Ayhan Aydoğan

 

Her ulus devlet, kuruluş süreci ve sonrasında kendi varlığını geçmişteki mitlerle meşrulaştırma eğiliminde olmuştur. Tarihi gerçeklik bu anlatıya uygun olmayabilir, ancak bu pek sorun teşkil etmez. Geçmiş yeniden inşa edilir ve ulusal birliğin hizmetine sunulur. Tarih yazımı ve milliyetçi ideoloji arasındaki bu ilişkilenme ulus devletin ideolojik zamkını oluşturduğu gibi, burjuva hegemonyasının temel boyutlarından birisidir.

Burjuvazinin yükselişi ve ulus devletlerin ortaya çıkışıyla özellikle sosyal bilimlerin farklı disiplinleri burjuva siyasetin hizmetinde yeniden biçimlendirilmişti. Arkeoloji alanında yapılan çalışmalar da burjuva milliyetçi ideolojinin temel referans kaynaklarından birisi olarak çarpıtılmış ve araçsallaştırılmıştır. Kazı çalışmalarıyla elde edilen buluntu ve bilgiler, ulusun kökeni olduğu varsayılan “ırk”lar ve kavimlerin “ulusal” başarısı ve büyüklüğünün göstergesi sayılmış, daha doğrusu böyle yorumlanmıştır. Etkileşimler, günlük yaşam ve medeniyetlerin ortak nitelikleri ise aynı amaç doğrultusunda göz ardı edilmiştir. Sovyet arkeolojisi bu alanda önemli bir istisna olarak sonraki yaklaşımları da güçlü bir biçimde etkilemiştir.

 

Tarih Öncesi Türk Kimliğinin İnşası

1920’li yıllarda inşa edilen yeni Türk devleti, ümmetçi ve İslamcı bir temelde kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu öncesi dönemi referans almıştı. Yeni dönemin tarih yazımında, Türkler Mezopotamya ve Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran ve bu uygarlıklarla dünyanın büyük kısmının dil ve kültürünü etkileyen bir “ırk” olarak değerlendirildi.

Yeni ulus devletin, tarihsel mit, destan ve çarpıtılmış arkeolojik bulgulardan yola çıkarak milliyetçi ideolojiyi yeniden inşa edişi benzersiz değildir. Hatta, Türk tarih yazımı, bu açıdan Fransız ulusçu Ecole Methodique akımı ve Alman destansı-ulusçu tarih yazımından büyük ölçüde etkilenmiştir. Alman milliyetçiliğinin geçmişin yenilgi yıllarını atlayarak Ortaçağ Cermen İmparatorluğuna yönelmesi ile Türk milliyetçiliğinin Osmanlı’yı aradan çıkartıp eski Anadolu uygarlıklarına referans vermesi benzer bir arayışın sonucudur.

Türk milliyetçiliğinin inşası sürecinde iki temel iddia üzerinde durulmuştu. İlki, Türklerin geldiği Orta Asya’nın insanlığın dünyaya yayılması sürecinde merkez olduğu, ikincisi Türklerin kültür yaratıcı bir millet olarak dilin ortaya çıkması ve yayılmasına öncülük ettiğiydi.

Çalışmalarına 1929’da doğrudan Mustafa Kemal’in talimatıyla başlanan, 1931’de yayımlanan Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı, bu yeni tarih yazımını ayrıntılı bir sunumunu içermiştir. Kitap 1931’de 10 bin kopya ortaokullara, 90 sayfalık özetlemiş hali de 30 bin kopya halinde ilkokullara dağıtılmıştır. 700 sayfalık kitapta Osmanlı Devleti’ne sadece 30 sayfa ayrılmış, bu kısmın önemli bir bölümünde de Osmanlı zamanında dünyadaki gelişmeler olduğu aktarılmıştır. Buna karşılık 300 sayfa, Türk devleti olduğu ileri sürülerek Hitit ve Sümerler gibi uygarlıklara, 100 sayfa da Türklerden etkilenerek düzenlendiği varsayılan Avrupa medeniyetlerine ayrılmıştır. Kitabın özet halinde ise Osmanlı devletiyle ilgili ayrı bir bölüm yoktur. Kitapta ısrarla eski Anadolu medeniyetlerinin kurucularının Türkler olduğu ileri sürülmektedir. Örneğin;

