 181 milyarlık piyasa değeriyle China Construction Bank[19], 8. sırada 4.5 trilyonluk varlığı ve 133 milyarlık piyasa değeriyle Agricultural Bank of China yer alıyor. İlk 30’da yer alan Çin tekeli sayısıysa 9.

 

Çin: Halkların sorunu mu değil mi?

Çin emperyalizmi karşısındaki tutumu açısından, Çin ve amaçlarını ülkeleri için zararlı değil hatta yararlı bile sayan, dolayısıyla gerçeklerin üzerini örten ya da çarpıtan ve bu ülkenin propagandasının taşıyıcılığını yapmasa dahi buna uyum sağlayan bir kategori daha var. L. Amerika ve Afrika’nın geri ve bağımlı ülkelerinin özellikle muhalifleri arasında örnekleri bol. Belki Çin’i doğrudan övmüyor, haklı mı haksız mı tartışmasından kaçınıyor, ülkelerinin Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin baskısı altında ve onlara bağımlı olmasından hareketle sorunlarının bu emperyalistler olduğunu ileri sürerek, “Rusya ve Çin bizim sorunumuz değil” diyorlar. Bundan çıkan sonuç; çıkar, amaç ve yönelimlerine gözlerini kapamayı tercih ettikleri Çin (ve Rus) emperyalizminin kendileri açısından kabul edilebilir sayılmasıdır.

Yaklaşım ve tutumlar, Çin’i “dost” sayanlarla aynı kapıya çıkıyor: “Dost” demiyor ve dostluğun gerektirdiği tutumlar geliştirmeseler bile, “halkların emperyalist bir düşmanı” da saymıyor, emperyalizm karşısında alınması gereken tutum olarak düşmanlık da gütmüyorlar. Her şey bir yana, bu, uzlaşmaya açık bir tutumdur. Özellikle ülkelerinin bağımlı olduğu Amerikan ya da örneğin Fransız emperyalizmine karşı mücadelenin sertleştiği ve güçlendirici ittifaklara ihtiyacın arttığı ya da öyle düşünüldüğü koşullarda, rakiplerine karşı yönelen mücadeleleri desteklemekten kaçınmayacak olan Çin emperyalizmine karşı hayırhah tutumlar geliştirilmesi ve bunların giderek, ona dayanma ve ondan güç alarak rakiplerine karşı mücadeleye dönüşmesi neredeyse kaçınılmazdır. Venezuela ve Maduro örneğinde olmakta olan budur.

Karşı tutum almamak, Çin emperyalizminin amaçlarının, rakipleriyle dünyanın yeniden paylaşımı için girdiği mücadelenin, ekonomik yayılmasının farkında olmamak ya da bunları önemsememektir ve gerçekte “yarı-dostluk” demektir. Dolayısıyla –basit bir ilhak eğilimi olarak algılanışını ve iktisadi dayanaklarına yönelmeyen anti-emperyalist mücadelenin sınırlılığı ve tutarsızlığını ön varsayan– emperyalizminin yayılma araçları olarak açtığı kredi ve dağıttığı borçlar, doğrudan ve ortak yatırımlar ve dış ticaret aracılığıyla sağlamaya çalıştığı avantajlarla ilgili Çin somutunda bu duyarsızlığın götüreceği yer, Çin yayılmacılığına karşı işçi sınıfı ve halkları uyarma yerine uzlaşma yayma ve beklentiler oluşturma ve yeni bir bağımlılığa kapıyı açmaktır. Bir adım sonrası, bir emperyaliste dayanarak diğeriyle mücadele edilebileceği yanılsaması ve çıkmazıdır!

Çin kredi ve borçları, dış sermaye yatırımları ve ekonomik yayılmacılığıyla ilgili söylenenler bu kategori açısından da geçerlidir.

 

Dünyanın “kutupları” ve “iyiliksever” emperyalizm!

