Mustafa Yalçıner

 

25 Ocak tarihli bir Londra bulvar gazetesi “Ülkenin ihtiyacı Putin’le savaşman” manşetiyle çıktı. Manşet, Büyük Britanya ordusu genelkurmay başkanı “sir” unvanlı general Patrick Sanders’in “uyarı” vurgusuyla aktarılan çağrısını haberleştiriyordu.

Genelkurmay Başkanı şüphesiz tüm medyanın gündemindeydi.

Britanya ordusunun başı, I. Emperyalist Savaşta Büyük Britanya Savunma Bakanı olarak Rusya’ya Çar II. Nikola ile görüşmeye giderken İskoçya açıklarında bir Alman mayınına çarpıp batan savaş gemisinde hayatını kaybeden Lord Kitchener’in “Ülkenin sana ihtiyacı var” çağrısına gönderme yaparak, “gönüllü yurttaş ordusu kurulması” çağrısı yapmaktaydı.

General “önümüzdeki üç yıl içinde Britanya ordusunun yedekleriyle stratejik rezervlerinde 120 binlik bir artışın konuşulacağını” söylüyor, “tüm ulusu kapsayan bir girişim”i şart sayıyor. “Ukrayna, savaşı düzenli orduların başlattığını, ama yurttaş ordularının kazandığını açıkça gösterdi” diyen general şimdiden bu yönde adımlar atılması zorunluluğunu belirtiyor.

Gerekçesi yok değil: 2010’da 100 bin olan Britanya ordusunun mevcudu şu anda 73 bin. Oysa Britanya’nın Ocak 1916’da tanıştığı zorunlu askerlikle mevcudu, Eylül 1939’da Almanya’ya savaş ilan edildiğinde çıkarılan yasayla savaşla ilişkili yaşamsal mesleklerden olmayan 18-41 yaş arası erkeklerin askere alınmasıyla artırılmış, 1941’de kadınların da savaş sanayi ve yardımcı birliklerde görevlendirilmesiyle zirve yapmıştı. Galibiyetin ardından, 1949’da 18-26 yaş arası erkeklerin 18 ay askerlik yapmasıyla sınırlandırılan “zorunlu askerlik”e 1963’te son verilerek profesyonel orduya geçilmişti. Şimdi, generale göre, ordunun bu örgütlenişi ve mevcudu yeniden yetersiz hale gelmiştir.

Genelkurmay başkanı “sir” yalnız değil. Geçen Şubatta eski Savunma Bakanı Ben Wallace “Ukrayna Savaşı nedeniyle dünyanın kesinlikle daha tehlikeli, istikrarsız ve güvensiz” hale geldiğini belirtip “ister soğuk, ister sıcak olsun on yıl içinde savaş kapımızda. Hazırlıklı ve donanımlı olmalıyız” demiş; yeni bakan Grant Shapps ise, genelkurmay başkanından birkaç gün önce ayağının tozuyla “Dünya savaş öncesi yeni bir dönemin şafağında. Batılı ülkelerin önümüzdeki 5 yıl içinde Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore ile yeni çatışmalara hazırlanmaları gerekiyor” buyurmuştu. Ardından Şubatta Avam Kamarası Savunma Komitesi, “ordudan ayrılanların işe alınanlardan fazla olduğu ve acil önlem alınması gerektiği” çağrısı yaptı.

İki yılı aşkındır Avrupa’nın ortasında silah şakırtıları susmuyor. Britanya tahrik ettiği savaşta Ukrayna gericiliğini silah ve mühimmat göndererek destekleyen tek büyük emperyalist devlet değil. Çin’le Rusya gibi, onları karşılarına alan emperyalist rakiplerinin tümü ülkelerinde işsizlik ve pahalılığın artışına rağmen grevci işçilerin taleplerine sırt çevirip sadece silahlanmalarını finanse ederek Ukrayna’yı desteklemekle kalmıyor, ama kendileri de silahlanmaya ek milyarlar harcıyor.

Almanya örneğin, yetkililerinin açıklamalarıyla farklılık oluşturmuyor. Savunma Bakanı Pistorius, Britanya Savunma Bakanıyla eş zamanlı olarak bu Ocak’ta, Rusya’nın 5-8 yıl içinde NATO’ya saldırabileceği ve bu çerçevede Avrupa Birliği’nin savaşa hazırlanması gerektiği uyarısında bulundu. On yıl içinde Rusya’nın tehditlerinin artacağını belirten Bakan, Avrupa ülkelerini savunma sanayilerini güçlendirmeye çağırarak, “Rusya’nın Baltık ülkelerini, Gürcistan ve Moldova’yı hedef alan tehditlerinin ciddiye alınması” zorunluluğu üzerinde durdu. Üstelik Almanya “savaş hazırlığı” vurgularıyla savaş bütçesini artırmakla kalmadı, Litvanya’ya yeni bir zırhlı tank tugayı yerleştirmeyi gündemine aldı. Litvanya ile, bu ülkeye 4.800 Alman askerinin konuşlandırılmasını öngören bir anlaşma imzalayacaklarını duyuran Pistorius, Almanya’nın “Savaşa hazır bu tugayla, ittifakta ve NATO’nun doğu kanadında liderlik sorumluluğunu üstlen”diğini ifade etti.

ABD hiçbir ülkeden geri kalmıyor. Britanya ile birlikte Amerikan uçakları Yemen’i defalardır bombalıyor. Yine bu ülkeyle birlikte Filistin halkına yönelik bir soykırım yürütmekte olan İsrail’in arkasındaki asıl güç durumunda. Afganistan ve ardından “tanrının isteğiyle vurduğu” Irak’ta en az bir milyon insanın kanına girmişti. Bombalayıp Kaddafi’yi linç ettirdiği Libya’yı aşiret savaşlarına mahkum etti. Yıllarca “zehirli gaz kullandığı” türü bahanelerle asker gönderdiği Suriye’yi bombaladı. İki yılını tamamlayan Rus işgali ve Ukrayna topraklarında süren savaşın Rusya ile birlikte asli faili.

ABD patronajındaki NATO, 1988’de gerçekleştirdiği büyük tatbikatın ardından 90 bin askeri kapsayan en büyüğünü bu yıl gerçekleştiriyor. İsveç eklenirse 32 ülkenin katıldığı, başlıca Almanya, Polonya ve Baltık ülkelerinde düzenlenecek “Sarsılmaz Savunucu 1924” tatbikatı Kuzey Amerika’dan Avrupa’ya takviye aktarımı yeteneğini ve Rusya ile savaş senaryolarını gözden geçirmeyi amaçlıyor. NATO, kuşku yok ki, sürmekte olan Ukrayna Savaşını da, Rusya’yı hedef alan gelecekteki savaşın komuta-kontrol, uydu ve lazer güdümlü füze, tank, top kullanımı ve manevralarının gerçek bir tatbikatı olarak değerlendiriyor.

Öte yandan ABD, AB’yi de kendisine katılmaya zorlayarak, Çin’e karşı çip ve yarı-iletkenler başta olmak üzere askeri değer taşıyan yüksek teknoloji ürünlerinin ticaretine çoktan ambargo koyarak “ticaret savaşı”nı boyutlandırdı.

İsrail, İran, Hindistan ve Türkiye gibi ülkeler artan gerginlikleri fırsata çevirip yayılmaya çalışarak savaş etkenlerinin yükselişine katkıda bulunuyor. İsrail ABD-Britanya-AB bloklaşmasına dayanırken, İran Çin-Rus bloklaşmasına yaslanıyor; Hindistan, Suudi Arabistan ve Türkiye ise daha çok bir bloklaşmaya yakın dursalar da, iki kamp halinde bloklaşmakta emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak yollarını açıp kendi özel “ulusal” çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışıyor.

Uzun sözün kısası, emperyalist rekabet ve çatışmalarla dünyanın paylaşılmasına yönelik çekişmelerin artışının teşvik edip tırmandırdığı siyasal gericilik ve militarizmle milliyetçiliğin yükselişe geçtiği koşulları yaşıyoruz. Bu koşullar dünyanın sadece şu ya da bu bölgesine özgü değil, gezegenin tamamını kapsıyor ve uluslararası ölçekte kendilerini dayatmış durumda.