Tarihin ilk devrelerinde Küçükasya’da oturan halk Hitit veya buna benzer adlarla anılmış olan Hata Türkleridir. Etiler Küçükasya’yı kaplayan bir imparatorluk kurmuşlardı. Bu devleti teşkil eden Türkler kendi Etilerinin idaresi altında ayrı ayrı krallıklar, prenslikler halinde bulunuyorlardı. MÖ 2800 yılında buraya şarktan Ortaasyalı insanlar gelerek yerleşmişler ve Fenikeliler adını almışlardır. İlk Fenike medeniyetini kuran bunlardır. Eski mezarlarda yapılan araştırmalarda çıkarılan brakisefal kafatasları bu ilk Fenikelilerin Türk ırkından olduklarını göstermektedir. Bunlar sonraları yakın komşu oldukları Sami kavimlere karışarak yavaş yavaş Samileşmişlerdir.[1]

Kitapta Türklerin devlet kurma ve teşkilatlanma yeteneğinin ırksal olduğu varsayılmıştır. Osmanlı’nın 600 senelik varlığının Türk kimliği sayesinde mümkün olduğu, yıkılmasının ardından yeni çıkacak devletin yine bu kimlik sayesinde ayakta durabileceği ileri sürülmüştür:

Türklüğün cismani, fikri ve ruhi kudreti dağılan imparatorluğun asıl Türk kısmını kurtarmaya kifayet etti. Yeni Türk devleti işte bu kudretin yarattığı varlıktır. 50-60 asırdan beri medeniyetçilik ve devletçilikteki kudretini izhar ve irade eden Türk milletinin son meyvesi bu yeni Türk Devletidir.[2]

Türk Tarihi’nin Ana Hatları kitabının önemli bir bölümü de İskitler’e ayrılmış, bu bölümde Avrupa’ya “medeniyet taşıma[3] süreci açıklanmıştır. Yunanlıların İskitler dediği halkla, İran kaynaklarındaki Sakaların aynı olduğunu iddia eden kitap, Sakaların ise İran kaynaklarına yapılan atıfla Türk halklarından biri olan Turanlılar olduğu anlatılmaktadır. Bu halkın Kuzey Orta Asya’dan çıkarak önce Rusya’nın kuzeyinde bulunan Yakutistan bölgesine gittiğini, oradan da bütün teknik beceri ve kültürel gelişmişlikleriyle Batı Avrupa’ya doğru göç ettikleri, böylece Avrupa medeniyetinin de aslında Türklerden geldiği iddia edilmiştir.

1937 yılında toplanan İkinci Tarih Kongresinde tüm bu iddialar arkeolojik buluntularla desteklenmek istenmiştir. Kongrede Şemsettin Günaltay, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında sulama kanalları kuran ve ırmakların akışını sistemsel bir biçimde takip edenlerin yerel halklar değil Orta Asya’dan gelen göçebeler olduğunu savunmuştur. Günaltay, bu iddialarının Aşkabat yöresinde yapılan kazılarla kanıtlandığını ileri sürmüştür.[4] Irmağı yönetme konusundaki birikimle tarım konusunda da Türklerin öncü olduğunu anlatan Günaltay, Sümerlerden dört bin sene önce arpa ve buğday ekildiğini ve böylece medeniyet ve kültür oluşumunun Orta Asya’da yaşayan ve buzul çağı sonrası iklim değişikliği nedeniyle göçmek zorunda kalan halklar tarafından başlatılıp yayıldığını varsaymıştır.

Kongredeki en önemli “buluş”lardan biri Güneş Dil Teorisi’dir. Buna göre Avrupa dillerinin asıl kaynağı Türk dilidir. Kongrede söz alan Türk Dil Kurumu’nun yöneticilerinden Necmi Dilmen, konuşmasında, Türk dilinin neredeyse tüm dillerin kaynağı olduğunu şu şekilde izah etmiştir:

Türk dilinin tarihselliği ve hemen her dile kaynaklık ettiği Almanların Hattuşa’da yaptığı kazılarda bilimsel olarak da ortaya konulmuştur. Sümerlerin yapılan araştırmalar sonucunda Türk olduğu aşikârdır. Çıkartılan tabletlerde Margazi = Maraş; Adanawani = Adana; Milid = Malatya gibi birçok Türkçe kelimeye rastlanmakta. Sümerlerin Türk olması, Türkçenin de temelinin Sümerlere dayandığını söylemek yerinde olacaktır. Nerdeyse medeniyetin başladığı toplumun dilinin de diğer dillerin atası olmasının gerçeğe en uygun tahmin olacağı kanaatindeyim.

