Ela Ava
Mütemadiyen emperyalist ilişkilerin dinamiklerinin değiştiği, siyasi dönüşüm ve altüst oluşların, savaş ve işgallerin peş peşe yaşandığı Ortadoğu, kadınların toplumdaki konumu, hakları ve mücadeleleri bakımından da “kolay” bir coğrafya değil. Bu zorluk hâli, kadınların haklarına dair güncel birtakım yüzeysel okumalarda da kendisini gösteriyor. Örneğin; İslami mutlak monarşiyle yönetilen Suudi Arabistan’da Prens Selman’ın talimatıyla kadınların çalışabiliyor olması, giyinme özgürlüğü ve hatta güzellik yarışmalarına katılması, kadınların kamusal yaşama dahlinde bir “ilerleme” yaşanıyormuşçasına bir görüntü veriyor. Ya da tersten, ABD’nin 20 yıllık işgalinden sonra iktidarı Taliban’a bırakarak Afganistan’dan çekilmesinin ardından, kadınların en temel medeni haklarının geri alınması, eğitimde, istihdamda ve genel olarak sosyal yaşamda deyim yerindeyse varlıklarının yasaklanması, doğal ve büyük oranda haklı olarak bir “gerileme” şeklinde yorumlanıyor. Ancak egemen liberal söylem, bu “gerileme” durumunu, 20 yıllık ABD işgalini kadınların kamusal hayata katılımında bir “ilerleme” dönemi görerek ve göstererek tarif ediyor. Benzer bir şekilde, Suudi Arabistan’daki “ilerleme” okuması da, Batı’daki gelişmiş ülkelerle, yani emperyalistlerle girilen ticari ve diplomatik ilişkilerin olumlu bir sonucu olarak yapılabiliyor. Yaklaşık 40 milyon nüfuslu, ekonomisi esasen petrol sermayesine dayanan, petrol gelirleri sayesinde pek çok silah ithal edebilen ve Ortadoğu’nun en güçlü ordularından birine sahip olan Suudi Arabistan son dönemlerde ABD ile kurduğu yakın siyasi ve mali ilişkiler sonucu “demokratik” bir görüntüyü dünyaya, kadınlar üzerinden de sunmaya çaba gösteriyor. Gerçekte, kadın hakları savunucularının sadece giyim tarzları gerekçe gösterilerek tutuklandığı körfez ülkesinde bu görüntünün bir kabuktan ibaret olduğu ortada.
Devletler ve sermaye nezdinde yapılan bu yüzeysel “ilerleme” ve “gerileme” yorumlarının tipik özü, ABD emperyalizmine ve/ya Avrupalı emperyalistlere yaklaşmanın ya da bunların müdahalesine açık olmanın kadın hakları bakımından “modern ve ilerlemeci”, uzaklaşmanın ise “gerici” sonuçlar doğurduğu yönünde bir çıkarımdır. İlerleme ve gerilmeyi doğru tarif edememek, emperyalist işgalleri olumlamaya kadar uzanan yanlış bir sonuç ortaya çıkarabilir. Elbette, her coğrafya gibi, Ortadoğu da tarihsel olarak mütemadiyen kadın hakları açısından “gerileme” ve “ilerleme” kaydetmiştir. Ancak ilerleme ya da gerilemenin temel dinamiği, emperyalistlerin bölgedeki kadınlara “bahşettiklerini” iddia ettiklerinde değil, tam tersine, halk hareketlerinin, sınıf mücadelesinin ve kadın hareketlerinin bölgedeki emperyalist müdahalelere ve işbirlikçi gericiliklere karşı olumlayıcı ya da meydan okuyucu tutumunda aranmalıdır. Örneğin; 2010’da Tunus’ta ve 2011’in başlarında Mısır’da yaşanan halk ayaklanmalarının ardından Ortadoğu’da ortaya çıkan hareketler dalgası, çeşitli şekillerde cinsiyet eşitsizliği sorunu üzerine odaklanmayı da beraberinde getirmiştir. Kadınlar yalnızca çeşitli halk hareketlerine katılmakla kalmamış aynı zamanda direnişlerde yön belirleyen unsurlar haline gelmiştir.
Özetle, Ortadoğu’da kadınların toplumsal konumu, emperyalistler arası rekabetten, buna bağlı olarak emperyalistlerin bölgedeki müdahalelerinden ve işbirlikçi gerici güçlerin etkinliğinden bağımsız kavranamayacağı gibi, kadın hareketlerinin varlığı ve dinamiği de bunlarla ilişkili olarak gelişen ya da gelişemeyen sınıf ve halk hareketlerinden bağımsız anlaşılamaz. Bu bağlamda; emperyalist işgaller ve emperyalistlerin güdümünde gelişen vekalet savaşları, Ortadoğu’da egemen sınıf siyasetinin içeriğini önemli oranda oluşturan İslam ideolojisi, İslami rejimler ve Cihadist örgütler kadınların toplumsal konumunu geriletici unsurlar olmaya devam ediyor.
