Mustafa Yalçıner
Türkiye tarihinin en önemli seçimlerinden birine yaklaşıyoruz. Bu seçimler için Erdoğan 14 Mayıs tarihini dillendirmişti. Henüz resmi bir açıklama yapılmasa da ülke en az iki yıldır seçim sürecindeydi ve neredeyse her gelişme seçimlerle ilgisi kurularak ele alınıp konuşuluyordu ki, ülkenin güneydoğusundaki on ilinde yıkıcı iki deprem oldu. Seçimin konuşulmadığı on-on beş günün ardından AKP’nin seçimi erteleme girişimlerine tanık olunuyor.
Biz, Türkiye’deki güncel seçim ve seçim taktiği ile ilgilenmeden, bu makalede genel olarak seçimleri ele alacağız.
Kısa tarihçe
Genel oya başvurularak seçim yapılması Türkiye ve dünyada yeni icat edilen bir şey değil. Toplumlar yöneticilerini belirlerken tarih öncesinden başlayarak seçime de başvurdu.
İlk olarak, insan topluluklarının en güçlü ve en savaşçı olanları seçilmekle birlikte, genellikle açık oylamayla, topluluk üyeleri, rızalarını belirttikleri kişileri daha çok belirgin askeri yanlarıyla şef seçti. İşbölümü ve mülkiyet farklılıklarıyla sınıfların uç vermeye başladığı ilkel komünalden köleciliğe geçiş sürecinde, önce kan bağı önem kazanıp şeflik babadan oğula aktarıldı. Ardından kölecilikte köleler siyaset-dışı kılınırken, iki tür uygulamaya tanık olundu. İlkinde, ülke, seçme ve seçilme hakkının özgür yurttaşlarla sınırlı olduğu seçimlerle belirlenen senato tarafından yönetilirken, diğerinde senatonun görevlendirdiği konsüller ya da sonra imparatorlar tarafından yönetildi. Köleci demokraside, seçim genel oya dayalı olmadan uygulandı.
Feodal toplum, toprağa bağlı serflerin aynı zamanda toprak sahiplerine kişisel olarak da bağlı oldukları aristokrasinin egemenliğine dayalıydı ve seçimle gelmeyen prenslerle “eşitler içinde birinci” olan krallar tarafından yönetildi. Mutlak krallık ya da imparatorluk, önce feodal aristokrasiye karşı kralı destekleyen, ama giderek halkı peşinden sürükleyerek burjuvazinin oluşturduğu parlamentoyla yerini meşruti krallığa bırakarak dönüşüme uğradı. Ve giderek kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak kurulan burjuva demokrasilerinde seçimlerle belirlenen parlamentolara tanık olundu.
1568’de başlayan Hollanda devrimi ve 1640 İngiliz devrimiyle, Hollanda’da 1648 ve İngiltere’de 1649’da parlamentolara dayalı egemenlikler kuruldu ve parlamenter sistem –tabii ki doğum sancılarıyla– tarih sahnesine girdi.
İngiltere örneği
Kral I. Charles’in yenilgiye uğratıldığı Cromwell kuvvetleri tarafından ihanetten yargılanmasına itiraz eden “uzun Parlamento”da yapılan “temizlik”in ardından, İngiltere’nin bir cumhuriyet olduğunu ilan ederek yargılamayı sürdüren “bakiye parlamento” da (Rump Parliament), kendisini “koruyucu lord” ilan eden Cromwell tarafından birkaç yıl sonra feshedildi. Ardından Cromwell iki parlamento daha toplasa da, artık asıl yetki, çoğu üyesi general olan “devlet konseyi”ndeydi, Cromwell de “koruyucu lord” olarak başındaydı. Oğlu Richard’ın koruyucu lordluğuysa 7 ay sürebildi ve II. Charles’le yeniden krallığa dönüldü. Cromwell’in koruyuculuğu kadar liberal kurtuluşçular olan eşitlikçi “düzleyiciler”le mülkiyet karşıtı “kazıcılar”ın güç kazanması, cumhuriyet yanlısı burjuvazinin ürküp kendisini aristokrasinin kucağına atarak krallığa dönülmesinin başlıca nedeni oldu.
Gerçekte parlamento, “uzun parlamento” öncesinde ortaya çıkmıştı. Daha binli yıllarda Norman işgali öncesinde Anglo-Sakson krallarının lordlarına danıştığı Witenagemot adlı bir “danışma meclisi” vardı. Normanlar, asilzadelerin yanına feodal beylerle din adamlarını katarak, bu meclisi “Büyük Konsey”e (“Magnum Concilium”a) dönüştürdü. Yine danışma içerikliydi, ancak artık kralların verecekleri önemli kararlar öncesi toplanması zorunlu sayılır olmuştu. Taht kavgalarıyla lord ve baronlarla krallar arasındaki çekişme bu “meclis”in önemini artırmaktaydı. 1215’te kral Yurtsuz John’la aristokrasi arasında imzalanan Magna Carta ile, üç yerleşik feodal vergi dışında, kralın “Büyük Konsey”in onayını almadan vergi toplayamayacağı karar altına alındı. Önemi artan Büyük Konsey’in toplantılarına, 1230’da ilk kez “parlamento” denilir oldu.
III. Henry’yi yenen Montfort, 1265’te, baronlar, kontlar ve ruhbanın yanı sıra, Magnum Concilium’u, her kontluktan iki şövalye ve her kentten iki temsilciyle genişletirken III. Henry’nin yerini alan I. Edward da bunu sürdürdü, hatta 1295’te yanlarına küçük rahiplerin temsilcilerini de ekleyerek, daha geniş temsile dayanan bir konsey topladı. 49 lordla 292 temsilcinin yer aldığı bu geniş meclise “Model Parlamento” adı verildi. Hala danışma içerikliydi, ancak bu tarihten itibaren parlamentonun varlığı süreklilik kazandı.
Giderek, yeni vergi onayı için kralın çağrısına gerek olmaksızın, savaş bolluğu ve sık vergi koyma ihtiyacıyla her yıl toplanır olan parlamentonun, lordlar ve halk temsilcileri olarak iki meclis olarak toplanmasına, ve en son, kanun çıkarılması önerisi yapmasından hazırladığı kanun tasarılarının kralın onayına sunulmasına geçildi.
Cromwell ve II. Charles’le mutlak krallığa dönülmesinin ardından yaşananlar 1688’de burjuvaziyle feodal aristokrasi ve kral arasında “Şanlı Devrim” denen bir uzlaşmaya götürdü ve artık bütçeyi kararlaştırma da dahil kanun yapan parlamentonun “danışma” kurulu olmaktan çıkıp meşruti monarşiye geçilmesiyle günümüze kadar gelindi.
İngiltere örneğinde parlamentonun izlediği seyir; 1) parlamentonun danışma organı olarak ilk ortaya çıkışından başlayarak tamamen önemsiz olmadığını, 2) belirli farklı sınıf ve tabakaların çıkarlarının uzlaşma organı olarak rol oynadığını ve 3) sahip olduğu rol ve işlevin ona kral ya da başkaları tarafından gönüllü olarak verilmediği, ama güçle alındığını göstermiştir. Bunlar, biçim farklılıkları taşısa da, parlamentonun tarih sahnesine adım atıp işlevsel olduğu başka ülkeler için de geçerlidir.
Danışma organı olduğu dönemlerde bile parlamento, asillerin gücüne dayanmış ve vergileri halka kabul ettirme ihtiyacı içindeki kralı frenleyerek dengelemiştir. Önce aristokrasi ile burjuvazinin ve giderek burjuvazinin çeşitli hiziplerinin üzerinde uzlaştıkları sınıf çıkarlarını temsilcileri aracılığıyla halka kabul ettirmenin organı olmuştur. Ve rolünü güce dayalı olarak oynayabilmiştir: başlangıçta krala karşı asillerin gücüne, sonra krallığa son veren Cromwell’in ordularının gücüne ve en son halka karşı uzlaşan aristokrasi ile burjuvazinin ekonomik, mali, siyasal ve askeri gücüne.