 

İsrail’de Arkeoloji

Sadece Türkiye’de değil birçok ulus devletin inşa sürecinde milliyetçi ideolojinin meşrulaştırılmasında arkeolojinin yoğun bir biçimde kullanıldığını belirtmiştik. Bir işgalle kuruluşu ilan edilen İsrail de, yakın dönemde yaşanan bir örnek olması açısından önemli.

İsraillilerin Filistin toprağındaki tarihsel hak iddiası büyük oranda Tevrat’ta geçen kutsal anlatıya dayanmaktadır. İsrail tarih, arkeoloji ve haritacılıkla bu kutsal anlatıyı kanıtlamaya ve kendi varlığını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Filistinlileri ise sonradan gelmiş yabancılar olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle, arkeoloji çalışmaları özellikle MÖ.1000 ila 722 yılları arasında varlığını sürdüren Davud Krallığı ve MÖ 521 ile 70 yılları arasında hüküm süren İkinci Tapınak Dönemine yoğunlaşmıştır.

İsrail’in yaptığı ilk arkeolojik kazılar Doğu Kudüs’ün işgal edilmesinden bir sene sonra, 1968 yılında Haremi Şerif’te başlamıştır. Haremi Şerif kazıları bölgenin kimliğinin değiştirilmesinde de oldukça önemli bir rol oynamıştır. Mağaribe, Shafar, Maidan bölgeleri önce Filistinli insanlardan sonra Filistin’in fiziksel yapılarından arındırılmış, kutsal anlatıyı pekiştiren müze ve SİT alanlarıyla çevrelenmiştir.

Haremi Şerif bölgesi İsrail’in Filistin toprakların tek varisi olduğu yönündeki “kutsal” anlatının kanıtı olarak sunulmuş ve turizme açılmıştır. İsrailliler tarafından Roma işgaline karşı savaşmış ve yakılmış olduğu iddia edilen Yahudi genç kadın burada sergilenmektedir. İsrail’in en büyük kurucu mitlerinden, 967 Yahudi’nin 15 bin Romalı askere direndiği Masada Efsanesiyle ilişkilendirilebilen kalıntılar da bu bölgedeki SİT alanlarında himaye edilmektedir.

İsrail’de yapılan hedefli ve sonuçları Tevrat’a göre yorumlanan kazı çalışmaları, antik çağda bu topraklarda yaşayan Retenu, Hurru, Amuru, Kenan, Filistliler gibi kavimlerle modern Filistinlileri aynı bağlama hiçbir şekilde sokmamaktadır. İsrail Devleti günümüzde yaşadıkları toprakları anavatan olarak sahiplenen tek geçmişe kendilerinin sahip olduğunu savunmaktadır.

Kudüs için hazırlanan kazı raporu, arkeolojinin, başka bir açıdan da işgalin hizmetine koşulduğunu ortaya koymaktadır.

1967 ve 2007 yılları arasında İsrail otoriteleri Batı Şeria’da 980, Doğu Kudüs’te 349 kazı çalışması gerçekleştirmiştir. Ayrıca Kudüs’te 1143 kazıya lisans verilmiş, 6050 alanda araştırma yapılmıştır. Yapılan tüm bu kazılarda Filistin yerleşkeleri boşaltılmış ve tekrar dönmeleri söz konusu olmamıştır.[5]

Kazı yapılan bölgeler ve çevresi SİT alanı ilan edilirken Filistinliler bölgeden çıkartılmış ve bölge Filistinsizleştirilmiştir:

1983’te Şilo, Susya, Tel Rumeida ve Zabuta gibi yerleşimler önce arkeolojik sit alanı olmuş, daha sonra yerleşime açılmıştır. 1986 yılında Susya’da yaşayan 340 Filistinli aile bölgede arkeolojik kazı yapılacağı bahanesiyle 500 metre uzağa taşınmaya, 1991’de tekrar 15 km uzağa gitmeye zorlanır. Yine aynı şekilde 19. yüzyılda kurulan 1600 kişilik Zif kasabası sakinlerini yerinden etmek için bölge arkeolojik sit alanı ilan edilmiştir. Hebron’da Good Samaritan, Kudumin, Kiryat Arba, Şilo, Beit benzeri müzeler aktif bir şekilde çalışmaktadır. Yerleşimlerin içinde yer alan bu müzeler, her bir yerleşimin tarihsel hak iddialarını destekleyen arkeolojik malzemeler sunmaktadır.[6]