Emperyalist İşgaller ve Kadın Hareketlerinin Geriletilmesi
ABD-AB ile Rusya-Çin bloğu arasındaki rekabet; son zamanlarda ABD’nin dış politika önceliğinin Orta Doğu’dan Güneydoğu Asya’ya kademeli olarak genişlemesi Çin’in Ortadoğu ve Kuzey Afrika ilişkilerinin güçlenmesine yol açtı. Çin, gelecekte hegemonik konumunu güvence altına almak için Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın kaynaklarına giderek daha fazla ihtiyaç duyuyor. Tüm bunlarla birlikte, ABD’nin Ortadoğu’dan vazgeçtiğini söylemek de mümkün değil. Nitekim İsrail’in Filistin işgali sürecinde buna bir kez daha şahit oluyoruz.
Enerji kaynakları, pazar alanları ve ticaret yolları hakimiyeti üzerinde emperyalist rekabetin sertleşmesi, bu konjonktürde gerçekleşen emperyalist ya da emperyalizm destekli işgallerin kadınların hayatına derinden tesir ettiğini açıktır. Üstelik, son 30-40 sene içinde gerçekleşen bu işgallerde emperyalistler “kadın özgürlükçü” söylemleri meşrulaştırıcı bir unsur olarak kullanmış, Ortadoğu’daki kadınların ülkelerindeki burjuva diktatörlüklere karşı özgürlük ve eşitlik talepleri emperyalist talan, yağma ve çıkarlar adına yaygın olarak istismar edilmeye çalışılmıştır. Gerçekte, kadınları “özgürleştirme” hamlesi olarak da propaganda edilmeye çalışılan bu işgaller nerede yaşandıysa orada var olan ya da gelişmekte olan emekçi kadın hareketlerinin bastırılması anlamına gelmiştir. Yakın tarihteki Irak ve Afganistan işgalleri bu emperyalist ikiyüzlülüğün en açık örnekleridir.
İngiliz kuvvetlerinin işgali altından yeni çıkmış monarşik Irak’ta, rejim yanlısı burjuva milliyetçi kadınlar ile Komünist Parti üyesi kadınlar hareketin iki ana eğilimini oluşturuyordu. Yoksulluk ve yiyecek kıtlığının toplumun çoğunluğunu sardığı bu koşullarda, emekçi kadınlar kitlesel “ekmek eylemleri” ile kendi mücadele hattını örmeye başlamıştı. 1940’lar ve 1950’lerde kadın haklarını sosyal adalet ve anti-emperyalizm bağlamında savunan, Komünist Parti üyesi kadınların etkin olduğu örgütler, Iraklı Kadınlar Birliği güçleniyordu.[1] Bunda şüphesiz ki Sovyet etkisini yadsımamak gerekir.
Ne var ki, henüz, burjuva milliyetçi kadınları destekleyen monarşi dönemindeki baskılar nedeniyle kısmen yeraltına çekilmek zorunda kalan komünist kadınların faaliyeti, 1958 darbesiyle monarşi yıkılmasından sonra da devam etti. Bu dönemde, Kürdistan da dâhil olmak üzere Irak’ın pek çok yerinde kadınların siyasi partilere katılımı artmıştır. Monarşi sonrası “ilerici” görünümünü güçlendirmek de isteyen milliyetçi Baas Partisi, kendi kadın örgütü Iraklı Kadınlar Genel Birliği’ni de genişleterek etkisini güçlendirmiştir. Baas rejiminde, geçmişe kıyasla kadınların kısmî hukukî kazanımlar elde ettiğini söylemek mümkündür. Ancak bütün bu süreç ve çıkarılan kanunlar sadece görüntüde kalmıştır. Daha sonra, 1979’dan başlayarak 2003 Irak işgaline kadar uzun bir süreci kapsayan, Saddam Hüseyin yönetiminde öne çıkan Al-Hamd İmani (İmana Dönüş Hamlesi) adı verilen İslamcılaştırma hareketi, doğrudan kadınların en temel haklarını hedef almıştı. Bu süreçte, daha önce kurulan Iraklı Kadınlar Birliği ve Irak Kadın Kurtuluş Örgütü’nün yeraltı faaliyetine dönüşmesine sebep oldu. Baskılar kadın hareketini çok zayıflatmış, öne çıkan isimleri sürgüne mahkûm etmişti. Ancak kadın hareketi belirli yönleriyle kendini var etmeye devam etmiş, özellikle medeni haklar çerçevesinde etkilerini bırakmıştı.
20 Mart 2003’ten 18 Aralık 2011’de geri çekilmesine kadar süren ABD işgali ise Irak’ta kadınlar için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. İşgal, ABD’nin umduğu sonuçları vermedi. Süreç; çeşitli gerekçelerle, Baas rejimine karşı çıkan ve İran rejimi yanlısı yeni siyasi güçlerin iktidara taşınması şeklinde ilerledi. Etnik ve dini parametreler açısından parçalanmış yeni bir hükümetin kurulması yine siyasi kaos yarattı ve muhafazakâr güçler üstünlük sağladı. Şimdi kadınlar her anlamda zayıf ve vatandaşlık haklarını tanımayan bir hükümetle karşı karşıya. Kadınların siyasi hayata katılımı ancak etnik sistem çerçevesinde mümkün olabiliyor. Kendi topluluklarının temsilcisi olarak kabul ediliyorlar ve hükümete, parlamentoya ve il meclislerine ancak bu küçük pencereden girebiliyorlar.