Burjuvazinin sınıf egemenliğine en uygun sistem olan parlamenter demokrasi ve dayanağı olarak parlamento, genellikle halkı peşine takarak –Fransa’da olduğu gibi Jakobenlik yaptığı ya da İngiltere’de olduğu gibi uzlaştığı– feodal aristokrasi ile çatışmasının yanında çeşitli fraksiyonlarının kendi aralarındaki dalaşmasında da burjuvazinin bir siyasal örgütlenme organı olmuştur.
Seçimler ve genel oya geçiş
İngiltere ve başka ülkelerde parlamentolar ilk ortaya çıktığında hemen genel oya dayalı seçimlerle oluşmadı. Genel oy hakkı, uzun ve zorlu bir mücadele sürecinde belirli uğraklardan geçilerek elde edilebildi.
Magna Carta’nın kararlaştırıldığı asillerle feodal bey ve rahiplerin temsilcileriyle toplanan “meclis”in oluşturulması için seçim yapılmamıştı. “Model Parlamento”da asillerin yanı sıra kentler ve küçük rahiplerin 300’e yakın temsilcisi vardı, ancak henüz hiçbiri bütün halkın oy kullandığı bir seçimle belirlenmemişti, bir seçim sistemi yoktu. “Şanlı Devrim” parlamentosu da bütün halkın oylarıyla seçilmemişti.
1830’lara kadar sadece işçi ve köylüler değil, temsilcileri aday olamayan sanayi ve ticaret burjuvazi de henüz seçmen bile değildi. 19. yy başlarında başlayan ve halkı arkasına alan burjuvazinin başını çektiği tepkilerin yükselişi, egemenliği ellerinde tutan feodal aristokrasiyle tefeci nitelikli mali sermayeye karşı yönelmişti ve onları reforma zorladı. 1832’de bir reform tasarısı yasalaştı. Nüfusu 24 milyon olan İngiltere’nin en az 10 milyon seçmeni olması gerekirdi, oysa onaylanan seçmen sayısı 1 milyonu bile bulmuyordu. 1832 Yasasıyla “kasabalarda yılda asgari 10 İngiliz lirası geliri olup da bunun üzerinden vergi verilen yerlerin kiracılarına da seçmenlik hakkı tanındı”.[1] Seçme hakkı verilmeyerek liberal burjuvazinin aldattığı işçi sınıfıyla küçük burjuvazi aslında reform mücadelesinin temel güçleriydi. Ancak yeni yasayla seçmenlere, yalnızca yarım milyondan biraz fazla kişi eklenmişti ve emekçi halk hâlâ oy hakkına sahip değildi. Engels söz konusu dönemi şöyle anlattı:
“Sınai devrim… bir sınai işçiler sınıfı yaratmıştı… kalabalıklaştı; ve gücü de aynı oranda arttı. Bu güç, direngen bir Parlamentoyu, işçi birliklerini yasaklayan yasaları yürürlükten kaldırmayı zorlayarak, daha 1824’te kendisini gösterdi. Reform karışıklığı sırasında işçiler, reform yandaşlığının köktenci kanadını oluşturdular; 1832’de çıkarılan yasa, kendilerini oy hakkından yoksun bırakınca, isteklerini Halk Buyrultusunda (People’s Charter) açıkça dile getirdiler,… burjuva partisinin karşısında modern çağların ilk işçi partisi olan bağımsız bir partide, Çartistler adı altında örgütlendiler.”[2]
Başlıca talepleri seçmen haklarıyla ilgili olan Çartist hareket ülke ölçüsünde yayıldı ve dolaysız kazanımlar elde edemese bile, önemli talepleri süreç içinde aristokrasi ve burjuvaziye karşı mücadelelerinin ürünü olarak hayata geçti. 1867’deki 2. Seçim Reformu, seçmenliğin ölçütü olan mülk sahipliğini kaldırmadı, ancak mülkiyet barajını düşürdü: yılda 10 sterlin veya daha fazla kira ödeyen kiracıların yanına eklenen çok az miktarda toprağı olan tarım arazisi sahipleriyle ilçelerdeki tüm ev sahipleri de seçmenden sayıldı ve seçmen sayısı kabaca ikiye katlanarak iki milyonu aştı.[3] 1872’de oy sayımının gizliliği yasaya bağlandı. 1884’teki 3. Seçim Reformu ile mülkiyet barajı bir miktar daha düşürüldü ve seçim bölgeleri birbirine az çok eşitlendi.
Engels, seçim yasalarındaki bu değişiklikleri, yine “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”in “1892 İngilizce Baskıya Özel Giriş”inde şöyle anlattı:
“… işçilerin oy hakkı istekleri giderek karşı konmaz oldu; Whig önderleri ‘kaçınırken’, Disraeli, Tory’leri fırsattan yararlanmaya ve seçim çevrelerinin yeniden düzenlenmesiyle birlikte kentlerde aile başına oy hakkını tanımaya zorlayarak üstünlüğünü gösterdi. Bunu gizli oy izledi; sonra, 1884’te, aile başına oy hakkı kapsamına ilçeler de alındı ve sandalyeler yeniden üleştirilerek seçim bölgeleri belirli bir ölçüde eşitleştirildi. Bütün bu önlemler, işçi sınıfının seçim gücünü büyük ölçüde artırdı.”[4]
Öncesinde erkeklerin %58’i oy kullanma hakkına sahipti ve bunlardan 12 ay boyunca İngiltere’de ikamet edenler oy kullanabiliyordu. 1918’de çıkarılan yasayla ise, işçi ya da kapitalist olduğuna bakılmaksızın, “mobilyasız halde ve kendisi tarafından kiralanması durumunda” konut olarak bir oda ya da odalar kiralayan 21 yaşının üstündeki herkes seçmen sayıldı. Bu yasa, aynı zamanda, ilk kez, “mülk edinme şartlarını taşıma” koşulu koymasına karşın, yarısından çoğunu kapsayarak, 30 yaşının üzerindeki kadınlara da oy hakkı tanıdı. Tüm kadınların oy kullanabilmesiyse ancak 1928’de mümkün olacaktı.[5]
Fransa örneği
Fransa’da da benzer gelişme yaşandı. 18. yüzyılın ikinci yarısında ülkede hazine, Fransa’nın müttefikleriyle Prusya-İngiltere ittifakına karşı sürdürdüğü 7 Yıl Savaşları ve İngiltere ile karşı karşıya geldiği Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndaki harcamalar nedeniyle neredeyse boşalmıştı. Soylulara vergi koymaktan başka çare bulamayan kral IVX. Louis, 1614’ten beri toplanmamış État Généraux’yu topladı. Fransa’da merkezi mutlakıyet daha güçlüydü ve kral vergi için danışmak dahil meclis türü organlara pek başvurma ihtiyacında olmamıştı.
État Généraux, kendi ayrı toplantılarını yapan ruhban, soylular ve burjuvalarla işçi ve köylüleri kapsayan halkın temsilcilerinden oluşuyor; her birinin ayrı toplantıda aldıkları kararlarla –kralın onayına sunulacak– nihai karar oy çoğunluğuyla belirleniyordu.
1789’da tamamı soylu 139 kişi olan piskoposlar, gelirleri arasında uçurum olan ve sayıları 50 bini bulan papaz ve papaz yardımcılarını yönetip temsil ediyordu. État Généraux’nun karar sürecinde soylularla birleşerek halk karşısında organın kararını belirliyorlardı.