İsrail tarih yazımında arkeoloji Tevrat’taki Yahudi anlatısını meşrulaştıracak şekilde işlev kazanmış, buluntular zorlama ve aşırı yorumlarla din temelli ulus devlet ideolojisinin inşası için kullanılmıştır. Bu yorumlarda, Filistinliler ve Filistin topraklarında yaşamış diğer halkların varlığı, resmi tarihten çıkarılmak istenmiştir. Filistinlilerin bu topraklara sonradan geldiğini, Yahudilerin işgalci olmadıkları ve kendilerine ait olanı talep ettikleri ileri sürülmüştür. Yine kazı çalışmaları Filistinlileri topraklarından sürmek ve işgali genişletmek için de kullanılmıştır.

 

Afrika’da Irkçı Arkeoloji

Sahraaltı Afrika’sındaki arkeolojik araştırmalar, on sekizinci yüzyıldan itibaren Avrupalı bilim insanları tarafından gerçekleştirildi. İlk araştırmalardan biri İsveçli Andrew Sparman’ın 1776’da Kuzey Afrika’daki Büyük Balık Nehri yakınındaki taş höyüklerden birinde yaptığı kazıydı. Sparman’a göre bu höyükler yabanılların tekniğinden daha fazlasına işaret ediyordu. İddiaya göre, burada daha önce beyazlar yaşamış, ardından bir gerileme yaşanmış ve yabanıllar bu bölgede egemen olmuştu.[7] Bu höyükte bulunan ilk taş aletler, 1858’de Büyük Balık Nehri’nin yanına yapılan müzede sergilenerek “siyahlardan önce yaşamış beyazların varlığının kanıtı” olarak propaganda edildi.

Afrika arkeolojisinde faaliyette olan sömürgeci zihniyetin en çarpıcı örneklerinden biri de, Zimbabve sınırları içinde bulunan taş harabelerdi. Avrupalı araştırmacılar, onları Kuzey Afrika’daki tarih öncesi beyaz sömürgeciliğinin kanıtı olarak gördüler.

Ancak yukarıda belirttiğimiz iki örnekte erişilen alet ve inşaat buluntuları, özellikle Taş Çağı Kuzey Amerika kültürlerinden oldukça ilerideydi. Afrika’da teknolojiler, taş aletler kadar demire de dayalıydı ve toplumlar karmaşıklık bakımından küçük avcı takımından geniş krallıklara doğru sıralanmaktaydı.

On yedinci yüzyılda Mozambik’teki Portekiz sömürgecileri, taş binalar hakkındaki raporlar üzerine Zimbabve’ye gittiler. Söz konusu binaların, Kitab-ı Mukaddes’te kaydedilen altın madenciliği faaliyetleri sırasında Kral Süleyman ya da Sebe Kraliçesi tarafından inşa edilmiş olduğu şeklindeki çarpıtılmış bilgiler, onlara kendilerince işgali meşrulaştırma gerekçesi sunuyordu. “Zimbabve’nin, hakkında söylentiler oluşturulan taş binalarının Kitab-ı Mukaddes’te zikredilen Ophir ülkesiyle özdeşleştirilmesi, birbirini takip eden yüzyıllarda Afrika’nın coğrafyasını inceleyen kimselerin hayal gücünü harekete geçirmeye devam etti. 1871’de Mauch, Büyük Zimbabve’yi ziyaret eden bilinen ilk Avrupalı oldu. Mauch, buranın Sebe Kraliçesi’nin kayıp sarayı olduğunu ve siyah ırktan çok daha önce inşa edildiğini söyledi.[8]