Zehra Ali, onlarca yıldır savaş ve şiddete maruz kalan kadınlarla yaptığı görüşmeleri kaleme aldığı “Irak’ta Kadın ve Cinsiyet” adlı kitabının bir bölümünde durumu şöyle ifade ediyor:
“Sömürge olma, dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da boyun eğdirilmiş, itaatkâr ve haklardan yoksun kadınların yaşadıklarını ağırlaştırmıştır. Sömürgecilerin ‘uygar batı’ ve ‘vahşi doğu’ tanımlamaları kadınların onlarca yıllık hareketine ket vurmuştur… 2003’ten sonra Irak, ‘kadın meselesini’ yeniden dinî açıdan tartışmaya başladı. Sömürge döneminde olduğu gibi, ‘yeni bir ulus’, ‘yeni bir kadın’ tartışmaları tahribat yarattı. Sonuç, Irak hükümetinin ‘laiklik’ iddiasını sorgulayan ‘siyasallaşmış bir dindarlık’ oldu.”[2]
Zehra Ali’nin dediği gibi bugün Irak’ta gördüğümüz, hâlâ kadınların işgal yıllarının bedelini ödediği bir tablo. Hâlâ Irak’ta kadınlar kanun hükmünde düzenlenmiş birçok kısıtlayıcı ve baskılayıcı kararla yüz yüzeler. Bu baskı sarmalı ise birçok kesime sirayet ediyor. Kadın örgütleri, siyasi faaliyete ağır bedeller ödeten, kadınların en temel ve insani haklarına taarruz eden Irak yönetimiyle karşı karşıya. Bu sadece kadınlarla sınırlı kalmayıp tüm toplumu kapsayan bir sürece dönüşmüş durumda. Nitekim modernleştiğini iddia eden Irak hükümeti, geçtiğimiz ay LGBTİ’leri 15 yıl hapis cezasıyla yargılayacağını açıkladı.
Emperyalist işgal bağlamında, diğer önemli ve üzerinde durulması gereken ülke şüphesiz ki Afganistan. Ancak önce çok kısa Afganistan’da kadın hareketinin gelişimini hatırlamakta fayda var. Afganistan’da kadın mücadelesi ve kadınların siyasi aktör olarak toplumda etki yaratması uzun tarihsel süreçlere dayanıyor. 1920’lerde özellikle burjuva ve orta sınıf kadınlardan oluşan farklı cemiyetler kadınların medeni hakları için adımlar attı. “Amani Hareketi” bu süreçte kadın hareketini farklı yönlere doğru ilerletti. Şah Amanullah Han’ın eşi kraliçe Süreyya’nın eğitim, evlilik yaşı sınırlaması, medeni özgürlükler, çalışma alanları açısından sürdürdüğü faaliyetler özellikle üst sınıf kadınlar açısından örgütleyici oldu. 1977 yılında kurulan Afganistan Devrimci Kadın Topluluğu, kısa adıyla Rawa, kadın hareketinde büyük bir etki bıraktı. Afganistan’da Demokratik Cumhuriyetin yıkımının ardından, ABD emperyalizmi tarafından Ortadoğu’da özel olarak planlanan ve yaygınlaştırılan İslami hareketler yer edinmeye başladı. Taliban da bunlardan biriydi. Taliban’ın Afganistan’ı işgal etmesiyle birlikte tüm kadınların en temel hakları elinden alındı. İlerici hareketlerin hepsi bastırıldı. Kadınlar ev köşelerine çekilmeye mecbur bırakıldı.
ABD, 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısının ardından, “İslami terör” konseptini geliştirerek “terörle mücadele” adı altında Afganistan’ı işgal etti. İşgali meşrulaştıracak gerekçelerden biri de kadınların özgürleştirilmesiydi. Dönemin ABD başkanı George Bush, Afganistan’a girildikten sonraki ulusa seslenişlerinden birini devrettiği eşi Laura Bush’un “Günaydın. Ben Laura Bush. El Kaide terörist ağının ve Afganistan’da onu destekleyen rejimin, Taliban’ın kadın ve çocuklara karşı barbarlığına odaklanmak üzere dünya çapında bir çabanın ilk adımını atmak için bu haftanın radyo konuşmasını ben yapacağım,” sözleriyle başlayan konuşması bu anlamda semboliktir.
