Mustafa Yalçıner

 

Cumhuriyetin 100. yılına Mustafa Kemal düşmanı dinci gericiliğin egemenliğinde giriliyor. M. Kemal ve Kemalist hareketle uyuşmazlıkları tartışma götürmez. Her şeyden önce Kemalist hareket işgale uğrayan ülkede emperyalizme karşı saf tutmuşken, güncel dinci tekelci gericilik işbirlikçidir. Ve başlangıçta iktidarını sağlamlaştırmak için, dinci gericiliğin dayanaklarını budamış; bu kapsamda saltanat ve hilafeti kaldırdığı gibi, laiklik ilan edip din işlerini Diyanet’in komutasında toplayarak, tarikatlar da içinde, dini örgütlenmeleri yasaklamıştı. Feodal sömürü ilişkilerine son verecek aşağıdan bir devrime, toprak devrimine dayanmayışı ve tümü yukarıdan reformlar olması temel bir zayıflığıydı ve dini örgütlenmeler yer altına inerken dinin sömürülen kitleler üzerindeki etkisi sürdü. Emperyalistlerle tekelci burjuvazinin desteğiyle giderek palazlandırılan dinci gericilik M. Kemal ve cumhuriyet düşmanlığını koruyup yaşattı.

Bugün emperyalizm tarafından desteklenen dinci gericiliğin başlıca dayanağı tekellerdir. Aczmendiler türü “baldırı çıplaklar” bir yana, Menzil örneğinde tanık olunduğu gibi, tarikatların bizzat kendileri holdingleşmiştir. Emperyalistlerin oyuncağı olan dincilik, burjuva devletin sağladığı hibe, ihale ve çeşitli kolaylıklarla, ekonomik dayanaklarının yanı sıra cumhuriyete; merkezi ve yerel yönetimleriyle yasama ve yargı dahil tüm devlet aygıtına çullanmıştır ve ordu, emniyet ve bakanlık kadrolarının paylaşımına varıncaya dek siyasal olarak da örgütlüdür. Ve siyasal toplumsal yaşamı ele geçirmede her geçen gün bir ileri adım daha atıyor.

M. Kemal ve cumhuriyete düşmanlıklarıysa sürüyor. Bu düşmanlık, sadece her fırsatta bunu kusan Fesli Kadir (Mısırlıoğlu) örneğinde sürmüyor, geneldir ve tüm dinci gericiliği kapsıyor. Gülen Cemaati farklı bir taktik izlemekteydi, ancak onun açısından M. Kemal de cumhuriyet de diş biledikleri düşmanlardı.

 

***

CHP ise, M. Kemal’in tanıyamayacağı ölçüde değişti ve cumhuriyetin ikinci yüz yılına oldukça farklı bir parti olarak giriyor. Bunda şaşılacak şey yok. CHP ve Cumhuriyetin sosyal temelinde farklılaşma M. Kemal döneminde başladı. Zaten cılız olan emperyalizm karşısındaki tutum gittikçe esnedi, burjuvazinin emperyalizmle birleşme eğilimleri baş gösterdi ve giderek gelişti.

Bu kapsamda, CHP’nin hala benimsediğini ileri sürdüğü ilkeleri değişti. Cumhuriyetçi ve milliyetçi olmayı sürdürüyor; ama cumhuriyetin tanınmaz hale getirilmesi dayatmalarını ya sineye çekiyor ya da eleştirel tweet’lerle geçiştiriyor, milliyetçiliğiyse anti-emperyalizmden yalnızca Kürt ve Suriyeli vb. düşmanlığına geriledi. Eskiden de halkçı değildi ve halkçılık iddiası aldatmaya yönelikti, bugün de değil.

1929 Bunalımı ve II. Dünya Savaşı nedeniyle zorunlu olarak sürdürülen devletçilik de, “özel teşebbüs” lehine gevşetilmeye başlanmıştı. Ancak yine de, Türkiye’de neoliberalizmin atağa kalkışına kadar Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT’ler) ve Devlet Planlama Teşkilatı gibi kurumları kapsayarak, etkisi giderek azalan devletçilikle bir “karma ekonomi” varlığını sürdürdü. Şimdi ordunun iaşesi bile özel şirketlerce sağlanırken CHP sadece birkaç özel sorunda “devletçilik”ten söz etti.

İlkelerden biri olan devrimcilikten eser kalmadığı tartışmasız. Hala Kuvayı Milliyeci olduğu iddiasındaki CHP’nin Kurtuluş Savaşının başını çeken Kemalist hareketle bir ilgisi kalmadı. Karşı devrimin kaleleri olan tekelci kapitalizmi, yerli ve yabancı tekellerle çıkarlarını ve batı emperyalizminin saldırgan örgütü NATO’yu savunuyor.

Laikliği giderek törpülendi; Kemalist laiklikten bile geriye CHP’nin savunmakta olduğu çok az şey kaldı. Son yıllarda dinci gericilik ve hamleleri karşısında değişen tutumunu anlamak için CHP’nin son seçimlerdeki ittifaklarıyla tutumlarına göz atılması yeterli.

CHP’nin soluna geçildiğinde, orada da Kemalist hareket ve izlediği politikalarla cumhuriyet karşısındaki tutumlar ilgi çekicidir ve tarihsel süreklilik gösterir.

Son seçim sürecinde konuyla ilgili çok sayıda veri ortaya döküldü.

 

***

Sol Parti’nin resmi sitesinde parti imzasıyla “Gerici Faşist İktidarı Yeneceğiz – Devrimci Demokratik Cumhuriyet İçin Birleşelim” başlıklı şöyle bir açıklama var:

Gericiliğe karşı en büyük tarihsel adım olan Cumhuriyet’in 97. yılındayız. Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve kurucular olmak üzere, Anadolu’ya bağımsızlığını kazandıran kurtuluş savaşçılarını sevgi ve saygıyla anıyoruzÜstünden yüz yıla yakın zaman geçmiş olan bu büyük devrimci atılımdan geriye, ne yazık ki coşkuyla kutlanabilecek bir bayram kalmadı. 1950’lerden bugüne yürütülen, 12 Eylül’de kanlı faşist bir darbeyle yükseltilen ve son 18 yılda AKP iktidarıyla arşa çıkan karşı devrim süreci, bugün yoksul ve kapkaranlık bir ülke yarattı.[1]

Tek açıklama bu değil. Bir yıl sonra tekrar ediliyor:

98 yıl sonra bugün ise 1920’nin Cumhuriyet’inden söz etmek imkansız! Cumhuriyet’i ilerici birikimlerini tasfiye ederek yıktılar! 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Amerika’nın Soğuk Savaş stratejileri doğrultusunda yapılandırılan faşist-darbeci kontrgerilla devleti, Cumhuriyet’in ölümünün önünü açarak bugünkü fiili şeriat rejiminin taşlarını döşedi.[2]

Sol Parti’nin Kemalist hareket, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet değerlendirmeleri baştan aşağı yanlış. 98 ya da 100 yıl sonra 1920 cumhuriyeti tabii ki değişti. Ancak M. Kemal’i pirüpak bir devrimci, cumhuriyet ilanına varan süreci “gericiliğe karşı en büyük tarihsel adım” ilan ederek, “Cumhuriyet’in ilerici birikimlerinin tasfiye”sini “1950’lerden itibaren sağcı iktidarlar eliyle aşındırılması”nda aramak, Kemalizm abartısı ve etkisini belirten, kökleri geçmişte olan milliyetçi bir yaklaşımın ürünüdür.

Her şeyden önce, M. Kemal burjuvazinin temsilcisi, Kemalist hareket de ulusal burjuvazinin hareketidir. Genç burjuvazinin işçi ve köylülere yönelik bütün halkın çıkarlarını temsil ettiği iddiasındaki aldatıcı tutumu, iktidara geldikten ve hele iktidar oturduktan sonra baskı ve yasakçılık, başta Kürtler olmak üzere ezilen uluslar karşısındaysa hak tanımama, bastırma içerikli bir şovenizm olarak şekillenmiştir.