1789’a gelinirken değişiklik talep eden halkın baskısı État Généraux’ya da yansıdı ve danışma nitelikli meclisin toplanma ve temsil biçimine “üçüncü grup” içinde tepkinin önü alınamadı. Halkın temsilci sayısının ruhban ve soyluların temsilci sayısına eşit olması –alt düzeydeki rahip ve soylulardan bazılarının desteğini sağlayabilme düşüncesiyle– toplantıların tek bir toplantı olarak düzenlenmesi isteniyordu. Kral ikinci talebi kabul etmeyince halk temsilcileri direnerek ortak toplantının yapıldığı salondan ayrılmadı. Ruhban temsilcileri sonunda çoğunluk oyuyla halk temsilcileriyle birleşince, kral bu birliği ve kararı geçersiz ilan etti ve toplantıyı zorla dağıtacaktı ki, devrimin ayağa kaldırdığı halkın zorunu karşısında buldu ve cumhuriyet ilan edildi.[6]
Engels, “Büyük Fransız Devrimi… din örtüsünü tümüyle sıyırıp atan ilk ayaklanmaydı, ve açıktan açığa politik alanda yürütüldü; ve gene, taraflardan birinin, aristokrasinin yıkımına ve öbürünün, burjuvazinin kesin zaferine kadar sürdürülmüş ilk ayaklanmaydı… Fransa’da devrim, geçmişin geleneklerinde kapanmaz bir gedik açtı; feodalizmin son kalıntılarını silip süpürdü.”[7] diyordu. Ancak bu büyük devrim bile, halkın aşağı sınıflarına genel oy hakkını çok gördü; 1791’deki ilk devrim anayasası vergiye dayalı oy hakkını benimsedi, sadece 25 yaşından büyük vergi mükellefi erkeklere oy hakkı tanındı.
Sonrası, “burjuvazinin o çağda devşirilecek kadar olgunlaşmış olan bu zaferlerini bile güvenlik altına almak için, devrimin -tıpkı 1793’te Fransa’da ve 1848’de Almanya’da olduğu gibi- epeyce ileri götürülmesi gerekmişti. Doğrusu, bu, burjuva toplumun evrim yasalarından biri gibi görünüyor”[8] diyen Engels’in dediği gibi oldu. Robespierre ile burjuvazinin alt katmanlarının egemenliğinde değiştirilen 1793 Anayasası genel oy ilkesini kabul etti, ancak uzun sürmedi ve Direktuvar döneminin 1795 Anayasasıyla yeniden vergiye dayalı oy hakkına geçildi. Napeleon’u üç konsülden biri ilan eden 1799 Anayasası ile sözde yeniden erkeklerle sınırlı olsa da genel oy ilkesine dönüldü, ancak sınırlamalar olağanüstüydü: 21 yaşından büyük ve ancak en az 1 yıl aynı yerde ikamet eden erkeklerin 1/10’u tamamen Napeleon’a bağlı olan Senato tarafından “güven listesi”ne konacak, bunların 1/10’u bölgesel “güven listeleri”ne alınacak ve onların da “ulusal güven listesi”nde yer alacak 1/10’u arasından Senato’nun seçtikleri, bu “üç dereceli seçim”le yasama organını oluşturacaktı.[9]
Napeleon’un düşüşünün ardından Bourbonların restore ettiği meşruti krallıkta, 1815’te tekrar vergiye bağlı oya dönüldü; Louis Phillipe’le Orleansçıların iktidar olduğu 1830’daki “Anayasal Sözleşme” sözde “ulusun egemenlik haklarını” açıkladı, ancak Luis Phillippe’in Başbakanı Guizot, seçim reformuyla ilgili önerilere şöyle karşılık verdi: “Zenginleşin, siz de seçmen olursunuz.” 1848 Şubat’ında halk ayaklanıp Louis Phillipe ve egemenliğini ellerinde tutan toprak ve finans aristokrasisini devirerek genel oy hakkını fiilen kullandı, ancak Haziran’da ayaklanan proletaryanın yenilgisinin ardından yenilenen 1848 Anayasa’sıyla oy hakkı tekrar kısıtlandı ve belirli bir yerde 6 ay oturma şartına bağlandı. “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde Marx, konumuz açısından 1830 ve 1848 Anayasalarını karşılaştırmalı olarak şöyle değerlendirdi:
“Yeni Anayasa [Aralık 1848 Anayasası] aslında, 1830 anayasal Sözleşme’nin cumhuriyetçileştirilmiş baskısından başka bir şey değildi. Bizzat burjuvazinin büyük bir bölümünü siyasal iktidarın dışında tutan Temmuz Monarşisinin, dar, vergili-seçim sistemi, burjuva cumhuriyetinin varlığı ile bağdaşmaz bir şeydi. Şubat Devrimi, derhal, bu vergili-seçim yerine, tek dereceli genel oy sistemini ilan etmişti. Bu olayı önlemek burjuva cumhuriyetçilerinin elinden gelmezdi. Ancak buna, seçim bölgesinde altı ay oturmuş olmak kısıtlayıcı kaydını eklemekle yetinmek zorunda kaldılar.”[10]
Bu bile fazla sürmedi ve genel oy sistemi 1850’de yeniden kaldırıldı. Gelişmeleri Marx’tan şöyle özetleyebiliriz:
“Ve düzen partisi, son sözünü söylüyor: ‘Boğucu legalitenin demir çemberini kırmak gerekir. Anayasal cumhuriyet olanak dışıdır.’”
“Genel oy, 24 Mayıs 1848’de, 20 Aralık 1848’de, 13 Haziran 1849’da, 8 Temmuz 1849’da onlara hak vermişti. Genel oyun, 10 Mart 1850’de kendine zararı dokundu. Genel ‘oydan çıkma ve genel oyun sonucu olarak, egemenliğin sahibi halkın iradesinin ifadesi olarak, burjuva egemenliği – işte burjuva anayasasının anlamı budur. Ama… Burjuvazi şimdiye kadar hep böbürlenmiş olduğu ve bütün gücünü kendisinden aldığı genel oyu bir yana iterek, artık geri dönüşe olanak bırakmayacak bir şekilde şunu açığa vuruyor: ‘Zaferimiz şimdiye kadar halkın iradesi ile tutundu, şimdi ise, onu, halkın iradesine karşı sağlamlaştırmak gerek.’…
“Küçük-burjuvazi… 1852’de, yeni seçimlerde, genel oy ile Bay Ledru-Rollin’i cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtmayı ve meclise de bir Montagnard çoğunluğu getirmeyi kesinlikle hesaplıyordu… düzen partisi, iki seçim zaferine, genel oyu kaldıran seçim yasası ile karşılık verdi… Bay Faucher 8 Mayısta, genel oy sistemini kaldıran, seçmenlere seçim yerinde üç yıl oturmuş olmak zorunluluğunu yükleyen, böylece, işçilerin bu süre içinde oturduğunu, işverenlerinin verecekleri belgeye bağlı kılan yasayı meclise sundu… 10 Martta, genel oy açıkça burjuvazinin egemenliğine karşı belirmişti. Burjuvazi buna genel seçim sistemini kaldırarak karşılık verdi. Dolayısıyla, 31 Mayıs yasası, sınıf savaşımının gereklerinden biriydi.”[11]
Vergiye bağlı oy hakkı, açık ki, işçi sınıfı ve geniş halk kitlelerinin seçmenlik hakkını ve dolaylı yoldan da olsa siyasal yaşama katılmasını engelliyor; oy hakkı ve siyaseti sadece burjuvazinin kullanımına bırakıyordu. Belirli süreyle ikamet koşulu da, Marx’ın dediği gibi, ikamet kanıtı olarak işyerlerinde çalıştıkları kapitalistlerin onayını zorunlu kılarak, işçilerin oy hakkını kapitalistlerin iznine bağlıyordu. Sonuç; öyle ya da böyle işçilerin oy haklarının ellerinden alınmasıydı.