Eskiden, dönem dönem, Afrika büyük etnik çatışmalara sahne olur ya da Ortadoğu’da kan gövdeyi götürürken örneğin Kuzey Amerika, Avrupa, Japonya milyonların yaşamına mal olan gelişmelerden pek de etkilenmeden “olağan” yaşamlarını sürdürebilirdi. Şimdi büyük emperyalist ülkelerin aralarındaki çelişki ve çatışmalar şiddetlendi ve dünya, yeni bir paylaşımının kararlaştırılacağı bir hesaplaşmaya doğru sürükleniyor. Ve her şey o kadar herkesin gözlerinin önünde gerçekleşiyor ki, gidişatın yönünü belirtecek örneğin büyük emperyalist devletlerin askeri harcamalarındaki artış rakamlarının dökümü türünden kanıtlar ihtiyaç olmaktan çıkmış bulunuyor.

Militarizm, yalnızca üretimi tavan yaparak genişletilen askeri-sınai kompleksin dünya ölçeğinde büyümesinde belirmiyor, ama emperyalist ve işbirlikçi burjuvaziler tarafından toplumların kılcal damarlarına kadar yayılması örgütleniyor. Sadece toplumların Ukrayna türü savaşların gürültüsüne alıştırılmasında değil; ama siyasal gericilik ve milliyetçiliğin yükselişiyle el ele, açık ya da örtülü biçimde askeri yöne sahip gençlik kamplarının sayısındaki artışta; polis, jandarma, bekçi, koruculuk türü örgütlenmelerin büyümesinde, polisin yetkilerinin artırılması ve giderek Almanya, İngiltere gibi “demokratik” denen ülkelerin polis devletlerine dönüşmesi ya da dönüşme sürecine girmesinde; paralı-askerliğin yanı sıra özel güvenlik örgütlerinin yetki, sayı ve “çalışanlarının” çoğaltılmasında; devletle iç içe geçen Mafyanın olağandışı gelişmesinde; genelleştirilmiş şiddet eğiliminin film ve dizilerle beslenip yaygınlaştırılmasının yanı sıra dolaysızca kadınlara, sağlıkçı ve eğitimcilere…, polis şiddeti olarak ise bütün halka yönelik yükselişinde açığa çıkan militarizm ve gerici şiddete eğilim örgütlenmektedir. Yabancı ve göçmen karşıtlığı ulusallık yüceltisiyle bir arada okullar ve devlet daireleriyle mahallelerde, polis, mahkemeler ve giderek sosyal yardımları da kapsaması istenerek tüm devlet kurumları ve uygulamalarının ırk, renk ve dil vb. esaslı ayrımcılığında yükseliştedir.

Militarizm ve milliyetçiliğin yükselişi hızlanırken, gerici yasa ve şimdiden çok sayıda ülkeye yayılan kanun hükmünde kararname üretimine de hız veriliyor. Örnek olarak “demokrasinin beşiği” sayılan Britanya’da grevleri olanaksızlaştırmayı amaçlayarak son çıkarılan anti-grev yasasını anmak yeter. Grevci işçilere her altı ayda bir grev oylaması dayatmasının ardından Britanya burjuvazisi grev sürecinde greve çıkılmasını anlamsızlaştıracak sayıda işçinin çalışma zorunluluğuyla üretim ve hizmetlerin neredeyse hiç aksamadan sürmesini yasalaştırdı. Gerici burjuva hükümetlerin çıkardığı bu tür yasalar toplumsal muhalefetin gelişmesinin önünü kesici işlev görürken, dayanaklarını sağlamlaştırarak siyasal gericiliği güçlendirip geçen yüzyılda Almanya gibi ülkelerde örneklerine tanık olunan faşizmin önünü açmaktadır.

 

Emperyalizm, Gericilik, Militarizm ve Milliyetçiliğin Körüklenmesi

Lenin, “emperyalizm, genellikle bir şiddet ve gericilik eğilimidir[1] demişti.

Yine Lenin’in, ülkelerin rejimlerinin demokratik olup olmamasından bağımsız olarak, emperyalizmin, bütün alanlarda özgürlük düşmanı bir gericilik, uzlaşmaz karşıtlıklarla sınıfsal ve ulusal baskı ve zorbalık eğilimlerinin yoğunlaşması olduğuna ilişkin söyledikleri bilinir:

Emperyalizm, her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren mali-sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise şöyle olmaktadır: siyasal rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı ölçüde yoğunlaşması. Aynı biçimde ulu­sal baskı ve ilhak eğilimleri de, yani ulusal bağımsızlığın bozulması da özellikle yoğunlaşmaktadır…[2]

Ekonomide sanayi sermayesinin yerini mali sermayenin, serbest rekabetin yerini tekellerin almasıyla karakterize olan ve yanlarına yenilerini ekleyerek kapitalizmin üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz karşıtlıkları şiddetlendiren emperyalizm, siyasette de bir yandan merkezileşme bir yandan da tekelci dayatma ve dikte, dolayısıyla gericilik eğiliminin başat hale gelişidir. Öte yandan tamamlayıcı karakteristikleri olan sermaye ihracı, ekonomik ve toprak olarak paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşımı zorunluluğu dolayısıyla, emperyalizm, bu eğilimlerin tüm gezegene yayılması ve evrenselleşmesidir. Dolayısıyla ne emperyalistler arası çelişmelerin şiddetlenmesi, savaş ve daha büyük savaşlara hazırlıklarla militarizmin ne de onunla bir arada siyasal gericilik, şiddet ve faşizm eğiliminin dünya ölçüsündeki artışında şaşılacak şey yoktur.

Ulusal zor, baskı, bağımlılık ve ilhak eğilimi olarak emperyalizm aynı zamanda dünyayı ezen ve ezilen uluslar olarak bölünüşüdür, emperyalizmle ezilen dünya halkları arasındaki karşıtlık, ulusal uyanış ve kurtuluş hareketinin yükselişine yol açar.

Mali sermaye ve tekellerin egemenliği olan emperyalizm, ortalama kârın yerini ek tekel kârının almasıyla azalan kâr oranlarını işçi sınıfı ve tüm dünya emekçilerinin sırtından yükseltilmesinin zorlanması olarak emek-sermaye çelişkisinin şiddetlenmesine neden olur. Bu zorlama, yüksek fiyatların yanında işgününün uzatılması ve birkaç kişinin işinin bir kişiye yıkılması, iş tanımıyla saati ve gününün belirsizleştiği esnek çalışma dayatması, düşük ücretlerin yanı sıra dolaylı vergilerin artışı ve enflasyon yükünün yıkılması türünden yöntemlerle gerçek ücretlerde düşüş sağlanması vb. aracılığıyla gerçekleşmektedir. Sözü edilen şiddetlenmeye pandemi öncesi sermayenin emeğe yönelik saldırganlığının çoğalışı ve emek kitlelerinin dünya ölçeğindeki hareketlenmesinde tanık olduk.

Dünyada neoliberal uygulamalarla pervasızlaşan tekelci sömürü, talan ve zorbalık artarken, Hindistan’da 250 milyonluk bir genel grevin yanı sıra Sudan’da dinci faşist Beşir halk ayaklanmasıyla devrilmiş, Fransa’da “Sarı Yelekliler”in mücadelesi yıl boyu sürmüş, Ekvador’daki gösteriler hükümeti başkentten kaçırtmış, Cezayir’de yaygın gösteriler Buteflika’nın yeniden adaylığı ve seçilmesini engellemiş; Irak, Şili, Lübnan, Azerbaycan, Gine, Katalonya’da… çoğu milyona varan geniş katılımlı gösteriler olmuştu. Pandemiyle yatışan, kimileri ayaklanmaya dönüşen gösteriler salgının ardından yeniden yükselişe geçti. Hindistan’da genel grev tekrarlanırken, milyonlarca köylü neredeyse işgal ettikleri başkentte kamp kurarak hükümetin tarım politikalarını aylarca protesto etti; ABD’de Amazon, Whole Food ve General Electric’te grevlere tanık olundu. 2022’de başlayan grev dalgası 2023 boyunca da İngiltere ve birçok Avrupa ülkesini etkisi altına aldı, ABD’de uzun süreli otomotiv grevi yaşandı. Fransa’da emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı grev ve gösteriler aylarca sürdü. Emperyalist merkezlerde bunlara on yıllardır tanık olunmuyordu.