Bununla birlikte, milli burjuvazinin çıkarlarını temsil eden Kemalist hareket tutarsızlıklarına rağmen önderlik ettiği bağımsızlık savaşına damgasını vurmuş, Kurtuluş Savaşıyla yarı-sömürge Türkiye’nin sömürgeleşmesi önlenerek, siyasal bağımsızlığı kazanılmıştır. Bu, evet, bir milli devrimdir; iktidar, emperyalizmin işbirlikçisi sarayın temsil ettiği merkezi feodaliteden burjuvazinin eline geçmiş ve üzerine titrediği iktidarını koruyup sağlamlaştırmak için burjuvazi elinden gelen her şeyi yapmıştır. Devrim ve sonradan kurulan CHP’nin devrimcilik ilkesi daha çok lafta kalan bir propaganda aracı olmuş, Kemalist hareketin belirleyeni, burjuvazinin çıkarları ve iktidarının selametini gözetmek olmuştur.

Kemalist hareket bağımsızlık yanlısıdır, ülkenin işgali koşullarında emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı anti-emperyalist bir tutum olarak oluşmuştur ve ulusal kurtuluş savaşının başlıca örgütçüsüdür. Ancak anti-emperyalizmi uzlaşmalar içerir, cılızdır. Bu, temsilciliğini yaptığı, Kurtuluş Savaşına, Sultan’ın temsil ettiği merkezi feodalite, onunla birlikte davranan ve işgalcilerle işbirliğine yönelenler dışında kalan toprak ağalarıyla birlikte önderlik eden burjuvazinin karakterinin doğal sonucudur.

Bu burjuvazi, ağırlıklı olarak Anadolu’nun ticaret burjuvazisidir.

Feodalizmin ve rekabet edemediği yabancı kapitalizmle ardından Osmanlı’nın ilişkilendiği emperyalizmin baskısı altındaki sanayinin az geliştiği ülkede meta ekonomisi yaygınlaşmış, sanayi kapitalizmi güdük kalırken, gelişen başlıca ticaret kapitalizmi olmuştu. Temsilcilerinden biri olan, özellikle liman kentlerine yerleşen ve dış ticarette aracılık yaparak emperyalistlere dayanaklık eden Levantenler, bu süreçte gerek Sultan ve gerekse emperyalistler ve geri kalan işgalcilerle işbirliği yaptı. Dış ticaretle de bağlantılı olarak ticareti Anadolu’ya yayan, henüz kopmadığı feodal üretime bağlanan tefecilikle iç içe olan ticaret burjuvaziyse, olduğu kadarıyla sanayi burjuvazisiyle birlikte işgalcilere karşı tutum aldı. Tefeci-tüccar ağırlıklı bu burjuvazi yerli bir sınıftı ve küçük burjuvaziden farklı olarak, yerli burjuvazinin üst tabakasını oluşturuyordu. Türkiye emperyalistlerle işbirlikçilerinin işgaline uğradığında, önemli bir bölüm toprak ağası topraklarından olma tehlikesiyle yüzleşirken, onlar da pazarlarını kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kaldı ve “vatan” adını taktıkları topraklarıyla pazarlarını savunmaya yöneldi.

Milli devrim ve sonrasında geliştirilen ulusal tutumların cılızlığının kaynağı, en başta Kemalist hareket ve temsil ettiği burjuvazinin yön vericisi olduğu kadar, çıkarlarının başlıca ifadesi olan iktidarının esenliğini her şeyin üstünde tutmasıdır.

Evet, ülkenin siyasal bağımsızlığı kazanıldı, ancak sadece sonrasında değil, kurtuluş savaşı sürecinde de emperyalistlerle bir dizi uzlaşma yapmaktan kaçınılmadı; bunlar iktidarın ele geçirilip sürdürülmesinin gereği sayıldı. Manda ve himayeye karşı çıkarak Kemalist hareket ve temsilciliğini yaptığı burjuvazi ülkede iktidar sahibi olma kararlılığından geri adım atmadı, iktidarı paylaşma tutumu almadı. Bu emperyalizm ve işbirlikçileriyle başlıca uzlaşmazlık noktasıdır; ancak örneğin koşulların elverişsizliği nedeniyle “Misak-ı Milli” sınırları içinde olmalarına rağmen Musul ve Kerkük’ten vazgeçildi. Örneğin İtalya, içeriği açıklanmayan bir anlaşmayla işgali sona erdirdi. Lozan’da da bir örneği kapitülasyonların 1929’a kadar devamının kabulü olan uzlaşma eğilimi sürdü. Başlangıçta müttefikliğine önem verilen Sovyetler Birliği giderek gözden düşerek emperyalistlerle ilişkilerin geliştirilmesine verilen ağırlık zamanla arttı ve yabancı kredi ve borçlarla yatırımların önü açıldı.

İkinci Dünya Savaşına öngelen günlerde, hala ulusal çıkarlar tamamen terkedilmemiş olmakla birlikte, emperyalistlerle ilişkiler şu ya da bu hükümetin kurulmasında etkili olmaya başladı ve savaş günlerinde bu etki hatta Alman ve İngiliz “yanlısı” hükümetlerin iş başına gelmesine kadar vardı. Savaş sonrasındaysa ABD egemenliğine açıktan uyum sağlanmaya çalışıldı.

Siyasal uzlaşmalardan kaçınılmayan emperyalizmin ekonomik egemenliğinin koparılıp atılmasına girişilmedi. Emperyalist yağmanın önü kesilmedi ve egemenliğiyle yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanının temeli olan tekelci kapitalizm ve tekellere karşı mücadelenin lafı bile edilmedi. Önceki dönemin egemeni Levantenlere Sultanın yanında tutum alanlar dışında dokunulmadı, hatta el üstünde tutuldular. Milliyetçilik, anti-emperyalizmle ilgisi olmadan, Varlık Vergisiyle genelleşecek biçimde başlıca Türk burjuvazisinin gayrı Müslim burjuvazinin mülkiyetine göz dikmesinde belirdi. Burjuvazi kapitalist ilişkileri ve iktidarını pekiştirmek üzere kapitalizmi geliştirmeye yöneldi; özellikle 1929 Bunalımı koşullarında emperyalist burjuvazinin içe dönmesiyle ekonomik bağımsızlığın kazanılması doğrultusunda belirli adımlar da atıldı, ancak bunlar hem güdük hem akim kaldı ve esas olarak ülkenin ekonomik bağımlılığı devam etti.

Burjuvazinin ele geçirdiği iktidarı cumhuriyetin ilanıyla taçlandırdığı Kurtuluş Savaşı, öte yandan emperyalizmi hedef alan her bağımsızlık savaşının sahip olduğu demokratik içeriğe şüphesiz sahipti. Bu, başlıca, ulusa ihanet ederek emperyalistlerle işbirliği yapan sultanlık ve merkezi feodalitenin iktidarını pekiştiren hilafetin tasfiyesinde ifadesini buldu. Genç burjuvazinin başka türlü iktidarını sağlama alma şansı yoktu. Merkezi feodal sultanlığın yıkılmasıyla kapitalist gelişmenin önündeki temel bir engel kaldırılarak, modern burjuva devlet ve toplumun üzerinde gelişeceği toprak sürülmüş oldu. Bu, küçümsenecek bir değişim olmamakla birlikte, sahip olduğu demokratik nitelik, bu ve takip eden yukarıdan reformlarla sınırlı kaldı. Siyasal sistemle birlikte eğitim ve yargı sistemiyle ideolojik ve kültürel üretimde vb. düzenlemelere gidildi. Ancak burjuvazinin niteliği ve toprak ağalarıyla ittifakından dolayı devrim bir toprak devrimi olarak gelişip derinleşmediği gibi, tersine, bir toprak devrimi ihtimaline ve halka, işçilerle köylülere karşı yöneldi. Sık aralıklarla “toprak reformu” lafı edilmesine rağmen aşarın kaldırılmasıyla yetinilirken toprak ağalığı tasfiye edilmeden kaldı ve etkisini sadece ekonomide değil üst yapıda da hissettirmeyi sürdürdü.

Kapitalist gelişmenin geriliği ve burjuvazinin ticari ağırlıklı oluşu, feodalizmle ilişkisi ve işgale karşı çıkan toprak ağalarıyla ittifakı nedeniyle aşağıdan ve özellikle bir köylü-toprak devrimi olarak gelişmek yerine toparlanmasına ağırlık verilen ve aşağıdan gelen gelişmeleri de kontrolüne alabilen Osmanlı Ordusunun kalıntılarına dayanan bir bağımsızlık savaşının ardından, Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde kurulan da, gelişkin olmayan kapitalizmin ürünü, anti-demokratik karakterde şoven milliyetçi geri bir burjuva feodal devlet olabilirdi. Öyle oldu ve tek parti egemenliği biçiminde şekillendi. Genç burjuvazi iktidara yerleşir yerleşmez siyasal ve sendikal örgütlenmeleri ve örneğin 1 Mayıs’ı yasakladı. Sözde gericiliği hedef aldığı ileri sürülen Takrir-i Sükun yasası genel olarak yasakçılığın dayanağı oldu. Giderek güneş-dil teorisi ve Türk tarih tezi gibi ideolojik dayatmalarla Türk milliyetçiliği körüklendi.