ABD’nin Taliban’ı tamamen yok etmemekle birlikte yönetim kademesinden tasfiye ettiği bu süreçte, kadınların yine sokağa çıkabildiği, çalışabildiği görünümler ortaya çıktı. Belirli yönleriyle bu ortam Afganistan’da kadın hareketinin tekrar canlanmasına yol açtı, ancak genellikle bu durumdan beslenen burjuva-liberal kadın hareketi oldu. ABD kadınlara “armağan” ettiği özgürlükleri işgali meşrulaştırmak için kullandı. ABD işgali sonrası kadınlar, BM ve NATO’nun fonladığı sivil toplum örgütlerinde ve buna bağlı gelişen istihdam alanlarında çalışmaya başladı. Aslında bu, işgal edilen ülkelerin “proje ülkeleri” haline getirilmesiydi; merkezinde BM’nin olduğu STK’cılığa, dolayısıyla emperyalizme kadınların bağımlılaştırılmasıydı. Bu anlayış aynı zamanda Afganistan’daki burjuva kadın hareketinde kendi etkilerini bıraktı. Özellikle kırsaldaki yoksul ve emekçi kadınları yoğun cinsel istismar da dahil her türlü sömürüye açık hale getiren ABD emperyalizmi, çıkarları gereği işgal edip talan ettiği ülkeden yine çıkarları gereği çekilirken, Taliban’ın tüm Afganistan halkına yönelik kıyıcı bir şiddetle ülkeyi işgal etmesine yol vermekte, halkı çürümüş bürokratik sistemin, ağır ekonomik ve toplumsal sorunların kucağına atmakta hiçbir tereddüt göstermedi. Afganistan’daki kadınlar, işgal boyunca emperyalizme bağımlılaşmanın kaçınılmaz sonuçlarını en yıkıcı şekilde yaşamış oldu. Uluslararası alanda, hiçbir diplomatik gücün iktidarın Taliban’a devrinin yaratacağı felakete karşı elle tutulur bir tavır sergilememesi, emperyalizmin ikiyüzlülüğünün teşhiri niteliğinde tarihin kayıtlarına geçti. Üstelik, sadece ABD ile değil, son süreçte Çin ile petrol üzerinden mali anlaşmalarla eli güçlenen Taliban’ın kadınlara uyguladığı şiddet, emperyalistlerin gündeminde söylem düzeyinde bile rafa kalkmış durumdadır.
Taliban’ın yeniden işgal sürecinde kadınların şiddete maruz kalması, tecavüze uğraması ve en temel insani haklarının çiğnenmesi karşısında BM’nin tepkisi sadece “endişe verici” ibaresi ile sınırlı kalmıştır. Sonuç; Afganistan’da kadınların daha ağır bedeller ödeyerek hayatını sürdürmesidir. Bugün kamusal alanlarda kadınlara çalışma yasağı getirilmiş durumda. Ancak belirli şirketler evde, çok cüzi rakamlara kadınlara parça başı iş yaptırıyor. Uzun saatler en ucuza çalışmaya mecbur bırakılıyor. Afganistan’ın “Sabah 8 Gazetesi” 2020’de yayınladığı raporda, Belh vilayetinde, Mezar-ı Şerif şehrinde “gündelik ücretli” kadınların, 100 ile 120 Afgani arası, yani günde 1 dolara denk gelen çok düşük bir ücret karşılığında çalıştırıldıklarını kaydediyordu.[3]
Afganistanlı kadınlar, emperyalizmin dincilik dahil tüm gericiliklerin kalesi ve hatta temel dayanağı olduğunu, tümünü beslediğini ve yaşattığını çok ağır bedeller ödeyerek bir kez daha deneyimlemiştir. Tüm bunlara rağmen, Afganistan’da kadınların mücadelesi her ne kadar baskılansa ve yıllarca geriye götürülse de “başa döndü” diyemeyiz. Kadın hareketi bir önceki işgal döneminden öğrendikleriyle ayakta kalmaya çaba gösteriyor. Bütün tehditlere rağmen sokakta, “İş, Ekmek, Özgürlük” sloganı atıyor, evlerde kız çocukları için gizli dershaneler oluşturuyor, kadın sağlığı ve kürtaj gibi işlemleri dayanışmayla çözmeye çalışıyor.
Ortadoğu’da Kadın Düşmanı İslami Güçlerin Baş Göstermesi
Emperyalist işgallerin yanı sıra bölgeye müdahalenin bir biçimi de vekalet savaşları. Bunun kadınlar açısından varlık-yokluk derekesinde yıkıcı bir sonucu da cihatçı örgütlerin kümelenmesi oldu. Siyasal İslamcı ve farklı İslami güçlerin temsilcileri Ortadoğu’da ve Afrika’da farklı zaman dilimlerinde kimi daha “ılımlı” ve kimi daha “radikal” görünen güçler olarak ortaya çıkıyor, “Tekfirî”, milis ve köktendinci güçler uzun zamandır Ortadoğu’da kök salıyor, emperyalist rekabetin güdümündeki vekalet savaşlarında rol üstleniyor.
Köktendincilik dini temelde kaidelere dönüş demektir. İslam dininin bu düşünceyle harmanlanması kimi noktada hükümet biçimine dönüşse de kimi yerde İslami milis güçler olarak önümüze çıkıyor. Kimi Müslümanların dini inancının yarım olduğu, bu Müslümanların kâfir sayılarak öldürülmesi gerektiği anlayışına sahip “tekfirî” güçler, ayrıca şiddetin, kadınlara tecavüzün ve terörün amaçları için kullanılmasını caiz kabul eder.