Türkiye
Türkiye ve önceli Osmanlı’da, geçici olarak toplanan “ayan meclisi” ve padişahın yetkilerini sınırlandıran 1808 “Senedi İttifakı” sayılmazsa, 1876 Meşrutiyeti ile kurulan “Meclis”, ilk parlamento olarak tanımlanabilir. Abdülaziz’in tahtan indirilip yerine V. Murat’ın ardından II. Abdülhamid’in geçirildiği ilk Meşrutiyet’in 1876 Anayasasıyla, padişahın atadığı Ayan Meclisi’nin yanı sıra halkın seçeceği bir Meclisi Mebusan kurulması öngörülmüştü. Ancak bir yıl arayla yapılan “iki dereceli” 1876 ve 77 seçimlerinde halk hiç oy kullanmadı; “zaman yetersizliği” ve bir “seçim yasası yapılamaması” nedeniyle, “vilayet meclisleri üyeleri ikinci seçmen sayılarak, mebusları bunların belirlemesi” kararlaştırıldı ve “ilk meclisin üyeleri, vilayet, liva ve kazaların idare meclisi üyeleri arasında seçildi”.[12]
1876 Anayasası ve bu anayasa doğrultusunda hazırlanan Talimat-ı Muvakkate (Geçici Talimat) II. Meşrutiyetin 1908 ve 1912 Seçimlerinde de uygulandı.[13] 1908 Seçimleri, ilk seçimde uygulanmayan “İntihabı Mebusan Kanunu” adlı seçim yasasına göre yapıldı; ancak bunlara göre, 2 dereceli seçimlerde 2. seçmenleri seçecek 1. seçmenlerin “az çok vergilerini veren, iflas etmemiş” kişiler olması şarttı.[14]
Cumhuriyet dönemi seçimlerinde, 1923’ten başlanarak, seçmen olabilmek için vergi verme zorunluluğu kaldırılarak sözde genel oy hakkı kabul edildi, ancak seçimler “iki dereceli”ydi ve oy verilecek ikinci bir parti yoktu. 25 yaşından büyük her erkek oy kullanabiliyordu, ama 1927 ve 31 Seçimleri CHF’nin yayınladığı aday listelerinin onaylanması olarak gerçekleşti.
Kadınların oy hakkı elde etmeleri ise, tüm kapitalist ülkelerde 20. yüzyıla kaldı. Kadınlar oy hakkını, Finlandiya’da 1906’da, Sovyetler Birliği ve birlik ülkelerinde 1917 Ekim Devrimi ile, Almanya’da 1918, İsveç’te 1921, İngiltere’de 1921, Türkiye’de 1934, Fransa’da 1944, İtalya’da 1946, İsviçre’de ise 1971’de kazanabildi.
Parlamentoların ortaya çıkışı ve genel oy hakkının uzun yıllar içinde elde edilebilmesi şunları gösteriyor: 1) Parlamentolar, krallar ya da burjuvazinin isteğine bağlı olarak değil, feodal aristokrasiye karşı mücadele sürecinde ortaya çıkmıştır ve en başta asıl yükü sırtlanan halkın mücadelesinin ürünüdür. 2) Oy hakkına konulmuş kısıtlamalar ve bu kısıtlamaların vergi verme ve ikamet zorunluluğu olarak mülkiyete dayalı niteliği, parlamentonun burjuva karakterinin kanıtıdır. 3) Devlet giderleriyle lüks harcamalarını karşılama amacıyla koyacakları vergileri halkın onaylaması için toplamaktan kaçınamadığı bir kurum olarak oluşan parlamentoya, kral, aristokrasiyle birlikte, güçlendikçe mali açıdan boyun eğmekten kaçınamadıkları burjuvazinin katılımını kabullenmek zorunda kaldı. 4) Nefesini ensesinde hissettikçe, feodal aristokrasiyle uzlaşmaya yönelip gücünü kullandığı işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mücadelelerinin önünü kesmeye ve siyasal yaşamdan dışlamaya çalışmak ve genel oy hakkının önüne konan engelleri desteklemek burjuvazinin başlıca yönelimidir. Halkın önüne düşüp siyaset yapma ve genel oy hakkını kazanma mücadelesini yönettiğinde bile, burjuvazi, oy hakkından yoksun kalması için emekçi halkı arkasından bıçaklayarak ortada bıraktı. 5) Genel oy hakkının kabulü, en demokratik ülkelerle egemenler tarafından silahlandırılan halkları savaşmayı öğrenen sömürgeleri de kapsayıp I. Emperyalist Savaş sonrasına sarkarak, artık halkın ekonomi-dışı yöntemlerle devlet işlerinden dışlanması sürdürülemez hale geldiğinde mümkün olabilmiştir.
Burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğü ve hakların sosyal-iktisadi engelleri
Kuruluş sürecinden başlayan burjuvazinin siyasal hak ve özgürlükleri kendisi için talep ederken işçi ve emekçilerce kullanılmasının önünü kesme ikiyüzlülüğü, demokratizminin ikiyüzlülüğü olarak, burjuva demokrasisi koşullarında sürdü. İşçi ve emekçiler üzerinde diktatörlük olan ve sömürünün devamını garanti eden burjuva demokrasisi, “herkes için” değil, işçi ve emekçiler için hiç değil, sadece burjuvazi için demokrasidir.
Burjuvazi, işçilerin kendilerini bağımsız çıkarlara sahip bir sınıf olarak ortaya koydukları ilk günden başlayarak ve henüz aristokrasi karşısında “eşitlik ve özgürlüğe” ihtiyaç duyan bir orta sınıfken bile, bunu sadece kendisi için istedi. Varoluşunun işçi sınıfının yarattığı artı-değere el koymasına, dolayısıyla sömürüye dayalı ve bu koşulla olanaklı olduğunu bilerek ve mücadelesinden ürkerek, peşine takıp gücünden yararlanmaktan kaçınmazken, başta siyaset yapma ve ilk adımı olarak “oy” yoluyla iradesini ortaya koyup örgütlemesi olmak üzere, işçi ve emekçi kitlelerinin kendisi karşısında güç kazanması lehine olabilecek her şeyin önünü kesip karşısına dikildi. Burjuvazinin siyasal tutumu, emekçi kitleleri, kendi bağımsız sınıf çıkarlarıyla siyasete müdahale etmekten ve siyasal alandan dışlamaktır ve işçi sınıfı, bugüne kadar olduğu gibi, bunu ancak kendi gücüyle kırabilir.
Öte yandan, kapitalist sömürü koşullarının siyasal örgütlenmesi olan burjuva demokrasisi, “herkes için demokrasi” olduğu iddiasındadır ve bu, en alt tabakalarına varıncaya kadar burjuvazinin tüm sözcülerince ileri sürülür. Burjuvazinin belirli durumlarda tamamen yok sayıcı içeriğiyle faşist biçimler alabilen kısıtlayıcı siyasal tutumu bir yana, öyle gibi de görünür. Burjuva demokrasisinin “kapısında”, “Sen işçisin, siyaset yapamazsın” türünden bir levha asılı değildir. Siyaset herkesin hakkı olarak tanınır, örgütlenme de öyle, toplanma ve gösteri yapma özgürlüğü de. Görünüşte herkes eşit sayılır. Günümüzdeki türden yargının yürütmeye bağlandığı haller bir yana, herkes “hukuk önünde eşittir”. Burjuva demokrasisi, görünüşte herkese tüm hak ve özgürlüklerin tanınmasıdır. Ama eşitlik yalnızca “hukuk önünde eşitlik”ken, özgürlükler de biçimseldir ve yalnızca yararlanabilme olanağı olanlar yararlanabilirler!..
Sermaye sahibi ile işgücüne kapitalist tarafından karşılıksız el konulan işçi sözde eşittir ve örgütlenme, toplanma ve basın vb. özgürlüklerinden eşit yararlanma hakkına sahiptir, ancak sadece biçimsel olarak. Gerçekte bu hak yalnızca hak olarak vardır ve pratikte hiçbir mahkeme kapitalistle işçiye eşit davranmaz. Kapitalist milyarlarca liralık vergi kaçırdığında soran olmaz, hatta teşvikler alır ve vergi borçları bile silinir, ama işsizlik belasıyla yüzleşmeye terkedilmiş bir işçi kokusuna dayanamayıp önünden geçtiği fırından çıkmış bir somun ekmeğe elini uzatmaya görsün, gasp suçlamasıyla yargılanmazsa şanslıdır!