Sol Parti ise, M. Kemal’e, Kemalist harekete ve cumhuriyete toz kondurmuyor. “Büyük devrimci atılım” sayarak, zayıflığından hiç de şikayetçi olmadığı Kurtuluş Savaşı ve sonrasını abartıyla ele alıyor, hatta ona göre bu “devrimci atılım” DP’nin iktidara geldiği 1950’ye kadar sürüyor. Sol Parti, bir dizi ilerleme ve başlıca siyasal bağımsızlık bir yana, sanki ülke geçmişte “yoksulluk ve karanlık”tan kurtulmuş gibi, “yoksul ve kapkaranlık bir ülke”nin “1950’lerden bugüne yürütülen… karşı devrim süreci”yle yaratıldığı görüşünde.

TKP, çok farklı düşünmüyor.

Sol Parti “bugün ise 1920’nin Cumhuriyet’inden söz etmek imkansız! Cumhuriyet’i ilerici birikimlerini tasfiye ederek yıktılar!” diyordu. TKP de aynı düşüncede. Programında, “[90’larda] Sosyalizmin çözülmesiyle birlikte… emperyalist kapitalist sistem ve Türkiye burjuvazisi tarafından … Türkiye’den emperyalizme tam boy bağımlı olması, ekonomik sistemin piyasa dinamikleri tarafından belirlenmesi… ve dinci gericiliğin kalıcı bir şekilde siyasal ve toplumsal yaşantının içine yerleştirilmesi istenecekti.​ Bu köklü dönüşüm 1923 Cumhuriyetinin sonu anlamına geliyordu” diyor. Devamı da benzer: “Türkiye sermaye sınıfı,… Cumhuriyetin sonunu hazırlayacak ekonomik, toplumsal ve siyasal bir sürece de onay vermişti. Bu süreç, Türkiye’yi cumhuriyetin yıkılışına hazırladı… Türkiye’de cumhuriyetin tüm ilerici kazanımları birer birer ortadan kaldırılırken, bu kazanımlara sahip çıkabilecek tek tutarlı güç olan sola saldırıldı.”​

Sermayenin karşısındaki gücün işçi sınıfı değil ama “sol” olduğunun ileri sürülmesi türünden ilginçlikler bir yana bırakılırsa, 12 Eylül ve AKP iktidarlarıyla cumhuriyet yıkılıyor! Bu, cumhuriyetin devrimciliği abartılan burjuvaziye özgü abartılı devrimci bir içeriğe sahip olduğu anlayışının ürünü bir kurgudur. Şimdi her halde Türkiye yeniden bir sultanlık değil, hala cumhuriyet. Günümüzde cumhuriyetinin yıkıldığının varsayılması ise, M. Kemal tarafından kurulup sürdürülen cumhuriyetin –“ilerici kazanımları” ile yüceltilen– devrimciliği kavrayışından başka bir şeyi belirtmez.

TKP programında, “1923’teki devrimci atılımla iktidarını sağlamlaştıran[ın] Türkiye’nin genç burjuvazisi” olduğu dışında, Kurtuluş Savaşı, önderliği ve cumhuriyetin niteliğine ilişkin bir saptama bulunmuyor. Burjuvazinin niteliği üzerinde de durulmuyor. Programın kaleme alınışından bu “ilerici birikim” ya da kazanımların ise emperyalizme karşı bağımsızlıkçılık, laiklik, ekonomik sistemin tamamen piyasa dinamiklerince belirlenmesine karşıtlık… gibi Kemalizme ve genç Cumhuriyete atfedilen tutum ve nitelikler olduğu anlaşılıyor. Ama örneğin demokrasi yandaşlığı yoktur; hem TKP demokrasi talep eden bir yaklaşıma sahip değil, hem de Kemalist hareket ve cumhuriyetin –asıl olarak köylü-toprak devriminden kaynaklanabilecek– demokrasiyle bir ilgisi olmamıştır. Modernizmin ifadesi olan “şapka devrimi”, “harf devrimi” gibi reformlar herhalde demokratizmin belirtisi sayılamaz ve bu yönüyle tayin edici olan, yasak, baskı ve bastırma harekatlarıyla işçi, köylü ve ezilen uluslar karşısındaki tutumudur.

Hiçbir örgütün programı her şeyi açıklamaz. Sonuçta programlar yazılı belgelerdir ve toplumsal yaşam içindeki politik duruşlarla, tutum ve izlenen politikalar tanımlayıcıdır. Örneğin TKP’nin programında “Türkiye’nin genç burjuvazisi, laikliği toplumsal bir aydınlanma hamlesi olarak örgütlemekten sakındı, toplumsal bir aydınlanmanın önünü açabilecek ilerici damarlardan ölesiye korktu… dinci gericiliği tasfiye etmekte ürkek davranan Türkiyeli egemenler…” diye yazılıdır. Ancak A. Güler’in son seçimler öncesinde Halk TV’de “CHP birkaç yıldır geliştirdiği söylemle Cumhuriyet döneminin, Kemalist dönemin laikliğinin bir halktan kopukluk yarattığını, inanan insanlar üzerinde bir baskıya dönüştüğünü kabul ediyor. Bu bir efsanedir. Bu büyük bir tarihsel yalandır. Böyle bir şey olmadı Türkiye’de.[3] diye konuştuğunu ve Kemalist laisizmi yücelttiğini biliyoruz. TKP, Diyanet İşleriyle devletin dini yönettiği bir laikçilik olan Kemalist laikliğini[4] sadece savunmamakta, benimsemektedir de. TKP artık “Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, siyasal sorunlarının çözümü, sosyalizm dışı bir seçenekte aranamaz” demekte ve laiklik ve bağımsızlık gibi demokratik içerikli her sorunun çözümünün “önkoşulu[nun] sosyalizm” olduğunu ileri sürmektedir.

Tümünden çıkan sonuç; 1950’lere kadar “genç burjuvazi”nin “ilerici değerleri” ile cumhuriyete bağımsızlıkçı, laik, devrimci vb. niteliğini verenin devrimci bir burjuvazi olduğu, ama artık benzeri bir burjuvazi bulunmadığı için cumhuriyetin öldüğüdür. “Türkiye burjuva devriminin ileriye doğru en önemli atılımı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu”ydu. Ancak burjuva devrimi öyle ya da böyle tamamlanmıştır, eskiden devrimci burjuvazinin gerçekleştirdiği atılımları artık ancak “solcular” ya da “sosyalistler” gerçekleştirebilecektir ve bu nedenle artık sosyalizmden başka seçenek yoktur!

Feodalizme karşı bir köylü devrimi yönünde ilerlemeyen ve cılız bir milli devrim olarak kalan Türkiye burjuva devrimi özel koşullarda gerçekleşti, bu doğru. Kurtuluş Savaşının genç burjuvazisi belirli ileri adımlar atabilmişti, ancak bunlar göğe çıkarılacak türden değil cılız adımlardı. Ve bunlar, üstelik işçi sınıfının güçsüzlüğü nedeniyle burjuvazinin sosyalizm korkusunun ülke içi maddi temelinin zayıflığı koşullarında atılabildi. Şimdi artık sosyalizme kaldığı öngörülen “işlerin” Kurtuluş Savaşı döneminde Kemalist burjuvazi tarafından üstlenildiğini sanmak, bu burjuvaziyi sahip olmadığı niteliklerle donatmaktan başka bir şey değildir. A. Güler’in göklere çıkardığı Kemalist laiklik üzerine söyledikleri, TKP’nin Kemalist burjuvaziye sahip olmadığı devrimci nitelikler yüklediğini doğruluyor.