Ancak bundan ibaret kalmadı. Kazakistan’da başarısız, Sri Lanka’da devlet başkanının ülkeden kaçtığı ayaklanmalar patladı. Şili’de gösteriler sol bir liberal hükümetin kurulmasına götürürken Ekvator’daki kitlesel gösteriler 18 gün sürdü. Burkina Faso’da 2022 başında gerçekleşen darbeye karşı Eylül’de kitlesel gösteriler patlak verince ikinci bir darbe düzenlendi. Brezilya’da seçim yenilgisine uğrayan faşist başkan Bolsonaro ABD’ye kaçmak zorunda kaldı, İran’da Mahsa Amini’nin katlinin ardından başlayan yaygın gösteriler yıl boyunca sürdü ve idamlarla bastırılabildi.

Kimi ülkelerde işsizlikle birlikte dünya ölçeğinde yüksek enflasyonun yanı sıra barınma, ısınma, ulaşım giderleriyle enerji ve temel tüketim maddeleri fiyatlarındaki küçümsenmez artışlar, yoğun sömürü ve kötü çalışma koşulları ve gerçek ücretlerdeki sürekli düşüşler türünden pervasız neoliberal saldırganlığın azdırdığı kapitalizmin olumsuz sonuçları işçi ve emekçi halk hareketindeki yükselişe yol açmıştı.

Yeni-sömürge bağımlı ülkelerin yağmalanmasından kırıntılar dağıtarak, tekellerin özellikle emperyalist “anavatanlar”da işçi sınıfının küçük burjuva tabakası olarak yarattığı işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine dayanarak sınıf mücadelesini yatıştırma çabasında olduğu bilinir. Ancak 1) başlıca SSCB’de yaşanan geri dönüşle birlikte sosyalist ülkelerle kapitalist ülkeler arasındaki çelişkinin ortadan kalkması ve sosyalizmin geriye düşüşüyle ihtiyaç olmaktan çıkan yatıştırıcı “sosyal devlet” uygulamalarından vazgeçilmesi, 2) Bu ikisiyle bağlantısı içinde gündeme gelen neoliberal saldırganlık kapsamında türlü esnek çalışma yöntemlerinin genelleştirilmesi, 3) dünyanın yeniden paylaşımı kavgasının emperyalistler arasında çelişkileri şiddetlendirmesi tek tek emperyalist ülkelerin talan alanlarını sınırlandırıcı etkide bulunurken, silahlanma ve savaş hazırlıklarının kaynakları giderek daha fazla miktarlarda yutması ve 4) emperyalistlerin kaçınamadıkları ama tekeller ve tekelci devletlerin ekonomiye artan müdahale olanaklarıyla bir öncekini hafifletmek için aldıkları –temelini, yükleri emekçi kitlelerin sırtına yıkmanın oluşturduğu– önlemlerin yeni yıkıcı birikimleri çoğaltması ve kriz dönemleri arasındaki süreyi kısaltması nedeniyle süreğenleştirici etkide bulundukları kapitalizmin krizlerinin giderek ağırlaşan yük ve yıkımları, 5) kuşkusuz 2022’den beri hala yükselişi önlenemeyen fiyat artışlarıyla enflasyonun oluşturduğu yükler ve düşük ücretlerle uzun ve kötü çalışma koşulları emekçi kitlelerin hak mücadelelerinin yatıştırılabilmesini olağanüstü zorlaştırıyor.

İşçi ve halk hareketinin yükselişi önlenemez oldukça, hala belirli bir yatıştırıcı rol oynayabilen işçi aristokrasisiyle sendika bürokrasisinin azalmakta olan uzlaştırıcı/yatıştırıcı etkilerinin oluşturduğu “boşluk”, sendikal bürokrasinin giderek doğrudan kapitalistlerin yanında yer alarak örneğin mücadeleci işçilerin işten atılmalarında dolaysız rol üstlenmelerinin yanı sıra gerici yasalar yapılmasına ağırlık verilip yetkileriyle birlikte sayıları da artırılan “güvenlik” kuvvetlerinin müdahale ya da saldırganlıklarındaki artış, “terör” ve “terörizm” edebiyatının giderek daha fazla önem kazanması ve hak arama mücadelesinin “terör”, hak arayışındaki işçi ve emekçinin “terörist” olarak suçlanır olması, olağan günlerde ihtiyaç duyulmayan gerici faşist örgütlenmelerin önünün açılıp beslenmelerinin giderek önem kazanmasıyla, kısaca “sopa” ile, resmi ve gayrı resmi güç ve şiddet kullanımının yaygınlaşmasıyla dolduruluyor.

 

Gerçek ve Aldatıcılık Olarak Milliyetçilik İhtiyacı

Ancak işçi ve halk hareketinin yatıştırılması sadece sopa ya da gerici şiddete başvurmanın artışıyla sağlanamaz, Napeleon’un dediği gibi “süngüyle her şey yapılabilir ama üstüne oturulamaz”. “Sopa kullanma” ve siyasal gericilik kadar militarizm ve silah harcamalarının artırılışı da belirli bir toplumsal talebin yaratılması ve toplumun hiç değilse az-çok rızasının sağlanmasına ihtiyaç gösterir. Hele gelirleri azalan orta sınıfları da kapsayarak yoksullaşmanın genelleştiği, artan enflasyon, vergi ve zamlar, düşük ücretler ve hele işsizlikle emekçilerin giderek bellerinin daha çok büküldüğü yeni arayışlarla mücadele eğilimlerinin arttığı günümüzde sınıf bilinçsiz işçilere bile örneğin grev karşıtı yasaları ve halka silah harcamalarının artırılmasını kabul ettirmek kolay değildir. Burada milliyetçilik önemli bir kaldıraç olarak belirir.

Aralarındaki çelişkilerle dünyanın yeniden paylaşılmasına yönelik mücadelenin şiddetlenmesiyle emperyalist devletlerin savaş hazırlıkları ve silahlanma ihtiyaçlarının büyümesi tekellerin milliyetçiliğe olan ihtiyacının gerçek temelidir. Rekabet ve çatışma, egemenleri çoktan uluslararasılaşmış olsa bile, başlıca, hala rakip ulusallıklar olan ABD ile Rusya ve ABD ile Çin arasındadır. Ancak çalışma ve yaşam koşulları giderek zorlaşıp kötüleşen ve örneğin ücretlerine zam talepleri olumlu yanıtlanmayan ama enerji ve gıda harcamaları sürekli artan sömürülen yığınlara silahlanma ve savaşa ayrılan kaynakların artırılmasını benimsetmek, başka şeylerin yanı sıra ve asıl olarak, bu yığınların dozu durmaksızın yükseltilecek bir milliyetçi propagandayla zehirlenip aldatılmalarına ihtiyaç gösterir. Evet, zehirleyip aldatmak; çünkü sömürülen yığınların “kendi” tekelci kapitalistlerinin rakip tekellerle hesaplaşması ve dünyanın yağmalanmasından elde edecekleri payı büyütmelerinde hiçbir çıkarları yoktur.

Milliyetçilik, ezilen uluslar ve emperyalizme karşı belirli bir devrimci tutum aldıklarında burjuvazileri söz konusu olduğunda da, bir dizi ortak çıkara sahip olsalar bile, kendi halklarını peşlerine takmalarının bir ihtiyacı olarak yine aldatıcı içeriklidir.

 

Aşırı Sağ ve Milliyetçiliğin Yükselişi Örneği Olarak AfD

Almanya’da AfD’nin yükselişi, tekelci kapitalizm koşullarında siyasal gericiliğe, militarizm ve milliyetçiliğe olan ihtiyacın artışının ciddi bir örneği ve göstergesidir. Aşırı sağ ve faşizmin milliyetçiliği ve özellikle göçmen karşıtlığını kullanarak günümüzdeki yükselişinin en belirgin örneklerinden birini bu partinin Almanya’daki yükselişi sunuyor.

AfD, henüz ne Alman tekellerinin etrafında birleştiği ne de tekellerden bazılarınca desteklenen bir parti. Üstelik çeşitli gruplardan oluşuyor ve tüm görüşleri henüz hiç esnememesine tüm netliğiyle şekillenmiş de değil, ancak eksen ve “köşeleri” belli olan görüşleriyle toplam yaklaşımını benimsemeleri için bir program olarak şimdiden tekellere sunduğu da bir gerçek. Almanya başlangıçta tekellerce kabullenilmeyen, çünkü henüz ihtiyaç haline gelmemiş görüş ve yaklaşımlar toplamı aşırı programların ortaya atılmasına alışkın olmayan bir ülke değil. Zamanında Hitler’in görüşleri ve partisi de tekellerin desteğini hemen kazanmamış, uzunca bir süre yükselen işçi hareketinin üzerine sürülmekle yetinilen “koçbaşı” olarak kullanılmakla kalmış, hatta kapitalizm az-çok istikrar kazandığında “kenarda/el altında” bekletilmişti. Giderek önce belirli tekeller tarafından desteklenir oldu ve ardından tekeller faşist program etrafında birleşti. AfD de, sınıf mücadelesinin geçmişle karşılaştırıldığında görece “yumuşak” koşullarında, ileride etrafında birleşmelerini amaçladığı tekellerin çıkarlarını savunarak aşırı sağcı yaklaşımlarıyla örgütlenip kitle desteği artarak yükselmekte olan bir parti.