Marx ile Engels daha Komünist Manifesto’da “üstünlüğü ele geçirdiği her yerde” “insan ile insan arasında çıplak öz-çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadığı”nı belirttikleri burjuvazinin aristokratik ayrıcalıkların yerine “o insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu”ğunu söylemişti. Burjuvazinin özgürlüklerden anladığı, gerçekte ticaret özgürlüğüdür. Bu “özgürlük”, sonradan Lenin’in eklediği gibi, kapitalistler için semirme özgürlüğüyken, işçiler içinse, çalışıp işgüçlerinin karşılıksız olarak gasp edilmesini kabullenme ya da çalışmayıp “açlıktan ölme özgürlüğü”dür.
Öte yandan kapitalist tüm özgürlüklerden yararlanma hakkını gerçekleştirme olanağına sahipken, işçi bu olanaktan yoksundur. Burjuvazi fabrika ya da bankasının reklamını da yapıp vergisinden düşeceği gerekli yatırım ve harcamaları kolaylıkla yapabilirken, işçilerin Türkiye’de büyük zorluklarla sahip olabildikleri TV kanalı ilk fırsatta yasaklanıp kapatılmıştır. Büyük harcamalar gerektiren görsel ve yazılı basına sahip olmak ve izlenip okunabilme olanağı açısından frekans, link, anten, kağıt, dağıtım ve sair giderleriyle günlük yayın yapmak imkansız gibidir. TV kanalı için şart olan frekans ve uydudan yararlanabilme hem pahalıdır hem de devlet tekelindedir ve izne bağlıdır. Yazılı basının olmazsa olmazı olan kağıt altın değerindedir, üstelik günlük gazetelerin ilan hakkı kağıt üstündedir ve Basın İlan Kurumunca keyfi olarak iptal edilebilmektedir. Lenin, örnek verdiği toplantı ve basın özgürlüklerinin biçimsel olarak tanınmış olmasıyla gerçekleşebilme ve işçiler tarafından kullanılabilme olanağı arasındaki farkı şöyle anlatıyor:
“… işçiler, ‘toplanma özgürlüğü’nün, hatta en demokratik burjuva demokrasisinde bile, boş bir söz olduğunu çok iyi bilirler; çünkü, kamusal ve özel en güzel salonlarda toplanmak için yeterli boş zamanlara zenginler sahiptir, ve burjuva iktidar aygıtı tarafından sağlanmış bulunan korunmadan onlar yararlanırlar. Kent ve kır proleterleri ile küçük köylüler, yani nüfusun büyük çoğunluğu, bunların hiçbirine sahip değildir. Bu durum böyle kaldıkça, ‘eşitlik’, yani ‘saf demokrasi’, bir yalandır. Gerçek eşitliği fethetmek için, emekçiler için demokrasiyi sahiden gerçekleştirmek için, işe, özel ve kamusal bütün şatafatlı yapıları sömürücülerin elinden almakla başlamak gerekir… Toplantı özgürlüğünden, eşitlikten, işçilere, emekçilere, yoksullara hakaret etmeksizin, ancak böyle bir değişiklikten sonra söz edilebilir.”
“‘Basın özgürlüğü’ de, ‘saf demokrasi’nin başlıca belgelerinden biridir. Bir kez daha, işçiler, en iyi basımevleri ve büyük kağıt stokları kapitalistler tarafından kendi tekellerine alındıkları sürece, demokrasi ve cumhuriyetçi rejim ne kadar gelişmişse, kendini bütün dünyada, örneğin, Amerika’da o kadar kaba, edepsiz, utanmaz bir biçimde gösteren, sermayenin basın üzerindeki iktidarı olduğu gibi kaldığı sürece, bu özgürlüğün bir yutturmaca olduğunu bilirler… Gerçek eşitliğin, gerçek demokrasinin, emekçiler, işçiler ve köylüler yararına fethi için, ilkin sermayenin yazarlara iş vermesi, yayınevlerini satın alması ve basını bozması engellenmelidir… Kapitalistler, zenginler için semirme özgürlüğüne, işçiler için de açlıktan ölme özgürlüğüne, her zaman ‘özgürlük’ adını vermişlerdir. Kapitalistler, zenginler için basını para ile tutma özgürlüğünü, zenginliklerinden kamuoyu denilen şeyi oluşturmak ve değiştirmek için yararlanma özgürlüğünü, basın özgürlüğü olarak nitelerler… Gerçek özgürlük ve gerçek eşitlik, komünistlerin kurdukları başkası zararına zenginleşmenin olanaksız olacağı, basını, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, para iktidarına bağımlı kılma nesnel olanağının bulunmayacağı, emekçileri… toplumun elinde olan basımevleri ve kağıdı kullanma hakkından tam bir eşitlik içinde yararlanmaktan hiçbir şeyin engelleyemeyeceği rejimde egemen olacaktır.”[15]
Öte yandan, burjuva demokrasisinde demokratik hak ve özgürlükler, bu özgürlükleri kullanma olanaklarına sahip olmayan işçi ve emekçiler bakımından kağıt üstünde kalmalarının yanında kolaylıkla kısıtlanıp iptal edilirler.
Türkiye’de tekelci burjuvazi her sıkıştığında ordu imdadına koşmuş, darbeyle yönetime el koyduğunu açıkladığı ilk bildirisiyle demokratik hak ve özgürlükleri “geçici bir süreyle” yürürlükten kaldırmış, muhalif parti ve kitle örgütlerini kapatmış ya da sınırlamıştır. İşçi sınıfı ve halkları örgütsüz bırakıp mücadelelerini bastırmayı amaç edinen darbecilerin yine ilk işlerinden biri sıkıyönetim ilanı olmuş, kurulan sıkıyönetim mahkemeleri demokratik hak ve özgürlükleri kullanmaya çalışanları ağır cezalara çarptırmıştır.
Burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünün bu kanıtlanışı sadece Türkiye’ye özgü de değildir. Lenin, Kautsky’yi önünde diz çöktüğü burjuva demokratizmi dolayısıyla suçlarken şunları demişti:
“Çağdaş devletlerin temel yasalarını alın, onların yönetimlerini alın, toplanma ya da basın özgürlüğünü alın… ‘Düzenin bozulması durumunda’, ama aslında sömürülen sınıfın kendi kölelik durumunu ‘bozması’ durumunda, ve hele kölece davranmama gibi bir hevesi de varsa bu sınıfın anayasasında burjuvazinin işçilerin üzerine asker sürmesine, sıkıyönetim ilanına vb. izin veren dolambaçlı yollar ya da kısıtlamalar bulunmayan, en demokratı da içinde, hiçbir devlet yoktur. Kautsky burjuva demokrasisini utanmadan allayıp pulluyor; örneğin en demokrat ve en cumhuriyetçi Amerika ya da İsviçre burjuvalarının, grevdeki işçilere karşı ne yaptıkları üzerine ağzından tek söz çıkmıyor.”[16]
Bizzat parlamento ile ilgili olarak da şunları eklemişti Lenin:
“Burjuva parlamentoyu alın. Bilgin Kautsky’nin, demokrasi ne denli gelişmişse, borsa ve bankacıların da burjuva parlamentoları o denli egemenlikleri altına aldıklarının söylendiğini hiç duymamış olması kabul edilebilir mi? … burjuva parlamentarizminin tarihsel bakımdan sınırlı ve görece niteliğini, Kautsky’nin yaptığı gibi, ancak bir liberalin unutabil[ir]… En demokratik burjuva devlette, ezilen yığınlar, kapitalistlerin ‘demokrasi’si tarafından ilan edilmiş olan saymaca eşitlik ile, proleterleri ücretli köleler durumuna getiren binlerce gerçek kısıtlama ve kurnazca oyun arasındaki bas bas bağıran çelişkiyi aralıksız karşılarında bulurlar.”[17]
Olağan koşullarda da herkesin serbestçe demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanabilmesi mümkün olmadı. İşçi sınıfından duyduğu korkuyla burjuvazinin gericileşmesi giderek kısıtlama üstüne konan kısıtlamalarla parlamenter demokrasiyi güdükleştirdi. Tekellerin egemenliği ve gericiliğin ana gücü oluşuyla birlikte olağan dönemlerde de ikiyüzlü demokrasinin bu güdüklüğü iyice görünür oldu. Günümüzde, konserlere varıncaya kadar genelleştirilmiş yasaklarla keyfilikler, bu güdük demokrasinin dolaysız ürünleridir.