İslam’ın siyasal bir denetim ve baskı mekanizması olarak kullanılması farklı formlarıyla çeşitli ülkelerde kapitalizmin ve mevcut devletin bekası için önemli bir unsur haline gelmiştir. Kimi zaman ılımlı kimi zaman sert görünümleriyle denklemlerini kurmuştur. Ortadoğu coğrafyasının ekseriyetinde hâkim olan, İslamî kuralların kapitalist devletler eliyle dayatılması, kadınlar açısından sadece bir yaşam formunun dayatılmasının ötesinde denetleme ve cezalandırma mekanizması oluşturmuştur. Giyinme özgürlüğü, boşanma hakkı, seyahat hakkı, eğitim hakkı, sokağa çıkma hakkı ve nice sayabileceğimiz temel insani hakkın kullanımı, emperyalizm genel krizleri ve devletler arasındaki uzlaşma ve çatışma sonucu, halk hareketlerinin yükselmesine de bağlı olarak “gevşemiş” ya da “sertleşmiştir.” Her ne kadar Afganistan ve Irak işgali ardından ABD’ye karşı dönmüş olsalar da bölgedeki çoğu İslamî örgütün 1950’lerden başlayarak CIA eliyle Rusya’ya karşı bir güç olarak beslenip büyütüldüğünü unutmamak gerekir.
1970’li yıllarda ivme kazanan İslami hareket tüm Ortadoğu’yu ve bunun sonucunda kadınların hayatını değiştirdi. Bu hareketin başında Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketini kuran, Pakistan ve Afganistan İslamcılarıyla temas halinde olan ve Siyasal İslam’ı bir tür çözüm olarak gören Sünni İslamcılar vardı. Ancak bugün bahsettiğimiz “Yeni İslami köktendincilik” kavramı İran’da 1979 yılında İslam Devrimi’nin ardından kurulan İran İslam Cumhuriyeti ve Humeyni’nin iktidara gelmesiyle büyük zafer elde etti. Humeyni, 1940’lı yıllardan itibaren mezhep ayırmaksızın tüm dünyada İslam’ın hükmetmesi gerektiğini savunuyordu. Yazdığı çeşitli kitaplarda Şii mezhebinin öncelikli olmasının altını çizse de tüm cihatçı Müslümanlara seslenen bir “lider” olmayı başardı. İran’da İslamî rejimin kurulmasıyla birlikte ilk hedef haline gelen kesim kadınlar oldu. Humeyni Tehrir El Vesile kitabında kadınları “eksik tür” olarak tanımladı ve “hizaya getirilmesi” için her türlü şiddeti caiz ilan etti. İlk yıllarından itibaren İran’da “Kadının cihadı doğurmaktır” denilerek kadınları toplumun her alanından izole etmeye çalışan otoriter bir yönetim mekanizması oluşturuldu.
İran İslam Cumhuriyeti; Hizbullah, Yemen Husileri, Hizb el-Dava, Yüksek Irak Konseyi, Emel Hareketi, Pakistan ve Afganistan Şii Hareketi gibi Şii grupları destekleyerek bölgede bir Şii kutbu –“Direniş Ekseni”ni- oluşturmaya çalışmıştır. Bu yaklaşım ve İslam Cumhuriyeti’nin etkisi özellikle kadınların yaşam koşullarında belirgindir: Kamusal alanda kadın ve erkekleri ayırmak, zorunlu örtünme ve bunun için propaganda yapmak, kadınların topluma katılımını sınırlamak ve kadın hakları ve özgürlükleri konusunda İslami “kanunları” dayatmak.
Farklı ülkelerde İslami güçler ve grupların eylem yöntemi, iktidara gelmeden önce toplumun farklı katmanlarına sızıp propaganda yapma ve İslam’ı doktrine etmeye çalışmaktır. İktidara geldiklerinde ise yasama ve baskı yoluyla toplumun davranışlarını sınırlamak olmuştur. Örneğin; Mısır’da Müslüman Kardeşler, toplumun yoksul kesimine nüfuz etmeye, bir tür “dayanışma” ağları örgütleyerek “yardımlaşma” adı altında onları etkisine almaya çalıştı ve önemli bir kitle kazandı.
1980’ler ve sonrası ise; 1980’de Lübnan’da ve Türkiye’de Hizbullah, 1994’te Afganistan’da Taliban, daha sonra 1999’da Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi örgütler ortaya çıktı. Özellikle IŞİD tahribatını bölgedeki kadınlar açısından tarif edilmesi zor boyutlara taşıdı. IŞİD genelde Sünnî topluluklar olmak üzere Mücahidîn Şûra Konseyi, el-Kaide, Ceyş’ül-Fatihin, Cund’us-Sahaba, Katbiyan Ensar’üt-Tevhid v’es-Sünne, Ceyş’üt-Tayife’tül-Mansura gibi farklı İslamcı gruplardan oluşup destekleniyor.
Suriye savaşı sürecinde sadece Suriyeli kadınlar değil, Ortadoğu’da birçok kadın IŞİD’in hedefindeydi. Kamplarda tutulan kadınların hepsi IŞİD üyeleri tarafından sistematik tecavüze maruz kalıyor, ağır işkenceler altında ölüyor veya doğrudan öldürülüyordu. IŞİD’le bağlantılı tüm İslami gruplar, bulunduğu bölgelerde kadınları adeta köle gibi avlayıp IŞİD kamplarına gönderiyordu. Bu süreçte özellikle Kürt kadınların IŞİD’e karşı mücadelesini dünya ölçeğinde önemli kılan da bu boyuttaki bir vahşete dur demeleri olmuştur.