Bu çarpılmış verilere istinaden British South Africa Company şirketi bir ordu toplayarak önce komşu Matalbend’deki altın madenlerini işgal etti ve Zimbabve’nin üstüne yürüdü. Zimbabve kısa süre sonra Avrupa sömürgeciliğinin odak noktası haline geldi. Söz konusu sömürgecilik, beyaz ırkın daha önce kontrol ettiği kendi topraklarına geri dönüş olarak anlatıldı. Büyük Zimbabve’nin ilk ciddi incelemesi, Royal Geographical Society ve British Association for the Advancement of Science’ın yardımıyla British South Africa Company tarafından desteklendi. “Bu görev için seçilen kişi, arkeolojik ilgilere sahip bir Orta Doğu kâşifi olan J. Theodore Bent’ti (1852-1897). Bent’in kazıları, birkaç mimari özellikten yola çıkarak bu harabelerin, Kitab-ı Mukaddes zamanlarındaki Arabistan’dan güney Afrika’ya gelmiş ‘kuzeyli bir ırk’ tarafından inşa edilmiş olduğu sonucuna ulaştı. Varsayılan astronomik yönelimler, milattan önce 1000 ve 2000 arasındaki taş harabeleri tarihlendirmek için kullanıldı.[9] 1895’de Rhodesia Ancient Ruins Limited olarak adlandırılan bir şirkete, Büyük Zimbabve dışında Matabeleland’daki taş binalarla birlikte bütün bu arkeolojik yerleşim yerlerindeki altın eşyaları arama izni verildi.

British South Africa Company Zimbabve’ye bir bilim insanı grubunu müze yöneticiliği yapmak üzere tayin etti. Burada raporlanan belgelere göre, bulunan üç katmanlı duvar yapısının erken dönem Zimbabve’nin antik bir Fenike kolonisinin yapısal çalışmalarına çok benzediği ve burasının antik çağda kurulmuş bir Fenike kolonisi olduğu yazıldı.

1880’de ise, Alman Mısırbilimci Karl Lepsius ve ekibi, Afrika’nın yerli halklarının Kuzeydeki daha açık derili Hamitik nüfus ve güneydeki siyahi nüfus olmak üzere iki ana gruptan oluştuğunu ileri sürdü. Sonrasında birçok etnolog, Hamitleri Sahra altı Afrikası’nın “medenileştirici gücü” olarak tanımladı. “Hamitik göçebe çobanlar fethettikleri ve esasen Orta Doğu kökenli olan daha gelişmiş bir teknoloji ve kültürün temel esaslarını, melezlenme sonucu kendi yaratıcılıkları, zayıflayıncaya kadar Afrika’nın kültür bakımından ‘durağan’ siyahi nüfusuna zorla kabul ettirmişlerdi.[10] Siyahiler ve beyazlar arasındaki bu ayrım ve eşlik eden Afrika’nın yaratıcılığını küçümseme, 1960’lardaki tarihöncesi çalışmalarında ve etnoloji incelemelerinde varlığını sürdürdü. Bu iddiaların tam anlamıyla çürütülmesi ise, 1980 sonrası bağımsızlığını kazanan Zimbabve’nin Sovyet Arkeologlardan aldığı bilimsel desteklerle mümkün oldu. Siyahi insana yakıştırılamayan teknik ilerlemeler, Sovyet arkeolog, kimyager ve adli tıp uzmanları ve onların bilimsel destekleriyle çalışan Afrikalı bilim insanlarının ortaya koyduğu siyahlara ait parmak izi takibiyle ve çeşitli diğer bilimsel verilerle kanıtlandı. Sovyet bilim insanları Viktor Sarianidi ve Mihail E. Masson’ın ortaya koyduğu buluntular ve Afrika arkeolojisine yaptığı önemli katkılar Zimbabve’nin başkenti Harare’de açılan Afrika Kurtuluş Müzesinde bugün sergilenmektedir.

 

Bir Alternatif: Sovyet Arkeolojisi

Sovyet arkeolojisi, geliştirdiği yaklaşımla, beyaz-Aryan merkezli ve ırkçılığa da kapı aralayan egemen anlayışa karşı bir alternatif olmuştur. Tarihteki kritik icatların sadece belirli halklarca geliştirilebileceğini, ilerlemelerin dünyanın geri kalanına da bu halklar vasıtasıyla iletildiğini savunan ve ırkçılığı meşrulaştıran sosyal Darwinist akıma karşı, insanlığın ortak mirasını sahiplenen bir konumda durmuştur. Uygarlığın gelişimini sadece “Aryan ırkı”na dayandıran, diğer halkların tarihini yok sayan Hint-Avrupa merkezli arkeoloji anlayışına karşı, gelişmenin karşılıklı etkileşimle olduğunu savunan ve beyaz Aryan olmayanların da tarihini önemseyen ekolün başlangıcı Sovyetler Birliği’ndedir.