Burjuva devlet parlamentodan mı yönetilir?
Parlamentolar çok şey yapar, ancak bulundukları ülkeyi yönetmezler.
Marx, “Fransa’da İç Savaş”ında veciz biçimde, fabrikasını çekip çeviren kapitalistin ihtiyaçlarıyla karşılaştırarak, “genel oy” ve “parlamento”nun işlevini tanımlamıştı:
“Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir halkı parlamentoda yönetici sınıfın hangi üyesinin temsil edeceği ve ayaklar altına alacağını kararlaştırmaya yarayacak tıpkı kendi işi için işçi ve yönetim personeli arayan herhangi bir işverene hizmet eden bireysel seçim hakkı gibi, komünler biçiminde örgütlenen halkın kendi işletmeleri için işçiler, denetimciler ve muhasebeciler bulmasına yarayacaktı.”[18]
- Halkı bizzat kendisinin değil, ama yönetici sınıfın hangi üyesinin temsil edeceği halkın genel oyuyla belirlenir. Yani genel oya dayalı parlamenter sistem, “demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesidir” iddiasının bir aldatma olduğunu belirttiği gibi, parlamentonun bir “yönetme” aygıtı değil, temsil organı olduğunu belirtir.
- Profesyonel politikacılarıyla parlamento, herkes tanıktır ki, halkın değil, halkı temsil edecek yönetici sınıf üyelerinin toplanma mekanıdır.
- Halkın bu “temsili”, öyle bir temsiliyettir ki, gerçekte halkın ayak altı edilmesidir. “Temsilcileri” temsilcilik adına, ikiyüzlülükle halkın çıkarları üzerinde tepinir ve adına “denetimciler ve muhasebeciler” olarak iş gördükleri burjuvazinin değişik fraksiyonlarını ve çıkarlarını temsil ederler.
Ama “halk adına” denir! Burjuva demokrasisi “halkın kendi kendisini yönetmesi” sayılırken, ülkenin de “halk adına” parlamento tarafından yönetildiği ileri sürülür! Çünkü göz önünde olan, burjuvazinin farklı fraksiyonları arasında amacının halk için en iyi ve yararlı olacak çözümün aranması olduğu iddia edilen yaman tartışmaların yapıldığı organ parlamentodur. Çekişme görünüşte buradadır, ve halkın, yürütülen tartışmaların sonucu olarak uygulanacak politikaların eller kaldırılıp oylamalar yapılarak burada kararlaştırıldığına inanması istenir.
Oysa Engels, daha “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi”nde, iktidar sorununu koymadığı ve “bütün iktidarın halk temsilcilerinin elinde toplanması istemine” yer vermediği için –iki parlamentoyu, Reichtag ve Prusya meclisini karşılaştırarak– 1891 Erfurt Programı’nı eleştirirken söylemiştir:
“Reich anayasası, halka ve onun temsilcilerine tanınan hakların sınırlandırılması bakımından 1850 Prusya anayasasının kopyasından başka bir şey değildir; bunda hükümet fiilen bütün iktidara sahiptir ve meclislerin vergileri reddetme hakkı bile yoktur. Bu anayasanın çatışma dönemlerinde hükümet tarafından istendiği gibi yorumlanıp uygulanabileceği tanıtlanmıştır. Reichstag’ın hakları, Prusya meclisininkilerden farklı değildir, Liebknecht’in Reichstag’ı mutlakıyetin asma yaprağı diye tanımlaması bu yüzdendir.”[19]
İktidar parlamentoda değildir, dönemin Reichtag’ının vergileri reddetme hakkı bile yoktur. Şimdi bizde cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde de benzerdir ve burjuva muhalefetin başlıca talebi, bu ve benzeri konularda yetkinin parlamentoda olmasıdır. Öyle olduğunda ne değişecektir –çok fazla şey değil! Nedeni, belirli kararlar alınmakla birlikte, hiçbir parlamenter demokraside ülke yönetimine ilişkin önemli kararların parlamentoda alınmamasıdır. Parlamentolar, asıl olarak, devletin esas yönetim merkezlerinin gizlenmesi ve genel oyla onu “oluşturan” halkın kendi kendisini yönettiğine inandırılması işlevini üstlenmiştir. Böylelikle parlamento “supap” görevi görecek ve yönetimi hedef alacak tepki ve hoşnutsuzluklar gelecek 4 ya da 5 yıl içinde yenilenecek vekilleriyle parlamento üzerinde toplanarak, halkın öfkesinin boşaltılması sağlanacaktır.
Buna inanılması için parlamentolarda bol gevezelik yapılır:
“Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl ‘devlet’ işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘saf halk’ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.”[20]
Türkiye işçi sınıfı ve halkı ülke yönetimine ilişkin başlıca kararların parlamentoda değil, ama genelkurmay koridorlarıyla bürokrasinin labirentlerinde alındığına sürekli tanıklık etti. Sadece 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül, 28 Şubat gibi başarılı ve Aydemir’in 22 Şubat (1962) ve 21 Mayıs (1963), Büyükanıt’ın 28 Nisan (2007) ve Gülen’in 15 Temmuz (2016) başarısız darbeleri bile bunun ve askeri ve sivil bürokrasinin kararlarının uygulanmasında sorunlar yaşandığında nelerin olabildiğinin kanıtlarıdır. Her yeni seçilen hükümetin önüne konan “kırmızı kitapçık”, parlamento ve hükümetlerin değiştirmeye gücünün yetmediği “devlet politikaları”nın varlığı, AKP’nin kapatılması ve A. Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin engellenmesi girişimleri ve verilebilecek daha pek çok örnek yine aynı gerçeği işaret eder. Son süreçte, parlamentonun halkı aldatıcı tartışmaların bile mekanı olmaktan büyük ölçüde çıkarılması ve karar süreçlerinin Saray’ın ofislerinde alınır olması da benzer içeriklidir.
“Burjuva topluma özgü merkezi devlet iktidarı, mutlakıyetin çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Bu devlet makinesinin en ayırt edici iki kurumu: bürokrasi ve sürekli ordudur.”[21] Ve devletlerin yaşamını ilgilendiren önemli kararlar bu iki kurumun koridorlarında oluşturulup kotarılır. Bir de, egemen burjuvazinin ilişkileri, satın alma gücü, spekülasyon ve dolandırıcılıkları vardır ve parlamento üzerindeki etkileri küçümsenemez: “… tüm burjuva demokrasisi tarihi, özellikle ileri ülkelerde, parlamento kürsüsünü, adsız dolandırıcılıkların, halka karşı yöneltilmiş hileli mali ve siyasal manevraların, ikbal avcılığının, ikiyüzlülüğün, emekçileri ezmenin başlıca alanı ya da başlıca alanlarından biri durumuna getirmiştir. Bundan ötürü, devrimci proletaryanın en iyi temsilcilerinin parlamentoya karşı duydukları nefret, yerden göğe kadar haklıdır.”[22]
Dolayısıyla çoğu burjuva fraksiyonunun parlamento vurgusu ve kötü giden ne varsa buradan düzeltileceğine dair propagandaları olağandır, ancak işçi ve emekçilerin parlamento ve işlevinin hele abartılması konusunda uyanık olmaları şarttır.