Bütün bu İslami gruplar ve hükümetlerin ortak yanı özellikle ABD emperyalizmi başta olmak üzere farklı emperyalist bloklar tarafından desteklenerek beslenmesi ve ilerletilmesidir. Kadınlar, vekalet savaşlarında ganimet olarak kullanıldıkları, köleleştirildikleri, mal varlığı olarak görüldükleri bir kara deliğe çekilmiş, bu örgütlerin yarattığı baskı ve korku ikliminin içinde yaşam mücadelesi vermiştir.
Savaşın Gölgesinde Kadınlar
Rekabetin kızıştığı, emperyalistlerin çıkarları için harabeye çevirdiği Suriye’de yaşananların anısı hâlâ çok tazedir. Oysa, Esad rejimine karşı başlayan eylemlerde kadınların ön saflarda yer alması, hakları için sokağa çıkması ilerletici bir unsurdu. 2011’de Esad rejimine karşı yerel komitelerin oluşturulmasında ve ulusal ölçekte birleştirilmesinde kadınlar önemli bir rol oynadı. Ancak emperyalistlerin fiilen müdahil olmasıyla savaşın gölgesi yayıldıkça çatışma sahnesine dönen Suriye’de kadınlar ya öldürüldü ya da göç ve sürgüne zorlandı. Rus ve Amerikan emperyalistlerinin ve savaşın türettiği bütün İslami milis gruplarının Suriye’de varlığını ve çıkarlarını tahkim etmeye çalışması, kadınların biriktirdiği mücadeleyi onlarca yıl geriye götürdü, insani haklarını ellerinden aldı. 2011 öncesi Suriye’de gelişen sendikal mücadelede önemli bir yer tutan kadınların hareketi bugün genellikle sivil ve bireysel “aktivizmle” sınırlı kaldı. İşçi sınıfının bir parçası olan kadınlar göçe mecbur kalarak başka ülkelerin işçi sınıfının bir parçası haline geldi, en ucuza ve en güvencesiz biçimde, sendikasız çalışmaya mahkûm edildi.
Bugün savaş başka yönüyle Filistin’de devam ediyor. Kadınların şiddet, tecavüz, göç ve ölümle iç içe yaşaması; her çatışma sürecinin “şimdi vakti değil, savaşıyoruz” benzeri söylemlerle kadınların özgün taleplerini dile getirmelerinin önünü kesen karakteri bugün için de geçerli. Oysa Filistinli kadınların tarihi ulusal kurtuluş mücadelesiyle kadınların eşitlik mücadelesinin ilişkisi bakımından öğretici niteliktedir. Ortadoğu’da cihatçı ve İslami güçlerin yükselmediği ve yaygınlaşmadığı dönemde Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşundan kısa bir süre sonra, 1965 yılında Filistinli Kadınlar Genel Birliği kuruldu. Kadınlar 1960’lardaki silahlı çatışmalarda aktif rol alıyor, mücadeleye yoğun biçimde katılıyorlardı. Bu dönem Filistin kadın hareketi açısından “altın çağ” olarak anılır. 1970’lerde kadın işçi komitelerinin kurulmasıyla birlikte Filistin’de daha devrimci bir kuşak ortaya çıkmıştır. 90’lara kadar “Kadınlar, ataerkilliğin prangalarından kurtulmadan, vatan tam özgür olmaz” sloganıyla hareket ederek ilerleyen komünist kadınlar savaş sürecinde kendi toplumunun erkeklerinin dayattığı mücadele hiyerarşisine de uymamaya kararlıydılar. Ancak mücadele sürecinde sol kanadın aldığı darbe ve dağılma sonucu kadın hareketi de zayıflamış oldu. Kadın hareketi savaşın ve işgalin yarattığı dinamikler gereği gerilediyse de ilerlemeye dönük çabası sönmedi.