Emperyalizm ve anti-emperyalizmin içeriğine ilişkin kavrayışının yanlışlığını ortaya koyan TKP’nin Çanakkale Savaşı üzerine şu açıklaması da yine bir başka doğrulayıcı: “Çanakkale’de kazanılan zafer, emperyalist paylaşım savaşına çaresizlik ve körlük içinde atılan, yıkılmakta olan asalak Osmanlı’nın değil, yurdun işgaline karşı uyanmaya başlayan bir öfkenin zaferiydi. İzleyen yıllarda işgale karşı mücadele, aynı zamanda yeni bir düzeni, cumhuriyeti doğurdu.[5]

Cumhuriyetin, cılız ve tutarsız da olsa anti-emperyalist mücadelenin bir ürünü olduğu biliniyor. Bir milli bağımsızlık kavgası olan Kurtuluş Savaşı ve sonunda kurulan cumhuriyetle bir tarafta Almanya-Avusturya-Osmanlı, karşısında da İngiltere-Fransa ittifakının yer aldığı emperyalist savaşın bir muharebesi olan Çanakkale Savaşının ilgisini, sadece iktidarın ele geçirilmesinin ardından M. Kemal’in başı üzerinde bir kutsallık halkası oluşturma çabasına giren yücelticileri kurmuştu. Şimdi bir de TKP kuruyor!

Bir diğer doğrulamaysa, TKP programının eski TKP’yi sahiplenişinden geliyor: “Türkiye’de sol mücadelenin… tarihi… başarı ve başarısızlıklarıyla, zafer ve yenilgileriyle bizim tarihimizdir. 10 Eylül 1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, Türkiye’de yüzyılın başlarına kadar uzanan bir geçmişe sahip olan Marksist ve devrimci hareketlerle, işçi sınıfı mücadelelerinin bütününü sahipleniyor.

Kuruluşunu 1920’ye kadar götüren TKP, kendisininkiyle kalmayıp Ş. Hüsnü, Z. Baştımar ve İ. Bilen TKP’lerinin de tüm yüklerini sırtlanıyor. M. Suphi ve yoldaşlarını ayıralım. Kruşçev ve Brejnev’e yaltaklanan son ikisini ve yerini alanların modern revizyonizmin egemenliğinin çöküşünün ardından partilerini feshetmelerini bir yana bıraksak bile, Ş. Hüsnü TKP’sinin hangi başarılarının sözü ediliyor, bilinmez. Ş. Hüsnü’nün bizim bildiğimiz bir başarısı olmadığı gibi, onu tanımlayan, Kemalist burjuvazi ve diktatörlüğünün destekçiliğiyle başlayan politik yaşamını, faşizm karşıtlığı adına burjuvazinin bir kliğini diğerine karşı destekleyerek sürdürmesidir.

Burada, bugünkü TİP ve diğer takipçilerine değinerek tekrar Ş. Hüsnü ve TKP’ye döneceğiz.

Günümüz TİP’inin M. Kemal, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet üzerine görüşleri TKP’den bir miktar daha geri. Programında konu üzerine şunlar yazılı:

Osmanlı egemenliğinin son yüzyılında başlamış olan kapitalistleşme ve modernleşme süreci, asker ve sivil kökenli Osmanlı aydınlarının muhalefetinde kendi siyasal temsilcisini bulmuştur. 1908 ile birlikte giderek etkinliğini artıran muhalefet… radikalleşmiş ve yoksul halkın işgale karşı direnişi ile birlikte süreç önce Kurtuluş Savaşı’na, ardından da 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna evrilmiştir.

… bir burjuva devrimi olarak değerlendirilmesi gereken bu dönüşüm, Osmanlı düzeni ile emperyalist işgale karşı mücadele verdiği ölçüde ilerici ve aydınlanmacı bir karakter edinmiştir. Bu anlamıyla, Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin kuruluşu ilerici bir niteliğe sahiptir. Ancak 19. yüzyıl Osmanlı aydınlarının ve Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ilericiliği, sermaye sınıfının çıkarlarını aşan ve kapitalizmin ötesine geçen bir nitelik taşımamıştır.

Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ilericiliği”ni, “sermaye sınıfının çıkarlarını aşan ve kapitalizmin ötesine geçen bir nitelik taşıma”ması nedeniyle eleştirmek, Kemalizm ve Kemalist hareketi devrimci bir burjuva hareketi, örneğin küçük burjuva bir hareket olarak değerlendirmekten başka bir anlama gelmez. TİP, “kurucu kadrolar” dediği Kemalistler ve Kemalist hareketin kapitalizmin sınırlarının yanına bile yaklaşmayan hedefleri, ortaya koyduğu tutumlarla izlediği politikalar ve gerçekleştirdikleri açısından zayıflıkları ve tutarsızlıklarıyla devrimci bir burjuva hareketi olmanın çok gerisinde olmasının üzerinde durmuyor. Tersine, sanki kapitalizmin sınırlarına varana dek her şeyi yaparak burjuva devrimciliğin hakkını vermişçesine, yalnızca “kapitalizmin ötesine geçen bir nitelik taşıma”dığı ve “sermayenin çıkarlarını aş”madığını belirterek, onu burjuvazinin devrimci kesiminin hareketi olarak ele alıp yüceltiyor. Aynı şeyi, önce sosyal devrimi gerçekleştirmesini beklediği Kemalist hareketin daha sonra ise halk devrimini ilerlettiğini söyleyen Ş. Hüsnü yapmıştı.

Sol Parti ve TKP’nin de farklı sözlerle yaptıkları aynı şeydir. Tümü, Kemalist hareketi, ötesinde sosyalizmin olduğu noktaya kadar ilerleyen devrimci burjuvazinin hareketi olarak yüceltip övüyor.

TİP’in açıkça “asker ve sivil kökenli Osmanlı aydınlarının radikalizmi” olarak tanımladığı Kurtuluş Savaşı’nın üst tabaka burjuvazinin değil, ama küçük burjuva radikalizmini temsil eden Kemalist “asker-sivil aydın zümre” önderliğinde gerçekleştiği tezi Ş. Hüsnü’nündür ve takipçisi olan bütün bir “sol” tarafından savunulagelmiştir.

Örneğin, programı Birinci Meclis Beyannamesi ile başlayıp ardından gelen “Atatürk Diyor ki” başlığı altında M. Kemal’in “milletçe bizi mahvetmek isteyen emperya­lizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız” sözlerinin yer aldığı eski TİP. Sadece “Giriş”iyle değil, hemen her maddesiyle “Atatürkçü” olan 1965 TİP Programı’nda, “Toplumcu, Atatürkçü aydınların emekçi kitlelerle iş ve kader birliği ederek kitleleri eğitmek, Türkiye İşçi Partisi saflarında teşkilatlandırmak, bilinçli bir politik güç haline getirmekte görev almaları, reformların yapıl­masının ve yurt kalkınmasının temeli ve biricik anahta­rıdır[6] ve “Türkiye için kurtuluş, kapitalist olmayan bir kalkınma yoluna gir­mektir” türü özdeyişlere rastlamak sıradandır.

Aybar TİP’inin ardından, Aren-Boran TİP’i de, Kurtuluş Savaşıyla ilgili olarak “asker-sivil aydınlar” tezini savunmayı sürdürdü:

Bağımsızlığına yeni kavuşmuş geri ülkelerde küçük burjuva aydınlar, yerli burjuvazinin yokluğu veya güçsüz­lüğünden …  küçük burjuva aydınların Batı’da oynamadıkları bir rol … oynamaktadır. Türkiye’de de küçük burjuva aydınların büyük bir kesimi devletin sivil ve asker kadrolarını dol­durmuşlar,.. ülkenin tarihinde aktif ol­muşlar, burjuva demokratik hareketlerde önemli rol oyna­mışlardır.[7]

Eski TİP’i eleştirerek “milli demokratik devrimi” savunan Mihri Belli ve Mahir Çayan’ın görüşleri de bu yöndedir ve bir döneme damgasını vuran devrimin niteliği tartışmasında karşıt görüşlerde olanlar Kemalist hareketin sınıf niteliğinde anlaşabilmiştir. M. Belli, “bağımsızlık savaşımız, asker-sivil aydın zümre öncülüğünde… işbirlikçi kompradorla işbirlikçi feodal mütegallibe ve… emperyalizme karşı verilmiş bir savaştır[8] derken, M. Çayan şunları yazmıştır:

Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır.[9]

Genç burjuvazi”den söz etse de, günümüzün TİP’i “asker ve sivil aydınların radikalizmi” olarak nitelediği Kurtuluş Savaşını Ş. Hüsnü’nün çerçevesini çizdiği aslına benzer tanımlarken, günümüz TKP’sinin örneğin son seçim platformunun anti-emperyalizm ve laiklik vurgularıyla M. Çayan’ın M. Kemal’e yüklediği nitelikler neredeyse çakışmaktadır: “Kemalizmi karakterize eden yalnızca ‘Milli Kurtuluşçuluk’ ve ‘Laiklik’ ögeleridir… Kemalizmin belirli bir iktisat politikası yoktur… Küçük-burjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği, Kemalizmin iktisat politikasında yansımaktadır… bazen özel teşebbüsçü yanı, bazen de devletçi yanı ağır basan bir iktisat politikası vardır…, ona ruh veren milli bağımsızlıkçı niteliğidir.[10]

Yeni TKP, Çayan’dan hemen sadece “kamucu” önerileriyle ayrılıyor. Onu da Kemalizm, zaten, “devletçilik”i CHP’nin oklarından biri edinip uzun süre savunmuştu. Kemalist laikliği sahiplenip Kemalist anti-emperyalizmi yücelten TKP, “Cumhuriyet Kanunları”nı savunmasını başlıca bu ikisi üzerine oturttu.