Perde arkasındaki ve belirli, görünür örgütçüleri faşist olan, ürkütücü olmak ve tepki çekip dışlanmaktan kaçınmak için resmi olarak açık faşist mesajlarla görüntüler vermeme çabasındaki bu partinin yükselişinin buna rağmen oluşturduğu kitlesel tepkiler, hem “aşırı sağ”ın kitleselleşerek yükselişini, hem de farklı yaklaşım ve tutumlarla olsa bile bu yükselişin oluşturduğu tehlikenin küçümsenmediği ve küçümsenemeyeceğine dair farkındalığın varlığını kanıtlıyor.

Geçen yıllarda düzenlenen irili ufaklı gösteriler sayılmazsa Almanya’da AfD’nin oluşturduğu tehlikeye karşı ilk kitlesel gösteriler Ocak ortasında Duisburg ve Postdam’dakilerle başladı. Ardından asıl dalga geldi: Bir hafta sonra Berlin, Hamburg, Münih, Frankfurt, Köln, Hannover, Bremen ve çok sayıda başka ilde düzenlenen gösterilere katılım 3 milyonu aştı. Almanya’nın görece durgun denebilecek siyasal ortamı düşünüldüğünde AfD başta olmak üzere aşırı sağa, faşizme karşı düzenlenen bu eylemlerin azameti daha iyi anlaşılacaktır.

Hitler faşizmiyle karşılaştırmaların belirginliği ve yaygınlığı, geçmişin diktatörlüğünden hareketle faşizmin katliamcı/soykırımcı niteliğine yapılan göndermeler, gösterilerde pankartları taşınan ve dile getirilen “bir daha asla demenin tam zamanı” sloganı Almanya halkının sadece tehlikenin farkında olmadığını ama kitlesel olarak anti-faşist bir tutum geliştirmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Bu ülkede önceden aşırı sağ, faşist örgütlenmeler yok değildi. NPD Nazi subayları türünden kişilerce kurulmuştu ve neredeyse apaçık Nazi propagandası yapıyor, Hitler’in partisi NSDAP’a öykünüyordu.  NSU gizli ve silahlı bir çete olarak Alman istihbaratının bilgisi ve yönlendirmesi dahilinde örgütlenmişti ve 9 göçmen öldürdü. NSU ve üyeleri cinayetleri nedeniyle yargılanmadan edilemezken, aşırılıkları nedeniyle NPD’nin de almakta olduğu devlet yardımı Anayasa Mahkemesi tarafından bu yıl başında kesilmek zorunda kalındı. Fransa’da doğup Avrupa’ya yayılan Kimlik Hareketi, ABD ve Britanya’da kurulup Almanya’da da örgütlenen AWD ve Combat18 gibi aşırı sağcı ırkçı örgütler de bulunuyor bu ülkede. Artık çoğunun militan ve sempatizanları, hatta örgütlerini de yanlarında taşıyarak, fazlasıyla damgalı olan tecrit durumundaki bu örgütlere katılmayı sakıncalı bulan, birçoğu devletin etkili pozisyonlarında yer almış faşizm eğilimli kişiyle birlikte AfD’ye doluşmuş bulunuyor.[3]

AfD yeni bir parti. Bu, olağan dönemlerde burjuva parlamenter sistemde kendisine yer bulamamış, ama epey bir süredir tekellerin asli örgütleri durumundaki “merkez sağ” ve “merkez sol” temsilcileriyle rejim belirli tıkanıklıklar yaşamaya başladığında siyasal sahneye katılıp büyümekte olan bir parti olması demek. Nazi Partisi’ne benzer şekilde “sistem”, “sistem partileri” ve sistemin yetersizlikleri eleştirisi/teşhiri yaparak yükseliyor. 2013’te Euro karşıtı liberal-milliyetçi eleştirileriyle kuruldu; özellikle “sığınmacı krizi” olarak nitelenen ve kurulduğu yıl başlayıp 2015’te 1.8 milyonla doruğuna çıkan göçmen akını karşısındaki –göçmenlerin büyük çoğunluğunu oluşturan İslam karşıtlığı vurgulu– radikal karşıtlığıyla yükselişe geçerek kitleselleşti. 2014’te AB Parlamentosuna, 2017 seçimlerindeyse ilk kez barajı aşarak (%12.6) Almanya Parlamentosuna girdi. 2019 seçimlerinde Saksonya’da %27,5, Saksonya-Anhalt’ta %24,3, Brandenburg’ta %23,5 ve Thüringen’de %23,4 ile Doğu Almanya’daki eyaletlerde ikinci parti konumuna geldi. Hızlı olmasa bile 2021 seçimlerinde de yükselişini sürdüren AfD’nin oyları artık anketlerde Almanya genelinde %18-20 arasında değişirken, Doğu Almanya’da ise %30-32 bandında.

Naziler, bilindiği gibi, geç girdiği emperyalist talan “sofrası”ndan silah zoruyla pay almak amacıyla dünyayı sürüklediği ilk büyük savaştan yenilgiyle çıkan Almanya’ya Versay “barış anlaşması”yla sömürgelerinin yanı sıra Ruhr, Loren ve yukarı Silezya gibi kendi topraklarının elinden alınması, ağır savaş tazminatı ödeme zorunluluğu ve silahsızlanma şartı gibi ağır yaptırımların dayatıldığı koşullarda yükselmeye başlamış, ekonominin az-çok istikrarının sağlanmasıyla duraklayan yükselişi 1929 Bunalımının ardından hız kazanarak iktidara gelmişti. Savaşın ve sonra bunalımın yıkımı en çok ekonominin çöküşü ve geçim koşullarının kötüleşmesinde hissediliyordu. Nazilerin para eden demagojik propagandasının iki başlıca argümanından biri –şüphesiz temellerine, sermayenin egemenliği ve artı-değer üretimine hiç değinmeden– kapitalizm suçlaması, ikincisiyse asıl suçluların “dışarıda”, Almanya’ya Versay Anlaşması’nı dayatan “uluslararası” kapitalizm ve para babaları olduğunu iddia etmesiydi (giderek bu ikincisi “Yahudi sermayesi”ni hedefe koyan Yahudi düşmanlığıyla birleştirildi). İşsizlik ve yoksulluğun, bir somun ekmek için bavulla para taşıma zorunda kalmanın, hele orta sınıfın savaş mağduru olarak malından mülkünden olmasının nedeni “kapitalist sistem”, özellikle “yabancı” kapitalizm ve “kapitalist sistem partileri”ydi. Yerine “nasyonal sosyalizm” konmalıydı!

Yenilginin neden olduğu ulusal eziklik duygusu, Almanya’yı aşağılayıcı maddeleriyle Versay Anlaşması tarafından pekiştirilmiş, başta orta sınıf olmak üzere halk savaş öncesi ve sırasında II. Enternasyonal oportünizminin de katılımıyla kulakları sağır ederek sürdürülmüş olan –burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğiyle bağlantısı koparılmış– milliyetçi propagandaya savaş sonrasında da açık hale gelmişti.

Üstelik yeniden parlamentarizme dönüşle sonuçlansa da, 1918 ayaklanması ve bunun 8 saatlik işgünü, mülkiyet ve cins ayrıcalıkları kaldırılarak genel oyla seçme-seçilme hakkının kabulü, toplusözleşme düzeninin genelleşmesi, işsizlik sigortası ve seçimle işyeri konseyleri oluşturma türünden elde kalan kazançlarıyla işçi sınıfının örgütlülüğü ve gücü kapitalizmin istikrara kavuşmasını engelleyerek sermayenin faşizme olan ihtiyacını büyütmekteydi. “Kapitalist sistemin Almanya’nın sorunlarını çözemediği”, “yenilenmeye” ihtiyaç olduğu propagandasıyla, “yeni”, adı verilmeden faşizm olarak sunuldu. Hitlerin çözümü “nasyonal sosyalizm” idi. Henüz tamamen NSDAP’a benzediği ve onun yerini aldığı söylenemeyecek olsa, hala içinde birbirinden az-çok farklı grupları barındırsa ve burjuvazi ve devletin ehlileştirme operasyonuyla düzen sınırlarına çekilebileceği sinyalleri verse bile, Afd’nin çözümü de benzer, ancak şimdilik açıklanmıyor ve “Afd iktidarı” olarak tanımlanmakla yetiniliyor. Hitler’in partisinden asıl farkı iki partinin gelişme süreçlerinin farklılığından kaynaklanıyor, henüz AfD İşçi Konseyleri kurmaya kadar varan gücüyle kitlesel bir işçi hareketiyle yüz yüze değil.