Çin emperyalizmi karşısındaki tutum açısından “gerçekçi” görüntülü bir diğer kategori, Çin’in emperyalist olduğunu kabul eden ve sözde emperyalistler arasındaki çelişkiden yararlanmayı hareket noktası edinen, ama emperyalist Çin’e ve “halklara yardım” saydığı kredi ve borçlarıyla dış yatırımları ve “Kuşak Yol Projesi” türünden yayılma dayanaklarına yönelik güzellemelerle “iyiliksever emperyalizm” algı ve beklentisi oluşturma ve emperyalizm teorisini tahrif etme içerikli ABD ve NATO hegemonyasındaki “tek kutuplu dünya”ya karşı Çin’le Rusya’nın itici güçleri olduğu “çok kutuplu dünya” oluşumunu “çözüm” ve “kurtuluş” sayan tutumdur. ABD ve NATO’yu hedef almakla yetinerek ilerici ya da gerici oldukları önemsenmeksizin ABD karşısında ülkelerin bağımsızlıkları, egemenlikleri ve toprak bütünlüklerinin savunulması zorunluluğu iddiasıyla eski kötü ünlü “Üç Dünya Teorisi”nin Sovyet sosyal emperyalizmini baş düşman, geri kalan emperyalistleri müttefik ya da tarafsızlaştırılacak güç ve ülkeleri “dünya devriminin temel gücü” sayan son ve en pespaye biçimini ihya eden bu tutum sapkınlığı ve yozlaştırıcılığıyla en tehlikelisidir.

Hem Teori ve Eylem’in önceki sayılarında eleştirildiği[20], hem de emperyalist olarak tanımlamasına rağmen Çin övgücülüğü yapan bu tutumun dayanakları üzerinde Çin övgücüleri kapsamında durulduğu için bu kadarı en azından şimdilik yeterlidir.

ABD ve NATO’yu güçsüzleştirdiği için Çin (ve yanı sıra Rusya’nın) yayılmacılığıyla dayanaklarına güzellemeleri teori düzeyine yükselten Maoculuktan beslenen “Üç Dünya Teorisi” öykünücülerine benzer biçimde Çin’i emperyalizmle tanımlayan bazı sözde eleştiriciler de Çin karşısındaki tutumları bakımından bir kategori oluşturur. Eski revizyonist parti ve grupların bazıları “sosyalistliği”ni ileri sürdükleri Çin’i doğrudan savunurken, uzun süre “kardeş partileri” ÇKP’yle “dünya komünist ve işçi partileri” platformunda birlikte yer alan KKE ve TKP gibi bazılarıysa bir süredir savunmuyor ve emperyalist olarak niteliyor; ancak pratikte “bizim sorunumuz değil” diyenlere benzer biçimde Çin konusunda ilgisiz kaldıkları gibi, ABD ve NATO ve saldırganlığını hedef almakla yetiniyorlar.

*

Lenin’in tanımına tamamen uygun olarak, dünyanın en irileri arasında ilk sıralarda yer alan tekellerin ve çoktan “bankalarla sanayinin ‘kişisel birlik’inin, başta Xi ve yakın çevresi olmak üzere hükümetle bunlar arasındaki ‘kişisel birlik’le tamamlan”dığı kabına sığmaz akışkanlığıyla mali-sermayenin egemen olduğu; verdiği yüz milyarlarca dolarlık borç, kredi ve daha fazlasını gerçekleştirdiği doğrudan, portföy ve ortak yatırımlara sermaye ihracının birinci planda önem kazan­dığı; uluslararası sınai ve mali tekelleriyle paylaşılması­na giriştiği dünyanın dört bir yanına yayılmış ve toprakları en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesi tamamlan­mış olan dünyanın yeni bir paylaşımında hak iddia eden Çin kapitalizm­inin emperyalist olmayabileceği ve dünya halklarına en küçük bir yararı olabileceği düşünülemez.

 

[1] Lenin, bugün Rusya’nın tümüne sahip olduğu bu özellikleri sıralayarak, emperyalizmi şöyle tanımlamıştı: “Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazan­dığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılması­nın başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlan­mış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizm­dir.” (Lenin, V. İ. (2009) Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. C. Süreya, 12. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 101)

[2] Bkz. Cengiz, A. (2022) “Emperyalizm ve Rusya’nın aynadaki sureti”, Teori ve Eylem, Sayı: 56, sf. 35.