Gelelim Ş. Hüsnü’ye.

Ş. Hüsnü, 1924 Haziran’ına kadar, Kemalizm ve Kemalist hükümetin sınıflar üstü nitelikte olduğunu iddia ederek, sosyal devrim de yapabileceği beklentisiyle Kemalist hareketi desteklemiştir: “… başlangıçta henüz siyasi inançları ve sınıfsal vasıfları şekillenmemiş bazı ülkücü önderlerin… bir siyasi devrimi başlattıklarını dikkate alarak Cumhuriyet yöneticilerine geniş bir kredi açmıştık… Bizim gibi … bir ulusun yabancı kapitalizmin sömürü ve tahakkümünden uzak kalmasının, ancak ulusun büyük çoğunluğunu teşkil eden işçi ve köylü sınıflarından güç alan, kolektif yaşayışa dayanan ekonomik kuruluşlarla mümkün olabileceğini ileri sürüyor ve yazılarımızda bu yönde devrimimizi derinleştirmesini hükümetimizden temenni ediyorduk.[11] Ş. Hüsnü burada, sonradan eski TİP programına da giren –“Baas sosyalizmi”nin vb. önünü açan Kruşçev’in ünlendirdiği– “kapitalist olmayan yol” tezini, üstelik modern revizyonizmi önceleyerek savunmaktaydı. İşçi sınıfı önderliğine ve mücadelesine ihtiyaç duymadan sosyalizme geçilebilecek, bırakalım toprak ağalarıyla ittifak halindeki burjuvaziyi, küçük burjuvazinin bile temsilcisi olmayan, “henüz sınıfsal vasıfları şekillenmemiş ülkücüler” olan Kemalistler bunun üstesinden gelecekti! Bu, şüphesiz, sonradan modern revizyonizmin ileri süreceği gibi, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve dayanışması koşullarında mümkün olacaktı. Devlet öğretisi, devletin sınıf niteliği vb. önemsizdi, Kemalistler isterse olurdu! Mücadele emperyalizm ve uşaklarıyla bütün ulus arasındaydı; ulusu bir bütün olarak ele alan ve ulusal sınıflar arasındaki mücadeleyi yok sayan Ş. Hüsnü, Kemalistleri açıkça sosyalizme çağırdı: “… sınıf mücadelesi, yabancı kapitalist ve bunların uyduları durumunda kalan yerli eşraf ve servet sahibi arasında olur ve çoğu halde bir ulusal mücadele şeklini alır… iktidar gücünü ulusal egemenlikten alan halk hükümeti emeğin -yani ulusun- tarafına geçmeli ve bir iş ve işçi hükümeti olmalıdır.[12] Ona göre, burjuva değil, zaten bir “halk hükümeti” olan Kemalist hükümet, üstelik “işçi hükümeti” olmalıydı!

Ş. Hüsnü, Kemalistleri sosyalist devrim yapmaya ikna etmeye çalışırken, aynı dönem için Stalin, Trotsky ve Zinoviev ile yürüttüğü Çin Devrimi üzerine tartışmada, halk karşıtı olan Kemalist hükümeti devirmek üzere kararlı mücadele ihtiyacı üzerinde duruyor: “… Zinovyev, Wuhan’daki Kuomintang’ı 1920 döneminin Kemalist hükümeti olarak nitelendirdi. Ancak Kemalist bir hükümet, işçiler ve köylülerle savaşan bir hükümettir, içinde Komünistlere yer olmayan ve olamayacak bir hükümettir. Wuhan’ın bu şekilde nitelendirilmesinden tek bir sonuç çıkarılabilir gibi görünüyor: Wuhan’a karşı kararlı bir mücadele, Wuhan hükümetinin devrilmesi.[13]

Ş. Hüsnü, 1924 ortalarından itibaren sosyal devrim beklemekten vazgeçtiği Kemalistlerin sınıf niteliğine ilişkin değerlendirmesini değiştirmedi. Sosyal devrim olmasa bile demokratik devrimi tamamlamakta olduğunu ileri sürdüğü Kemalist burjuvaziyi desteklemeyi sürdürdü. “Genç burjuvazi” hala “henüz kapitalistleşmemiş” “asker sivil aydınlar” durumundaydı, feodalizmi tasfiye ediyordu ve küçük burjuvaziyi temsil etmekteydi:

… Bütün geri ülkelerde burjuva halkçılığını eylem alanına çıkarmak ve derebeylik artık ve döküntülerini silip süpürme işini henüz kapitalistleşmemiş genç burjuvazinin üstüne alacağı deneyle sabit olmuştur. Türkiye’nin Anadolu genç burjuvazisi, bu görevini yerine getirmiş bulunuyor. Bugün şehirlerin kapitalistleri onun karşısına düşman gibi dikiliyorlar.[14] Ve tabii ki desteklenmeliydi: “Geçmişin tutsağı olmaktan bizi kurtarmak ve çağdaş ihtiyaçlarla uyuşmayan yönetim kurumlarını silip süpürme işini Cumhuriyet Partisi yerine getirmiş bulunuyor. Sınıfsal durumu gereği bu parti bu tür uygulamada tereddüt etmeye, ileri gitmeye zorunlu kalmadıkça köklü tedbirler almamaya yatkındır. Bu tereddütleri gidermek, Cumhuriyet Hükümeti’ni ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak bulunduğumuz dönemde işçi sınıfının ihmal edilemeyecek bir görevidir.[15]

Bunun, demokratik devrimde burjuvazinin destekçiliği ve ileri doğru teşvik edilmesiyle yetinmek demek olan Menşevizm olduğu açık. Öte yandan Ş. Hüsnü burjuvaziyi teşvik etmekle kalmıyor, yanına bile uğramadığı türden bir devrimci nitelik atfettiği toprak ağalarıyla iç içe ve ittifak halinde olan Kemalist burjuvaziye feodalizmi tasfiye ettiriyor. Oysa yine Stalin’in değerlendirmesi açık: “Örneğin Türk devrimi (Kemalistler) için karakteristik olan ise, bunun [Çin devriminin] tersine, gelişmesinin ikinci aşamasına, tarım devrimi aşamasına geçmeye teşebbüs dahi etmeksizin, ilk adımda, gelişmesinin birinci aşamasında, burjuva kurtuluş hareketi aşamasında çakılıp kalmış olmasıdır.[16]

Ş. Hüsnü’nün, etkisi altına girerek, desteklemeyi kararlaştırdığı Kemalistlere ve Kemalist harekete ilişkin değerlendirmesi, destek kararına teorik temel oluşturmak üzere kurgulanmıştır. Önce “sınıflarüstü ülkücü önderlerin” yapacakları sosyal devrime bel bağlama, ardından “henüz kapitalistleşmemiş” devrimci küçük burjuvazinin milli devrimi köylü-toprak devrimi olarak derinleştirmesini umup teşvik etmek –Ş. Hüsnü TKP’sinin gerek milli gerekse demokratik burjuva devrimindeki temel tutumuydu. Kemalistlere burjuva demeye dili varmamış, “genç burjuva” dediğinde de küçük burjuva devrimciliğini yakıştırmıştı. Oysa Stalin ve Komintern’in değerlendirmesi bilinmekteydi:

Kemalist Devrim, yabancı emperyalistlere karşı mücadele içinde yükselen ve sonraki gelişmesi esas olarak köylü ve işçilere karşı, toprak devrimi imkanına karşı yönelen bir üst tabaka devrimi, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. … Türkiye’de emperyalizme karşı mücadele, Kemalistlerin güdük bir anti-emperyalist devrimiyle son bulabilirken,…[17]

Burjuvazinin iktidarı ve cumhuriyetin kuruluşuyla taçlanan Kurtuluş Savaşı, toprak ağalarıyla ittifak halindeki burjuvazinin, başlıca milli ticaret burjuvazisinin önderlik ettiği bir üst tabaka devrimidir. Emperyalistlerle Yunan gericiliğinin ülkeyi işgaline karşı patlak veren bağımsızlık savaşının kitlesel katılımını en başta köylülük sağladı, ancak önderlik burjuvazinin elindeydi. Milli mücadelenin, sonradan örneğin yeni TKP’nin de tamamlandığını öngördüğü feodalizmi tasfiyesiyle demokratik devrim yönünde gelişmesi bir yana, Kemalist burjuvazi, böyle bir devrim ihtimalinin önünü kesmek üzere işçi ve köylüleri diktatörlüğü altında ezmeye yöneldi.