Öte yandan nazizmin/faşizmin yanı sıra sağ popülizmin de karakteristiği olan “sistem” eleştirisi yapmasıyla diğer sistem partilerinden ayrılan AfD’nin “Yahudileri” bugün göçmenler ve göçmen karşıtlığı. Göçmen düşmanlığı AfD’nin başlıca hareket ettiricilerinden biri. Almanya’nın bütün burjuva partileri göçmen karşıtı ve göçmen karşıtı yasalar Bundestag’ta ezici çoğunluklarla onaylanıyor, ancak AfD tümünden ileri noktada.

Örneğin Muhafazakar Parti Hükümetinin iltica başvurusunda bulunan “kaçak göçmenleri” başvuruları sonuçlanıncaya kadar Rwanda’da “konuk etmek” üzere ülkeden sürmek amacıyla bindirdiği uçağın kalkışının AİHM kararıyla önlenmesi ve Britanya Yüksek Mahkemesi’nin ülke dışına sığınmacı gönderilmesini hukuka aykırı ilan etmesinin ardından, Britanya parlamentosunun “alt” kamarası, bu konuda bakanlara uluslararası ve Britanya insan hakları normlarına aykırı davranmayı da kapsayan yetkiler verilmesini yasalaştırdı. AfD, göçmen karşıtlığında en ileri giden sistem partilerden olan Britanya Muhafazakar Partisi’nin de ilerisinde duruyor.

Geçtiğimiz Ocak gösterilerini tetikleyen, 2023 Kasımında AfD’den iri kıyım isimlerle Werde Union (Değerler Birliği) grubuna mensup muhafazakar parti CDU milletvekilleri, Kimlik Hareketi’nin önde gelenleri ve bazı kapitalistlerin katıldığı Postdam yakınlarındaki bir otelde düzenlenen toplantıda bir “Göçmen Geri-Gönderme Master Planı” kararlaştırması oldu. Plan, yabancı ülke doğumlu Almanya vatandaşlarını da kapsayarak, göçmenlerin (ve göçmen kökenlilerin) zorla geldikleri ülkelere geri gönderilmeleriyle ilgili. Toplantı açığa çıkınca, AfD toplantıyla örgütsel ve mali ilişkisi bulunmadığını, toplantıya katılımın kişisel olduğunu açıkladı ve eşbaşkan A. Weidel toplantıya katılan danışmanını görevden aldı. Oysa yerli ve uluslararası burjuva medya bile bu toplantıyla Nazilerin Postdam yakınlarında toplayarak Avrupa çapında bütün Yahudi nüfusun sürgün ve katledilmesi kararını aldıkları 1942’deki Wannsee Konferansı arasında paralellik kurdu. Örneğin AfD’nin, benzerleri olan İsveç Demokratları, Finns Parti ve Hollanda Özgürlük Partisi’nden daha aşırı sağcı olduğunu belirten Amerikan dergisi Foreign Policy, AfD’nin gençlik örgütü JA (Genç Alternatif) ile üçü de doğu Almanya eyaleti olan Saksonya, Saksonya Anhalt ve Thüringen örgütlerinin “demokratik düzen için tehdit oluşturdukları” gerekçesiyle BfV tarafından gözlem altında tutulduğunu yazdı.[4]

Kimlik Hareketi’nin de üzerine kurulu olduğu ırkçı “arilik/saflık” yüceltisi AfD’nin göçmen karşıtlığının ideolojik itici gücü. Parti, temeli milliyetçiliğe, ulusa dayalı devlet yapısının savunulmasına dayanarak Almanlık yüceltisiyle yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı yapıyor. Uzun yıllar yabancı düşmanlığının yapılageldiği Almanya’da saf Almanlık vurgusuyla göçmen karşıtlığı, tahmin edileceği gibi, işçi sınıfının ekmeğinin küçülmeye orta sınıfın gelirininse azalmaya ve ikisinin de yaşam koşullarının kötüleşmeye başladığı neoliberal politikaların yaygın olarak uygulanır olmasıyla güç kazandı; Pandeminin ağırlaştırdığı kapitalizmin ekonomik krizi ve artmakta olan, özellikle enerji ve gıda maddeleri fiyatlarına tavan yaptıran Ukrayna Savaşı ve Almanya’nın Rusya’dan gaz alımını durdurmasıyla iyice yükselişe geçti. Bilinç ve örgüt eksiği nedeniyle kapitalizme karşı mücadele yoluna giremeyen sömürülen yığınlar ve hele milliyetçi duygu ve tutumları küçümsenemeyecek olan orta sınıflar açısından göçmen karşıtlığı ve göçmen karşıtı hazır reçeteleriyle AfD’nin çekici görünmesinde şaşılacak şey yok.

Göçmen ve göçmen karşıtlığı sorununun ayrıntısına girip konuyu dağıtmadan özetle söylenecek olanlar şunlar: Ülkeye gelen göçmenler, vasıflı işgücü durumunda olup ülkeye davet edilen ya da girişleri kolaylaştırılanlar bir yana, “kağıtsız” kaçaklar olmaları dolayısıyla en kötü ve zor işlerde en düşük ücretle sendikasız sigortasız çalışıyor ve bu Alman burjuvazisi ve devletinin şüphesiz işine geliyor. Ancak yerli nüfusun zaten çalışma eğilimi göstermedikleri işlerde çalışmalarına rağmen ücret piyasasının onların da aleyhine aşağı çekilmesinin nedeni olarak gösterilip işsizlik ve düşük ücretlerin sorumluları olarak propaganda ediliyorlar. Vasıflı yabancı işgücünün de yerli nüfusun elinden işlerini alıp ücretleri düşürücü etki yapmaları propagandasıyla birlikte, gerçekte Alman burjuvazisinin neoliberal Hartz Yasalarıyla genelleştirdiği düşük ücret politikasının neredeyse tüm suçu göçmenlerin sırtına yıkılmış oluyor. Böylece, yerli-göçmen ayrımı yapmadan burjuvaziye karşı birleştirilmeleri için çaba gösterilmesi gereken işçiler milliyetçi propagandayla Alman ve Alman olmayanlar olarak bölünüp birbirlerine düşürülmekle kalınmıyor; ama savaşlarla insanları yurtlarından kopararak göçe zorlayan emperyalist saldırganlıkla ucuz işgücü arayışındaki kapitalizmin suçu, emperyalist kapitalizm temize çıkarılarak göçmenlerin sırtına yıkılıyor.

Göçmen karşıtlığı AfD’nin ırkçı milliyetçiliğinin doğrudan bir sonucu ve olağan bir tezahürü. Etkilediği, en başta ulusal duygularla dolu orta sınıf, küçük burjuvazi. Ancak SPD ve Sol Parti’nin hayal kırıklığına uğrattığı sınıf bilinçsiz işçilerin de belirli kesimleri özellikle belli bölgelerde işlerinin ellerinden göçmenlerce alındığı ve düşük ücretlere mahkum edildikleri propagandasına inanarak, AfD’nin tuzağına düşüyor.

AfD milliyetçiliğinin göçmen karşıtlığından ibaret olmadığı şüphesiz. AfD 2017, 2019 ve 2021 seçimlerinde hiç üstünü örtme ihtiyacı duymadan “Brexit”in Almanya’ya uyarlanması olan “dexit”i, Almanya’nın AB’den çıkmasını savundu.

Geçtiğimiz yaz AfD’nin Avrupa Parlamentosu seçimleriyle ilgili manifesto hazırlığı medyaya sızdı ve partinin bu kez kitleselleşmesini dikkate alıp bir miktar ılımlaştırarak, “AB’nin kontrollü şekilde parçalanmasını” savunduğu görüldü.