Kadın Hareketinde Uzlaşmacı Eğilimler
Ortadoğu’daki halk hareketlerinin içerisinde pek çok siyasal eğilimin oluşu kadın hareketi için de geçerlidir. Bu eğilimlerden biri, İslami devlet veya İslamcı örgütler ve milis gruplar içerisinde örgütlenmeyi hedef alan uzlaşmacı denebilecek niteliktedir. Mesela Lübnan Hizbullah’ından birçok milis örgüte kadar kadınların örgütlendiğine şahit olunmuştur. İran rejiminin içinde örgütlenen “Kadın Besic Güçleri” de örnek verilebilir. Ahlak devriyelerinde polis olarak çalışan “iffet muhafızı” diye tanımlanan baskı güçlerinden tutalım da, bakanlıklarda ve mecliste rejimin unsurları haline gelmiş kadınlar bir yönüyle siyasi dinamiklerde rol alıyorlar. Rejimin içinde görev alan kadınlar ait oldukları sınıflara göre farklılık gösteriyor. Burada üç koldan bahsedilebilir. Birincisi; yoksul, dini inançları baskın olan ve Irak-İran Savaşı döneminde rejimin safında yer alan kadınlar -ki bu kadınlar yıllar içerisinde özellikle 2009 reform sürecinden rejimin gövdesinden ayrıldılar, saf değiştirdiler. İkincisi; rejimin yapısında kendine yer açabilen, Radikal İslamcı kliğin içinde yer alan ve rejimin tüm imkanları kullanarak mevki sahibi olan burjuva ve küçük burjuva kadınlar. Üçüncüsü; İslamî reformcular ve/ya İslamî feministler -ki bu grubun içindeki kadınlar da çoğunlukla burjuva ve küçük burjuva kadınlardır. İslami reformcular olarak kendini tanımlayan kadınlar, rejimin değişmesini desteklemiyor, ancak kanunda kimi düzenlemeler yapılması gerektiğini savunuyor. İslami feministlerin durumu diğer gruplardan çok daha karmaşık ve çelişkili. Aslında laikliğe “boyun eğmeyen” bir feminizmi savunuyorlar. Nasıl ki İslami feminizmin 70’li ve 80’li yıllarda ortaya çıkışının sosyo-politik nedenleri varsa, değişimleri de bu nedenlerden kaynaklanmaktadır. İslami Feminizm, hükümleri ve kabulleri Kuran’a dayanan ve erkekler için olduğu kadar kadınlar için de adaleti sağlamayı amaçlayan feminist söylem ve uygulamalar olarak tanımlanıyor.
İran’da reformcuların yükselişte olduğu 2009-2010 yıllarında farklı kesimlerden kadınlar, İslami feministlerle ortak hareketler etrafında birleşti. Boşanma hakkı, çocuğun velayet hakkı gibi taleplerde birleşilse de İslami feministlerin kırmızı çizgisi başörtüsü ve giyinme özgürlüğü. Aynı kırmızı çizgi tersinden rejimin de kırmızı çizgisiydi. 2017’de, halk hareketlerinin birleşmesi ve yoğunlaşmasıyla reformcuların silikleştiği, devlet kanadına daha yakın İslami feministlerin mecliste yer aldığı tablolarla karşı karşıya gelindi. İran’da İslami karakter taşıyan ancak rejimle asla uzlaşmayan kadın hareketleri de elbette vardı ve hâlâ var.
Kadın Mücadelesinde Devrimci Eğilimler
Rejim karşıtı mücadele ve direnişlerin kimi zaman yükseldiği kimi zaman gerilediği ancak birbirinden öğrenerek tekrar güç topladığı Ortadoğu’da, kadın hareketinin de kendi içinde devrimci biçimler ve eğilimler barındırması olağan bir durum. Zira kadınlar kendi hareketleri yanı sıra, sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı ve kurtuluş hareketleri de dahil olmak üzere her zaman birçok farklı ulusal ve yerel koşuldaki hareketlerde çeşitli düzeylerde yer aldılar.
Şüphesiz, Ortadoğu coğrafyasında yakın tarihte yaşanan ayaklanmalar da kadınların siyasi faaliyet ve protestolarına yeni alanlar açtı, aynı zamanda taleplerini ve haklarını dile getirebilmelerine ve kendileri için farklı bir gelecek hayal edebilmelerine olanak sağladı. “Sokak” belki de her yerden daha çok özellikle Ortadoğu’da kadınlar açısından sadece sembolik anlamda değil, gerçekten özgürleşmeyi ifade ediyor, ev dehlizlerinden, başta İslamî olmak üzere tüm dinî kaide ve dayatmalardan kopmaya başlama anlamı taşıyor.
“Arap Baharı” sınıfsal ve siyasi olarak kadınların mücadelesinde önemli yer tutuyor. Özellikle 2000’li yıllarda neoliberal politikalara karşı yükselen mücadelelerde kadınların önemli rol oynadığı Mısır’da, örneğin 2006’da Mahalla’da bulunan devlete ait tekstil fabrikasında yaklaşık 3 bin tekstil işçisi kadın, fabrikanın ana üretim birimini basarak erkek işçileri iş bırakmaya çağırmıştır. “Kadınlar burada, erkekler nerede?” sloganının atıldığı bu mücadele diğer fabrikalara da sirayet etmiş, aylar süren ve ülkeye yayılan bir hareketlilik yaşanmıştır. Kadın işçiler sendikal mücadelenin örgütleyicileri olarak ortaya çıkmış, hükümetin kontrolündeki sendikalar birliğini harekete geçmeye zorlamıştır.
Bu sürece dair Olcay Geridönmez Evrensel’e yazdığı yazıda şöyle diyor:
“2008’de ise tekstil sektöründe başlayan iki büyük grev yeniden büyük bir dalga yarattı. Ülkenin dört bir yanına yayılan ve aylar süren harekette yüzbinlerce işçi greve çıktı. Bu grev dalgaları işverenlere, polise karşı duyulan korku ve çekinceleri, hükümetin kontrolündeki sendikacılar karşısındaki çaresizlik duygusunu ciddi bir biçimde sarstı. Grevler sırasında kadın işçiler yalnızca direniş örgütlemek konusunda kendilerine güven kazanmakla kalmadılar, aynı zamanda erkek işçi arkadaşlarının kadın işçiler konusundaki görüşlerini de kökünden değiştirdiler. Erkek işçiler grev sırasında kendileriyle görüşen gazetecilere şu açıklamalarda bulunmuşlardı: ‘Burada ‘kadınlar’ ve ‘erkekler’den söz etmiyoruz. Misr Dokuma ve Eğirme Fabrikası’nın kadın işçisi yüz erkeğin toplamından daha cesurdur.’”[4]
Mısır’da kadın işçilerin mücadelesi toplam kadın hareketini de etkiledi. Mısırlı kadınlar, medeni haklar, demokrasi ve insan hakları alanında da birçok mücadeleye öncülük etti.