Cılız da olsa anti-emperyalizmiyle milli devrim şüphesiz bir ilerleme etkenidir ve Sultanlıkla Hilafetin kaldırılması ve diğer üstten reformlar bu devrimin olumlu ürünleridir, ancak bu kadardır. Sözü edilen olumluluklar devrimin kapitalist modernleşme yolunda ilerleyişinin gösterge ve dayanaklarını oluşturmuş, ancak ekonomik bağımsızlık kazanılarak emperyalist bağımlılık ilişkileri ve feodalizmin kökünün kazınması ve siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ihtiyaç olarak kalmayı sürdürmüştür.

Abartılı devrimci nitelik atfedilerek Kemalist hareketin desteklenmesi, Türk milliyetçiliğinin etkisi altındaki solculuğun belirgin özelliği ve sosyalistlik iddialarını sakatlayarak “Türk Solu” payesini hak etmelerinin başlıca temelidir. “Asker-sivil aydın zümre” varsayımıyla “burjuvazi yaratıcılığı” yakıştırılan Kemalizmden etkilenmenin temel bir göstergesiyse Kürt sorunu karşısındaki tutumdur.

Ş. Hüsnü TKP’sinin Komintern denetiminden geçen 1926 Programının 13. maddesinde “milli mesele”, ezilen uluslar meselesi olarak değil “milli azınlıklar meselesi” olarak geçer ve azınlıkların kendi kaderini tayın hakkı kayıtsız şartsız tanınır. Ancak laftadır; pratikte burjuvazinin milli baskısı desteklenir ve her milli hak eşitliği arayış ve isyanı “irtica” (gericilik) ve “İngiliz emperyalizminin oyunu” sayılarak, Kemalist bastırma ve zulüm politikası olumlanır. Örneğin Orak Çekiç’in 5 Mart 1925 tarihli 7. sayısında Şeyh Sait İsyanı lanetlenir: “Arkadaş, kara kuvvet bizim de burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile de ayrıca kozumuzu paylaşırız.[18] Bu konuda Ş. Hüsnü’nün de itirafı bulunuyor:

… kanun [Takrir-i Sükun Kanunu] kamu oyuna sadece padişah yanlısı gericileri can evinden vurabilmek için getirilen bir silah olarak sunulmuş, fakat… komünistlerden kurtulmak için kullanılmıştır. Aslında tam bu sıralarda komünistlerin yayın organlarının son sayılarında Kürt isyanının amansızca bastırılmasından yana olmaları ve feodalizmin tasfiye edilmesinde Halk Partisi’ni bütün güçleriyle destekleyeceklerini açıklamaları ilginçtir.[19]

UKKTH’nı tanıyan komünistler her ayrılmayı değil, yalnızca emperyalizmi zayıflatanları destekler, ancak gerici olmaları durumunda bile, hiçbir zaman ezilen ulusların isyanlarının “amansızca bastırılması”nın destekçisi olmazlar. Şeyh Sait isyanından başlayarak tüm Kürt isyanlarının bastırılmasında Kemalist diktatörlüğü destekleyen TKP, Türk milliyetçiliğinin etkisi altında bir sosyal şovendir.

Bu çizgi, Kemalizm ve cumhuriyete ilişkin yüceltme ve destekleme tutumunun bir devamı olarak, Ş. Hüsnü’nün iz sürücüleri tarafından da benimsenip izlendi.

Milliyetçiliğin güçlü etkisi altındaki ilk TİP’in Programı “Kürt meselesi” bağlamında vahimdir: “Türk Devleti’ne yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türkiye İşçi Partisi Anayasanın 3. maddesinde belir­tildiği gibi Türkiye’nin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olduğunu ifade eder ve her türlü bölücülüğü ve bölgeciliği kesinlikle reddeder.” 12 Mart öncesinde “Doğu mitingleri” düzenleyen Aren-Boran TİP’inin programında ise Kürt meselesi kendisine yer bulamaz.

Konuyla ilgili görüşleri eski TİP’e göre yumuşayan Sol Parti, “Kürt halkının ve tüm ezilenlerin dil ve kimliklerini özgürce yaşamalarını” savunuyor. Ancak anlaşıldığı kadarıyla “kültürel özerkliği” benimsiyor, çünkü kimlik sorunu siyasallaştığında sadece “bir arada yaşamı güçlendirme” sözü ederek, ayrı devlet kurma hakkı olarak UKKTH’na karşı çıkıyor: “SOL Parti Kürt sorununun bir arada yaşamı güçlendirmeyi temel alan, barışçıl ve demokratik çözüm yollarını geliştirmek için atılacak adımları destekler.[20]

Bir arada yaşam”, açıkça “bölünme” ve ayrılığa karşı çıkılarak, yeni TKP tarafından da savunuluyor. Programında “Kürt emekçilerinin sorunlarının çözümünün… ön koşulu sosyalizmdir”​ dediğinde, TKP’nin sosyalizm alternatifinin altını çizerek iyi yaptığı düşünmemeli. TKP, sosyalistlerin ezilen bir ulusa, kurtuluşu için “sosyalizmi bekle” deme hakkı olmadığı unutuyor! TKP programı, aynı şekilde, “sosyalist cumhuriyetin eşit kurucu unsurları olarak Türk, Kürt bütün uluslardan emekçiler”in “sadece bu yeni cumhuriyet için verecekleri mücadelede ortak bir irade geliştirebilecekleri” iddiasında bulunurken, Lenin’in ezen ulus işçilerinin ezilen ulusun ayrılma hakkını kayıtsız şartsız kabul etmesinin kardeşleşmenin temel dayanağı olduğunu söylediğini de unutuyor: “Proletarya, ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir. Yoksa, proletarya enternasyonalizmi boş bir sözden başka bir şey olmazdı; ezen uluslarla ezilen ulusların işçileri arasında ne güven ne de sınıf dayanışması mümkün olurdu.[21] Unuttuğu bir başka şey de, Lenin’in Marx’a yaptığı atıftır: “…ulusal sorunu ‘toplumsal devrim adına yadsımış olan’ Proudhon’cuların tersine, Marx, her şeyden önce gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın sınıf savaşımının çıkarlarını göz önünde bulundurarak,.. ‘başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağını söylemiştir.[22]

Öte yandan TKP, UKKTH’nın “geçmişe ait bir taktik” olarak artık geçersiz olduğu iddiasında. Ve “ulusal hak talepleri”ni sosyalistlerin Kürt emekçileri arasında yürüteceği çalışmada bile önemsiz sayıyor: “TKP’nin Kürt emekçileri içinde yürüteceği örgütlenme çalışmalarında ulusal hak ve talepler değil anti-emperyalist ve sınıfsal eksenler belirleyici olacaktır.[23]

Sosyalistlerin alternatifi tabii ki sosyalizmdir, ancak bu, emperyalizmi zayıflatan bir ayrılığın ilke olarak reddedilmesi anlamına gelmez. Üstelik Lenin’in ezen ulus sosyalistlerinin ulusal talepler üzerinde durarak ayrılma hakkını, ezilen ulus sosyalistlerinin ise sınıfsal talepleri ve birliği savunmasıyla ilgili söyledikleri sosyalistliğin gereğidir.