Sovyet arkeolojisi için en önemli buluntular tarih öncesi emek araçlarının kalıntılarıydı. Emek araçları, toplumsal ilişkilerin en önemli göstergelerinden biridir. Bu, yöntem açısından da farklı bir bakış açısı getirmişti. Piramitler ve saraylar gibi görkemli yapıların yanı sıra kent surlarının dışını kazarak eski dönemlerde yaşayan sıradan insanların yaşamını anlama çabası toplumların bütünlüğünün ortaya koyulması için kritik bir önem taşımaktaydı. Böylece konut alanları, çalışma mekanları ve işlikler önemli kazı alanları haline geldi. Sovyetlere göre, emperyalist batı merkezli arkeoloji sadece “önemli yapı” kazıcılığı yapıyordu ve bu yöntem insanlığın yazılı olmayan tarihinin anlaşılması açısından gerekli bilgi ve ipuçlarını veremezdi. Önemli yapı kazıcılığı ile geliştirilen kültürel anlatıların da doğru olamayacağı düşünülüyordu. Batı merkezli arkeolojinin toplumların ekonomik ve kültürel yapısından ziyade kendi uluslarının üstünlüğünü gösterme çabası ve hazine avcılığından öteye gitmediği, Sovyet arkeolojisinde genel bir kanıydı.

Dönemin emekçilerinin barındığı surların dışının kazılmasının yanı sıra en büyük ikinci değişiklik daha eskiyi bulmaya çalışan salt dikey kazılardan ziyade yatay kazılardı. Bir uygarlığın yaşamına dair üretim aletleri ortaya çıkartılınca yatay olarak kazıya devam edilerek çevre yerleşkelerdeki üretim aletleri ve kültürel ögeler de araştırılarak, aynı dönemdeki farklı yerleşkeler arasındaki ilişkisellik de ortaya çıkartılmaya çalışılıyordu. Fakat bulunan maddi kalıntıların tipolojik analizleri ya da bir diğeriyle ilişkilendirilmesi yeterli olmuyordu. Bu noktada Sovyet arkeolojisi tarafından ortaya konulan bir diğer yenilik doğa bilimleri yöntemlerinin arkeolojik buluntularda kullanma çabasıydı. Kimyasal ayrıştırma, elektroliz, havadan fotoğraflama gibi yöntemler ile farklı bilim dalları arasında bütünlüklü bir çalışma gerçekleştiriliyordu. Örneğin 1934’de Tretyakov, adli tıp uzmanlarının araştırmalarına dayanarak, kapların içerisindeki parmak izlerinden Karadeniz’in kuzey kıyılarında yaşayan tarih öncesi avcı balıkçı yaşamında çanak çömlek üretiminin kadınlar tarafından yapıldığını ortaya koymuştu.[11]

Sovyetlerde, arkeoloji, milliyetçi ideolojinin bir aracı olmaktan çıkarılmıştı. Sovyet arkeolojisinden çıkan sonuç, uygarlığın bazı ırkların geliştirip yaydığı bir kültür olmadığıydı. Sömürgeci ve emperyalist batı merkezli arkeoloji Germenler, Slavlar, Normanlar, Finler gibi beyaz “ırk”ları tarihsel gelişimin motoru olarak görüyor ve buluntuları bununla ilişkilendirmeye çalışıyordu. Sovyet arkeologlara göre tüm halklar çok yönlü tarihsel süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Sovyet arkeologlar “ırk” ve millet ayrımlarını, mesela neolitik dönemde yaşamış insanları Slav ya da Fin diye tanımlayarak yapmayı doğru bulmamışlardı. Sovyetlerin Karadeniz’de yürüttüğü Paleolitik Dönem araştırmaları da bu düşünceleri destekliyordu. Bölgesel, coğrafi ya da “ırksal” farklar tarihin çok uzun bir dönemi boyunca herhangi bir önem teşkil etmemiş ve toplumlar üretim ilişkileri ve içsel çelişkileri çerçevesinde melezleşerek gelişmişlerdi.[12]