Geçen yıl yapılan AfD kongresinde eşbaşkanlar Chrupalla ile Weidel, aşırı sağcı, faşist partilerinin karakteristiği olan gerçek görüşlerini gizlemenin yeni bir örneğini vererek, manifestodaki “kontrollü parçalanma”nın “editoryal bir hata” olduğunu söylediler.[5] Oysa AfD manifestosu “federal Avrupa” görüşünü net biçimde reddediyor. Manifestoda “federal Avrupa”nın “başarılı devletler için önkoşul olan bir ‘devlet ulusu’na[6] ve asgari bir kültürel kimliğe sahip” olmadığı yazılı. AB’nin “ulusal yetkileri gasp ettiğini” ve Almanya’nın çıkar ve ihtiyaçlarını dikkate almadan Rusya’ya yaptırım kararı alan Avrupa Komisyonu’nun “meşru olmadığını” dile getiren Eşbaşkan Chrupalla da konuyla ilgili açıklamasında “Ulus devletlerin potansiyelini kullanmak ve doğuya giden köprüyü yeniden inşa etmek için Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasını talep[7] ettiklerini belirtti. Özetle AfD “Federal Avrupa” ya da AB’yi Alman ulus devletinin potansiyelini kullanmasına uygun görmüyor ve bir “Avrupa ulusları ligi” önererek “Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasını” gerekli sayıyor. Fransa ile birlikte AB’nin çekirdeğini oluşturan ve onu yönlendirenlerin başında yer alan Almanya’nın “potansiyeli”ne uygun “yeni yapılandırma” nasıl olabilir, kitlesellik kaygısıyla AB’ye karşı çıkışını bile örtülü ifade etmekte olan AfD henüz bunu açıklamış değil. Ancak en azından ABD etkisi ve Polonya örneği AB’nin önemli bir bölüm ülkesinin daha çok Amerikan yönlendirmesi altında oluşunun AfD’nin hoşuna gitmediği ve Avrupa’nın daha dolaysızca ve ulusal çıkarlarına bütünüyle uygun olarak Almanya’nın bir tür “eklentisi” olmasını öngördüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu, AfD’nin, eşbaşkanının ağzından, Rusya’ya yönelik yaptırımlara da karşı çıkarak, genel olarak Rusya, Ukrayna Savaşı ve “doğuya [Rusya’ya yani] giden köprünün yeniden inşası”nı Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasının gerekçelerinden biri olarak ortaya koymasıyla da tamamen uyumlu. Almanya’nın “ulusal” olarak tanımlanan emperyalist çıkarlarının ABD ile Rusya arasından sıyrılmayı gerektirdiğini ve bu nedenle Almanya’nın “doğuya açılma” politikasının yanlış olmadığını yalnızca AfD savunmuyor; örneğin Marine le Pen ve partisi Ulusal Birlik de Rusya’ya yakınlığıyla tanınıyor.[8]

AfD milliyetçiliği, Almanya’nın henüz ABD, Çin ve Rusya gibi rakipler karşısındaki güçsüzlüğü ve bağımsız bir mihrak oluşturamamasının oluşturduğu zorluk, görüşlerin gizlenmesi ve örgüt içindeki görüş farklılıkları gibi nedenlerle bir miktar bulanıklık gösterse de, partinin ABD ve NATO karşısındaki tutumunda da yansıyor. 2017 Programındaki “NATO üyeliği[nin] NATO’nun rolü bir savunma ittifakı olarak kaldığı sürece Almanya’nın çıkarına” olacağı şeklindeki eleştirel NATO üyeliği kabulü gerçekte bir üyelik reddi, çünkü NATO’nun bir savunma ittifakı olmadığını bilmeyen yok. Net açıklamasa bile Eşbaşkan Chrupalla NATO’dan çıkma yanlısı tutumlar sergilerken, Höcke’nin de aralarında olduğu “radikaller” denen 7 eyalet lideri AP seçim manifestosunda yer alması amacıyla, ABD’yi kastederek, Avrupa devletlerinin “uzak ve kendine hizmet eden bir hegemonun sözde koruyucu şemsiyesi” altına sığınmak yerine “kendi güvenliklerinin sorumluluğunu kendi ellerine almaları”nı önerdi. Öneri, “AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası[nın] ABD liderliğindeki NATO karşısında bağımsız bir Avrupa kolektif güvenlik sistemi kurmakta başarısız olduğu” ve “NATO’nun doğuya doğru genişlemesi[nin] ABD’ye Avrupa’da daha derin bir etki sağladığı” saptama/suçlamalarını yapıyor.

Ancak –tabii ki Alman “ulusal çıkarları” hareket noktasından– ABD ve NATO’ya yönelik en azından eleştirel olarak nitelenebilecek tutumunun yanı sıra, AfD’nin savunmanın ya da doğrusu savaş örgütlenmesi ve silahlanmaya ilişkin esas yaklaşım ve tutumunu belirten ayırt edici görüşü iki eksende toplanıyor: 1) Çin ve Rusya ile rekabet ve mücadelesinde ABD’yle belirli bir ittifakı tamamen reddetmemek ama arkasına takılmayıp Almanya’nın “özel” çıkarlarını gütmek[9], 2) Alman ordusunun reformdan geçirilerek yeniden yapılandırılması ve Alman vurgulu kolektif bir güvenlik/savunma sistemi olarak bağımsız bir “Avrupa Ordusu”nun kuruluşunun hızla tamamlanmasıyla silahlanmaya hız ve ağırlık vermek. Bu kapsamda AfD ve özellikle “radikal” kanadı, Ukrayna Savaşının ardından SPD’li başbakanın silahlanmaya 100 milyar Euro ayrılmasını desteklerken, “orduda reform”dan söz etmesinin “Avrupa’nın kendi güvenliğinin sorumluluğunu üstlenmesi” anlamına gelmesi gerektiğini vurguladı.

Yine Fransız Marine le Pen ve partisinin de benzer görüşlerde olduğu söylenmeli. O, hatta daha ileri giderek, 2022’deki başkanlık seçimlerini kazansaydı, NATO’nun askeri kanadından çıkacağını söylemişti.

 

Milliyetçi Aşırı Sağın Yükselişi Almanya’ya Özgü Değil

Fransa’da Ulusal Birlik, göçmen karşıtı aşırı sağcı bir parti. Marine Le Pen babasının aşırı görüşlerini kitlesellik kaygısıyla bir miktar yumuşattı, ancak hala yeterince aşırı. Parti başkanlığını bırakan Le Pen, 2022’deki başkanlık seçiminde bir öncekine göre oylarını 8 puan artırarak %42’ye yükseltti.

Hollanda’da Geert Wilders’le Özgürlük Partisi hükümet ortaklığının ardından yapılan 2012 seçimleri hariç kurulduğu 2006’dan beri oy yükselterek Kasım 2023 seçimlerinden 1. parti olarak çıktı. Katı göçmen ve özellikle Müslüman karşıtı. Son seçim bildirgesinde İslami okullar, Kuran ve camilerle hükümet binalarında başörtüsünün yasaklanmasını savundu. Hollanda’nın da AB üyeliğinden ayrılmasını istiyor, bunun için “referandum” düzenleyecek.

Macaristan’da Fidesz hükümet partisi. Lideri Orban “Avrupa dışı halklarla karışmaya izin vermeme” düşüncesinde olan, “güçlü ulus güçlü devlet” şiarını benimseyen ve son 4 seçimi kazanan parti aşırı sağcı ve göçmen karşıtlığı Macaristan’da yasa. Bu nedenle Avrupa Adalet Divanı bile Macaristan’ın AB yasalarını çiğnediğine hükmetti. Putin ve Erdoğan’la iyi ilişkilere sahip Orban, ABD, Rusya, Çin ve İslam ülkelerinin Avrupa’yı kuşattığı ve bundan kurtulmak gerektiği görüşünde.

Avusturya’da Özgürlük Partisi, siyasetçilerle sistem partilerinin yozlaştığı görüşünde ve nasyonal sosyalist ırkçı milliyetçilerin alameti farikası olan “sistem eleştirisi” yapıyor. Açık ve kışkırtıcı göçmen, yabancı ve özellikle Müslüman karşıtlığı başlıca politika yapma argümanı. Sadece hükümet ortaklığı yaptığında oy kaybına uğruyor.