TKP UKKTH’nı reddederken, “bölünme” karşıtlığıyla açıkça Türk milliyetçiliği platformunda bulunuyor: “Kürt dayanışmacılığının toplum genelinde sol kimliğin bir parçası olarak algılanmasında iki sorunlu nokta bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ayrılıkçılık başlığıdır. İkinci nokta ise Kürt siyasetlerinin emperyalizm yanlısı konumlarıdır… TKP’nin Türkiye’nin bölünmesine ve emperyalizme karşı duruyor olması toplumsal algıdaki sorunları çözmeye yetmemektedir.[24]

Günümüz TİP’i, Kürt meselesinde TKP’den daha iyi bir noktada. Zaten HDP ile ittifak yapmaktan kaçınmadı. Ancak Programında “Kürt halkı ve mücadelesini halk hareketinin vazgeçilmez bileşenlerinden biri” saysa ve “TİP… Kürt halkının eşit yurttaşlık mücadelesini destekler, anadilde eğitim ve anadilde yaşam hakkını benimser” dese bile, Kürt ulusunun değil, “Kürt halkının” KKTH’nı kabul ediyor. Fark küçük değildir; ulusal kaderini belirleme ve kurtuluşla halkın kaderini belirlemesi ve kurtuluşu farklı şeylerdir, halkın kaderini belirlemesi sosyal kurtuluş sorunudur ve ulusal kurtuluşu kapsamaz. Dolayısıyla ulusun değil halkın KKTH’ndan söz etmesi, TİP’in yaklaşımını, TKP’nin sorunun çözümünü sosyalizme havale eden yaklaşımına benzetiyor. Bu, aynı zamanda programında, Sol Parti’nin “bir arada yaşam” dayatmasına benzeyen tutumunda da yansıyor: Ulusal kültürel haklarını benimsiyor, ama “yurttaşlık” dayatmasıyla, desteğini yine “Kürt halkının” “eşit yurttaşlık mücadelesini” desteklemekle sınırlıyor ki, bu ayrılma hakkının reddiyle eşanlamlıdır.

***

TKP-ML, Partizan, MLKP, ESP gibi izleyicileri olan, Kemalizm ve milli mesele üzerine görüşleri, benzer görüşlere sahip olan Kürt ulusal hareketi tarafından övülen İbrahim Kaypakkaya’nın bu iki konuya yaklaşımı üzerinde durulmaması bir eksiklik olur.

Kaypakkaya, bu iki konuda, biçim olarak Ş. Hüsnü ve takipçilerinin tam karşısında duruyor, ancak teorik temeli onlarla ortak. İki taraf da niteliğini çözümleyemedikleri ticaret burjuvazisi ağırlıklı milli burjuvazinin Kurtuluş Savaşına önderlik edebilmesini olanaksız sayıyor. Birinciler bu burjuvaziyi Kurtuluş Savaşını başaracak kadar devrimci saymazken, Kaypakkaya ise fazla devrimci olduğu varsayımıyla diğer tarafa bükerek işin içinden çıkmaya çalışıyor.

Ş. Hüsnü ve onun izini süren “sol”, Kemalist hareketin sosyal temeli olan –hele toprak ağalarıyla ittifak halindeki– ticaret burjuvazinin cılız da olsa emperyalizme karşı mücadele edemeyeceği ve bir üst tabaka milli devrimi yapamayacağı düşüncesinden hareketle, Kurtuluş Savaşı’na önderlik edip cumhuriyeti kuranın –daha– devrimci bir sınıf, örneğin küçük burjuvazi ya da onun bir parçası olan “asker-sivil aydınlar” (veya “henüz sınıfsal vasıfları şekillenmemiş” unsurlar) olduğu sonucuna varıyor. Ticari yönü belirgin Kemalist burjuvazinin daha savaş içinde başlayıp gelişen emperyalistlerle uzlaşma ve giderek işbirliği ve işçi ve köylülerle ezilen Kürt ulusuna yönelik saldırılarından hareketle Kaypakkaya ise, bağımsızlığı ve bağımsızlık mücadelesini küçümserken, bu sınıf tavrının gerici sınıflara özgü olacağını öngörerek, Kurtuluş Savaşı’nı emperyalistler ve işbirlikçileri arasında bir çekişme ve Kemalistleri de işbirlikçi burjuvazinin temsilcisi sayıyor. Önce Lenin ve Stalin’i “düzeltiyor”:

Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrimden bahsederken ‘milli burjuva’ kavramını, Türk olan burjuva anlamında kullanmaktadırlar. Milli burjuva-komprador burjuva ayrımı, onlarda henüz yoktur… Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrime, ‘milli burjuva devrimi’ derken, kastettikleri ‘komprador olmayan burjuvazinin devrimi’ değildir; kastettikleri ‘Türk olan burjuvazinin devrimi’dir.[25]

“‘Üst tabaka’, İttihat ve Terakki içinde palazlanmış olan … Türk komprador büyük burjuvazisinin ta kendisidir.

İttihat ve Terakkiciler, Alman emperyalizmi ile işbirliğine giriştiler… burjuvazinin bir kanadı… palazlandı, Türk büyük burjuvazisini oluşturdu… büyüyen ve kompradorlaşan kanadı (yani Türk komprador büyük burjuvazisi) … Alman emperyalizminin kesin iflası ve … egemenliklerinin tehlikeye düşmesi karşısında, İtilaf emperyalizmine… yakınlaşmaya… giriştiler. İşte Stalin yoldaşın, üst tabaka dediği bunlardır.

Oysa Kaypakkaya’nın yorumlayıp düzeltmeye çalıştığı Stalin ve Komintern, tersine sömürge ve yarı-sömürgelerde burjuvazinin bölündüğünü ve bir bölümü emperyalizmle işbirliği yaparken, diğer bölümünün onunla mücadeleye yöneldiğini söylemekteydi. Bunu önce Lenin, III. Enternasyonal’in II. Kongre tezlerini açıklarken belirtmişti:

eğer biz, burjuva demokratik hareketten söz edersek, reformist hareketle dev­rimci hareket arasındaki ayrım silinmiş olacaktır. Oysa, son zamanlarda, bu ayrım, geri kalmış ülkelerde ve sömürgeler­ de bütün açıklığıyla belirli bir hal almıştır, çünkü emperyalist burjuvazi bütün araçlara başvurarak, reformcu hareketi, ezilen halklar arasına da ekmeye çalışmaktadır. Sömüren ülkelerin burjuvazisiyle sömürgelerin burjuvazisi arasında bir ölçüde yakınlaşma olmuştur, öyle ki, sık sık ve belki de çoğu durumda, ezilen ülkelerin burjuvazisi bir yandan ulusal hareketleri desteklerken, aynı zamanda, emperyalist burjuvaziyle anlaşma halindedir, yani emperyalist burjuvaziyle birlikte devrimci hareketlere karşı ve devrimci sınıflara karşı savaşım vermektedir.[26]

Kaypakkaya ise, emperyalistlerle uzlaşma ve Takrir-i Sükun türü halka yönelik saldırılarıyla bir dizi gerici uygulaması dolayısıyla Kemalist burjuvazinin komprador burjuvazi olduğunu düşündü: “Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliği, ta başından itibaren İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisinin, toprak ağalarının ve tefecilerin eline geçmiştir.

Kurtuluş Savaşında iki komprador klik çatışmıştı! Açık konuştu: “Hakim sınıflar içindeki mücadele, sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutan milli burjuvazi ile komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının arasında cereyan etmiyordu. Esas olarak, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iki kanadı arasında cereyan ediyordu.

Bu görüş, Kaypakkaya’dan önce, “… halksız bir yoldan devleti kurtarmak isteyen”, “emperyalizm Osmanlı ülkelerini boyunduruğu altına alırken,.. Batı kapitalist sınıflarının… yerli ortakları haline” gelen “batıcı bürokratlar”ın “Kurtuluş Savaşı içinde, büyük toprak sahibi ayan kalıntısı ya da eşrafın bir kısmı ile geçici, fakat apaçık bir işbirliği[27] yaptığını yazan İdris Küçükömer tarafından savunulmuştu.

Ve Kaypakkaya, büyük burjuvaziyle faşizmi özdeşleştirdiği için, bu yönüyle de hükmünü verdi: “Kemalizm, bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük, askeri faşist bir diktatörlüktür.