Ancak Ortadoğu’daki koşulların kendisi homojen olmadığından hareketler ve mücadele yöntemleri de aynı değildir. Bu kadın hareketleri arasındaki eğilimler için de geçerlidir. Birbirinden öğrenir ve farklı halk hareketlerini besleyebilirler.
Bugün örneğin Pakistan’da kadınlar hem kendi ülkelerinde hem Afganistan’daki Taliban’a karşı yürüyüşler düzenlemiş, sokağa çıkmıştır. Özellikle yoksul, “çıplak ayak” diye tanımlanan kadınlar bütün baskı atmosferine rağmen bir çıkış yolu arıyor. Pakistan’da Safiye Bibi’nin tecavüze uğradıktan sonra davacı olmasının ardından mahkeme tarafından suçlu olarak ceza alması Pakistan kadın hareketinde bir dönüm noktası oldu. Kadınların hak hareketinin farklı hareketlerle birleşip zenginleştiği Pakistan’da, etnik baskıya maruz kalan Beluciler’in mücadelesinde de Pakistanlı kadınları sokakta görüyoruz. Hem uluslarına karşı yapılan ayrımcılık hem kadınlara yönelik vahşi uygulamalara karşı kadınlar, Pakistan’da dünyanın gözünden uzak mücadele veriyor.
Ortadoğu’da kadın hareketinde devrimci eğilimlerin en güncel örneğini İran’da görüldüğünü söylemek yanlış olmaz. 2022’de ahlak polisi tarafından öldürülen Mahsa Amini’nin ardından ülkede yükselen “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketi, işçi, öğrenci ve kadınlar olmak üzere bütün hareketleri birleştirebildi. İran tarihinde ilk kez kadınların talebi rejime karşı birleştirici unsur oldu. İşçi komitelerinde, öğrenci konseylerine kadınlar en önde yer aldı. Hareket bugün farklı yönleriyle devam ederken direnişlerin de sönümlenmediğini görüyoruz.
Bir yandan emperyalizmin dayattığı hükümet ve rejim biçimleri, öte yandan yandaş ve işbirlikçi hareketler kadınların nihai kurtuluşu için verdiği mücadeleyi etkilese de kadın hareketi birbirinden öğrenerek güç toplamaya devam ediyor. Ancak kimi dersler çıkarmaya da ihtiyaç var.
Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde mezhepsel çatışmaların kadın hareketini de doğrudan etkilediğine şahit oluyoruz. Bazı bölgelerde işgaller ve savaşlar bastırdıkları devrimci kadın hareketlerinin yerine daha burjuva-liberal kadın hareketlerini beslese de, en nihayetinde devrimci ivme kazanma ihtiyacı kendini dayatıyor. Çeşitli nedenler sıralanabilir. Birincisi, otokratik rejimler, hükümetler veya siyasal İslami çizgiden beslenen yönetim biçimlerinin her biri, toplumu ‘dini kurallar’ çerçevesinde kontrol etmeye çalışıyor. Bu, doğrudan emperyalizmin o ülkelerdeki etkisiyle ilintilidir ve sadece yumuşama-sertleşme, ilerleme-gerilme ile tanımlanamaz. Zira bahsi geçen yapıların bekası için din ayrılmaz bir faktördür. İkincisi; Ortadoğu’da önce kadınlar, sonra birçok kesim açısından antidemokratik yönetim tarifleri yapılabilir. Burjuva demokrasisinde tanınan asgari hak ve özgürlüklerden bile yoksun, dinî kaidelerin baskı unsuru olarak kullanıldığı bu merkeziyetçi yönetimler karşısında, halkın tüm kesim ve katmanlarıyla işçi sınıfı etrafında birleşmesi ve birlikte hareket etmesi zorunlu hale gelir. Ortadoğu’da kadın hareketinin tarihi de böylesi dönemlerde halk demokrasilerinin kurulması yönünde devrimci bir eğilimin baş gösterdiği ve gelişmeye açık hale geldiğini göstermektedir.
[1] Birlik, Iraklı Kadınların Haklarını Savunma Cemiyeti adıyla kurulmuş ama daha sonra isim değiştirmek zorunda kalmıştır. Ali, Z. (2018) Women and Gender in Iraq: Between Nation-Building and Fragmentation, Cambrigde University Press, Cambrigde, sf. 57.
[2] Ali, age, sf. 75-120.
[3] 8am.media/fa/eighth-march-and-a-brief-look-at-the-situation-of-afghan-women/-
[4] Geridönmez, O. (2011) “Mısır’ın Kadın İşçileri”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/317/misirin-kadin-iscileri