Seçimler, parlamento ve parlamenter mücadele önemsiz mi?
Ülkenin parlamentoyla yönetilmiyor oluşu ve parlamenter demokrasinin ikiyüzlülüğünden seçimler, parlamento ve parlamenter mücadelenin önemsiz sayılıp ihmal edilmesi sonucu çıkarılamaz. Tersine, genel önemlerinin ötesinde zaman zaman kritik önemler de kazanırlar.
Her şeyden önce parlamenter demokrasinin olanca ikiyüzlülüğüyle devletin, iki temel kurumu olan bürokratik ve militarist merkezlerden yönetilmekte olması bir gerçektir; ancak parlamento ve ona dayalı hükümetlerin yalnızca “gevezelik” yapmakla yetindikleri ileri sürülemez. İkincil olmakla birlikte parlamento da bir güç merkezidir ve yönlendiriliyor olması ilişkinin esas yönüdür, ama onun da, gücün asıl merkezleri üzerinde bir karşı-etkisi olduğu görmezden gelinemez.
Önce Marx, “18. Brumaire”de, “Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar”[23] demişti. Sonra Lenin açarak, iktidar uğruna savaşan partilerin yeniden ve yeniden “paylaştıkları ganimeti”, “bol paralı bakanlık, müsteşarlık, genel valilik vb., vb. makamlarına kurulmak”[24] olarak tanımladı. Askeri ve sivil bürokrasinin kendi hiyerarşisi ve kendine özgü yapısı vardır ve mutlak olmamakla birlikte bu özgülüklerini korurlar. Ancak parlamenter demokraside birbirleriyle çekişen burjuva partilerden bazen biri ya da koalisyon kurarak birkaçı bazen de diğeri “genel oy”un nimetinden faydalanıp parlamentoda çoğunluğu sağlar ve hükümeti kurar. Her hükümet kuran parti ya da partiler, zaten bakanlıklarla müsteşarlıkları ganimetleri olarak paylaşır ve örneğin devlet harcamalarını şuraya değil buraya yönlendirme ve bunlardan “komisyon” alma olanağı bulur. Bununla kalmaz, askeri ve sivil bürokrasinin atamalarında özellikle bazen kritik müdahalelerde bulunur ve yalnızca tek adam yönetimlerinin bir özelliği olmayarak, karar alıcı bürokrasiyi az-çok kendi isteğine göre şekillendirir. En başta bu nedenle, parlamento ve seçimlerle hükümeti kurma burjuva partiler açısından özel bir önem taşır.
Ancak böyle olması, işçi ve emekçiler açısından hiç önem taşımadıkları anlamına gelmez. İkisi de gerici olsa bile, faşist bir partinin yönettiği bakanlıklarla faşist olmayan reformist vb. partilerin yönettiği bakanlıklar arasında en azından uygulama yöntemleri bakımından fark olacaktır. Bu fark, şüphesiz “daha iyi” burjuva partisinin desteklenmesinin nedeni olamaz, ancak taktiğin konusuna girer.
Ancak asıl önemli olan, burjuva partileri arasındaki farklılıklardan yararlanmak değil, ama genel oy, parlamenter mücadele ve parlamentoyu kürsü olarak kullanarak işçi sınıfının –eğitimini tamamlamaktan ibaret olmayan– kendisi açısından sağlayacağı kazanımlardır. Engels müthiş öğreticilikte özetlemiştir:
“Komünist Manifesto, genel oy hakkını, demokrasinin kazanılmasını, militan proletaryanın en başta gelen ve en önemli ödevlerinden biri olarak ilan etmişti… [Alman] işçileri… şimdiye kadar bir aldatmaca aracı olan oy hakkını özgür olma aletine dönüştürdüler. Eğer genel oy sistemi, bize, her üç yılda bir kendi kendimizi sayma olanağından, oy sayısının, düzenli bir şekilde denetlenen ve son derece hızlı artışı ile, işçilerde zafere olan güveni, düşmanlarda ise aynı ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız olmaktan; bize kendi kuvvetimiz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı partilerin kuvvetleri hakkında tam ve doğru bilgiyi vermekten ve böylelikle de bize kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir korkaklık ve çekingenlikten olduğu kadar, yersiz delice atılganlıktan da korumaktan başka bir yarar sağlamasaydı da – evet, bizim genel oydan elde ettiğimiz tek kazanç bu olsaydı, gene yeter de artardı. Ama genel oy, daha fazlasını da yapmıştır.
“Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda bırakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag’da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına karşı olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir.”[25]
Demek ki, genel oy, seçimler ve parlamenter mücadele, bize; 1) “kendimizi sayma olanağı”, 2) ulaşılacak oy artışıyla işçilerde güven, düşmanlarda korkuyu artıran bir propaganda aracı, 3) kendimizin ve karşıtlarımızın gücünün bilgisiyle eylemimizi gücümüzle orantılı tutmanın ölçütü, 4) yersiz çekingenlik ya da atılganlıktan korunma olanağı sağlamakla kalmayacak; ama 5) özellikle yığınların bilincinin geri olduğu koşullarda önemi artmak üzere, henüz başka araçlarla ulaşamadığımız sömürülen yığınlarla ilişki kurmamıza yarayacak, 6) karşıt partileri suçlamalarımızı yanıtlamaya zorlayacak ve 7) parlamento kürsüsünden yığınlara seslenip görüşlerimizi yaymamıza hizmet edecektir.
Bunlar küçümsenebilir şeyler değildir.
Parlamenter demokrasi ve düzen taraftarı olmak başkadır, her olanaktan olduğu gibi, devrimci amaçlarla burjuva parlamento ve parlamenter mücadele olanağından yararlanmak başka. “Gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanılması gibi çetin bir sorunun üstesinden ‘atlayarak’ bu zorluktan kaçınmayı denemek tam bir çocukluktur.”[26]
Devrimci amaçlarla parlamento ve parlamenter mücadele olanağından yararlanmak ise, parlamenter budalalık ve yüksek vekil maaşlarıyla başka ayartıcılıklar önünde diz çökmek değil, devrimin hazırlığı kapsamında seçim çalışmalarıyla parlamento ve parlamenter mücadeleyi ajitasyon propaganda araçlarının genişlemesi olarak ele almaktır. Tabii ki vekillikler kazanma ve sayılarının artışını küçümsemeyip önemseme, ama her şey saymayıp parlamentarizmi amaç edinmeme, hele bir adım ötesinde, bir dönem sorun olmuş bakanlıklar peşine düşmeme; ancak her olanak genişlemesinden kitlelerin devrimci seferberliğinin ilerletilmesi ve demokratik halk iktidarının kurulmasıyla taçlanacak devrimin sübjektif koşullarının hazırlanması için yararlanmayı prensip edinme– devrimci tutum budur.
Tabii ki “yığınların eylemi –örneğin bir büyük grev– yalnızca devrim sırasında ya da devrimci bir durumda değil, her zaman parlamenter eylemden daha önemlidir.”[27] Ancak sadece “çocukluk hastalığı” ile malul olanlar, bu doğrudan parlamenter mücadelenin küçümsenmesi sonucunu çıkarabilir. Doğru ele alındığında, parlamenter mücadele, işçi sınıfının mücadele biçimlerinden biridir ve sınıfın kurtuluş amacına hizmet eder. Sınıfın başka mücadele biçimlerinden, örneğin bir grevden farkı, grev bizzat işçiler tarafından yürütülen kitlesel bir eylemken, parlamenter mücadelenin –işçilerin katılımı olmakla birlikte– işçi ve halk kitlelerinin kazanılıp ilerletilmesi amacıyla işçilerin ileri unsurları tarafından yürütülmesidir.