İtalya’da Eylül 2022 seçimlerinde aşırı sağcı FdI (İtalya’nın Kardeşleri) %26 oyla 1. parti olurken, yer aldığı sağcı ittifak mecliste çoğunluğu sağladı; Mussolini’ye ilgisini gizlemeyen ve parti merkezinde faşist semboller bulunduran aşırı gerici Meloni başbakan oldu. 2018’de sadece %4 oy toplayabilen FdI’nin yaptığı sıçramanın ciddi bir yükseliş oluşturduğu açık. Başlıca sloganı, Hitler’inkine benzeyen “Önce İtalya ve İtalyanlar” olan parti katı bir göçmen karşıtı. Hedeflerinden biri, AB norm ve yasalarını değiştirerek AB’yi “gevşek bir birliğe dönüştürmek”.

İsveç Demokratları Nazi hayranları tarafından kurulduğu 1988’den 2010’a kadar parlamentoya giremedi; ancak bu tarihten itibaren popülaritesiyle birlikte üç seçimde oylarını artırarak, radikal göçmen karşıtı milliyetçi vurgularla katıldığı Eylül 2022 seçimlerinde %20.6’la ülkenin 2. partisi oldu. Sağ muhafazakar hükümeti dışarıdan destekliyor.

Danimarka’da “Danimarka Danimarkalılarındır” sloganıyla göçmen karşıtlığı ve aşırı sağcı bir popülizm yapan Halk Partisi giderek artan desteğiyle 2001-2007 ve 2015-2019 arasında sağ koalisyon hükümetlerini dışarıdan destekledi, ancak sonunda hükümet partileri iyice sağa kayarak söylemlerini benimseyince kendisini “yenileyemedi” ve merkez-sol partinin de sağa kayıp büyük koalisyon hükümetini kurduğu Aralık 2022 seçimlerinde oylarını aynı yıl kurulan ve radikal göçmen karşıtlığıyla %8 oy alan Danimarka Demokratlarına kaptırdı.

Sistem karşıtı” sağ popülizmin önde gelen İskandinav partisi 2008 Kriziyle yükselişe geçen aşırı sağcı Finliler Partisi. 2011’de %19, 2023’te ise %20.1’lik oy alan parti özellikle göçmenlere tüm sosyal yardımların kesilmesini istiyor.

Sırbistan cumhurbaşkanı Vucic’in aşırı sağcı Sırp Radikal Partisinden ayrılanlar tarafından kurulan partisi SNS öncülüğündeki ittifak Aralık 2023 seçimlerinde aldığı %46 oyla ülkeye hükmetmeyi sürdürüyor.

İspanya’da 2013’te kurulan aşırı sağcı VOX, 2016’daki %0.2’lik oyunu 2019’da %15’e yükseltti. Temmuz 2023 seçimlerinde oylarının bir bölümünü ortak hükümet kurma peşinde olduğu Halk Partisi’ne kaptıran VOX açıktan göçmenlere ve Katalanlar gibi azınlık uluslara düşmanlık güdüyor.[10]

Aşırı sağ kuşkusuz yalnızca Avrupa’da yükselişte değil. Avrasya’da siyasal gericilik ve faşizmin azgınlaşması ve terörle özdeşleştirilmeye çalışılan Kürtlere yönelik zorbalığın artışıyla Türkiye yükselişin belirgin bir örneği. Putin Rusya’sı da öyle. Hindistan’da halka yönelik saldırganlığı artan, 200 milyonluk Müslüman azınlığa yönelik nefret ve düşmanlığının önünü tamamen açan, iki kez üst üste seçim kazanan aşırı sağcı Hindu milliyetçisi Başbakan Modi ve partisi BJP bu açıdan ihmal edilir gibi değil.

Kongre baskınına öncülük eden ve şimdi yeniden Cumhuriyetçilerin adaylığına doğru yürüyen Trump’ın aşırı sağ bir popülist sayılmaması haksızlık olur. Latin göçmenlere katı karşıtlığıyla tanınan Trump yerleşik “sistem karşıtı” görüntüleriyle öngörülmesi zor bir kişi.

Arjantin’de Peronist ve muhafazakar adaylar arasından sıyrılarak başkanlığa oturan ve geleneksel sağ muhafazakar partinin desteğiyle yasa çıkarabilen Milei’nin aşırı sağcılığı da “sistem karşıtı”. 2018’den başlayıp süreğenleşen kapitalizmin krizi, yüksek enflasyon ve yoksulluk sorununun Peronist ve Muhafazakar partiyi silkelediği koşullarda Milei özelleştirme ve kemer sıkma politikalarıyla köşeli bir neoliberal “alternatif” olarak ortaya çıktı ve karşı koyanlara yönelik acımasız siyasal gericiliğe baş vuruyor.

 

Ulus, Milliyetçilik ve İlericilikle Gericilik

Aşırı sağın yükselişinin başlıca dayanağı durumundaki “ulus” ve üstünlüğüne dayalı milliyetçiliklerin her biri göçmen karşıtlığı yapar ve silahlanmaya daha çok kaynak ayrılmasını isterken gerçekten ulusları ve ulusal çıkarların kaygısını mı güdüyor?

Öncelikle Lenin’in bilinen ayrımını hatırlamalıyız:

Kapitalizm, gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulu­sal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin yaratılmasıdır. İkincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulu­sal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin ya­ratılmasıdır. Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemen­dir, ikinci eğilim olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir.[11]

Meta üretiminin yurt içi pazarı tamamen ele geçirmesiyle feodalizme karşı tam zaferini sağlayan kapitalizmin ulusal devletler halinde örgütlendiği ve tarihsel olarak ilerici rol oynadığı dönem çoktan geride kaldı. Daha emperyalizm öncesinde feodalizmin yıkılışı ve “ulusal hareketlerin… yığın hareketleri haline geldikleri ve… halkın bütün sınıflarının şu veya bu şekilde siyasal yaşama çekildiği burjuva demokratik toplum ve devletlerin kuruluş dönemi” ile “uzun zamandan beri kurulmuş olan anayasal düzenleriyle, proletarya ile burjuvazi arasında güçlenmiş uzlaşmaz çelişkisiyle kesin olarak kristalleşmiş kapitalist devletler dönemi –kapitalizmin çöküşünün öngünü olarak adlandırabileceğimiz dönem”in”[12] ayırt edilmesi şarttır.

Gelişmesinin emperyalizm aşamasında Ekim devrimiyle birlikte gündeme gelen sömürge ve bağımlı ülkelerin ulusal kurtuluş hareketleri dışta tutulursa, kapitalizmin ilk gelişme döneminde –kuşkusuz kendi çıkarlarını işçi sınıfı dahil bütün ulusun çıkarları olarak gösterip dayatarak– burjuva demokratik ulusal hareketlere önderlik eden ve gelişen işçi hareketinden duyduğu korkuyla gericileşmekte olan burjuvazi tekelleşip emperyalist burjuvaziye dönüştüğünde gericiliğin kalesi haline geldi. Ne demokrasi ne de ulusal hareketle bir ilişkisi kaldı. Ulusla da öyle. Özel mülkiyet ve sermayenin egemenliği koşullarında ilerleyen uluslararasılaşma eğiliminin uluslararası ilişkileri çoğaltması sürdü, ama bu eğilim, artık sermaye ihracı ve birçok ülkede yatırımlarıyla dünyayı paylaşmaya soyunarak kendisi de uluslararasılaşıp tamamen kozmopolitleşen emperyalist burjuvazinin ulusun ve ulusal hareketin temsilcisi olmaktan çıkıp ulusal zorbalık ve sömürgeciliğin öznesine dönüşmesiyle sürmekteydi.

İkinci dönemi”nin üzerine binen “…emperyalizmin gelişmesi, sermaye ih­racı ve büyük deniz ve demiryolları sağlama zorunluluğu, bir yandan eski ulusal devletler tarafından kendine yeni topraklar katılmasına ve bu toprakların, ulusal baskı ve kendilerine özgü ulusal çatışmaları ile birlikte çokuluslu devletler biçimine dönüşmesine yol açmış (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya); öte yandan, eski çokuluslu devletlerin egemen ulusları arasında, yalnızca eski devlet sınırlarını olduğu gibi tutma değil, ama komşu devletler zararına onları genişletme, yeni (güçsüz) milli­yetleri bağımlılaştırma eğilimini de pekiştirmiş[tir]. Ulusal so­run… genişlemiş… genel sömürgeler sorunu ile kaynaşmıştır; ve devletin iç sorunu olmaktan çıkan ulusal baskı, birçok devleti ilgilendiren bir so­run, ‘büyük’ emperyalist güçlerin, bütün haklarından yararla­namayan güçsüz milliyetleri kendilerine bağımlı kılma savaşımı (ve savaşı) sorunu durumuna dönüşmüştür.[13]

Aralarındaki uzlaşmaz karşıtlık giderek önem kazanan işçi sınıfı ve hareketinden duyduğu korkuyla kendisini aristokrasinin kollarına atmasıyla yatışan burjuva demokratik hareketin yeniden harlatılması, burjuvazinin tekelleşerek emperyalistleşmesi ve artık feodalizme karşı değil, 1) dünyayı paylaşma amacıyla emperyalist rakiplerine, 2) faşizme baş vurma da dahil her türlü araçla “kendi” işçi sınıfı ve emekçi halkına ve 3) ulusal zor kullanarak bağımlılaştırdığı ezilen uluslara karşı savaşmaya başlamasıyla, nihai sonucuna ulaştıramayacak olsa bile hala emperyalizme karşı kullanabileceği belirli bir barut hakkına sahip olan ezilen ulus burjuvazileriyle asıl olarak bu ulusları bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde peşine takma yeteneğiyle işçi sınıfına kalmıştır.