Ticaret burjuvazinin gerici tutumlarının kaynağının henüz feodalizmle sıkı bağlara sahip ve emperyalizmle de uzlaşmaya yatkın “üst tabaka”dan olması, ama işgal karşısında pazarını sahiplenerek “milli bağımsızlık” peşine düşmesini mümkün görmeyen Kaypakkaya, önderliğin emperyalizmin işbirlikçisi komprador büyük burjuvazide olabileceğine karar verdi. Ancak “Kemalist milli devrim”den söz etmeyi sürdürdü. Bu, garip bir durum oluşturdu: “komprador burjuvazinin en küçük bir devrimci niteliği yoktur” demesine rağmen, emperyalizmin işbirlikçisi büyük burjuvazinin milli devrim yaptığını iddia etmiş oldu.

Kaypakkaya’nın 68’in “en ilerisi” sayılmasının ikinci kanıtı olarak ileri sürülen milli meseleyi ele alışı da yanlıştır ve Lenin ve Stalin’i bir başka düzeltme girişimidir.

Kaypakkaya, UKKTH’nı ezilen ulusun devlet kurma hakkı olarak anlar ve “Kürt isyanlarının yeni Türk devleti tarafından vahşice bastırılmasını ve… kitle katliamlarını feodalizme karşı yönelmiş ‘ilerici’, ‘devrimci’ bir hareket diye alkışlayanlar… iflah olmaz hakim ulus milliyetçileridir” derken yerden göğe kadar haklıdır. Ancak milli meseleyi ele alışı ve niteliğine yaklaşımı emperyalizm ve proleter devrimleri çağı öncesinde, kapitalizmin yükseliş döneminde kalmıştır.

  1. yüzyılda olduğu gibi, milli meselenin farklı ulusların burjuvazileri arasında pazar kavgası olduğu görüşündedir: “Milli baskıların esas hedefi, ezilen, bağımlı ve uyruk milletin burjuvazisidir. Çünkü hakim millete mensup kapitalistler ve toprak ağaları, ülkenin… pazarlarının rakipsiz sahibi olmak [ve] devlet kurma imtiyazlarını ellerinde tutmak isterler… Ezilen milliyete mensup burjuvazi ve toprak ağaları… da kendi pazarına kendisi sahip olmak, bu pazarı dilediği gibi kontrol etmek, maddi zenginlikleri ve halkın işgücünü kendisi sömürmek ister.” Ve Stalin’in kapitalizmin yükseliş dönemine ilişkin söylediklerini kanıt gösterir: “Stalin yoldaşın ifadesiyle ‘pazara kim hakim olacaktır?’ Meselenin özü budur.

Oysa Stalin, çoktan Ekim Devriminin “Ulusal sorunu, ulusal boyunduruğa karşı savaş gibi özel bir sorun olmaktan çıkararak, ezilen halkların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalist sömürüden kurtuluşu genel so­runu haline getirerek bunun alanını genişletmiş[28] olduğunu belirtmişti. Dolayısıyla milli meseleyi, yalnızca ülke içi bir mesele olarak, emperyalizmle bağını kurmadan, Kürt ve Türk burjuvazisi arasında bir çatışma olarak ele alan ve kendisini Kürt burjuva ulusal kurtuluş hareketini desteklemekle sınırlayan Kaypakkaya, bu konuda, görüşlerinin kanıtı olarak gösterdiği Stalin’le çelişmektedir.

***

Azınlık durumundaki Kaypakkaya ve görüşlerinden etkilenenler, Kemalist hareket ve cumhuriyet ilanına götüren Kurtuluş Savaşının ilerletici yanları ve olumluluklarını görmüyor, nedeni olarak da sınıf temellerinin gerçeğinden geri olduğunu ileri sürüyorlar. Ş. Hüsnü’den başlayarak, günümüz TKP’si ve TİP’iyle Sol Parti’nin de içinde yer aldığı Türkiye “solu”nun büyük bölümüyse Kemalist hareketi küçük burjuvazinin devrimci hareketi sayma eğiliminde, bu nedenle hem onu, hem de onun damgasını taşıyan Kurtuluş Savaşıyla Cumhuriyet ve diğer ürünlerini zayıflık ve tutarsızlıklarını görmeyip abartarak yüceltiyor. Bu büyük bölüm, Kemalist harekete yaklaşımıyla Türk milliyetçiliğinden etkilenmekle kalmıyor, ezilen ulus hareketinin “bölücülük” olarak nitelenmesine varanları da kapsayarak, milli meselede ezen ulus milliyetçiliği platformunda bulunuyor ya da ondan güçlü biçimde etkileniyor. “İlerici değer” ya da sahiplendikleri “kanunları” ile cumhuriyete ilişkin abartılarıysa, onları bugün “cumhuriyetin yıkıldığını” ileri sürme noktasına getirmiş bulunuyor.

[1] Sol Parti (2020) “Gerici Faşist İktidarı Yeneceğiz”, https://solparti.org/Haber/devrimci-demokratik

[2] Sol Parti (2021) “Emperyalizmi ve Gericiliği Yeneceğiz”, https://solparti.org/Haber/Yeniden-cumhuriyet

[3] Güler, A. (2022) “TKP’li Aydemir Güler: Ezanın Kürtçe okunması talebi laikliğin ihlalidir!”, Halk Tv, https://www.youtube.com/watch?v=fLt3RyPTh_M

[4] Bkz. Yalçıner, M. (2023) “Kemalist Laisizm ve TKP”, Teori ve Eylem, Sayı: 58.

[5] TKP (2022) “Kaybedecek Bir Günümüz Dahi Yok”, https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/kaybedecek-bir-gunumuz-dahi-yok/

[6] TİP 1965 Programı.

[7] TİP 1975 Programı, sf. 30. Hatta programa göre 27 Mayıs darbesi de onların eseridir: “küçük burjuva ra­dikalizmi bu iktidarın 1950-1960 arası aldığı biçime ve uy­gulamalara karşı çıkmış ve bunun sonucunda meydana ge­len 27 Mayıs hareketi..

[8] Aktaran Selvi, K. (2007) “Milli Demokratik Devrim Tezi: 1960’larda Türkiye Solunda bir Ayrım Noktası”, Yüksek Lisans Tezi, https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/79102/208212.pdf?sequence=1

[9] Çayan, M. (2003) Bütün Yazılar, Birinci Baskı, Eriş Yayınları, sf. 289.

[10] Çayan, age, sf. 88.

[11] Hüsnü, Ş. (1973) Seçme Yazılar, Birinci Baskı, Aydınlık Yayınları, İstanbul, sf. 218.

[12] Hüsnü, agy, sf. 176-77.

[13] Stalin, J. (2009) “Çin Devrimi ve Komintern’in Görevleri”, Works Vol. 9, Marxist Internet Archive, https://www.marxists.org/reference/archive/stalin/works/1927/05/24.htm

[14] Hüsnü, agy, sf. 229-30.

[15] Hüsnü, agy, sf. 219-20.

[16] Stalin, J. (1992) Eserler: Cilt 10, Birinci Baskı, çev. İ. Yarkın, İnter Yayınları, Ankara, sf. 14.

[17] Stalin, J. (2009) “Sun Yat-Sen Üniversitesi Öğrencileriyle Konuşma”, Marxist Internet Archive, https://www.marxists.org/reference/archive/stalin/works/1927/05/13.htm

[18] Tuncay, M. (2009) Türkiye’de sol akımlar: 1908-1925, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 187.

[19] Hüsnü, Ş. (1997) Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, İstanbul, sf. 87-88.

[20] “Yeniden Kuruluş için” başlıklı Sol Parti 2. Kongre Sonuç Bildirgesinden. Bkz. https://solparti.org/Haber/sonuc-bildirisi

[21] Lenin, V. İ. (1992) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, 8. Baskı, çev. M. Erdost, Sol Yayınları, Ankara, sf. 128.

[22] Lenin, age, sf. 129.

[23] TKP 2004 Konferans Raporu için bkz. https://www.tkp.org.tr/temel-metinler/2004-konferans-raporu/

[24] TKP 2004 Konferans Raporu.

[25] İ. Kaypakkaya’dan yapılan bütün aktarmalar için bkz. Kaypakkaya, İ. (2020) Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, https://www.marxists.org/turkce/kaypakkaya/kaypakkayasecmeyazilar.pdf

[26] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf. 193.

[27] Küçükömer, İ. (1994) Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayınları, İstanbul, sf. 52.

[28] Stalin, J. (1990) Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, çev. M. Ardos, 4. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 92.