Bu noktada Sovyet pretohistoryasının temellerini atan Nikolsky’nin çalışmalarına da bir vurgu yapmak gerekir. Nikolsky’nin çağdaşları birçok yazılı belge bulmuştu. Resmi kraliyet ve askeri yazışmaların dışında herhangi bir belge çevrilmeye çalışılmadan öylece müzelerde bekletilmekteydi. İş akdi, toprak vergisi gibi toplumun üretim ilişkilerine dair ipuçları verebilecek belgeler önemsenmiyordu. “Babil’deki Ba-U tapınağındaki ekonomik hayatın rolü, kölelerin konumu gibi tartışma alanlarına dair ilk çeviriler Nikolsky’nin yayınladığı çivi yazısı tercümelerine bakılarak yapılmıştır. Sovyet arkeologların Babil’de özel mülkiyete kapalı olan kolektif toprağın bir hayali sahibi (Tanrıça Bau), bir de gerçek sahibi olan PATESİ hakkında yazdıkları ile Marx’ın Doğu toplumları üzerine yazdıkları hakkında önemli paralellikler bulunmaktaydı.[13]

Nikolsky ve üzerinde yükselen Sovyet arkeolojisi balıkçılar, duvar ustaları gibi mesleklerin toplumsallıktaki rollerini, çalışmalarda paylarına düşen yiyecek öğününü, emeklerine ödenen miktarı, temel besin maddelerine ulaşımın mesleklere ve kölelere göre ayrımını, kullanılan takas malzemelerini inceleyen ilk kaynakları yaratmıştır. Yine bu ekolün devamcılarından Struve’nin 1933’te Lagaş’taki Ba-U tapınağında Babil ve Sümerler üzerine yaptığı ayrıntılı incelemeler Sovyet Arkeoloji anlayışının tipik bir kesitini sunmaktadır:

Struve bu çalışmalarda tapınak inşasında özgür işçilerle kölelerin çalışma biçimlerini karşılaştırır. Lagaş’taki tapınakta özgür bir işçi yılın 4 ayı, köleler ise tüm yıl çalışmaktaydı. Çalışanların oranlarına bakıldığında %63’ü köle %37’si özgür emekçilerden oluşmaktadır. Yani 190 bin iş gününde inşa edilen tapınağın 160 bininde köleler 30 bininde ise özgür emekçiler çalışmışlardır. Tapınak’ta özgür işçilere yılda üç kez tahıl verilirken, kölelere sadece bir kez verilmekteydi. Kölelere arpa, özgür emekçilere ise emmer buğdayı verilmekteydi.  Dini bayramlarda tapınakta kesilen kurbanlar ise sadece özgür emekçilere dağıtılmaktaydı.[14]

Urartular üzerine yapılan kazılarda zanaatkârların mesleklerini nasıl icra ettiklerine dair önemli bulgular elde edilmişti:

Saray için çalışan meslekler dışında en tam zamanlı yapılan işlerden birinin dericilik olduğunu görebiliyoruz. Merkezi kentlerin dışında insanların çocuklarını en fazla çırak olsun diye ustaların yanına verdikleri mesleğin dericilik olduğunu söyleyebiliriz. Deri yapımı sivil insanların giyiminde, demir zırhın içine yapılan deri kaplamalarda çokça kullanılıyor. Dericiler coğrafyada dağınık olmakla birlikte yapılan yatay kazılardan çıkartılan sonuç olarak derinin hammaddesi olan kurutulmuş sığır gönünün sadece merkezi Karmir-Blur’dan alındığını, hammaddenin buradan çıkartılıp tüm coğrafyadaki dericilere ulaştırıldığını biliyoruz. Ayrıca yapılan mezar kazılarında dericilerin savaşçılar gibi üretim aletleri ve ürettikleri deri kıyafetlerden örneklerle gömülmesi, bu mesleğin önemini ortaya koyuyor. Ama dericilik ve çömlekçilik gibi bazı belli başlı meslekler dışında eğer saray ya da orduya çalışılmıyorsa meslekler tam zamanlı değil yarı profesyonel şekilde yapılıyor.”[15]

Sovyet arkeolojisinde ölü gömme ritüellerinin takibi de mülkiyet anlayışına dair önemli ipuçları vermekteydi. Kruglov ve Podgayetsky 1935’te yayınladıkları Doğu Avrupa Steplerinin Klan Toplumları makalesinde Kuzey Rusya’daki Bakır Çağı ölü gömme adetlerindeki değişimleri mülkiyet anlayışındaki gelişmeyle ilişkilendirdi. Keza evrilen toplumlarda mülkiyet daha önemli hale geldikçe, varislerin harisliği nedeniyle, tedricen ölülerin sahip oldukları büyük miktarlarda değerli şeylerle birlikte gömülmesinin azaldığını ileri sürdüler. İncelenen mezarlarda ölülerle birlikte gömülen altın, gümüş gibi değerli madenlerin iki nesilde onda bir oranına düştüğünü, binek hayvanların gömülmesinin ise tamamen terk edildiğini saptadılar.