[3] Irs, Y. (2021) “Türkiye ile SSCB Arasındaki Ekonomik İlişkiler”, Bilim ve Aydınlanma Akademisi, https://bilimveaydinlanma.org/turkiye-ile-sovyet-sosyalist-cumhuriyetler-birligi-arasindaki-ekonomik-iliskiler-1920-1991/

[4] İngiltere adına kredi alımına ilişkin görüşmeleri Export Credit Grantee Department yürütmüştür.

[5] Yücel, F. (2015) Cumhuriyet Türkiye’sinin Sanayileşme Öyküsü, 1. Baskı, TTGV Yayını, Ankara, sf. 37.

[6] Qasımlı’dan aktaran Irs, age.

[7] Euro News (2021) “Dünyanın en büyük alacaklısı Çin’in, ülkelere hangi koşullarda kredi verdiği ortaya çıktı”, https://tr.euronews.com/2021/03/31/dunyan-n-en-buyuk-alacakl-s-cin-in-ulkelere-hangi-kosullarda-kredi-verdigi-ortaya-c-kt

[8] Euro News (2020) “https://tr.euronews.com/2020/06/18/dunya-ulkelerinin-cin-e-toplamda-1-5-triyon-dolar-borcu-var-hangi-ulkeler-cin-e-ne-kadar-b”, https://tr.euronews.com/2020/06/18/dunya-ulkelerinin-cin-e-toplamda-1-5-triyon-dolar-borcu-var-hangi-ulkeler-cin-e-ne-kadar-b

[9] Euro News, age.

[10] Financial Times (2017) “China Signs 99-year lease on Sri Lanka’s Hambantota Port”, https://www.ft.com/content/e150ef0c-de37-11e7-a8a4-0a1e63a52f9c

[11] The Maritime Executive (2023) “Kenya Seeks to Generate $10B Leasing Five Ports to Private Investors”.

[12] DW (2019) “Chinas Contentious Stake in Zambias Broadcast Media”, https://www.dw.com/en/chinas-contentious-stake-in-zambias-broadcast-media/a-49492207

[13] Statista (2022) “Value of Exports of Selected Countries”, https://www.statista.com/statistics/269328/value-of-exports-of-selected-countries/

[14] Statista (2023) “Leading Export Countries” https://www.statista.com/statistics/264623/leading-export-countries-worldwide/

[15] Macrotrends (2024) “Manufacturing Output by Countries”, https://www.macrotrends.net/global-metrics/countries/ranking/manufacturing-output?q=What+is+US%27s+industrial+outputs

[16] National Association of Manufacturers (2022) US Manufacturing Facts, https://nam.org/state-manufacturing-data/2022-united-states-manufacturing-facts/#:~:text=Manufacturers%20in%20the%20United%20States,employing%208.41%25%20of%20the%20workforce.

[17] Çin resmi devlet ajansı Xinhua, Çin ve Latin Amerikalı ortaklarının, ikili ilişkilerin karşılıklı olarak geliştirilmesini içeren “yeni bir Çin-Latin Amerika ilişkileri modeli”nin başka şeylerin yanında “ekonomi ve ticarette kazan-kazan işbirliği”ne dayalı olarak oluşturulması için birlikte çalıştıklarını yazıyor. Açıkça itiraf ediliyor ki, Çin “yardım” olarak propaganda ettiği geri ülkelerle ilişkilerinin, bu ülkelerin yanı sıra Çin için de de kârlı olmasını öngörmektedir. (Xinhua (2024) “Xiplomacy: Far apart, close in heart — China-LatAmerica cooperation embarks on new voyage”, https://english.news.cn/20240722/1012b8e2ee294003903ac424b1d3d509/c.html)

[18] UNCTAD (2023) World Investment Report 2023, https://unctad.org/system/files/official-document/wir2023_en.pdf

[19] 2005 ile 2013 yılları arasında Bank of America bu devlet bankasının yaklaşık %10’luk hisselerini satın almıştı.

[20] Bkz. Cengiz, A. (2023) “Emperyalizm tartışmalarında bitmeyen kafa karışıklığı”, Teori ve Eylem, Sayı: 61, sf. 84.