Emperyalist burjuvazinin ulusal değerlerle ilgili her tasarrufu sahtedir, ulusu ve ulusallığı ileri sürerek gerçekleştirme peşinde olduğu sadece kendi gerici işçi ve halk düşmanı çıkarlarıdır. Artık ulusu ve hiçbir ulusal hareketi temsil etmemekte, tersine tüm uluslarla ulusal hareketlerin çıkar ve bağımsızlık türünden amaçları emperyalist burjuvazinin çıkar ve amaçlarıyla çelişmektedir. Alman aşırı sağcılarının Almanya’yı ve Almanlığı, Fransız aşırı sağcılarının Fransa’yı ve Fransızlığı… yüceltip üstün sayması, bu ülkelerin emperyalist burjuvazileri sermayeleri, mali ve ekonomik faaliyetleriyle dünyanın dört bir yanına yayılıp çoktan uluslarasılaşmış olmalarına rağmen hala sermayelerinin yeniden üretimin merkezileşmiş olduğu Almanya ya da Fransa’yı… “karargah” edinme, AB ve NATO türü uluslararası siyasal birliklerde yer alsalar bile hala Alman ve Fransız… devletlerini egemenlik ve dünyayı paylaşma kavgalarının kaldıraçları olarak kullanma ve ulusal değerleri istismar ederek bu ülke halklarını aldatıp rakipleriyle kavgalarına alet etme ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, aşırı sağcı milliyetçi sahtekarlıkla uzlaşmaz mücadele tek yoldur.

Yalnızca ezilen ulusların emperyalizmle birleşerek ulusa ihanet etmiş olan işbirlikçi büyük burjuvazileri dışında kalan ve emperyalizmle belirli bir mücadele potansiyeli taşıyan alt katmanlarının, orta ve asıl olarak küçük burjuvazisinin çıkarlarının “kendi” ulusları ve ulusal hareketinin çıkarlarıyla –milliyetçilik illeti ve tehlikesini de içinde barındıran– bir tür rezonans tutturma olasılığı vardır.

Bilinçli işçi, ister ulusa ihanetle malul ve tamamen aldatmaya dayalı, ister emperyalizme karşı olmakla birlikte belirli bir ulusun önceliğiyle üstünlüğü iddiasında bulunarak ulusal ayrıcalık talep ediyor olsun, burjuva milliyetçiliğinin işçi sınıfı ve insanlığının kurtuluşunun tek yolu olan kurtuluş mücadelesinin yolunu karartmakla kalmayıp kendisi ve çıkarlarıyla tamamen karşıtlık içinde olduğunu bilir.

Ulusal özellik (nationalite) ilkesi, burjuva toplumunda, tarihsel bakımdan kaçınılmaz ve zorunlu bir ilkedir, ve bu toplumu ele alan bir Marksist, ulusal hareketlerin tarihsel haklılığını, kesin olarak kabul eder. Ama bu kabul edişin, milliyetçiliği savunma biçimini almaması için, o, ulusal ha­reketlerde ilerici ne varsa ancak onu desteklemekle yetinme­lidir; öyle ki, proleter bilinci, burjuva ideolojisi tarafından karartılmış olmasın.[14]

Geçmişte feodalizme, günümüzde emperyalizme karşı ulu­sun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı mücadele demokratik içeriklidir, ilericidir ve desteklenmelidir. Ancak kaldığı yerden devamla Lenin şunları da eklemiştir:

Bu [destek], özellikle olumsuz bir görevdir. Proletarya, milliyetçiliği desteklerken aşırı dav­ranışlara gidemez, çünkü daha ilerde, milliyetçiliği güçlen­dirmeyi hedef tutan burjuvazinin olumlu eylemi başlar… burjuva milliyetçiliğinin ilkesi, genel olarak, milliyetin gelişmesidir, burjuva milliyetçiliğinin tekelci niteliği buradan gelir, sonu olmayan ulusal kavgalar buradan doğar… Proletarya, milliyetçiliğin gelişmesine destek olamaz; tersine, o, ulusal farkların silinmesine ve uluslararası engellerin yıkılmasına, milliyetler arasındaki bağları sağlamlaştıran her şeye, ulus­ların birbirleriyle kaynaşmasına yardım eden her şeye, des­tek olur.[15]

 

[1] Lenin, V. İ. (2009) Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. C. Süreya, 12. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 102.

[2] Lenin, age, sf. 136.

[3] Örnek olsun diye, bunlardan biri olan Brandenburg Eyalet Başkanı Kalbitz faşist örgütlerle ilişkileri nedeniyle 2020’de AfD’nin ulusal yönetimi tarafından görevden alınmak zorunda kalınmış, ancak yine de partinin bu eyalet örgütü Anayasayı Koruma Örgütü BfV tarafından izlenmeye alınmıştı. Bkz. https://www.avrupademokrat3.com/afdnin-brandenburg-orgutu-izlemeye-alindi/

[4] Hockenos, P. (2024) “Germany Is Thinking of Simply Banning the Far Right”, Foreign Policy, https://foreignpolicy.com/2024/01/26/afd-germany-far-right-populism-radical-europe-remigration-immigrants/

[5] Üstelik eşbaşkanların kamuoyunu yatıştırma amaçlı “hata” açıklamaları parti içinde kargaşa yarattı. Partinin “radikalleri”nin liderlerinden Thüringen şefi Höcke, “hatanın düzeltilmesi”ne “isyan” tehdidinde bulunarak karşı çıkmıştı. Partinin “ılımlılarından” AP vekil adayı C. Anderson ise Almanya’nın AB’den derhal ayrılmasını savunmayı sürdürüyor.

[6] AfD’nin kullandığı “Devlet ulusu” (“Staatsvolk”), Nazilerin Almancaya kazandırdıkları/sokuşturdukları kavramlardan biri. Tek ulus tek devlet örneği, ulus ya da halkla devletin kaynaşık olma hali.

[7] Çete, E. (2023) “What is the AfD to do about the EU and NATO?”, Harici, https://harici.com.tr/en/what-is-the-afd-to-do-about-the-eu-and-nato/

[8] 2022’de Ukrayna Savaşının ardından yapılan Fransa başkanlık seçimlerinin ikinci turu öncesi, Le Pen “eğer kazanırsa, Rusya ile daha yakın ilişki kuracağını” açıklamıştı.

[9] Bu yaklaşım, AP manifestosu tartışmaları sırasında en veciz biçimde AfD Hamburg ve NRW parlamenterlerinin ortak önerisinde dile getirildi: “İki rakip, ABD ve Çin arasında ortaya çıkan ve durdurulamaz görünen blok oluşumu göz önüne alındığında, Almanya’nın mevcut ittifakta kalması ve kendi ulusal çıkarlarına öncelik vermek için tüm olanakları kullanmasının en iyisi olduğuna inanıyoruz.

[10] Lideri Abascal geçtiğimiz Aralık’ta Katalanlara çıkarılacak af nedeniyle “ulusal birliği bozmak”la suçladığı başbakan Sanches’i “İspanyol halkının ayaklarından asmak isteyeceği bir dönemin geleceğini” söyleyerek tehdit etmişti.

[11] Lenin, V. I. (1992) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, çev. M. Erdost, 8. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 22-23.

[12] Lenin, age, sf. sf. 53-54.

[13] Stalin, J. (2012) Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, çev. M. Ardos, Sol Yayınları, Ankara, sf. 123-31.

[14] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf. 29-30.

[15] Lenin, age, sf. 30.