Hangi emekçi tipinin nerede kaç gün çalıştığı, yapılan iş akitleri, kullandıkları binek hayvanları, aldıkları yiyecek istihkakı, kullanılan araç gereçler, insan ve hayvan gömme ritüelleri, sıradan insanın kültürel pratikleri, Sovyet arkeologları için tarih öncesi toplumları ve üretim ilişkilerini anlamada önemli unsurlar olmuştur.

 

Sonuç

Birçok ulus devlet hem devletin hem de milliyetçi ideolojinin inşa sürecinde arkeolojiden yararlanmıştır. Türkiye’de Hitit ve Sümer uygarlıkları, Almanya’da 1848 yenilgisinden sonra Ortaçağ-Germen İmparatorluğu, İsrail’de Davut Krallığı ile kurulan “ırki” ve mitsel bağlar, Afrika’yı sömürmeyi meşrulaştırmakta kullanılan “Afrika’yı da beyaz insan yarattı” iddiası birçok özgünlüğü barındırsa bile, temelde aynı şeye, yani milliyetçi ideolojinin inşasına hizmet etmiştir. Arkeoloji bu işlevle konumlandırılmış, elde edilen buluntular zorlama yorum ve çıkarımlarla burjuva tarih yazımının hizmetine koşulmuştur.

Bu perspektifin sonucu olarak burjuva Batı Avrupa arkeoloji geleneği 20. yüzyılın ilk yarısında henüz saraydan kente ve surların dışına çıkmamış ve sıradan insanın geçmişini gündem edinmemiş, yeterli yatay kazılar yapmamış ve arkeolojiyi diğer bilimlerle birleştirip bir bütünün parçası haline getirmemişken, Sovyetler Birliği bu yönde önemli çabalar sarf etmiştir. Tarih yazımı gibi arkeolojinin ilgisi de saraylardan halka inmiştir.

İşe, mesleğe, emeğe, emek araçlarına, kültüre, üretim ve toplumsal ilişkilere odaklanan Sovyet arkeolojisi, arkeolojiyi burjuva devletin ideolojik argümanlarını güçlendirme işlevinden çıkarmış, onun bilimsel bir çerçeveye oturtulmasına katkı sağlamıştır.

[1] Ersanlı, B. (1992) İktidar ve Tarih, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 56

[2] Ersanlı, İktidar ve Tarih, sf. 48.

[3] İskitler, göç ettikleri bölgelere yeni tip hayvancılık, metal işletmeciliği, ev mimarisi ve defin geleneklerini beraberinde getirmiştir. Batı Sibirya’yı ve Doğu Avrupa’yı da etkileyen bu değişim gelişmiş yeni maddi kültürü olan bir toplum oluşmasında rol oynamıştır.

[4] Öztan, G. (2011) Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, sf. 148.

[5] Kurt, M. (2020) “Filistin’deki İşgale Meşrutiyet Üreten Bir Araç Olarak İsrail Arkeolojisi”, Tarih İncelemeleri Dergisi, 213-242, sf. 226

[6] Kurt, age, sf. 228

[7] Trigger, B. (2014) Arkeolojik Düşünce Tarihi, Eski Yeni Yayınları, Ankara, sf. 189

[8] Hall, R. (1973) The Ancient Ruins of Rhodesia, Cambridge University Press, London, sf. 21.

[9] Hall, The Ancient Ruins of Rhodesia, sf. 22

[10] Trigger, Arkeolojik Düşünce Tarihi, sf. 192

[11] Trigger, Arkeolojik Düşünce Tarihi, sf. 317

[12] Sivrioğlu, T. ve S. Gündüzalp (2023) Sovyet Arkeolojisi Üzerine Denemeler, Sakin Kitap, İzmir, sf. 56

[13] Sivrioğlu ve Gündüzalp, age, sf. 76

[14] Childe, G. (1940) “Archeology in USSR”, Nature, 145, 95-120, sf. 110

[15] Childe, age, sf. 111