Nasıl ki bir iktisadi grev, sınıfın iktidar amacıyla ilgisiz biçimde, sadece ücretlerin artırılması ve daha iyi sosyal haklar elde edilmesiyle yetinilerek, politik mücadele ve sosyalizmle bağı kurulmadığında düzen içi ve reformlar uğruna bir mücadele olarak kalırsa, parlamenter mücadele de, mücadelesinin diğer biçimleriyle koordineli olarak, işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesine hizmet edip kurtuluş davasının bütünleyici bir parçası kılınmadığında düzen içi bir mücadele olmaktan öteye gidemez.
Öte yandan, kendimizi sayma, eylemimizi gücümüzle orantılı tutma, kitlelere ulaşma ve parlamentoyu kürsü olarak kullanma türü sunduğu olanaklardan yararlanmanın yanı sıra, bir politik mücadele biçimi olarak parlamenter mücadele, zaman zaman politik olarak kritik önem kazanır. Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”, “Fransa’da İç Savaş” ve “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i” adlı eserleri dikkate okunduğunda görülecektir ki, işçi sınıfını da kapsayarak, ama özellikle farklı burjuva partileri arasındaki iktidar kavgası, ayaklanmalarla parlamenter mücadeleler bir arada ve iç içe geçerek yürümekte ve seçimlerle parlamenter mücadelelerin kritik önem ve sonuçları olmaktadır.
Örneğin “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”nde Marx, seçimlerin sözünü edip “proletarya hiçbir ayaklanma kışkırtmasına kapılmadı, çünkü bir devrim yapmak üzereydi. Tamamıyla işçilerin etkisi altında bulunan seçim komitesi, eşyanın mevcut durumuna karşı genel öfkeyi artırmaktan başka bir şey yapmayan hükümetin kışkırtmalarının kendisine engel olmasına meydan vermeksizin Paris için üç aday gösterdi” diye başlayarak şunları söylüyordu:
“… Bu üç adam, üç müttefik sınıfı temsil ediyorlardı… Bütün çabalara karşın, sosyalist adaylar başarıya ulaştılar. Ordu bile kendi Savaş Bakanı Lahitte’e karşı Haziran isyancısına oy verdi. Düzen partisi yıldırım çarpmışa döndü. Taşra illeri seçimleri de onu avutamadı… Napoleon, bakanı Lahitte’le başarısızlığa uğramıştı. Fransa’nın parlamento tarihinde buna benzer yalnız bir tek olay vardı: 1830’da Charles X’un bakanı Haussy’nin başarısızlığı, 10 Mart 1850 seçimi, son olarak, çoğunluğu düzen partisine veren 13 Mayıs seçiminin hükümsüz kılınması, bozulması idi. 10 Mart seçimi, 13 Mayısın çoğunluğunu protesto ediyordu. 10 Mart bir devrimdi. Oy pusulalarının gerisinde kaldırım taşları vardı.
“Düzen partisinin en ileri gelen üyelerinden biri olan Segur d’Aguesseau, ‘10 Mart oylaması savaş demektir’ diye haykırmıştı.”[28]
Düzen partisinin “bu savaş demektir” değerlendirmesi tabii ki önemli, ancak daha önemlisi, Marx’ın –işçilerin müttefikleriyle birlikte başarılı oldukları– 10 Mart seçimini “devrim” olarak nitelemesi ve parlamenter ve diğer mücadele biçimlerinin iç içe geçişine atıfla işçilerle müttefiklerinin gücünün asıl kaynağını işaret etmesiydi: “Oy pusulalarının gerisinde kaldırım taşları vardı”!
Henüz resmen tarihi açıklanmayan Türkiye seçimleri de, henüz proletaryanın örgütlü bağımsız katılımı yeterince güçlü olmasa bile, özellikle burjuvazinin iktidar kavgasını önemli ölçüde etkileyecek ve rejimin niteliğini belirleyecek oluşuyla kritik bir önemde.
[1] Bilik, E. (1951) “İngiltere’de 18. Ve 19. Yüzyıllarda Parlamento Hükümeti Ve Anayasa Islahatı”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt. 8, Sayı. 1-2, sf. 449.
[2] Engels, F. (1979) “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm – 1892 İngilizce Baskıya Özel Giriş”, Seçme Yapıtlar (Marx-Engels) Cilt 3 içinde, 1. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 132.
[3] Bkz. UK Parliament, “Second Reform Act”, https://www.parliament.uk/about/living-heritage/evolutionofparliament/houseofcommons/reformacts/overview/furtherreformacts/
[4] Engels, age, sf. 135.
[5] “1918 Halkın Temsili Yasası” adlı 1918 Seçim Yasası için bkz. “UK Parliament, 1918 Representation of the Peoples Act, Second Pages”, https://www.parliament.uk/about/living-heritage/transformingsociety/electionsvoting/womenvote/case-study-the-right-to-vote/the-right-to-vote/birmingham-and-the-equal-franchise/1918-representation-of-the-people-act/1918-representation-of-the-people-act-second-page/
[6] Son État Généraux’da olanlar için bkz. Bilke, E. (2022) “Fransız İhtilali Sırasında Kıta Avrupası’ndaki Eşitlik Anlayışı ve Tarihi Arka Planı”, Kırıkkale Hukuk Mecmuası, 2(2), https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2473924, sf. 562-566
[7] Engels, age, sf. 130.
[8] Engels, age, sf. 127-128.
[9] Bkz. Üzeltürk, S. Ş. T. (2021) “Mahkumiyet Bağlamında Oy Hakkının Sınırlandırılması Ve Genel Oy İlkesi”, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 18(2), sf. 1879.
[10] Marx, K. (1976) Seçme Yapıtlar (Marx-Engels), Cilt. 1, Birinci Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 490.
[11] Marx, K. (1976) “Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850 ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar Cilt 1 içinde, Sol Yayınları, Ankara, sf. 345-346, 351-353, 526-527.
[12] Bkz. https://www.akademikkaynak.com/wp-content/uploads/2018/03/selection-6.pdf
[13] 1876, 1877, 1908 ve 1912 Seçimlerinde uygulanan seçim sistemiyle seçme ve seçilme hakkına ilişkin kısıtlamalar için bkz. Tan, T. ve B. Özbey (2018) “İlk Osmanlı Genel Seçim Uygulamalarına Hukuksal Açıdan Eleştirel Bir Yaklaşım”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, 7 (2), sf. 54-67, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/482722
[14] Bkz. Olgun, K. (2004) “II. Meşrutiyet Dönemi Seçim Dönemi ve 1912 Seçimlerinde İzmit Sancağında Uygulanışı”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, 39, sf. 142, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/101992
[15] Lenin, V.İ. (2012) Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev. M. Erdost, 4. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 131-132.
[16] Lenin, V. İ. (1989) Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev. K. Somer, 5. Baskı, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, sf. 29.
[17] Lenin, age, sf. 31.
[18] Marx, K. (2005) Fransa’da İç Savaş, çev. K. Somer, 3. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 64.
[19] Marx, K. ve F. Engels (1989) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M. Kabagil, 3. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 99.
[20] Lenin, V. İ. (1989) Devlet ve İhtilal, 7. Baskı, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, sf. 57.
[21] Lenin, age, sf. 40.
[22] Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, sf. 273.
[23] Marx, K. (1976) Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, çev. S. Belli, 1. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 130.
[24] Lenin, age, sf. 41.
[25] Engels, F. (1976) Marx-Engels Seçme Yapıtlar Cilt 1, 1. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 237-238.
[26] Lenin, V. I. (2008) Sol Komünizm, çev. M. Erdost, 7. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 59.
[27] Lenin, age, sf. 55.
[28] Marx, Marx-Engels Seçme Yapıtlar Cilt 1, sf. 343-344.